Dünya ekonomilerinin bütünleşme eğilimi, AB ve DTÖ gibi uluslararası kurumların ekonomi politikalarındaki artan belirleyiciliği, teknoloji alanındaki hızlı gelişmeler, başta Çin ve Hindistan olmak üzere gelişmekte olan ülkelerin yükselişi ve emtia fiyatlarındaki artış gibi unsurlar, Türkiye’nin ekonomik büyüme kapasitesini doğrudan etkilemektedir. Artan küresel rekabet şartlarına Türkiye’nin uyum sağlaması, kendi rekabet gücünü arttırabilmesi ve yüksek ekonomik büyüme oranlarını devam ettirme gereği, bu hedefe yönelik strateji alanlarının başında gelen sanayi stratejisinin önemini de arttırmaktadır. Söz konusu sanayi stratejisi tasarımının başlangıç bileşeni olarak belgenin bu bölümünde; küresel ekonomideki eğilimler, AB’deki durum, Türkiye’nin rekabetçiliği ve bu gelişmelerin sanayinin gelişmesine yansımaları özetlenmektedir.
1.1.Küresel gelişmeler ve sanayi stratejisi
Küresel ekonomi 1997-2007 döneminde yıllık ortalama yüzde 4,0 olarak büyürken, dünya ticareti dünya hâsılasına göre daha hızlı bir gelişme göstermiştir. Bu dönemde, dünya genelinde ticaretin serbestleşmesine paralel olarak, petrol dışı ürünlere talep artmış, gelişmekte olan ülkelerin kendi aralarında yaptığı ticaret hacmi genişlemiştir. Küreselleşen mal ve finans piyasaları, gelişmesine 2007 yılında da hızını azaltmadan devam etmiştir. 2008 yılında ise, küresel ekonomi yüzde 3,0 büyümüştür.
2008 yılında, tüm dünya ülkelerini etkisi altına alan küresel ölçekte finansal bir krizle karşı karşıya kalınmıştır. Krizin ortaya çıkması noktasında zincirin başlangıç halkası, ABD bankalarının portföyünde her zaman önemli bir yer tutan ipotekli konut kredileri olmuştur. Kredi ödemelerinde yaşanan problemler, geri çağrılan krediler ve sonrasında teminatların satışı, konut fiyatlarında dikkate değer bir düşüşe neden olmuştur. Banka sermayelerindeki erime süreci böylelikle tetiklenmiş ve bir kısır döngü içine girilmiştir.
2008 yılı Eylül ayı sonrasında şiddetlenen finansal kriz İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana görülmemiş boyutta bir küresel duraklama dönemine girilmesine neden olmuştur. 2009 yılı genelinde küresel ekonomi yüzde 0,6 oranında daralmıştır. Küresel ekonomi son dönemlerde yeniden toparlanma işaretleri vermektedir. Dünya ekonomisi 2009 yılı son çeyreğinden itibaren bir önceki yıla kıyasla yeniden büyümeye başlamış, büyüme hızı 2010 yılı ilk çeyreğinde ivmelenmiştir. Ekonomik toparlanmanın en belirgin olduğu ülkeler, finansal çöküşten doğrudan etkilenmemiş olan başlıca gelişmekte olan ülkeler, özellikle Asya ülkeleri, olmuştur. Gelişmiş ülkeler içerisinde ise ABD ekonomisinin Avro Bölgesi ve Japonya’ya kıyasla daha hızlı bir toparlanma sergilediği görülmektedir. Genişletici maliye ve para politikaları toparlanma sürecinde etkili olmuştur. Krizin ardından önemli ölçüde artan stokların eritilmesi, siparişlerin arttığı ve hisse senetlerinin değer kazandığı bir ortamda, üretimin yeniden başlamasına olanak sağlamıştır. ABD işgücü piyasasında son dönemde kısmi iyileşme sinyallerinin görülmesi de olumlu bir gelişmedir. Gelişmekte olan ülkelerde ise büyüme canlı iç talep ve artan emtia fiyatlarından da destek almaktadır. Politika desteği küresel ekonomide sistemik bir çöküş yaşanmasını engellemiş ve güven göstergelerinin beklenenden hızlı toparlanması sağlanmıştır.
Tüm uluslararası kuruluşlar, hâlihazırda görülen küresel ekonomik toparlanmanın beklentilerden hızlı gerçekleşmesine rağmen, son dönemde aşağı yönlü risklerin artış gösterdiğine dikkat çekmektedir. Özellikle kamu maliyesine ilişkin artan kaygılar ve azalan güvenle birlikte küresel ekonominin önümüzdeki dönemde yavaşlayabileceğine ilişkin beklentiler artmıştır.
Tablo 1.1: Uluslararası Para Fonu (IMF) Büyüme Oranları Tahminleri (Temmuz 2010)
(*) Türkiye’ye ilişkin tahminler IMF’nin WEO April 2010 yayınından, diğer ülkelere ve bölgelere ilişkin tahminler ise söz konusu yayının Temmuz ayında yayınlanan WEO Update versiyonundan alınmıştır.
Bununla beraber, Çin’in son yıllardaki yüksek performansı, küresel ekonomideki gelişmeleri doğrudan etkilemektedir. İhracata, yabancı yatırımlara ve teknoloji yoğun girişimlere yönelik bir strateji benimseyen Çin’de özellikle eğitim alanında atılan adımlar, yüz milyonlar boyutundaki ucuz işgücünün niteliğini arttırmakta ve tüm diğer gelişmekte olan ülkelerde istihdam yaratma performansını kısıtlamaktadır.2 2001 yılında Çin’in DTÖ’ye üye olması, başta emek yoğun sektörler olmak üzere, Türkiye’yi ve diğer birçok gelişmekte olan ekonomiyi etkilemiştir.
Çin’dekine benzer bir büyüme süreci de Hindistan’da gerçekleşmektedir. Geleneksel olmayan hizmet ihracatında dünyada önde gelen bir konuma sahip olan Hindistan, özellikle yazılım sektöründe dünyadaki konumunu güçlendirmektedir. Çin ve Hindistan’ın reformlarına devam etmeleri durumunda, büyüme hızlarını sürdürmeleri ve küresel rekabet ortamını uzun bir dönem etkilemeleri beklenmektedir. Bunlara ek olarak, Brezilya ve Rusya’nın da, özellikle sahip oldukları doğal kaynaklar nedeniyle dünya ekonomisi için önemleri artmaktadır. Enerji hammadde fiyatlarındaki artış, bu ülkelerin büyümesine olumlu katkı yapacaktır. Nitekim, 2010 yılı ilk yarısında küresel ekonomik toparlanmaya gelişmekte olan ülkelerin öncülük ettiği görülmektedir.
Bu yeni gelişmelerin de etkisiyle, geçmiş yıllarda gelişmekte olan ülkeler için, ucuz işgücüne ve hammaddeye sahip olmak, rekabet edebilmek için yeterliyken, günümüzde etkin işleyen bir piyasa mekanizmasına, elverişli bir yatırım ortamına ve kurumsal yapıya, küresel ölçekte rekabet edebilecek yetkinliklerle donatılmış bir işgücüne, girdileri nitelikli ve ucuz sağlayan altyapı sektörlerine sahip olmanın önemi artmıştır.3 Gelişmekte olan ülkelerin rekabet güçlerini arttırmaları, ekonomik büyümenin verimlilik artışlarına dayanmasına ve yeni sektörlerde/faaliyetlerde yetkinliklerini arttırmalarına bağlıdır.
Yeni küresel mimaride yüksek katma değer yaratabilmek; uzmanlaşma, yeni teknolojilerden faydalanma, yenilikçilik kapasitesini geliştirme gibi faktörlere bağlı hale gelmektedir. Bir ekonominin büyüme kapasitesinin arttırılması, kendini geliştirebilen, rekabet gücünü sürekli arttırabilen firmaların sayısının artmasına paralel olarak gerçekleşmektedir. Ayrıca, insan kaynağının sürekli olarak geliştirilmesi, bilgi ve iletişim teknolojilerinin yaygınlaşması, yenilikçiliğe odaklanılması kişi başına geliri sürekli olarak arttırabilmenin yolu olarak öne çıkmaktadır.
Dünyada teknoloji alanında yaşanan süratli gelişmeler, uluslararası finansal sistemin ve ticaret sisteminin giderek serbestleşmesiyle birleşince, iş yapma biçimlerinde önemli değişimler yaşanmaktadır. Bilgi yoğun ve yüksek katma değerli mal ve hizmet üretebilmek, rekabet gücünün belirleyicisi olarak ön plana çıkmakta, özellikle işgücünün eğitim düzeyi, gerekli becerilere sahip olması giderek önem kazanmaktadır. Böyle bir ortamda, imalat sanayi alanında faaliyet gösteren bir işletmenin rekabet gücünün ana belirleyicisi, sadece imalat yetkinliği değil; tasarım, lojistik, dağıtım gibi pek çok hizmet alanındaki performansına bağlı olabilmektedir. Bunun sonucu olarak, sanayi politikası giderek yataylaşmakta ve değer zincirindeki, doğrudan imalatla ilgili olmayan diğer aşamaları, hizmet ve destek faaliyetlerini de kapsar hale gelmektedir.
Sanayi stratejisi, uygulandığı ülkelerde, küresel ekonomiye uyum biçimini şekillendiren/yönlendiren bir araç olarak ön plana çıkmaktadır.4 Geçmiş dönemde, özellikle Uzakdoğu ülkeleri, sanayi politikaları yardımıyla ekonomik kalkınmanın ivme kazandığı önemli başarılar sergilemişlerdir. Japonya ve Kore önceden belirlenen ve yüksek katma değer yaratabilecek “bebek endüstrilerin”, yeterince rekabetçi olana kadar, ticaret tarifeleri, dış ticaret engelleri, doğrudan veya doğrudan olmayan – kamu bankaları ve şirketleri vasıtasıyla verilen – devlet destekleriyle gelişimini desteklemişlerdir. Bu ülkeler; şirket, ürün ve pazar bazında ihracat hedefleri koyarak, iyi performans gösteren şirketleri ödüllendirerek ihracata odaklı bir sanayi stratejisi izlemiştir. Teknolojik ilerleme için ise yabancı lisans alımına ve doğrudan yabancı sermayeye odaklanılmamıştır. Ancak 1997 Asya krizinin etkileri ve DTÖ’nün piyasalara devlet müdahalesini kısıtlayan kuralları nedeniyle, bu ülkelerin uygulamış oldukları sanayi politikalarının başka ülkelerde uygulanabilirliği tartışılabilir olmuştur.
Öte yandan Güneydoğu Asya Uluslar Birliği (ASEAN4) ülkeleri olarak adlandırılan Malezya, Tayland, Endonezya, Filipinler ise sanayi stratejilerini doğrudan yabancı yatırımları (DYY) çekmek üzerine kurarken yurtiçi piyasayı korumak üzere tarifeler, ithalat engelleri uygulamış ve yabancı firmalara yerelleşme şartı koymuşlardır. Bu şekilde doğrudan sermayenin dışsallıklarından ve yerel sanayiye olan pozitif katkılarından maksimum düzeyde yararlanılmıştır.
Sanayi politikası alanındaki başarılı ülke örnekleri, politika uygulama, izleme ve koordinasyon kapasitesinin, en az tasarlanan politikaların niteliği kadar önemli olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda, eski dönemde, basit anlamda bazı sektörlerin seçilip desteklenmesine indirgenen sanayi politikalarının hem etkinliğinin son derece kısıtlı olduğu, hem de AB ve DTÖ gibi ülkelerin uluslararası ticaret ortamında yükümlülüklerini belirleyen kuruluşlarca engellendiği görülmektedir. Dolayısıyla, günümüzde, sadece belirli sektörlerin seçilerek desteklenmesini değil, yatay politikalar vasıtasıyla firmaların rekabet gücünü arttıran; ayrıca mevcut ve yeni sektörlerin küresel ekonomide daha yüksek katma değer yaratacak biçimde konumlanmalarını sağlayabilecek şekilde yönlendirebilen, bölgesel eşitsizlikleri sanayi politikası kanalıyla azaltabilen bir sanayi politikası yaklaşımı birçok ülkede benimsenmektedir. Bu yeni sanayi stratejisi yaklaşımı, bir yandan mevcut sektörlerin ve firmaların yeniden yapılanmalarını, daha verimli ve rekabetçi hale gelmelerini sağlarken, diğer yandan ekonomide yeni faaliyetlerin ve yeni yetkinlik alanlarının ortaya çıkabilmesi için gereken ortamı sağlamayı hedeflemektedir.
Dünyada, sanayi politikası alanında karar verme katmanlarının da çeşitlenmekte olduğu görülmektedir. DTÖ ve AB uygulamaları ile ülkeler arasındaki ikili anlaşmalar, firmaların rekabet gücünü doğrudan etkilemektedir. Bununla birlikte, ulusal politikalar da, firmaların küresel ekonomiye intibakını hızlandırmak, sanayinin ve ülkenin ulusal/yerel sorunlarının (istihdam, bölgesel gelişme, tarım vb. gibi) çözümüne hizmet etmek bakımından hayati bir işleve sahiptir. Aynı zamanda, dünyadaki başarılı uygulama örneklerinin, firmaların rekabetçiliğini güçlendirmede yerel girişimlerin önem kazandığına işaret etmesiyle, merkezi yönetimlerden yerel yönetimlere sanayi politikası alanında da önemli bir yetki ve sorumluluk devri gerçekleşmektedir.