g. Tekvîn:
Cenâb-ı Hakk'ın yaratması, icâd ve ihdası demektir. Bir şeyi yokluktan varlığa çıkarmak manasına gelir. Mâtüridiyye'ye göre tekvin sıfatı, kudret sıfatının var olan şeylere tealluk etmesinden ibaret değildir. Cenâb-ı Hakk'ın zâtı ile kâim kadîm bir sıfattır. Halk, ibda, ihya, imâte, ten'im, ta'zib ve terzik gibi bütün fiilî sıfatların mebdei ve menşei olan ezelî bir sıfattır. Tekvîn sıfatı, mümkün olan şeylerin var olmaları vaktinde, ilim ve irâdeye uygun bir şekilde ihdas ve ıcâd ile tesir eder. Eserlerin isimlerine göre bu müessir sıfata birçok isim verilir. Meselâ Cenâb-ı Hakk'a eşyayı yaratması itibariyle Halik, eserine mahlûk, sıfatına da halk denir. Aynı şekilde eseri rızk olması itibariyle sıfata terzik, bu sıfatı hâiz olan Zât-ı mukaddese Rezzâk, hayat ve memat olması yönüyle ihya ve imâte, mevsufuna "muhyt ve "mümî ismi verilir.
Mükevvenâtın varlığı, şüphe yok ki bir mükevvine muhtaç olduğunun açık delilidir. Mükevvin ise tekvîn sıfatıyla muttasıf olan zâttır. Tekvîn sıfatının müteallaklarına mealluku hadis olduğundan, böyle var olan mtikevverilerin (meydana gelen) kıdemi düşünülümez.
el-Eş'arî'ye göre tekvin sıfatı, kudret sıfatının hadis olan teallukundan ibarettir. İtibarî bir şeydir, hakiki sıfat değildir, kudret sıfatına râci'dir. 113
h. Kelâm:
Cenâb-ı Hakk'ın söylemesi demektir. Allah, kelâm sıfatıyla muttasıf ve mütekellimdir. Kelâm sıfatı, ilim ve irâde sıfatlarından başka bir sıfattır. Yaratıkların kelâmına benzemez. Kelâm sıfatı, ilim sıfatı gibi vacibe, caize, müstahîle, mevcuda, ma'dûma tealluk eder. Hiçbir şey kelâm sıfatının teallukundan hariç olamaz. Kelâm sıfatı aslında Zât-ı Bâri'nin muttasıf olduğu ezelî bir manadır. Bu ezelî tek maninin Süryanî, İbranî, Arap kavimlerinin lafız ve ibareleri ile vasıf ve ittisafı; lafzî kelâmın emir, nehiy ve haber türleri ile çeşitlenmesi, haberin de mâzî, müzârî ve hâl kısımlarına ayrılması, Eş'arîlerin ihtilâfları üzere ya zamanı hadis olan veyahut ezelî kadîm bulunan teallukları ve adı geçen toplumlara hitapları iledir.
Cenâb-ı Hakk'ın mütekellim olduğu, nakil ve akıl ile sabittir. Peygamberler, Allah Teâlâ'ya kelâm isbat ederlerdi; Allah şunu emretti', "bunu nehyetti, "şöyle haber verdi derlerdi. Bu da onlardan tevatürle sabit olmuştur. Cenâb-ı Hak kelâm sıfatıyla her şeyi meleklerine ve peygamberlerine bildirir. Kelâm sıfatının tealluk etmesiyle ilâhî hitaplar meydana gelmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de;
“Allah, Mûsâ 'ya hitap ile konuştu” 114 buyurulmuştur.
Kelâm sıfatı, bir kemâl sıfatıdır. Zıddı olan dilsizlik, Allah için müstahîldir. Hayy (diri) olan zât, kelâm ile muttasıf olmazsa, susma, dilsizlik gibi bir hastalık (âfet) ile vasıflanması gerekir ki, Allah bundan uzaktır.
Binaenaleyh kelâm sıfatı, harfler ve sesler cinsinden olmayan, susma ve dilsizliğe aykırı olan Cenâb-ı Hakk'ın zâtiyle kâim kadîm bir sıfattır. İşte kelâm sıfatı, harfler ve seslerden mücerret bir manadır ki, buna "kelâm-ı nefs denir. Çünkü zarurî olarak bilinmektedir ki, harfler ve sesler, hadis olan arazlardan olup bazısının meydana gelmesi, diğer bazısının tamamlanmasına bağlıdır. Meselâ; birinci harf bitmedikçe ikinci harf ile konuşmanın imkânsızlığı açıktır.
İnsana nisbetle "kelâm-ı nefsî" kalpde dolaşan söz demektir ki, lisan onun tercümanıdır.
Nitekim meşhur şair Ahtal da;
Hakikatte söz kalptedir. Ama dil kalpteki sözlere delil kılınmıştır" beytiyle "kelâm-ı nefsiye işaret etmiştir.
Hz. Ömer (r.a.) de Sakîfe günü sahabe arasında cereyan eden malum konuya ait irad ettiği meşhur hutbesinde;
Nefsimde tasarlayıp, güzel kıldığım bir makale 115 buyurmuştur ki, bu da lâfızların delâlet ettiği kalpte dolaşan bir "kelâm-ı nefsî''nin varlığına delâlet eder.
Bir Türk şairi de şöyle demiştir:
Ne ma 'niler ne sözler münderictir safha-i dilde Eğerçi sûret-i zahirde hâmuşem kitâb-âsâ
Biz konuşma ve yazışmalarımızda da, meselâ; "içimden neler geçiyor?", "kalbimde neler var?", "kalbimdekini arz eylerim" gibi tabirler kullanırız. Bu da benzer tabirlerin Arapça'da olduğu gibi Türkçe'de de söylendiğini göstermektedir.
Şu halde emredenin, nehyedenin ve haber verenin, emrettiği, nehyettiği ve haber verdiği şeyin manası, önce onun nefsinde var oluyor. Sonra o manaya, ya ibare ya yazı veyahut işaretle delâlet olunur.
Cenâb-ı Hakk'ın "kelâm-ı nefsfû, harf ve lafızlardan meydana gelen nazm ve ibare ile tabir, tealluku itibariyle Süryanî, İbranî ve Arabî lafız ve harflerden mürekkep ezber, okuma (kıraat), dinletme, dinleme ve mushaflarda yazılan kelâm, 'kelâm-ı lafzfır ve hadistir. Öyleyse Cenâb-ı Hakk'ın kelâmı, nefsîvç lafzî olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Kelâm-ı nefsî, kelâm-ı lafzînin menşei olmaktadır.
Kelâmullah, "kelâm-ı nefsî" ile "kelâm-ı lafzî" arasında ortak bir isimdir. Kur'ân, kadîmdi?' denilmesi kıraat ve yazının kelâm-ı nefsîye delâlet etmesi üzerinedir.
Mu'tezile, ancak "kelâm-ı lafzi'yi kabul eder. "Kelâm-ı lafzî" ise hadistir; nâdism de Cenâb-ı Hakk'ın zâtı ile kâim olması muhaldir" derler.
Onlara göre, enâb-ı Hakk'ın mütekellim olması, kelâmı levh-i mahfuzda, Cibril'de, Peygamberlerin lisanlarında, Şecere-i Musa'da ve benzerlerinde halk ve îcâd demesinden ibarettir.
Bunların sözlerinin bâtıl olduğu açıktır. Çünkü mütekellim, kelâm kendisiyle kâim olan zâta denir. Yoksa başka yerde kelâm îcâd eden kimseye denmez.
Mu'tezile, Allah Teâlâ'nın kelâm-ı nefsîsi yoktur, Kur'ân tertip, tânzim, Arapça inzali ve işitilmek gibi hudûs vasıflarıyla muttasıf olduğundan kelâm lafzîdir ve hadîstir, dediler. Halbuki Kur'ân'ın, onların dedikleri bu vasıflar ile muttasıf olması, Zât-ı ilâhî ile kâim olan manasının kadîm olmasına aykırı olmaz. Çünkü bu vasıflar hadis olan lafzın vasıflarıdır. Yoksa kadîm olan mananın vasıfları değildir. Cenâb-ı Hakk'ın zâtı ile kâim olan Kur'ân kadîm manadır ve mahlûk değildir.
Binaenaleyh hafızların zihne nakşolunan, mushaflarda yazılı ve lisanlarda okunan Kur'ân, hadis ve Allah'ın yaratmasıyla mahlûktur.
Kelâm-ı nefsinin Allah'ın zâtı ile kâim ve kadîm olmasına akli bir engel yoktur. Meselâ “Âsânı bırak" 116 âyetinin medlulü bulunan özel talep, ezelde Zâtullah ile kâim olup Mûsâ (a.s.) var olduktan sonra belirlenen bir zamanda onunla muhatab olmuştur.
Ezeldeki özel talep, tencîzî(hemen yerine getirilmesi gereken) olmayıp, ta'lîkî (belli bir zamana bırakma) ve manevî olmakla muhatabın ezelde varlığına bağlı olmaz.
Eş'arî'ye göre kelâm) lafzî gibi kelâm-ı nefsî de işitilir. Yalnız kelâm-ı nefsinin işitilmesi kelâm-ı lafzî gibi belli bir cihetten işitme azası ile değildir; belki bütün yönlerden ve işitenin bütün azaları ile işitilir. Ebu'l-Hasan el-Eş'arî, Allah'ın görülmesinin mümkün oluşuna kıyas ederek, demiştir ki:
Nasıl cisim ve araz olmayan Allah'ın zâtının görülmesi mümkünse, harf ve sesten olmayan kelâm-ı nefsînin işitilmesi de mümkündür. Eş'arî, Hz. Mûsâ'nın "kelâm-ı nefsî"yi işittiğini kabul eder.
İmam Mâtürîdî'ye göre, "kelâm-ı nefsî"nin Zât-ı Bârî'den ayrılması mümteni' olduğu için işitilmesi muhaldir. Çünkü işitilen ancak ses ve harflerdir.
Üstad Ebü İshak el-İsferâînî de Mâtürîdî'nin görüşündedir. Mâtürîdî'ye göre Hz. Mûsâ, Allah'ın kelâm-ı nefsîsine delâlet eden şecerede hadis ve mahlûk olan kelâm-ı lafzîyi işitmiştir. Buna şu âyet-i kerimenin zahirinin uygun düştüğünü zikreder:
"Bereketti yerdeki vadinin sağ kıyısından, ağaç tarafından şöyle nida edildi.”117
Çünkü Zât-ı Bari ile kâim olan kelâm sıfatının ağaca intikal ile zuhur etmesi muhaldir.
Hanbelî mezhebini taklit eden avam ve cahillerinden bir kısmı, mushafların kağıtları, nakışları ve yazılarının hatta ciltlerinin ve kılıflarının kadîm olması cehle inadını göstermişlerdir. 118
İmam Ahmed b. Hanbel'in kelâm-ı lafzîye hadis ve mahlûk isimlerini Eylememesi, Hanbelîlerin bâtıl iddialarına sebep olmuşsa da, çekinmesi kelâm-ı fafzînin O'na göre kadîm olmasından değildir. Belki Kelâmullah olan Kur'ân'ın, ayr-ı mahlûk olması manasını ifade eden hadis-i şerifin zahirini korumakla edebe kemâl-ı vera' ve inikası, "hadis" lafzını kullanmağa engel şayet etmesi, olmuştur. 119
Haşeviyye ve Kerrâmiyye'ye göre de sesler ve harflerden ibaret olan kelâm, Zât-ı Bârî ile kâim ezelî bir sıfattır.120
Dostları ilə paylaş: |