Bibi. Türkiye'de Yabancı Dilde Basın, (istanbul Üniversitesi yayını), ist., 1985; G. Groc, "Le Journal de Constantinople ou l'ambiguite du cosmopolitisme", Presse Turque et Presse de Turquie, ist., 1992, s. 15-28; G. Groc-I. Çağlar, La Presse française de 1795 â nosjours, ist., 1985; M. N. Inugur, Basın ve Yayın Tarihi, (2. bas.), ist., 1982.
GERARD GROC
JOURNAL D'ORIENT, LE
istanbul'da Fransızca olarak yayımlanan gündelik haber gazetesi.
1917'de sahibi ve yöneticisi olan Albert Karasu tarafından kurulan gazete 1971'de kapanmıştır. Fransız kültürünü yayan istanbulVe italyan siyasetini izleyen Beyoğlu gazetelerine karşılık, genelde Musevi a-zınlığa yönelik, Le Journal d'Orient daha
ziyade, "kozmopolit" bir çizgi izliyordu. Albert Karasu'nun başyazıları ile de önemsenen yayın bir haber gazetesi olduğu kadar bir "sosyete", bir "Levanten aydın" gazetesi kimliğini taşıyan -kısaltılmış adı ile-Jourdor Karasu'nun eşi Angele Loreley'm şiirleri, kısa öyküleri, tiyatro ve müzik eleştirileri, dedikodu sütunları, Jean de Peyrat takma adını kullanan yazar ve gemi acentesi sahibi Willy Sperco'nun köşe yazıları ile Levanten basınında özellik kazanıyordu. Le Journal d'Orient, son döneminde, Said N. Duhani'nin kaleme aldığı çocukluk ve gençlik anılarını da yayımladı.
Bibi. G. Scognamillo, Bir Levanten'in Beyoğlu Anılan, ist., 1990; W. Sperco, Yüzyılın Başında istanbul, (Turcs d'hler et d'aujourd'hui kitabının kısaltılmış çevirisi), ist., 1989; Türkiye'de Yabancı Dilde Basın, (istanbul Üniversitesi yayını), ist., 1985.
GIOVANNI SCOGNAMİLLO
JUDO-KARATE
Uzakdoğu sporları olarak tanınır. Kökeninin Çin ve Japonya olduğu ve buradaki Budist tapınaklarından yayıldığı kabul edilir. Oysa, özellikle judonun, Orta Asya' daki Türk boylarının geleneksel aba güreşinden doğan ve oradan Tibet'teki Budist tapınaklarına uzanan bir spor dalı olduğu artık kabul edilmektedir.
Orta Asya'da doğan aba güreşinin Buda tapınakları yoluyla Japonya'ya kadar uzandığı ve 19. yy'm sonlarında Jigaro Kano adlı bir öğrenci tarafından bugünkü şekline getirildiği bilinir. Bu spora, Japon-cada "kibarlık, nezaket, yumuşaklık" anlamına gelen "ju" sözcüğü ile "yol ve disiplin" anlamlarına gelen "do" sözcüğünün birleşmesinden doğan judo adını veren Jigaro Kano olmuştur.
Judo, 19601ı yıllarda, Türkiye'ye geldi. Daha önceleri özellikle askeri okullarda jiu-jitsu adını taşıyan ve yine Uzakdoğu menşeli bir spor dalı faaliyeti bulunuyordu. Bu spordan yetişmiş Deniz Astsubayı Halil Yüceses, Teğmen ibrahim Öztek, Yüzbaşı Ergun Göktuna, Yüzbaşı Muvah-hit, Deniz Komando Astsubayı Namık Ekin ve eski bir harp okulu öğrencisi olan Hakkı Koşar gibi kişiler bu sporun Türkiye'de yayılmasında önemli roller oynadılar. Bunlar arasında özel salonlar açarak geniş kitlelere judo öğretenlere de rastlandı. Bu spor dalında uluslararası alanda büyük başarılar gösteren Türk sporcuları da çıktı.
1920'li yıllara doğru Funakoshi Gichin adında bir Japon tarafından jiu-jitsu ve kendo gibi iki Japon güreşinin birleştirilmesi sonucu ortaya çıkarılan "kare-te" de özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında hızla dünyaya yayıldı. Bir savunma ve hücum mücadelesi esasına dayanan bu spor dalı da judonun hemen arkasından istanbul'a, oradan da Türkiye'ye girdi. 1970' lerde istanbul'da çok sayıda judo ve karate kursu açıldı. Özellikle de belli gençlik kesimlerinin ilgisini çekti. Bu sporun da yerleşip yayılmasında yine Hakkı Koşar önemli rol oynamıştır.
CEM ATABEYOĞLU
KA'B TÜRBESİ
Eyüp İlçesi'nde, Ayvansaray-Defterdar a-rasında, Apdülvedut Mahallesi'nde, Yağhane Değirmeni Sokağı üzerinde yer almaktadır.
Ka'b Türbesi, Ayvansaray-Eğrikapı kuşağında yoğunluk arz eden ve hemen hepsi II. Mahmud döneminde 1251/1835'te yapılmış ya da yenilenmiş olan mütevazı sahabe makamlarından biridir. Çevresindeki mahalle 1973-1974'te Haliç Köprüsü ve çevre yolunun yapımı nedeniyle bütünüyle ortadan kaldırılmış, türbe yapısı özgün dokusundan soyutlanarak yeşil alan içinde tek başına kalmıştır.
Türbenin dikdörtgen alanını, moloz taş ve tuğla ile almaşık düzende ve özensiz bir biçimde örülmüş duvarlar kuşatır. Zamanında türbeyi örten ahşap çatı ve içindeki ahşap sanduka ortadan kalkmış, çatı son yıllarda yenilenmiştir. Sokak üzerindeki cephede, kesme küfeki taşından sövelerle kuşatılmış yuvarlak kemerli bir kapı ile dikdörtgen açıklıklı ve demir parmaklıklı 4 adet pencere sıralanır. Kapının üzerindeki küçük mermer levhaya sülüs hatla "ashabdan Ka'b hazretleri" yazılmış,
Ka'b Türbesi'nin içinden bir görünüm. Yavuz Çelenk, 1994
Kaba Halil Efendi Medresesi
Yavuz Çelenk, 1994
kabrin başucuna son yıllarda mermerden dikdörtgen bir şahide konmuştur.
Bibi. Ünver, Sahabe Kabirleri, 45, res. 14; Akakuş, Eyyûb Sultan, 60; işli, Sahabe, 37-38; Demiriz, Türbeler, 48-49; Haskan, Eyüp Tarihi, I, 210.
M. BAHA TANMAN
KABA HALİL EFENDİ MEDRESESİ
Fatih Nişanca'sında, Saray Ağası ve Hasan Fehmi Paşa caddelerinin kesiştiği kavşaktadır.
istanbul kadılığı ve Anadolu kazaskerliği görevlerinde bulunan Kaba Halil Efendi tarafından yaptırılmıştır. Bir külliyeye bağlı olmayan medrese, bulunduğu meydancığın köşesine yerleştiğinden, daha önce aynı çevrede var olan Efdalzade (15. yy), Üçbaş, Cedid Ali Paşa, Malulzade, Ümm-i Veled, Nişancı Mehmed Bey (16. yy) gibi eğitim yapıları dizisine katılarak yöredeki anıtsal yoğunlaşmayı artırmıştır. Sicill-i Osmanî'ye göre Halil Efendi Zin-cirlikuyu'da inşa eylediği mektepte med-fundur. Yanlışlıkla medreseden mektep o-larak söz edilmiş olmalıdır, ilginç olan medrese dershanesinin plan ve iç düzeniyle aynı dönem sıbyan mekteplerine benzemesidir. Halil Efendi avluda, dershanenin kuzeybatısında, hem dershaneden hem caddeden görülebilecek şekilde avlu duvarına yakın bir konumda gömülüdür.
Tarihi belgelere göre medrese 1869'da çalışır durumdaydı. 19l4'te yapılan tespitte binanın adı ve yeri belirtilmiş, fakat durumu hakkında bir açıklama yapılmamıştır. 1918'de yangınzedelerin barındığı yapı, Cumhuriyet döneminde Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne verilmiştir. 1961-1973 arasında Karagümrük Gençlik Kulübü olarak kullanılan yapı, 1977'de 10 yıllığına ilim Kültür Ocağı'na kiralanmış; yasadışı faaliyete bulunan dernek 1980'de kapatıldığında, bina da tahliye edilmiştir. Medrese ha-
len İsmail Ağa Vakfı'na bağlı erkek yatılı Kuran kursu olarak kullanılmaktadır.
Medresenin Hasan Fehmi Paşa Cadde-si'ne açılan giriş cephesi, iki ucunda bulunan yaklaşık eş boyutlu dershane ve Etyemez Baba Türbesi'nin kütlelerinin taş-tuğla almaşık duvarları, tek sıra üzerinde dizili pencereleri ve saçak kornişiyle he-rnen hemen simetrik bir düzene sahiptir. Ancak konumu ve yüksek kasnaklı kubbesi ile dershane daha çok vurgulanmıştır. Simetriyi bozan diğer bir ayrıntı subas-man kornişidir; medresenin güneydoğu ve güneybatı cephelerini pencerelerin hemen altından yatay olarak kat eden korniş, gerisinde Halil Efendi'nin gömülü olduğu ilk pencere altında bir kademeyle a-şağı inmekte, aynı seviyede türbenin köşesine kadar devam etmektedir. Cephenin ortasında, kemerli giriş ve iki yanındaki pencerelerle üçlü bir kompozisyon oluşturulmuştur. Mermer kapının üstünde dönemin sebil ve çeşmelerindekine benzer, dış hatları barok etkiler taşıyan, gene mermerden yapılmış bir saçak bulunmaktadır.
Giriş kemerinin üzerinde kitabe için ayrılan yer boş bırakıldığından yapım tarihi kesin olarak belirlenememekte; medresenin Halil Efendi'nin istanbul kadılığına getirildiği 1168/1754 ile ölüm tarihi olan 1181/ 1767 arasında yapıldığı tahmin edilmektedir. Mimarı bilinmeyen medresenin, ayrıntılarında hem klasik, hem barok dönem özellikleri gözlendiğinden, üslup açısından iki dönemin arasında kaldığı söylenebilir.
Girişten sonra dört basamakla sokaktan l m daha yüksekte olan avluya çıkılmaktadır. Dershane ve hücreler, uzun ekseni kuzeydoğu-güneybatı yönünde uzanan dikdörtgen planlı bir avlu çevresinde yer almaktadır. Avlu zemini değişmiş, şadırvan ve kuyu gibi öğeler yok olmuştur.
KABADAYILAR
322
323
KABAKÇI MUSTAFA
SIRKÂTİBİ AHMED BEY'İN PARÇALANMASI
Sultan Mustafa'nın tahta çıkması ile herkesin gönlü rahatlamıştı. Halkın sevinç gösterileri sürerken mabeyinci Ahmed Bey'in Soğukçeşme'den aşağıya indirilip Ka-pı'ya götürüldüğü görüldü. Herkes oraya doğru koşuşmağa başladı ve görülmemiş bir telâş ve gürültü koptu. Ne olduğunu anlamayan halk ise kaçıyordu. Çünkü, âsi kalabalık oradaydı. Alayköşkü önü, kudurmuş bir kafilenin gözükmesiyle cehenneme döndü. Kılıçlarını çekerek mabeyincinin üzerine atılanlar, onu götürenlerin ellerinden kaptılar. Kendisini çiğ çiğ yiyecek kalabalığı gören Ahmed Bey de insan sesine hiç benzemeyen bir haykırışla "Aman bana kıymayın!" diyordu. Onu Terzibası kârhanesinin önüne getirerek kdıç darbeleri indermeğe başladdar. Herkes birbirini iterek vurmakta o kadar gayret gösterdder ki ceset insana benzemiyordu. Vücudu paramparça olduktan başka elbisesi de pare pare olmuştu. Adam aslında çok şişman olduğundan açılmış karnını görenler "Domuz, amma da yağlıy-mışP diyorlardı.
Âsiler bu işi bitirdikten sonra Bab-ı Hümayun'a giderek bayraklarım iki yanda düctiler ve tüfekleri ellerinde olduğu hâlde padişahın selamlığa çıkmasını beklemek üzere Sultanahmed Câmii'ne kadar olan sahada dizildder. Selamlığa çıkan padişah, Bab-ı Hümayun'a doğru geldiği vakit, saray kapısı derhal açıldı. Cehennemi bir gürültü koptu. Kapıdan çıkan padişah, ömründe görmemiş olduğu bu korkunç çeh-reli adamları görünce, korkudan yüzü sapsarı kesildi. Kendisi o kadar nâzik ve güzel bir gençti ki kafesten çdunış bir kumruya benziyordu. Karakullukçular, bayrakları ellerinde, tüfekleri sırtlarında padişahla beraber yürüyüp "Maşallah ne güzel padişahımız vardır!" diye bağırarak onu Ayasofya'ya götürdüler.
G. Oğulukyariın Ruznamesi, ist., 1972, s. 11-12
Avlunun yalnız iki yönü boyunca uzanan revaklar çift merkezli sivri kemerlerden oluşturulmuştur. Narin sütunların üstünde barok üslupta başlıklar yer almaktadır. Kemerler gergilerle birbirine ve hücre duvarlarına bağlıdır. Küçük kubbelerle örtülen revağın avlu cephesi ve taşınmalı tuğla dizileriyle oluşturulan saçak kornişi, kalın bir sıva tabakası ile örtülüdür. Dershane, girişin doğusunda, 18. yy'da yapılan Hacı Beşir Ağa (Eyüp), Cedid Mehmet Efendi (Kabasakal) medreselerinde olduğu gibi hücre dizisinin bir ucunda yer almaktadır. Cephesi avluya çıkarılan dershanenin girişi kuzeydoğu yönüne, revağa açılmaktadır. Mermer söveli kapının basık kemerinin iki yanına, Lale Devri'ne özgü çiçekler işlenmiştir. Kemerin üzerinde yan yana iki kartuş için de "Bismillahirrahma-nirrahim Levha-i sır levh-i kitab-ı kerim" yazılıdır.
Yaklaşık 4,60x6.10 m ölçülerinde dikdörtgen bir plana sahip olan mescit-ders-hane mekânı pabuçluk niteliğinde bir giriş ile kubbeyle örtülü ana mekândan o-luşmaktadır. Ortada aynalı tonoz, yanlarda ikisi küçük kubbe ile örtülen pabuçlukla ana mekânın arası ikisi duvara gömme, ikisi serbest sütunlara mesnetlenen üç a-çıklıklı kemer düzeniyle ayrılmaktadır. Kemerlerden ortadaki daha geniş ve yüksektir. Dershanedeki başlıklar revaktakilerden farklı olarak mukamaslıdır. Dershane yapının köşesinde olduğundan iki cephesi çevredeki caddelere, kuzeybatı cephesi ise avluya açılmaktadır. Kıble cephesinde ortada mihrap nişi, iki yanda birer pencere bulunmaktadır. Güneybatı ve avlu yönünde ise üçer pencere vardır.
Dershaneye bitişik olarak güneydoğu kolunda üç hücre yer almaktadır. Bu hücrelerin birer ocağı ve güneydoğuya açılan ikişer penceresi vardır. Kareye yakın dörtgen planlı olan ilk iki hücre kubbeyle örtülüdür. Köşedeki hücre alışılmışın tersine dikdörtgen planlı olduğundan, örtülmesinde kubbenin yamsıra aynalı tonozdan yararlanılmıştır. Bu yöndeki revağın kuzeybatı ucunda, muhtemelen hela ve gusülhanenin bulunduğu yan avluya geçişi sağlayan sivri tonozlu dar bir geçit bulunmaktadır.
Avlunun üçüncü kenan bu yöndeki tek hücre ve Etyemez Baba Haziresi duvarı ile sınırlanmaktadır. Başlangıcı 16. yy'a ta-rihlenen bu hazirenin medrese yapılırken yeniden düzenlendiği ve sokağa açılan cephesinin medreseyle aynı karakterde yapıldığı anlaşılmaktadır. Etyemez Baba' nın orada gömülü olduğunu belirten ve orta pencere aynasına monte edilen mermer blokta "Merhum ve mağfur Etyemez Baba ruhu için fatiha 907/1501" yazılıdır.
Duvarlarda bir sıra taş, iki sıra tuğla almaşık örgü egemendir. Cadde cephelerinde, kesme taşla yapılmış bir subasman bölümü üzerinde yer alan taş silmeden sonra almaşık örgüye geçilmektedir. Hazire cephesinde kalan izlerden bu almaşık örgünün 18. yy'da sık görülen bezemeli kabartma derzlemeye sahip olduğu anlaşılmaktadır. Tuğla hatıllar bir sıra düz, bir sı-
ra zencerek vb motifli olarak derzlenmiş-tir.
Pencereler dershane ve hücrelerde aynı boyuttadır. Düz sövelerin oluşturduğu dikdörtgen çerçeve üstünde teğetli bir tuğla kemer ve tuğla dolgulu ayna yer almaktadır. Pencere kemerlerinin sırtlarında bir sıra tuğla dolaşmaktadır. Üst pencerelere yer verilmemiştir. Güneydoğu cephesinde biçimlenişleri oldukça ilginç olan üç tane mermer çörten bulunmaktadır. Saçak kornişi harap durumdadır; kalan izlerden taşırtma tuğla sıralarıyla oluşturulan, içbükey bir profile sahip olduğu anlaşılmaktadır. Çatıda özgün örtü malzemesi, alem, baca gibi ayrıntılar kalmamıştır. Dershanenin sekizgen kasnağı ve kubbesi kalın bir çimento harcı tabakası altında olduğundan ayrıntılarını kavramak olanaksızdır.
Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, I, 51, 119; Sicil-i Osmanî, II, 296; istanbul Vakıflar Başmüdürlüğü Hayır işleri Dosya: H 9-333; Kütükoglu, Darü'l-Hüâfe, 133; Kütükoglu, IstanbulMed-reseleri, 342; F. Ataş, "Kaba Halil Efendi Medresesi Restorasyon Projesi", (istanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Restorasyon Bölümü, yüksek lisans tezi), 1989.
ZEYNEP AHUNBAY
KABADAYILAR
Bir çeşit şehir şövalyeliği olan eski İstanbul kabadayılığının kendine mahsus âdetleri, kanunları bulunmaktaydı. Zayıfı, güçsüzü korumak, mahallenin namusundan sorumlu olmak bu özelliklerin başında gelir. Hoşsohbet, nüktedan olmakla beraber ağırbaşlılıklarından bir şey kaybetmeksizin ölçüyü kaçırmamaya dikkat ederler, şüphesiz ki içkiyi, içki muhabbetlerini ve âlemlerini çok sevmekle beraber sarhoş olarak kendini kaybedip çeşitli rezaletlere düşecek hale gelmezlerdi.
Kabadayılar, mecbur olmadıkça kavşa etmezler ve silah kullanmazlar, cana kıy-mazlardı. Meyhanelerde parasız içki içmek, sarkıntılık yapmak onlara yakışmazdı. Kendi muhitlerinin zorbası sayılan kabadayılar, ekseriya semai kahvelerinin ö-nünde, balozlarda, tulumba koğuşlarında görülürlerdi.
II. Abdülhamid döneminde (1876-1909) saraydan himaye gören Fehim Paşa ve arkadaşları "Onikiler" adıyla bilinir ve şehrin korkulan bir çetesi halinde her yerde dolaşırlardı. Kâğıthane âlemlerinden(->) geç dönmek zorunda kalanlar, yatsı sularında komşuya oturmaya giden yaşlı kadınlar, yaramazlık yapan çocuklar, Oniki-ler'e rastlayıp başlarına bir bela gelmesinden korkarlardı. Onikiler ve rakip kabadayılar çoğunlukla Beyoğlu'nda birbirlerine girerler, galip gelen tarafın paşası, o gün sarayda diğerlerine caka satardı.
Başlangıçta bulundukları semt halkı tarafından sevilen ve hürmet gören kabadayılar, 20. yy'in başlangıcından itibaren bozulmaya, halka yardımcı olmaktan çok parazit bir unsur haline gelmeye başladılar. Bunlar yaptıkları eylemlere, vurgunculuklara, palavracılıklarına göre değişik isimlerle anılmaya başladılar. Meşhur kabada-
1900'lerin ünlü kabadayılarından Sarraf Niyazi. Cengiz Kahraman arşivi
yi türleri olarak "küçük beyler, palavracılar, fiyakacılar, mahalle kabadayıları, meyhane kabadayıları, dil kabadayıları, yumruk kabadayıları, bıçakçılar, kalleşler, hacamatçılar, kıyakçılar, yedibelalar, çamurlar, dayak hastaları" sayılabilir.
Fiyakacılar Aksaray, Yusufpaşa, Cerrahpaşa, Şehzadebaşı, Çeşmemeydanı, Firuzağa, Tophane gibi semtlerde bulunur, kadınlara sataşır, mahalle kahvelerine girerek kavga çıkarırlar, daha sonra ya da başka yerlerde yaptıkları rezaletleri anlatıp övünürlerdi. Bazıları birkaçı birleşip kendilerine pay vermeyen, çay, kahve ya da içki ikram etmeyen kahveci veya meyhaneciyi sopalarlar, taşıdıkları tabanca, saldırma gibi silahları etrafa gösterecek biçimde kendilerine mahsus bir yürüyüş şekliyle dolaşırlardı.
Kıyakçılar kızgınlıklarryla tanınırlar, ellerini bıçaklarına veya silahlarına sudan bir sebeple dahi alsalar muhakkak bir cinayete sebebiyet verirlerdi.
Hacamatçılar usturayı ucundan bir parmak kalıncaya kadar sicimle bağlayarak köşebaşı, sapa, tenha yerlerde durarak vuracakları adamı beklerler, fırsatım bulunca birkaç kere savurup amaçlarına ulaşırlardı.
Palavracılar ortaoyunu komikleri gibi bir atılışta aslan, bir vuruşta dokuz can alıcı olurlar; "Var mı bana yan bakan?" nara-sıyla sokakları inletirlerdi. Az cesur, çok korkak, polise karşı itaatkâr, dişli kimselere karşı alçakgönüllü olurlardı. Devam ettikleri kahvehane, meyhane gibi çeşitli yerlerde, birbirini tutmaz palavralar atmak, hiç görmediği bilmediği kimselerle dost olduğunu söylemek, 110 kiloluk pehlivanlarla güreş yaptığını, onları yendiğini tekrarlamak başlıca özelliklerindendi.
Kabadayılar, aralarında halledemedikleri meseleleri aslı italyanca olan "racon" yoluyla hallederlerdi. Herhangi bir meselede iki taraf da haklı olduğunu iddia e-
dip anlaşamadıklarında kıdemli kabadayılardan oluşan hakem heyetine müracaat ederler, hakemler tarafları dinleyerek bir karara varırlardı. Bu karara herkes uymaya mecburdu. Hakemlerin verdiği karar kabul edilmezse taraflar, aralarındaki meseleyi kavga ederek hallederlerdi.
Kabadayılar, kâküllü saçları üzerinde sol kaşa düşürülmüş, tepesinden yana gelen kalın ibrişim püsküllü sıfır numara kalıplı siyah fes takarlar, kartal kanat, kısa ceket altına "patatuka" denen önü iri düğmeli fermene, onun altına kılaptandı, aslan, kaplan, tavuskuşu, denizkızı işlemeli "ca-medan" denilen bir yelek, daha içe ise muhtelif renkte ve göğüs kısmı bal peteği şeklinde oyuklu mintan giyerlerdi. Belde ise ipekli Sakız veya Trablus kuşağı bulunur, "yarım Fransız" demlen yukarısı dar, dizden aşağısı genişleyen ve arka paçası koyu mor kadife kaplı kıvrık pantolon, a-yaklarına da yumurta ökçeli, basık arkalı yarım şıpıdıklar giyerlerdi.
Eski istanbul'un sayılı kabadayıları i-çinde Arap Aptullah, Arif Bey, Sarraf Niyazi, Arap Dilaver, Kavanoz Mehmed, Kadırgalı Kör Emin, Topal Tevfik önde gelen simalardandır.
Bibi. Ahmed Rasim, "Fiyakacı Kabadayılar-Kı-yaklar-Hacamatçılar", "Kopuklar-Serseri Çocuklar", Muharrir Bu Ya, ist., 1926, s. 326-331, 348-353; ay, "Eski Palavracı Kabadayılar", Resimli Tarih, S. 3 (Mart 1950), s. 92-93; S. Alus, "Kaldırım Kabadayıları", Akşam, S. 7402 (l Haziran 1939), s. 8; S. Çapanoğlu, "Eski istanbul Kabadayı Çeşitleri", Tarihten Sesler, S. l (15 Bi-rincikânun 1943), s. 40-42, 45; ay, "Dünkü istanbul'da Kabadayılar", Yeni Tarih, S. 6 (Haziran 1957), s. 191; R. C. Ulunay, Sayth Fırtt-nalar, ist., 1953, s. 3-5; İ. Birinci, "Eski istanbul'da Kabadayılar", Hayat Tarih Mecmuası, (Mart 1966), s. 29-32.
UĞUR GÖKTAŞ
KABAKÇI MUSTAFA AYAKLANMASI
"Kabakçı Vak'ası", "Yamaklar İsyanı" olarak da bilinir. 25-29 Mayıs 1807'de istanbul'da yaşanan ve III. Selim'in (hd 1789-1807) tahttan indirilmesi, Nizam-ı Cedid örgütünün dağıtılması ile sonuçlanan gerici destekli asker ve çapulcu ayaklanması-dır. Bu kanlı terörü yönlendirenler arasında Sadaret Kaymakamı Köse Musa Paşa ile Şeyhülislam Ataullah Efendi de vardı. Ayaklanmacıların önderi ise Boğaz yamakları çavuşlarından Kabakçı Mustafa'ydı.
1730'daki Patrona Halil Ayaklanma-sı'ndanC-») sonra, istanbul'da 77 yıl gibi u-zun bir süre ocaklı, softa eylemleri görülmedi. Bu dönemde saltanat süren dört padişaha (I. Mahmud, III. Osman, III. Mustafa ve L Abdülhamid) oranla genç yaşta tahta çıkan ve köklü yeniliklere girişen III. Selim, başta Fransızların Mısır'ı işgali olmak üzere birçok iç ve dış sorunla uğraştığı gibi gericilerden de tepkiler aldı. Rumeli eyaletlerinde dağlı eşkıyasının, Pas-panoğlu'nun, Vidin ve Belgrad yamaklarının eylem ve ayaklanmaları, 1806'da Edirne'de toplanan ayanların İstanbul'a yürüme kararları, İstanbul'daki ortamı daha da gerginleştirdi. 22 Şubat 1807'de İn-
giliz donanmasının İstanbul'a gelmesi, Rusya ile savaş durumu, önceki durgun dönemde yaşanmayan gelişmelerdi. Ulema arasında Batı tarzı askeri eğitimi ve Nizam-ı Cedidciliği onaylayan pek az aydın din adamı vardı. III. Selim'in müzik ve eğlence düşkünlüğü, kent halkının konak, yalı, mesire yaşamlarına giderek daha fazla ilgi duyması, Nizam-ı Cedid bahanesiyle alafranga göreneklerin moda olması, gerici çevrelerin "din elden gidiyor!" yay-garasıyla kışkırtmalara kalkışmalarına ortam hazırlamıştı. Olası bir ayaklanmayı bastıracak deneyime ve yeteneğe sahip devlet kadrosu da yoktu. Vaizler, selatin camilerde korkusuzca "Askere setre pantolon giydirip imanına noksan getiren, önlerine muallim diye Frenkleri düşüren padişaha Allah da yardım etmez!" diyebilmekteydiler.
İngiliz donanmasının İstanbul önlerine gelişinde de halk arasına "Padişah, İngiliz ve Rus hükümetleriyle anlaşmış. Yakında Rus donanması da gelecek!" dedikodusu yayıldı. Yeteneksiz ve öngörüden yoksun vezirlerle bilgisiz ulema, salt çıkarları peşindeydiler. "Nizam-ı Cedid üzre Müslümanlara kefere urbaları giydirilerek devlet dinden uzaklaştırılacak!" diyen Tayyar Paşa bunlardandı. "Şimdi ne sipahi, ne yeniçeri var. Cümlesi başı şapkalı Frenk oldu... Padişahın haremindeki cariyeler, tesettür için don dahi giymeyip Frenkvari fistan ve kâfiristan elbiseleri giymektey-mişler... Sultan İbrahim'in cünundan başka hıyaneti yoktu. Onun hapsine ve katline fetva verenler, acaba bunun gibi, İslam dinine aykırı davranan ve halka olanca kötülüğü ortada bir padişah için ne yolda fetva verirlerdi?" sözleri, kahvehanelerde, çarşılarda, iskelelerde de uluorta konuşulmaktaydı. İstanbul halkı, III. Se-lim'i zevk sefa peşinde, dinsiz imansız za-
lim bir hükümdar sanmaktaydı. Yeniçerilere "Cedid askeri olur musunuz?" diye sorulduğunda: "Hâşâ! Moskof olurum, ce-did askeri olmam!" cevabım vermekteydiler.
Yeniçerileri kışkırtanlar arasında Fransız elçisi de vardı. Adamları, "Vezirler ocağı kapatıp mevacibi kendi ceplerine alacaklarmış!" dedikodusunu yaymaktayddar.
Ayaklanma öncesi ilk ciddi olay 1806' da "Edirne Vak'ası" olarak tarihe geçen ve Silivri, Çorlu, Tekirdağ halklarının Nizam-ı Cedid birlikleri kurulmasına gösterdikleri şiddetli tepkiyle ortaya çıktı. Bir iç savaş güçlükle önlendi. III. Selim, sadrazamı, şeyhülislamı ve yeniçeri ağasını değiştirdi. Yeni sadrazam Keçiboynuzu İbrahim Paşa, Silistre cephesine gitmek üzere 12 Nisan 1807'de orduyla İstanbul'dan hareket etti. Giden birlikler arasında Nizam-ı Cedid taburları yoktu. Bunlar, olası bir karışıklığı önlemek ve kent güvenliği için a-lıkonulmuştu. Sadaret kaymakamlığına atanan Köse Musa Paşa ve Şeyhülislam Ataullah Efendi, bir yandan padişahın güvenini kazanmaya çaba gösterirken, bir yandan da Şehzade Mustafa (IV.) ile gizlice temas etmekteydiler.
İstanbul'da "Karakollara Nizam-ı Cedid askerleri konacak, Karadeniz kıyılarından ve Trabzon'dan yazılan 2.000 yamağa nizam urbası giydirilip Boğaz kalelerine yerleştirileceklermiş!" söylentileri dolaşırken Köse Musa Paşa, Karadeniz Boğazı Nazırı îngdiz Mahmud Efendi'yi yamaklara Nizam-ı Cedid üniformaları giydirmekle görevlendirdi. Ama, gizlice haber gönderip bu elbiseleri giyerlerse dinden çdjacakları konusunda da yamakları uyardı. Yamaklar kendi aralarında toplanıp bu konuyu tartıştılar. Aynı günlerde, Karaman valiliğine atanan Şamlı Ragıb Paşa, salt padişaha yaranmak için, nizam ya da asa-
KABAKÇI MUSTAFA
324
325
KABATAŞ
Türkiye'nin ilk kabare tiyatrosu olan Devekuşu Kabare Tiyatrosu'nun kurucuları: Zeki Alasya, Ahmet Gülhan, Haldun Taner ve Metin Akpınar. Cumhuriyet Gazetesi Arşivi
kir-i şahane denen askerlere mahsus kaputlar diktirip Karadenizli kavaslarına zorla giydirmeye çalışınca, kavaslar kaçıp yamaklara katıldılar. III. Selim ise bostancı-başına, tüm bostancılara yeni üniformaların giydirilmesini emretmişti. O da Boğa-ziçi'ndeki Macar Kalesi Ağası Haseki Halil Ağa'yı görevlendirdi.
Çoğunluğu cahil Arnavutlarla Karadeniz uşakları olan Boğaz yamaklarını toplayan Halil Ağa, durumu tebliğ edince yamaklar "Biz giymeyiz, bahşiş de sizin olsun!" dediler. Bu kez ağa gözdağı verdi ve şapka bile giydirebileceğini bildirdi. Birkaç elebaşını da idam ettirmeye kalkıştı. Yamaklar üzerine yürüyünce denize atladı ise de boğularak öldürüldü. Rumeli tabyasında bulunan ingiliz Mahmud Efendi, yamakları Büyükdere Çayırı'nda toplantıya çağırdı, gözü dönmüş yamaklar onu da öldürdüler. Böylece bir ayaklanma başlamış oldu.
Yamaklara elebaşılık edenler, Kastamonulu Kabakçı Mustafa Çavuş ile oduncu Bayburdî Süleyman, Çilli, ibiş, Metniş, Bekir adlı yamak çavuşlarıydı. Kabakçı Mustafa, cesareti ve zorbalığı ile tanınmıştı. Yamaklar onu başbuğ ve reis, diğerlerini de sergerde seçtiler. Büyükdere'de kılıç ve ekmek üzerine yemin içip iş bitesiye ağızlarına şarap koymamayı, halka ve yabancılara zarar vermemeyi, kendilerine karşı gelenleri parçalamayı, Etmeydam'na gidip Kuran hükümlerince sorumlularla yüzleşmeyi kararlaştırdılar. Boğaz'dan dönen kayıkçılar, bu gelişmeleri ilgililere haber verdiler. Köse Musa Paşa ile görüşen III. Selim, önerilen sert önlemleri onaylamadı. Ertesi 26 Mayıs Salı günü Musa Paşa'nın başkanlığında, Çardak kolluğunda, Karadeniz Muhafızı înce Mehmed Paşa'nın da katıldığı bir toplantı yapıldı. Sekban-başı, yamakların istanbul'a yürüyüp fitne çıkaracaklarım bildirdi. III. Selim'in danışmanlarından ibrahim Kethüda, sekbanba-şını azarlayıp yamak serserilerinin böyle işler başaramayacaklarını ileri sürdü.
27 Mayıs Çarşamba günü yamaklar istanbul'a doğru yürüyüşe geçerlerken kentte de korku ve telaş yaşandı. Ulemadan i-leri gelenler, adamlarını yamaklara gönderip eylemlerini onayladıklarını bildirerek canlarını güvenceye alma çabasına düştüler. Bir bölük bostancı ile harekete geçen Bostancıbaşı Şakir Bey, yamakların kayığına ateş açması üzerine Kalenderbah-çesi'nden geri döndü. Gelişmeleri Bebek'te izlemeye başladı. Asiler, gönderilen nasi-hatçileri ve karakullukçuları da yanlarına aldılar. III. Selim durumun ciddiyeti kendisinden gizlendiği için, saray meydanında Nizam-ı Cedidcilere talim yaptırtı-yordu. Bir musahibi padişahı uyardı ise de Sukâtibi Ahmed Efendi kaygılanacak bir şey olmadığında ısrar etti. Oysa yamaklar, önlerindeki münadileri "Ya ibadullah! Meramımız Nizam-ı Cedid belasını kaldırmaktır. Başka niyetimiz yoktur. Müslüman olanlar ve kendilerini ocaklı bilenler bizimle beraber olsun!" diye bağırtarak ilerlemekteydiler. Saraya çağrılan bostancı-başı da gördüklerini anlatmayıp, uyarıldı-
ğı gibi konuştu ve ciddi bir durum olmadığını vurguladı. Böylece padişah bir aldatmaya geldi. Oysa Levent Çiftliği'nde ve Üsküdar Kışlası'nda bulunan Nizam-ı Cedid birlikleri yamakları dağıtabilecek durumdaydı. Diğer yandan Şehzade Mustafa'nın adamları da yamaklarla ilişki kurmuşlardı. Saraydan verilen bir buyrukla da yolları tutan Nizam-ı Cedid askerleri kışlalarına döndürüldü.
1.500 kadar yamak ve aralarına katılan çapulcu, ellerinde bayraklar, yürüyüşü hızlandırdılar. Geçtikleri Boğaz köylerinde "Müslüman olan bayrak altına gelsin. Sakın dükkânlarınızı kapatmayın" diye tellal bağırtıyorlardı. O gün Ortaköy'e vardılar. Köyü korku sardı. Kabakçı ve sergerdeler, "Yoldaşlar, silahınızı gözetin. Olmaya ki kaza ile sakatlık olsun. Sakın reayadan parasız bir şey almayın. Alırsanız paralarız!" demekteydiler. Kabataş'a gelip bayrak diktiler. Topçu Ocağı'na haber gönderdiler. Topçular ve cebeciler, Köse Musa Paşa'dan katılmalarında bir sakınca olmadığı haberi gelince kazanlarım çıkarıp ayaklanmacılarla birlik oldular. O zaman istanbul'a ün salmış zengin ve yaşlı bir yeniçeri olan Kazancı Mustafa, sözde öğütçü gönderilmişti. Fakat artık eylemi durdurmanın olanağı yoktu. Geceyi Ortaköy-Kabataş arasında geçiren yamaklar, ertesi 28 Mayıs Perşembe günü Gala-ta'nın içinden geçip Kalafatyeri'ne geldiler. Halktan ve esnaftan katılanlarla birlikte mavnalara binip Çardak ve Unkapanı iskelelerine çıktılar. Galata ve Üsküdar taraflarının kayıkçıları, hamalları, serserileri ve birkaç yüz kalyoncu da bunlara katıldı. Asiler Uzunçarşı'dan geçerken esnaf, dükkânlarım ve harılan kapatıp sağa sola kaçmaya koyuldular. Silahpazarı'na gelindiğinde, silahsız yamaklar ve siviller burada silahlandılar. Kalabalık Uluyol'a çıktığında birkaç bin kişiyi bulmuştu. O aralık para vermeden simit alan bir ayaklanmacı parçalandı. Kabakçı, asileri tam bir disiplin altında Etmeydam'na indirdi ve burada karargâh kurdu. Oraya gelenlerle sayı 8.000'e ulaştı. Kentte ise herkes evlerine kapandığı için ortalık ıssızlaşmıştı.
Sadaret Kaymakamı Musa Paşa'nın konağındaki toplantıda şeyhülislam, kazaskerler ve İstanbul kadısı durumu görüşmekteydiler. Musa Paşa, böyle olaylarda deneyimi olmadığını, bir şey yapamayacağını bildirdi. Uygulanması olanaksız önlemler tartışıldı. Herkes kaçıp gizlenmeyi yeğledi. Fakat Etmeydam'ndan çağrı gelince Şeyhülislam Ataullah Efendi ile kazaskerler gitmek zorunda kaldılar. Meydan Tekkesi'nde murafaa (yüzleşme) yapıldı. Asiler ulemaya "Hani kitabınız? Açın bakalım. Bu yaptığınız haksızlıklar neresinde yazılı?.. Adalet istiyoruz!" dediler. Saraydan gelen karakullukçuyu kovdular. Ulemaya bir onların yediği "tülbentten ak" has ekmeği, bir de kendi yedikleri esmer, tozlu, kül renginde tayınları gösterdiler: "Yalan söyleyen, 18 yıldır evladı olmayan padişaha destek oldunuz. Halk yoksulluktan ölmek üzere!" dediler. Kentte karaborsacılık, faizcilik yapan, şapçı
Moiz, Çelebi Todoraki, nizam ustası ekmekçi Artin ile Düzoğlu Ohannes Çelebi' nin, saray kâhyalarının, Irad-ı Cedid defterdarlarının, Darphane emininin, kapan naibinin, gümrükçü ağanın, bostancıbaşının idamlarını istediler ve saraya gönderilmek üzere bir liste verdiler. Ataullah Efendi bir yazı ile bu listeyi padişaha gönderdi. Asiler, Şehzade Mustafa ile Mahmud'un (II.) can güvenliği için de önlem talebinde bulundular. Bu amaçla, Aygır îmam denen hünkâr imamı Derviş Mehmed Efendi saraya gönderildi.
III. Selim, sarayda savunma önlemleri aldırttı. Bostancılar içeri alındı. Çağrılan hamlacılar ise saraya gelmeyip asilere katıldılar. III. Selim ilkin, kendisini yanlış bilgilendiren bostancıbaşını boğdurtup başını Etmeydam'na göndertti. Saklandığı yerde yakalanan ibrahim Kethüda'ya, külhan kopukları, yüzüne tükürüp hakaretlerde bulunarak Etmeydam'na getirdiler, ibrahim Kethüda, ağır ağır indirilen kılıç darbeleriyle işkence edilerek öldürüldü. Mehterbaşı da aynı akıbete uğradı. Bu sırada, III. Selim'in Nizam-ı Cedid'i kaldırdığına ilişkin hatt-ı hümayunun haberi geldi. Böylece eylem amacına ulaşmıştı. Kabakçı'nın yamakları dağıtması söz konusu iken, Ataullah Efendi "deliye taş anmak" gibi, başka bir isteklerinin olup olmadığını sordu. Etmeydam Namazgâhı'n-da bir kez daha toplanan elebaşılar "Bu padişaha güvenimiz kalmadı!" diyerek tahttan indirme kararı aldılar. Ataullah Efendi'ye bu yönde bir fetva yazdırdılar. Başlarını istedikleri Memiş Kâhya, Reis Vekili Safî Ahmed Efendi, Darphane Emini Ebubekir Efendi de Babıâli'de boğdu-rulmuştu. Bunların başlan, Etmeydanı'nda kazıklara geçirildi.
Ertesi 29 Mayıs Cuma günü, kendisine cuma selamlığı yapılacağı hatırlatılan III. Selim, bir gün önceki karan ve fetvayı öğrendiği için "Ben selamlığa çıkmam. Bana itaat eden tebaa kalmadı. Kavganın bana karşı olduğunu anladım!" diyerek Şehzade Mustafa'ya haber gönderdi. Tahttan çekilmemesi için ısrar eden ve cephedeki orduyu çağırmasını önerenlere de "Olmaz. Rus ordusu Çatalca'ya kadar gelir!" cevabını verdi.
Sarayda bunlar olurken dışanda da asiler toplanmıştı. Köse Musa Paşa, kapılar açılmazsa surdan delik açmak için lağımcılar arattırmaktaydı. Soğukçeşme Kapısı üstünden bir saray adamı "Sultan Mustafa'yı ister misiniz?" diye bağırdı. Aşağıdan bir uğultu halinde "isteriz!" sesleri yükseldi. Şeyhülislam ve sadaret kaymakamı içeri alındılar. Şehzade Mustafa saray hare-mindeki kafes denen dairesinden çıkartılıp kuşluk vakti tahta oturtuldu. Haber duyulunca istanbul'da görülmemiş bir sevinç yaşanmaya başlandı. O gün hem cülus^) töreni hem cuma selamlığı(->) düzenlendi. Asiler, son olarak kendilerine teslim edilen mabeyinci Ahmed Bey'i Alay Köşkü önünde parça parça ettiler. Buradan Bâb-ı Hümayun'a çıkıp yeni padişahın selamlığına çıkmasını beklediler. Kapılar açıldığında, ilk kez böyle bir kalaba-
lık gören IV. Mustafa'nın heyecandan rengi kaçtı. Elleri bayraklı, omuzlarında, bellerinde türlü silahlar ve kılıçlar bulunan yamaklar, karakullukçular, kalyoncular ve serseriler, düzenli yapılması gelenek olan cuma alayını karmakarışık ederek yürümeye başladılar. "Maşallah! Ne güzel padişahımız var!" diye bağırıp gülüşmekteydiler. Halk da yollara dökülmüştü. Namazı Ayasofya'da kılan yeni padişah saraya döndü.
Nizam-ı Cedid askerleri henüz kışlalarında beklemekteydiler. Halk arasında ise bunların, ansızın istanbul'u basacakları, evlerin yakılacağı, köylerin talan edileceği konuşuluyordu. Yamaklar ise Nizam-ı Cedid kışlalarına saldırmaktan çekinmekteydiler. Kabakçı ve yandaşları Etmeyda-nı'na dönüp buradan devlet işlerini yönlendirmeye koyuldular. Yakalanan Bahriye Nazırı Hacı ibrahim, Sultan Bayezid Çarşısı'nda Çömlekçiler içinde hakaretlerle öldürüldü. 30 Mayıs günü ise sırkâtibi Ahmed Faiz Efendi (-»), yakalanacağını anlayıp Saraçhane'deki evinin damından adayarak kaçmak isterken yola düştü. Asiler başını kesip ölüsünü sokaklarda sürüklediler. (Ahmed Efendi, serkâtib-i haz-ret-i şehriyari olarak III. Selim'in 1791-1802 arasındaki ruznamesini tutmuş ve istanbul tarihi bakımından çok değerli bir eser bırakmıştır.) Kapan naibi, ilmiye sınıfından olduğu için, hacdan dönen Yusuf Ağa ile Bursa'ya sürgüne gönderildi. Irad-ı Cedid Defterdarı Divrikli Ahmed Bey ise daha önce yeniçeri kışlalarının bina emin-liğini yapmış olduğundan ocak ağalarının korumasıyla öldürülmekten kurtuldu.
IV. Mustafa (hd 1807-1808) Kabakçı Mustafa'yı turnacıbaşı rütbesiyle Boğazlar müfettişliğine atadı. Arnavut Ali, Kavak nazırı oldu. Bayburtlu Süleyman'a Tersa-ne-i Âmire Sancağı kaptanlığı verildi. Halkı memnun etmek için de Irad-ı Cedid vergileri kaldırılarak eski vergiler konuldu. Nizam-ı Cedid askerleri ise üniformalarını soyunup gizlice memleketlerine kaçmaya başladılar. Kabakçı ve yardımcıları, ileride kendilerinden bir hesap sorulmaması için ulemanın imzalarım taşıyan bir hüccet hazırlattırarak aklanmanın gerekçelerini belgeleme amacını güttü.
Kabakçı Mustafa Ayaklanması'na tepki, l yıl sonra 21 Temmuz 1808'de Alemdar Mustafa Paşa'nın İstanbul'a gelmesiyle gelişen olaylardır (bak. Alemdar Olayı).
Saltanat değişikliği ve Nizam-ı Cedid'in kaldırılması gibi önemli sonuçlar doğuran Kabakçı Mustafa Ayaklanmasının ortaya çıkardığı gerçekler ise III. Selim'in, danışmanlarının ve devlet yöneticilerinin, 3 gün boyunca gelişen olaylar karşısında hiçbir önlem alamayacak denli kararsız ve cesaretsiz oldukları ile, istanbul'u tanımayan cahil ve kaba yamaklarla onlara katılan serserilerin kenti bir anda işgal edebilecekleri ve dilediklerini yaptırabileceklerinin anlaşılması olmuştur.
Dostları ilə paylaş: |