Taita, "Ne oldu?" diye seslendi. Bir cevap gelmeyince atını sürdü ve Shilluk'un kafasını karıştıran şeyi anlamak için yana doğru eğildi.
"At izleri." Nakonto yeri gösteriyordu. "Çok yeni. Sadece bir günlük."
"Dağ zebrası mı?" diyerek şansını denedi Taita.
Nakonto anlamlı bir şekilde başını salladı.
Fenn, Meren için, "Üstünde binici olan atlar," diye tercüme etti.
Meren endişelendi. "Yabancı atlılar. Medeniyetten bu uzakta kim olabilir? Düşman olabilirler. Kim olduklarını öğrenmeden peşlerinden gitmemeliyiz." Dönüp geldikleri yola baktı. Aşağıdaki düzlükte birliğin kaldırdığı san tozu görebiliyordu, hâlâ iki, üç fersah uzaktaydılar. "Ötekileri beklememiz lazım, o zaman daha güçlü oluruz." Taita cevap veremeden, tepedeki düzlükten biri seslendi ve sesi tepelerde yankılandı. Hepsi irkildi.
Meren, "Bizi keşfettiler!" diye bağırdı. "Ama, Seth'in ferahlatıcı nefesi adına, bunlar her kimse Mısır diliyle konuşuyorlar." Avuçlarını boru gibi yapıp ağzının yanlanna koydu ve o da yukarıya seslendi. "Kimsiniz siz?"
"Kutsal Firavun Nefer Seti'nin askerleri!"
"Ortaya çıkın da sizi görelim," diye seslendi Meren.
Üç yabancı atlı onlara doğru gelmeye başlayınca rahatlayarak güldü-er- Meren o mesafeden bile birinin mavi Mamose Evi sancağını taşıdığı-m görebiliyordu, yaklaştıkça her halleriyle Mısırlı oldukları iyice belli olmuştu. Meren onları karşılamak üzere ileri çıktı. İki grup bir araya gelin--e hayvanlardan indiler ve büyük bir sevinçle kucaklaştılar.
229
Wilbur Smith
Grubun lideri, "Ben Yüzbaşı Rabat'ım," diye kendini tanıttı. "Firavun Nefer Seti'nin hizmetindeki Albay Ah-Acton birliğinde subayım."
"Ben de Albay Meren Cambese, aynı ilahi, Firavun için özel bir gg. reve gidiyorum." Meren daha yüksek rütbeli olduğu için, Rabat bir yum. ruğunu göğsüne götürerek selam durdu. Meren devam etti. "Ve bu da bü-yücü, Gallalah Taita." Rabat'ın gözünde gerçek bir saygı ifadesi belirdi ve tekrar selam durdu. Taita, onun aurasından sınırlı bir zekâya sahip olduğunu ama aynı zamanda saf ve dürüst olduğunu anlamıştı.
"Ünün senden önde gidiyor Büyücü. Lütfen izin ver seni kampımıza götüreyim ve onur konuğumuz ol."
Rabat, küçük olduğu için Fenn'e aldırmamıştı ama o bu hor görmenin farkındaydı. Taita'ya Shilluk dilinde, "Ben bu Rabat'tan hoşlanmadım," dedi. "Kibirli biri o."
Taita gülümsedi. Fenn baştacı edilmeye alışmıştı. Bu hali, Lostris'in Mısır hükümdarı olduğu zamanki halini hatırlatıyordu. "O sadece kaba bir asker," diye avuttu kızı, "Ve uğraşmana değmez." Fenn'in ifadesi yumuşadı.
"Emrin nedir Büyücü?" diye sordu Rabat.
"Birliğimizin geri kalanı epeyce yük taşıyor." Taita düzlükteki toz bulutunu gösterdi. "Lütfen adamlarından birini onlara rehberlik etmesi için yolla." Rabat hemen bir adamını görevlendirdi ve sonra sarp, kayalık yolda onların önüne düştü.
Taita, onunla yan yana giderken, "Albay Ah-Acton nerede komutan?" diye sordu.
"Nehir boyunca ilerlerken bataklık hastalığından öldü."
"Yedi yıl önce miydi bu?"
"Hayır, Büyücü. Tam dokuz yıl ve iki ay önceydi," diye düzeltti Rabat. "Bunca zamandır sevgili yurdumuz Mısır'dan uzağız."
230
11. Yazıt
Taita, Karnak'tan buraya gelmek için geçen süreyi hesaba katmayı unuttuğunu fark etti. "Albay Ah-Acton'un yerine kim kumanda ediyor orduya?" diye sordu.
"Albay Tinat Ankut."
"O nerede?"
"Firavun'un emrine uyarak orduyu nehir boyunca güneye götürdü, geni yirmi adam ve bazı kadınlarla birlikte burada bıraktı, bunlar ya yolda doğum yaptılar ya da artık gidemeyecek kadar hasta ve güçsüz düştüler."
"Albay Tinat niye burada bıraktı seni?"
"Bana ekin ekmemi, bir at sürüsünü de dönüşünde hazır tutmamı emretti, ayrıca geri çekilmek zorunda kalırsak burada bir üs olmasını istiyordu."
"Gittiklerinden beri bir haber aldın mı onlardan?"
"Birkaç ay sonra kurtulan atlarla birlikte üç adam gönderdi. Anlaşılan, güneyde gittikleri ülkede atları sokunca öldüren bir tür sinek varmış ve sürüsünün neredeyse tamamını kaybetmiş. O üç kişi geldikten sonra kendisinden bir daha haber almadık. Bu yabancı yerle onu ve adamlarını yuttu. Bu çok uzun yıllar önceydi. Bunca zamandır karşılaştığımız ilk medeni insanlar sizsiniz." Sesi mahzunlaştı.
Onun cesaretini ölçmek için, "Burayı terk edip yanındakilerle birlikte Mısır'a dönmeyi hiç düşünmedin mi?" diye sordu Taita.
Rabat, "Bunu düşündüm," diye itiraf etti. "Ama bana verilen emir ve görevim bu mevzii tutmaktı." Biraz duraksadıktan sonra devam etti. "Üstelik Mısır ile aramızda insan yiyen Chimalar ve büyük bataklıklar vardı." Taita muhtemelen asıl bu nedenle kıpırdamadın yerinden, diye düşündü. Konuşurken geçidin başına kadar gelmişlerdi ve önlerinde geniş bir plato uzanıyordu. Hemen o anda, buradaki havanın aşağıdaki ovalardan çok daha hoş olduğunu fark ettiler.
Ortalıkta otlayan büyükbaş hayvanlar vardı ve Taita onların gerisin-de çamurdan duvarları olan sağlam bir askeri kale görüp şaşırdı. Bu uzak
231
Wilbur Smith
ve vahşi yerde kale bir hayal gibiydi; iki yıl önce Qebui'den ayrıldıklarından beri gördükleri ilk medeniyet belirtisiydi. Mısır'da hiç kimsenin haberdar olmadığı kayıp bir ileri karakoldu burası.
"Buranın adı nedir?" diye sordu Taita.
"Albay Tinat, Adaki Kalesi demişti."
Otlayan hayvanların arasından ilerlediler, bunlar yüksek, uzun bacaklı, geniş ve çıkıntılı omuzlu hayvanlardı ve ağır, yayvan boynuzları vardı. Hepsinin postu farklı bir renk ve desendeydi, iki tane birbirinin aynı olan yoktu. Ya kırmızı beyaz ya siyah, sarıydılar, zıt renklerde de lekeleri, benekleri bulunuyordu.
"Bu hayvanları nereden buldunuz?" diye sordu Taita. "Hiç böylesini görmemiştim."
"Yerli kabilelerden satın aldık. Onlar bu hayvanlara zebu diyor. Sürü bize süt ve et sağlıyor. Onlar olmasa şimdikinden bile daha fazla sıkıntı çekeriz."
Meren kaşlarını çattı ve ruhsuzluğundan dolayı Rabat'ı paylamak üzere ağzını açtı, ama Taita, onun niyetini anlayarak başını çabucak sallayıp susturdu. Bu adam hakkında Taita da diğerleriyle aynı düşüncedeydi ama daha sonra bu adamın işbirliğine ihtiyaç duyacakları için ona saldırmanın bir yararı olmayacaktı. Kalenin etrafındaki tarlalarda karabuğday, kavun ve Taita'nın bilmediği bazı sebzeler ekiliydi. Rabat onlara yerlilerin verdiği isimleri saydı ve iri, parlak siyah bir sebzeyi koparmak üzere atından indi. Sonra onu, Taita'ya uzattı. "Etle birlikte pişirilince lezzetli ve besleyici oluyor."
Kaleye vardıklarında, garnizondaki kadın ve çocuklar kapılara koşup
ı| karşıladılar, yanlarında ekşi süt ve karabuğday ekmekleri vardı. Hepsi el-
li kişi kadardı ve yeterince yakınlık gösterseler de hallerinde bir pejmürdelik, bir mahzunluk vardı. Kaledeki barınma imkânları sınırlıydı. Kadınlar Taita ile Fenn'e küçük, penceresiz bir hücre verdiler. Zemin sıkıştırıl'
232
11. Yazıt
mış topraktı, karıncalar askeri bir nizamla kabaca yontulmuş duvarlarda yürüyor ve parlak siyah kakalaklar kütük duvarlardaki çatlaklardan girip çıkıyordu. Odanın önceki sakinlerinin yıkanmamış bedenleri ve eşyaları kötü bir koku yaymaktaydı. Rabat özür dileyerek Meren ile diğer subay ve askerlerin, kendi askerleriyle birlikte ortak barakalarda yatacaklarını açıkladı. Taita şükran ve üzüntüyle bu konukseverlik teklifini geri çevirdi.
Meren'le ikisi, kaleden yarım fersah uzakta, bir akarsuyun kıyısında, gölgeli ağaçlarla dolu uygun bir arazi buldular. Kalede kalmamalarından ötürü rahatlamış görünen Rabat, Meren'in Şahin Mührü'ne büyük saygı gösterdi ve taze süt, karabuğday ve düzenli aralıklarla kesilmiş öküz eti verdi.
Hilto, Taita'ya, "Umarım burada fazla kalmayız," dedi ikinci gün. "Bu insanların morali o kadar bozuk ki, bizim adamlarımızı da etkileyebilir. Bizimkilerin morali düzgün ve öyle de kalsınlar istiyorum. Üstelik, bütün kadınlar evli ve bizim adamların çoğu çok uzun süredir bekâr. Yakında onlarla oynaşmak isteyecekler ve sorun çıkacak."
"Gerekli düzenlemeleri yapar yapmaz yola çıkacağımıza söz veriyorum iyi Hilto." Taita ve Meren sonraki günleri melankolik Rabat'la görüşerek geçirdiler.
Taita, "Albay Tinat'la güneye kaç kişi gitti?" diye sordu.
Pek çok cahil insan gibi Rabat'ın da hatırı sayılır bir hafızası vardı ve hiç duraksamadan cevap verdi. "Altı yüz yirmi üç kişi ve yüz kırk beş tane de kadın."
"Merhametli İsis, Karnak'tan hareket etmiş olan o bin kişiye ne oldu?"
"Bataklıklar karmaşık ve derindi," diye cevap verdi Rabat. "Çoğuluz bataklık hummasına yakalandık. Rehberlerimiz güvenilmez kişilerdi Ve yerli kabilelerin saldırısına uğradık. Çok fazla insan ve at zayiatı ver-'k- Eminim siz de benzer şeyleri yaşamışsınızdır Adari'ye gelene kadar."
"Evet öyle oldu. Ama bataklıklardaki su çekilmişti ve rehberlerimiz iyiydi."
233
Wilbur Smith
"Demek ki siz daha şanslıymışsınız."
"Albay Tinat'm adamlarla atları buraya yolladığını söyledin. Kaç at yollamıştı?" Taita daha ılımlı bir konuya dönmüştü.
"Elli altı at geri geldi, hepsini de sinekler sokmuştu. Çoğu buraya geldikten sonra öldü. Sadece on sekiz tanesi kurtuldu. Atları teslim ettikten sonra, Albay Tinat'm adamları tekrar ona katılmak üzere güneye döndü. Onlar için bulduğum hamalları da götürdüler."
"Yani Tinat'm adamlarından burada kalan olmadı?"
"Biri çok hasta olduğu için onu göndermedim. Bugüne kadar yaşamayı başardı."
"Onu sorguya çekmek isterdim," dedi Taita.
"Hemen gönderirim."
Kurtulan yegane kişi uzun boylu ama iskelet gibi sıskaydı. Taita sıskalığının ve cılız beyaz saçlarının, yaşlılığın değil hastalığın kalıntıları olduğunu bir bakışta anladı. Yine de adam sağlığına kavuşmuştu. Rabat'ın kumandasındaki diğer adamların çoğunun aksine neşeli ve istekliydi.
"Başına gelen felaketi duydum," dedi Taita. "Cesaretini ve gayretlerini kutluyorum."
"Bunu yapan tek kişi sen oldun Büyücü, teşekkür ederim."
"Adın ne?"
"Tolas."
"Rütben?"
"At doktoruyum ve aynı zamanda çavuşum."
"Albay Tinat kurtulan atları geri getirmeni emretmeden önce nereye kadar gitmiştiniz?"
"Yaklaşık yirmi günlük yoldu Büyücü, belki iki yüz fersah kadar. Albay Tinat hızlı ilerlemeye kararlıydı... fazla hızlı. Bunun, at kaybımızı artırdığına inanıyorum."
"Neden o kadar telaşlıydı?"
234
11. Yazıt
Tolas hafifçe gülümsedi. "Bana açıklamadı Büyücü ya da fikrimi sormadı."
Taita bir süre düşündü. Tinat cadının etkisine girmiş olabilirdi, o da onu güneye doğru çekmiş olmalıydı. "Peki iyi Tolas, atlara musallat olan hastalığı anlat bana. Yüzbaşı Rabat bahsetti ama ayrıntılara girmedi. Niçin hastalığın o sineklerden kaynaklandığını düşündün?"
"Sineklerle ilk karşılaşmamızdan on gün sonra ortaya çıktı. Atlar aşırı derecede terlemeye başladı, gözleri o kadar kan doldu ki, yan yarıya kör oldular. Çoğu ilk belirtilerin görülmesinden sonraki on, on beş gün içinde öldü."
"Sen bir at doktorusun. Hiçbir tedavi bilmiyor musun?"
Tolas duraksadı ve soruya cevap vermedi. Onun yerine, "Bindiğin gri kısrağı gördüm," dedi. "Hayatım boyunca on binlerce at gördüm ama bu kısrak en güzellerinden biri. Asla onun gibisini bulamayabilirsin bir daha."
"Attan iyi anladığın belli Tolas, ama bana niye böyle bir şey söyledin?"
"Çünkü böyle bir atı sineklere kurban etmek yazık olur. Eğer yola devam etmeye kararhysan, ki öyle olduğunu sanıyorum, kısrağı ve tayını dönene kadar benimle bırak. Ona kendi çocuğummuş gibi bakarım."
"Bunu düşüneceğim," dedi Taita. "Ama soruma dönelim: bu sinek hastalığına karşı bir ilaç biliyor musun?"
"Buralardaki yerliler böğürtlenden damıttıkları bir iksir kullanıyor. Büyükbaş hayvanlarına ondan veriyorlar."
"Peki Adari Kalesi'nden ayrılmadan önce niye Albay Tinat'ı bu konuda uyarmadılar?"
"O zamanlar yerlilerle temasımız yoktu. Ben hasta atlarla birlikte dönünce ilaç satmak istediler."
"İlaç etkili mi?"
"Her zaman değil," dedi Tolas. "Bana öyle geliyor ki hastalanan on attan altısını iyi etti. Ama belki de öbürleri mikrop kapalı çok oluyordu."
235
Wilbur Smith
"İlacı kullanmasan kaç tane kaybın olurdu?"
"Kesin olarak söyleyemem."
"Tahminde bulun."
"Bence bazı hayvanlarda o sineklere karşı doğuştan bağışıklık var. Çok az bir kısmı, mesela yüz attan beşi hastalanmıyor. Ötekiler, belki yüz attan otuzu veya kırkı hastalanıyor, ama iyileşiyor. Geri kalanı ise ölüyor. Hastalanıp iyileşen hayvanlar sonraki mikroplara karşı bağışıklık kazanmış oluyor."
"Bunu nereden biliyorsun?"
"Yerlilerden."
"Senin baktığın atlardan kaçı hastalandıktan sonra iyileşti?"
"Çoğuna ilaç vermek için çok geç kalmıştık. Ancak, on sekiz tanesi ayağa kalktı," dedi Tolas hemen, sonra da ekledi. "Onlar bağışıklık kazandı."
"Pekâlâ Tolas bu yerli ilacından çok miktarda almam lazım. Benim için temin edebilir misin?"
"Daha iyisini yapabilirim. Neredeyse dokuz yıldır bu konu üzerinde çalışıyorum. Yerliler ketum davranıp formülünü vermiyorlar ama kullandıkları bitkileri buldum. Kadınlar toplarken onları gözetledim."
"Bana da gösterir misin?"
"Tabii ki Büyücü," dedi Tolas. "Ama yine hatırlatıyorum, tedavi edilen bir sürü at ölebilir. Senin gri kısrak böyle bir riske atılmayacak kadar değerli bir hayvan."
Taita gülümsedi. Belli ki Tolas, Duman Yeli'ne âşık olmuştu ve yanında kalsın istiyordu. "Bana anlattığın her şeyi dikkate alacağım. Ama şimdi asıl düşünmem gereken o ilacın sırrını öğrenmek."
"Yüzbaşı Rabat'ın izniyle yarın ormana götürürüm seni, o böğürtlenlerden toplarız. Bulundukları bölgeye gitmek için birkaç saat at sürmek lazım."
236
11. Yazıt
"Harika." Taita memnundu. "Şimdi de Albay Tinat'la güneye gittiğiniz yolu tarif et." Tolas, ona hatırlayabildiği her şeyi anlatırken, Fenn de kjl tablete notlar aldı. Tolas'ın anlatacakları bitince, Taita, "Bana anlattıkların paha biçilmez değerde Tolas," dedi. "Ama şimdi de sinek bölgesine geldiğimizi nasıl anlayacağımızı söylemelisin."
Tolas işaret parmağını Fenn'in kil tablete çizdiği haritaya uzattı. "Güneye doğru giderken, yaklaşık yirminci günde bir bakirenin memelerine benzeyen bir çift tepe göreceksiniz. Birkaç fersah öteden görünüyorlar. İşte o tepeler sınır. Ne olur gri kısrağı götürme. Yoksa o berbat yerde yitirirsin onu."
Ertesi sabah, böğürtlen aramaya ormana giderken Yüzbaşı Rabat da onlara eşlik etti. Atlar rahvan gidiyordu ve konuşmak için epey fırsatları oldu.
Birkaç saat sonra Tolas onları nehrin kıyısında, boğazın iyice derinlerinde bulunan devasa yabani incir ağaçlarına götürdü. Çoğu dalda öbekler halinde minik, mor-siyah meyveler vardı. Fenn, Tolas ve kaleden getirdiği öteki üç adam ağaçlara tırmandılar. Hepsinin boynunda deri torbalar asılıydı. Ağaçtan indiklerinde elleri mora boyanmıştı ve meyvelerden leş gibi bir Çürük kokusu geliyordu. Fenn bir avuç meyveyi Kasırga'ya vermek istedi ama hayvan yemeyi reddetti. Duman Yeli de aynı şekilde davrandı.
Tolas, "Alışık olmadıkları bir tat," dedi. "Ama bunları karabuğday
Wilbur Smith
nştırırsanız hayvan ya yemez ya da hemen çıkarır," diye açıkladı. Taşlar iyice kızınca kanşımdan avuç avuç alıp üzerine dizdi ve kavrulsun diye bıraktı. Sonra soğumaları için onları kenara ahp yenilerini dizdi. "Bu çörekler en kötü koşullarda bile bozulmadan aylarca dayanır. Üzerleri yeşil küfle kaplansa bile atlar yer."
Fenn birini aldı ve parmaklan yandı. Soğuyana kadar bir elinden ötekine geçirip üfledi ve Duman Yeli'ne uzattı. Kısrak burun deliklerini iyice açarak çöreği kokladı. Sonra dudaklarının arasına aldı ve gözlerini devirip Taita'ya baktı.
"Yemene bak seni aptal şey," dedi Taita. "Ye. Sana yararlı o."
Duman Yeli çöreği çiğnemeye başladı. Ağzından birkaç parça kırıntı dökülse de kalanını tamamen bitirdi. Sonra başını eğip otların arasındaki kınntılan aradı. Kasırga da ilgiyle onu izliyordu. Fenn, ona da bir tane uzatınca annesini taklit ederek afiyetle yedi. Sonra burnuyla Fenn'i dürtüp biraz daha istedi.
Taka, Tolas'a, "Ne dozda veriyorsun?" diye sordu.
"Bu deneyim meselesi," dedi Tolas. "Hayvan sinek ısırığı belirtisi gösterir göstermez, belirtiler kaybolana kadar her gün dört veya beş çörek veriyorum, sonra da tamamen iyileşmiş görünene kadar bir doz vermeye devam ediyorum."
"Bu meyveye ne diyorsunuz?" diye sordu Fenn.
Tolas omuz silkti. "Ootasalar kendi dillerinde bir şey diyor ama ben Mısır dilinde bir ad vermeyi hiç düşünmedim."
Fenn, "O zaman ben buna Tolas meyvesi adını veriyorum," deyince Tolas şükranla gülümsedi.
Ertesi gün Taita ve Fenn, yanlarına Shofar ile dört asker ve çok miktarda Tolas çöreği yapmaya yetecek kadar malzeme alıp yine aynı yere gittiler. Çayınn tam ortasına, Nil'in kurumuş yatağına bakan açıklığa kamp kurdular. On gün orada kaldılar ve yirmi deri çuvalı çörekle doldur-
238
11. Yazıt
dular. Elleri mosmor boyanmış olarak on katır dolusu yükle döndüklerinde, Meren'le adamlarının yola çıkmak için sabırsızlandıklarını gördüler.
Rabat'a veda ederlerken yüzbaşı hüzünle, "Muhtemelen bu hayatta bir daha hiç karşılaşmayacağız Büyücü," dedi. "Ama sana küçük bir hizmette bulunmama izin vermen benim için büyük bir onurdu."
"Ben de gönüllü yardımlarına ve keyifli arkadaşlığına minnettarım. Bunu Firavun'un da duymasını sağlayacağım," diye söz verdi Taita.
Yine güneye doğru yola koyuldular, bu sefer Tolas rehberlik ediyordu ve bakire memeleri şeklindeki tepelere, yani sinekler ülkesine gidiyorlardı. Adari Kalesi'nde geçirdikleri vakit, adamların ve hayvanların dinlenmesine yaramıştı ve moralleri yine düzgündü. Taita avcılara, yakaladıktan kuşların kuyruklarını muhafaza etmelerini emretti. Derilerini nasıl yüzeceklerini, tuzlayacaklarını ve kurumaya bırakacaklarını gösterdi. Bu arada, ağaçtan saplar oydular ve kurumuş derilere kemik yerine onlan geçirdiler. Nihayet Taita sinekliklerden birini kaldınp gösterdi. "Yakında bunlann değeri artacak. Muhtemelen sinekleri kovmak için tek silahımız olacaklar."
Adari Kalesi'nden aynldıktan sonraki yirminci günün sabahında her zamanki gibi erkenden yola çıktılar. Öğleni biraz geçerken Tolas'm tahmin ettiği gibi, ikiz tepeler karşıki ufukta belirdi.
Taita, Meren'e, "Daha ileri gitmeyelim. Dur emri ver," diye seslendi. Kaleden aynlmadan önce, Tolas'm önerisine körü körüne uymamaya karar vermişti. Duman Yeli ile Kasırga'ya çöreklerden vermeye başlamış-ll ve ilacın ilk sinek ısırığından önce kanlanna karışmasını umut ediyordu. Sinek bölgesine gelmeden önceki son gece de Fenn'i de yanma alıp at-'ann olduğu bölüme gitmişti. Onların geldiğini gören Duman Yeli kişne-
239
Wilbur Smith
di. Taita onun alnını okşayıp kulaklarının arkasını kaşıdı ve Tolas çöreği, ni verdi. Fenn de aynısını Kasırga'ya yaptı. Artık ikisi de çörekleri sever olmuştu ve büyük bir iştahla yediler. Tolas gölgelerin arasından onları izliyordu. Sonunda Taita'ya yaklaştı ve çekingen bir tavırla selamladı. "Demek gri kısrakla tayını yanınıza alıyorsunuz?"
"Onları geride bırakmaya dayanamam," dedi Taita.
Tolas içini çekti. "Anlıyorum Büyücü. Belki ben de olsam aynı şeyi yapardım. Kurtulmaları için Horus'a ve İsis'e dua edeceğim."
"Teşekkürler Tolas. Eminim ki, yeniden buluşacağız."
Ertesi sabah vedalaştılar. Tolas artık onlara rehberlik edemezdi ve Adari Kalesi'ne dönüyordu. Nakonto öne geçmiş, yolu inceliyordu, Me-ren ve üç birlik de onun arkasındaydı. Taita ile Fenn, Duman Yeli ile Ka-sırga'nın üstünde onların arkasından gidiyorlardı. On sekiz attan oluşan sürü dağınık bir şekilde onları izliyor, Shabako ve dördüncü birlik de en geriden geliyordu.
Akşam tepelerin eteğinde kamp kurdular. Onlar ateşlerin başına oturup yemeklerini yerken, ilerideki karanlık ovadan tehditkâr aslan kükre-meleri duyuldu. Taita ile Meren bağladıkları atların iplerini kontrol etmeye gittiler, ama aslanlar yaklaşmadı ve kükremeleri giderek uzaklaştı. Sonunda üzerlerine gecenin sessizliği çöktü.
Ertesi sabah, birlik toparlanırken Taita ile Fenn atlara Tolas çöreği dağıttılar. Sonra at binip ikiz tepelerin arasından yola devam ettiler. Taita tam ritme uyarak gevşemişti ki, aniden doğrulup Duman Yeli'nin boynuna baktı. Hayvanın ipeksi postunda, yelesine yakın bir yerde, kocaman, kara bir sinek belirmişti. Taita sağ avucunu çukurlaştırıp sineğin konmasını ve sivri siyah hortumunu uzatıp kısrağın derisinin altındaki kan damarına batırmasını bekledi. Sinek hayvana bağlı olacağı için büktüğü avu-cuyla yakalayabilirdi. Hayvan vızıldayıp kaçmaya çalıştı, ama Taita avucunu iyice sıkıp kafasını ve kabuğunu ezdi. Sonra iki parmağıyla tutup
240
11. Yazıt
penn'e gösterdi. "Bu, kabilelerin çeçe dediği sinek. Bunun arkasından sürüyle gelecekler." O henüz sözünü bitirmeden başka bir tanesi gelip atın boynuna kondu ve hortumunu kulağının arkasındaki yumuşak deriye batırdı. Taita uzanıp sineğe vurdu ama sert bir darbe indirdiği halde sinek uçarak uzaklaştı.
Meren, "Sinekliklerinizi çıkarın," diye emretti. Kısa bir süre sonra hepsi dindar fanatikler gibi kendilerini ve hayvanlarını dövmeye başlamıştı. Sonraki günlerde de sineklerin işkencesi devam etti. Gündüz sıcağında daha kötü oluyorlardı, ama gece de ayın ve yıldızların ışığı saldırmalarına yetiyor, adamlan ve atları uykusuz bırakıp çıldırtıyorlardı.
Atların kuyruklan sürekli sağrılarını ve arka bacaklarını dövüyordu. Kulaklarına, gözlerine konan sinekleri kovalamak için durmadan kafalarını sallıyorlardı.
Adamların suratı kırmızı, grotesk meyvelere dönmüş, gözleri şiş etlerin arasında birer çizgi haline gelmişti. Enseleri yumru yumruydu ve kaşıntı dayanılmazdı. Tırnaklarıyla kulaklarının arkasını adeta kazıyorlardı. Gece olunca kurumuş fil tersinden dumanlı ateşler yakıp başına çömeli-yor, öksürüp soluyarak sineklerden bir süre uzak kalmaya çalışıyorlardı. Ama nefes almak için ateşin başından biraz ayrılınca sinekler hücum ediyor ve kondukları anda hortumlarını batırıyorlardı. Kabukları o kadar sertti ki, vurmakla kolay kolay bir şey olmuyordu. Bulundukları yerde biraz sersemliyor, sonra başka bir yere konup kan emmeye devam ediyorlardı. Tek etkili silah sinekliklerdi. Onları öldürmese de uzun kuyruk tüylerine bacakları ve kanatları takıldığı için, yakalayıp parmak arasında ezmek mümkün oluyordu.
Taita, adamlara, "Bu canavarların bölgesinin de bir sınırı var," diye-rek cesaret veriyordu. "Nakonto onları çok iyi biliyor. Karşılaştığımız gibi aniden onlardan kurtulacağımızı söylüyor."
241
F: 16
Wilbur Smith
Meren hızlanmaları için adamları zorluyor ve kendisi örnek olsun diye önden gidiyordu. Uykusuzluktan ve sineklerin kanlarına karıştırdığı zehirden perişan haldeki adamlar eyerlerinde sallanıyorlardı. Bir asker düşerse arkadaşları yakalayıp yeniden atına bindiriyor ve yola devam ediyorlardı.
Bir tek Nakonto sineklere dayanıklıydı. Teni düzgün ve parlak kalmıştı, sinek ısırığı yoktu. Sineklerin kanını iyice emmelerine izin veriyor böylece hayvanlar uçamaz hale geliyordu. Sonra da kanatlarını koparıp alay ediyordu. "Beni adamlar bıçakladı, leoparlar ısırdı, aslanlar pençe attı. Siz kim oluyorsunuz da beni rahatsız ediyorsunuz? Şimdi cehenneme kadar yürüyerek gidebilirsiniz."
Tepeleri geçtikten sonraki onuncu günde sinek bölgesini geride bıraktılar. Geçiş o kadar ani olmuştu ki gafil avlandılar. Bir an önce sineklere küfredip kıvranırken elli adım sonra ormanda o uğursuz vızıltı kalma-trm*ştı. Zulüm bölgesinden bir fersah kadar uzaklaşınca ıssız bir nehir guideline ulaştılar. Meren, adamlara acıdı. "Mola!" diye bağırdı. "Suya son giren aptal aptal sırıtan bir bakiredir."
Çıplak vücutlar arasında bir koşuşturma yaşandı; orman sevinç ve kktitkma çığlıklanyla çınladı. Göletten çıktıklarında Taita ile Fenn herkesin şiş yerlerine büyücünün merheminden sürdüler. O gece kamp ateşlerinin etrafında kahkahalar ve şakalar hiç bitmedi.
Fenn, Taita'nın yanına diz çöküp sarsarak uyandırdığında hava karanlıktı. "Çabuk gel Taita! Korkunç bir şey oluyor." Taita'yı elinden tutup atların yanına doğru sürükledi. "Duman Yeli ve Kasırga, ikisi de."
Yanlarına geldiklerinde tay yerdeydi, soluk almak için çırpınan bedeni inip kalkıyordu. Duman Yeli ise başında durmuş, uzun dil darbeleriyle kafasını yalarken o da zor ayakta duruyordu. Örtüsü üzerinden kaymıştı ve hayvan ter içindeydi, terler karnından, bacaklarından yere damlıyordu.
Dostları ilə paylaş: |