Bir yıl daha biterken…
Aralık sayımızdan herkese merhaba. Bu ayla birlikte bir yılın daha sonuna geldik. Zaman ne kadar da çabuk geçiyor dediğinizi duyar gibiyim. Ahir zaman insanları olarak hayat akışımız hızlandı, ondan mıdır bilinmez, günler, haftalar, aylar su gibi akıp gidiyor ömrümüzden. Rabbim zamanımızı bereketli kılsın. Biten bir yılın sonu da, hayatımızı, kendimizi mukayese edip, daha iyiye gitmeye vesile olsun inşallah.
Bulunduğumuz zaman diliminin, bize menfi ya da müspet birçok getirisi olduğunu biliyoruz. Buna istinaden Aralık kapak dosyamızda, çağımız insanın değişen yaşam şekillerinin, alışkanlıklarının, ruhî sıkıntılarının bir getirisi olan sağlık problemlerine değinerek, belki de adını ilk defa duyacağınız rahatsızlıklara yer verdik.
Hasta Bina Sendorumu gibi AVM, plaza gibi kapalı alanlarda çokça zaman geçirmekten kaynaklanan hastalıklardan tutun da, TV karşısında çokça zaman geçiren çocuklarda, daha fazla görülme riski olan otizm gibi hastalıkları konu ettiğimiz kapak dosyamızda, tespit edilmesi daha müşkül olan “psikolojik ağrılar”a da değindik.
Bunların yanı sıra Psk. Banu Arslan Çocuk Eğitimi sayfasında dillere pelesenk olmuş bir rahatsızlık olan Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu’nu kaleme alarak, birçok kafa karışıklığına da son verirken, her ay olduğu gibi aktüel sayfamız Not Defteri, vefatının sene-i devriyesi olan Mehmed Akif Ersoy’a yer verdiğimiz Ayın İçinden, yeni tariflerin yer aldığı Tatlı Sayfa da sizleri bekleyenler arasında. Keyifli okumalar…
Zamanın
Hastalıkları
Bulunduğumuz dönemin, bize birçok kolaylık sağlayan veçheleri olduğu inkar edilmez bir gerçektir. Uzakları yakın etmesi, her anlamda zaman alan işlere, pratik çözümler getiren yeniliklerin olması ve bunun faydası da aşikardır.
Gelgelelim ki yolunda gitmeyen bir şeyler de yok değil. Özellikle de insan sağlığı konusunda. Bunları göz ardı etmekten ziyade, gündeme getirip, farkındalık oluşturmak, zararın neresinden dönülse kârdır diyip, çağımızın bazı hastalıklarına dikkat çekip, çözüm ve önerilerini aktarmakta da fayda var.
Konuya “çağımızın hastalıkları” yönüyle bakınca karşımızı maalesef maddî- manevî birçok rahatsızlık çıkıyor. AVM, plaza gibi kapalı alanlarda çokça zaman geçirmekten kaynaklanan hastalıklardan tutun da, TV karşısında çokça zaman geçiren çocuklarda, daha fazla görülme riski olan otizm gibi.
Bahsi geçenler, rahatsızlıkların maddi boyutu. Bir de tespit edilmesi daha müşkül, manevî, ruhî yönü olan “psikolojik ağrılar” var ki, özellikle birçok hanım da bundan muzdarip. Hatta belki yaşadığı, sebebi bulunamayan hastalıkların altında, psikolojik, terapi ile halledilmesi gereken bir yönü olduğunun farkında bile değil.
“Hastalığı indiren, şifâsını da indirmiştir” hâdisinin sırrınca, her hastalığın bir vazifesi olduğunu, gerekli mercilere başvurup, dua ettikçe, vazifesini bitirip bizden gideceğini bilmek, dayanak noktamız olsun inşallah.
Gerçekten hasta mıyız?
Olumsuz duyguların bedenimiz üzerindeki etkisini ve psikolojik ağrıları Psk.Fatma Vildan Kaldırım ile konuştuk.
Öncellikle olumsuz duygu dediğimiz şey nedir?
Öfke, şüphe, korku, kıskançlık kaygı gibi kişide olumsuz, kötü bir his uyandıracak duyguların, hayatını zora sokacak, günlük yaşantısını etkileyecek, rahatsız edecek düzeyde olan duygulara negatif yani olumsuz duygular diyoruz. Kişilerin kendisi ve yaşadıkları olaylarla ilgili olumsuz duygu ve düşünceleri aslında hayatı zannedilenden çok daha fazla etkiliyor. Artık çok sayıda araştırma duygu ve düşüncelerin insanın bedenine verdiği zarar konusunda hemfikir. Ağrılar, mide ve bağırsak problemleri, cilt, kalp rahatsızlıkları gibi birçok rahatsızlıkta olumsuz duygu ve düşüncelerin payı büyüktür. Bedene yansıması konusunda da bu duygulara negatif duygular deme konusu tartışılabilir. Çünkü olumsuz duygu diye adlandırdığımız tüm bu duygular bir motivasyon kaynağıdır. Harekete geçiren itici bir güçtür, güdüleyici faktörün ta kendisidir diyebiliriz. Negatif duygular bizim hayatta kalmamız için gerekli olan duygulardır. Nasıl ki bir stres sonucu dersimize, işimize daha çok çalışıyoruz, bir şeyler kazanmak için çabalıyoruz, diğer tüm olumsuz duygular da sizi bir şekilde motive eder ve sizi hayatta tutar.Tabi belirli bir düzeyde oldukları zaman. Korku duygusu aslında bir uyarı mekanizmasıdır diyebiliriz. Size saldıran bir köpek, zarar verebilir. Siz eğer size saldıran köpeğin korkusunu uzun süre üzerinizden atamayıp, diğer köpeklerin yanından da korkarak geçiyorsanız veya yolunuzu değiştiriyorsanız, hatta öyle danışanlarımız var ki televizyonda bile görmeye tahammül edemiyorlar. Bu tarz şeyler yaşıyorsanız, bu korku duygusu bir probleme işaret ediyor ve o an duyduğumuz bu duyguyu, negatif sağlıksız hale getiriyor. Yani olumlu, sağlıklı olan korku duygusu da artık sağlıksız bir duygu haline dönüşüyor. Gereğinden fazla yaşanan negatif duygular hem ruhsal, hem de bedensel problemler ortaya çıkarır. Kişinin işlevselliğini ciddi bir şekilde bozar.
Duygularımızın bedenimize yansıması ne şekilde oluyor?
Vücudumuzda sempatik sinir sistemi dediğimiz bir sistem var. Korku, sevinç, heyecan gibi durumlarda aktive olur. Kan basıncını arttırır, kalbi hızlandırır, sindirimi yavaşlatır vs. yani vücudun ters giden bir şeyler var diyen, tehlike anında ortaya çıkan bir alarm sistemidir diyebiliriz. Ani karar verilmesi gerektiği durumlarda da, karar veren bir sistemdir. Diyelim karşınıza aniden eli bıçaklı biri çıktı. O zaman hemen sempatik sinir sistemi devreye girer, göz bebekleriniz büyür daha iyi görebilmek için. Kalp daha hızlı kan pompalar, kana daha fazla adrenalin salgılanır. Bunlar da enerji üretimini arttırır. Çünkü savaş veya kaç tepkisini aslında sempatik sinir sistemi aktive eder. Bıçaklı adamın yanından kaçmanız için aktive olmuştur. Kaçtıktan sonraki zamanda parasempatik sinir sistemi dediğimiz sistem devreye girer. Bu da o alarm mekanizmasını kapatan bir sistemdir. Aslında parasempatik sinir sistemi sizin sakinleşmenizi sağlar. İşte menfi duyguları yaşayan kişilerde bu sistem bozulur, ağrı veya sürekli gerginlik olarak ortaya çıkar. Sistemi aktive etmeleri gereken bir olay yokken, küçücük bir olayda sanki çok büyük bir olay olmuş gibi tepkiler verebilirler. Duygularımızı dozunda, dengeli kullandığımızda bizim hayatımızı muhafaza etmeye yönelik olduğunu görüyoruz. Biraz dozu aşınca, korkular, kaygılar fobiye dönüşünce, bu sefer sistem karışıyor. Ondan kaynaklı arızalar çıkıyor. Özellikle de sistemin bozulduğu kişilerde ağrı bozukluğu ortaya çıkar. Baş ağrısı, sırt ağrısı olabilir, kramplar girebilir veya eklem ağrıları yaşanabilir. Genelde ağrı şikayetiyle geliyor bu kişiler. Ayrıca üşüme, bayılma, karıncalanma, uyuşma, mide bulantısı, kanama, kusmaya kadar hatta cilt hastalıklarına varanlar vardır. Ağrı gibi algılanmasa da literatürde hepsi psikolojik ağrı diye geçer. Bunların hepsi görülebilir, hatta ben öyle bir danışan görmedim ama, dünya üzerinde bu tarz kör olan kişiler var. Psikolojik ağrılar ciddi bir bozukluktur, kendi başına geçebilecek bir rahatsızlık değildir.
Peki kimlerde görülme riski daha fazla?
Duygularını ifade etmekte zorluk çeken kişiler vardır. Bu kişiler olumlu ya da olumsuz olaylarda duygularını çok fazla paylaşamazlar. İçe kapanık, kendi içlerinde problemlerini çözmeye çalışan kişilerde aslında daha çok görülüyor. Bu kişiler özgüven problemi de yaşayabiliyor ve bu durum kadınlarda iki kat fazla görünüyor. Aslında ağrı bir semptomdur, yani bedendeki “artık kaldıramıyorum” mesajıdır. Dışarı çıkan ağrı, içerdeki ruhsal bunaltının bir yansımasıdır. Mesela diyelim ki eşine sinirlenen bayan tartışmadan sonra kolunun kasılmadığını görüyor ve bunun için doktora gidiyor, tedavi oluyor. Sadece ağrıya odaklanılıyor ve tedavi oluyor. Evet bu şekilde kasılması geçebilir. Ama bir süre sonra bu sıkıntı başka bir yerden patlak verir. Bu sefer başı ağrımaya başlar. Çünkü aslında sorunu ağrı değil, ağrıyı algılama biçimidir. Maalesef toplumumuzda insanların yaşadığı psikolojik acıyı ifade etmeleri sanki bir kusurluluk, bir suç gibi algılanıyor. İnsanlar kendi problemlerinin psikolojik olduğunu, hem kabul etmiyorlar, hem de başkalarının bilmesini de istemiyorlar. Onun yerine bedensel yaşanılan bir acı daha kabul edilebiliyor. Bu nedenle de duygularını ifade etme zorluğu çeken kişilerde, ağrı artık beden dili haline dönüşüyor. Yani bir ifade biçimi oluyor. Eşine sinirlenen kadın, belki eşine içinden geçenleri söyleyemiyor, ama bu sefer bedeni ağrılar yoluyla artık bir şekilde konuşmaya başlıyor. ‘Beni duyun’ demek istiyor.
Bu durum mükemmeliyetçi, evhamlı, obsesif kişilerde de görülebiliyor. Özellikle kaygı bozukluklarıyla ağrı bağlantılı. Mesela panik atak geçiren biri, kalpte göğüs ağrısı ile birlikte hastaneye gidiyor ve kalp krizi geçiriyorum, nefes alamıyorum diyerek hastaneye başvuruyor. Aslında kişinin dediği gibi bir ağrısı olabilir. Ama ağrıya o kadar çok reaksiyon gösterir ki, verdiği tepkiyle, yaşadığı ağrı orantısız olur. Çok aşırı reaksiyon gösterdiği için, başta verdiğimiz örnekte olduğu gibi, sanki elinde bıçaklı bir saldırgan varmış gibi sempatik sinir sistemini devreye sokuyor. Ellerde titreme başlıyor, kalp daha hızlı çarpıyor, terliyor… Sempatik sinir sistemi devreye girdi ama ortada bir şey yok. Dolayısıyla sıkışma hissi daha çok artıyor.
Mükemmeliyetçi kişilerde de, hiç ağrı olmamış, ağrı yaşamamalıymış gibi bir çaba görüyoruz. Takıntılı kişilerde de ağrı takıntısı olabiliyor. Bu kişiler özellikle çok ilaç kullanıp çok doktor değiştirebiliyor. Son olarak da çocuklar, nasıl her konuda ebeveynlerini örnek alıyorsa, ağrı konusunda da model alıp, öğrenilebilirler. Çünkü o ağrıyı kullanan kişilerde ağrı iletişim biçimi haline gelir. Bu tarz problemi olan kişilerin çocukluk dönemlerine baktığımızda da ailelerin de aynı ağrıyı yaşandığı bulunmuştur. Kendimizi ifade biçimini nasıl ailemizden öğreniyorsak, ağrıyı da o şekilde öğrendiğimiz ortaya çıkmıştır. O yüzden anne babaların dikkat etmesinde fayda var. Böyle ağrıları oluyorsa da çocuğa yansıtmamalarını öneririm. Çünkü bir süre sonra çocuk da bunu kullanmaya başlıyor.
Psikolojik ağrıları nasıl tespit edeceğiz Vildan Hanım?
En önemli nokta bu bence. Şimdi önce ağrıya biraz değinelim. Teşhis koyulacak ağrı nasıldır? Ağrı vücudun fiziksel bütünlüğünü bozan şeylere karşı beynin verdiği bir sinyaldir. Yani vücudumuzda ters bir şey oluyorsa, siz bunu ağrınızla anlarsınız. Doktora bacağım ağrıyor dersiniz, bacağınızı inceler. Eğer ağrı olmasaydı bir sıkıntı olduğunu anlayamazdık öyle değil mi? Psikolojik kökenli ağrıda, kişi fiziksel muayeneler olur, değerlendirmelerden geçer ama hastalığına dair organik bir sebep bulunamaz. Bu kişiler ağrıyı gerçekten yaşarlar, fakat doktor ağrı çekmesine bir neden bulamaz. Bu konu benim için çok önemli. Çünkü insanlar böyle psikolojik ağrı yaşayan birini bilerek yapıyormuş, dikkat çekmeye çalışıyormuş gözüyle bakıyorlar. Ama kişi gerçekten acı çekiyor, bunu insanlara inandıramıyor. Biz özellikle çocuklarda görürüz çocuk okula gitmek istemez, karın ağrısı nedeniyle. Aileler doktora götürür, fakat doktor bir şey bulamayınca aile çocuğa kızmaya başlar. Halbuki çocuk gerçekten bir ağrı yaşıyor. Burada okul fobisi bir iletişim biçimi olarak ağrı ile ortaya çıkıyor. Biz böyle bir durumda ağrıya değil de çocukla okul fobisini çalışırız. Korku çalışıldığı zaman ağrı da otomatik olarak geçmeye başlar. Psikolojik ağrı yaşayan kişiler, hastalığı gerçek yaşayan kişilerin gösterdiği semptomları göstermezler. Mesela panik atak geçiriyor kişi. Kalp krizi geçirdiğine inanıyor ama kalp krizi belirtilerinin hiçbiri kişide yoktur. Panik atakta kalp çok hızlı çarpmaz ama kişi kalp krizi geçiriyormuş gibi hisseder.
Psikolojik ağrının tek bir nedeni yok sanırım?
Açıkçası “bundan dolayı olmuş” da diyemiyoruz. Kişinin geçmişte yaşadığı bir durumdan kaynaklı olabilir. Örneğin taciz öyküsü, sevilen birinin kaybı veya sürekli bastırılmış aşağılanmış bir çocukluk gibi birçok öykü yetişkinlik döneminde bir psikolojik ağrı ortaya çıkabilir. Ağrıların bir başka nedeni de şimdiki zaman ile ilgili olabilir. Mesela birazdan bahsedeceğim kazançlardan dolayı veya düşünce yapılarının yanlış olmasından kaynaklı olabilir. Seans yaptığımız bir danışmanımda kronik şiddetli baş ağrısı vardı. Çalışmalar sonucunda eşinin hasta olduğu dönemlerde, kendisine merhamet gösterdiği, ama onun dışında göstermediği ortaya çıktı. Zihnimiz öyle bir şey ki her şeyin farkında. Sizin farkında olmadığınız şeylerin bile farkında. O zaman da zihin bakıyor ki ben sadece hastayken ilgi görüyorum o zaman hastayım diyor ve biz bunun farkında değiliz.
Size gelenler doktor ağrısına bir sebep bulamadığı için geliyor değil mi?
Evet, mesela muayene olmaya gidiyorlar, problemlerini anlatıyorlar. Doktor da durumunuz psikolojik diyor. Fakat kişi bunu kabul etmiyor ‘bu doktor benim hastalığımı bulamıyor’ diyor ve başka doktor arıyor. Hatta bu hastalardan o kadar çok operasyon geçirenler var ki inanamazsınız. Avuç dolusu ilaç alanlar var.
Daha önce belirttiğim gibi kişi kendisinin psikolojik problemi olduğunu kabul etmiyor. Ben böyle bir şey yapamam diyor. O yüzden öncelikle durumu kabul etmek lazım bence.
Psikolojik ağrı şikâyetiyle gelenlere ne tavsiye ediyorsunuz?
Bu kişiler eğer ağrılarından kurtulmak istiyorlarsa, ilk adım bu durumun psikolojik olduğunu ve tedavi ile düzeleceğine inanmaları gerekir. Plasebo etkisi diye bir şey vardır. Farmakolojik olarak etkisiz bir ilacın, telkine dayalı bir etki ortaya çıkarma halidir. Bununla ilgili de birçok deney yapılmıştır. Psikolojik baş ağrısı çeken elli kişiye Plasebo uygulanıyor. Yani etkisiz bir ilaç veriliyor ve deniyor ki ‘yeni bir ağrı kesici çıktı, çok güçlü bir etkisi var, sizde denemek istiyoruz.’ Deney sonucunda hastaların kırkının ağrılarının geçtiği tespit ediliyor. Çok büyük bir rakam. Sonuç olarak kişiler tedaviye başlamadan önce ne kadar pozitif düşünürlerse, tedavi sonunda da o kadar iyileşme gösterirler. Çünkü beyin inandıkları zaman beta-endorfin dediğimiz ağrı kesici ve mutluluk verici enzim salgılar. Dolayısıyla inanmayanlara oranla daha çabuk iyileşir. Hatta Nosebo diye bir Plasebonun tersi bir durum vardır. Çok fazla literatürde konuşulmaz ama gerçekten yaşanmış bir olay vardır. Afganistan’da biliyorsunuz kızlar daha yeni yeni okullara gitmeye başlıyorlar. İlk gitmeye başladıkları zaman Taliban, bir yayın yapıyor ve “Eğer kadınlar okula giderlerse sonuçları kötü olur.” diyor. Tabi kız çocukları çekinerek okula gitmeye başlıyorlar. Bir süre sonra 5 tane okuldan ishal, kusma, bayılma gibi semptomlarla çocuklar geliyor. Herkes “Acaba Taliban nasıl bir gaz kullandı ki sadece kızları etkiliyor?” diyor. Dünya Sağlık Örgütü Afganistan’a konuyu araştırmak için geliyor ve kızlardan kan alıyor. Sonuç hiçbir şey yok. Sadece kötü bir şey olacağına inandıkları için kız çocuklarında bu semptomlar ortaya çıkıyor.
En önemlisi psikolojik ağrı yaşayan kişiler ağrıdan kazanç sağlıyor olabilirler. Kişi ağrısı olduğu için sorumluluktan uzaklaşıyorsa, sevgi-ilgi ihtiyacı ağrısı olduğu zamanlar karşılanıyorsa, ama onunla ağrısı olmadığı zamanlarda ilgilenilmiyorsa kişi farkında olmadan ihtiyaçlarını karşılayan bir araç olarak ağrıyı kullanır. Bu bilinçaltı savunma mekanizmasıdır. Aynı şekilde okula “ağrım var” diyerek gitmek istemeyen çocuklarda da bu durum görülür. Normal zamanda çocuğun karnı ağrıdığında aile aşırı ilgili ise çocuk bunu kullanabilir. Aslında ağrıyan karnı değil beynidir. Bu çocuk üzerinden gidersek o gün okula gitmezse, ertesi gün de ailesi öğretmene “hocam hasta oldu bugün mazur görseniz” dese öğretmen çocuk hasta diye çok aktif etmezse, çocuk için okula gitmemek, derse katılmamak bir ödül kazanç gibi gelir. Ve bir süre sonra beyin bunu otomatik olarak yapar. Eğer ağrı sonrasında kişilerin kazançları var ise mutlaka kazanç faktörü ortadan kaldırılmalıdır. Kişiye “bu hastalık senin için bir sığınak gibi, iyileşme çabası içerisinde değilsin, bu senin ağrılarını iyileştirmiyor.” mesajını vermek gerekir. Kişinin ağrısı ile ilgilenilmediği zaman bunu görür ve sorumluluklarını yapmak zorunda kalır, zamanla düzelir. Aynı şekilde çocukların okul korkuları için de “ben senin için elimden geleni yaptım fakat bu senin sorumluluğun” mesajı verilerek okula gönderilmesi gerekir.
Düzenli uyku çok önemlidir. Sadece psikojenik rahatsızlıklar için değil her problemde uyku bozulduğu zaman kişi daha kötü olabiliyor. Şizofreni, depresyon, bipolar bozukluk gibi birçok hastalıkta uyku olmadığı zaman atak geçirebilirler.
Bunların dışında düzenli spor yapmak çok önemli. Aktif spor yapıldığı zaman yine beyin endorfin salgılıyor ve antidepresan özelliği bile gösteriyor. Meditasyon, yoga tarzı çalışmalar da çok etkilidir. Hatta komandolarımızı, olur da işkenceye maruz kalırlarsa diye acıyı hissetmemeleri için bu tekniklerle eğitirler. Amerika’da bunların merkezleri vardır. Yanık hastalarının acı hissetmemeleri için sanal gerçeklik gözlüklerini takarak ağrılarını azaltmaya yönelik çalışmalar vardır. Psikoterapi teknikleri uygulanabilir. En çok kullanılan BDT’dir. Kişilerin yaşadıkları çocukluk travmaları, korkular, olumsuz duygu ve düşüncelerini ele alarak hastaların kendisini tanımalarını sağlar. Psikoterapi süreci içerisinde hasta zaten iyileşir. En yaygın kullanılan antidepresan tedavisidir. Ağrıyı algılayan seratonin maddesidir ve antidepresanların ağrı kesici özellikleri de buradan gelir. Psikolojik ağrı ciddi bir bozukluktur. Psikolojik yardım almadan kolay geçebilecek bir şey değildir. Söylediğimiz gibi ağrı beynin ters giden bir şeye karşı verdiği sinyaldir. Hatta psikolojik yardım almamız için verilen bir sinyaldir bu. Evet, fiziksel bir şey yok ama psikolojik bir şey var. O yüzden bu ağrıyı yaşayan kişiler tedaviye inanarak yardım alırlarsa, kurtulanları çok gördük, göreceğiz de inşallah.
Hasta bina sendromu
Dr. Hilal Altınöz
Göğüs Hastalıkları Uzmanı
Hasta bina sendromu ”Kişinin hava geçirgenliği olmayan binalar içinde çalışma, yaşama alanı ile ilgili yaşadığı tüm problemler” olarak tanımlanabilir. Genellikle spesifik belirlenebilmiş bir sebep yoktur. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) 2012 yılında dünya genelinde 7.000.000 insanın hava kirliliğinden hayatını kaybettiğini tahmin etmektedir. Genel olarak hayatımızın % 80-90’ı kapalı alanlarda geçirmekte olduğumuz ve merkezi havalandırma ve ısıtma sistemlerinin kullanıldığı plazaların giderek arttığı da düşünülürse kapalı alan hava kalitesinin ne kadar önemli bir konu haline geldiği anlaşılabilir.
Hasta bina sendromu o binanın içinde bulunanları etkiler ve binadan uzaklaştıklarında şikayetleri geriler. Semptomlar kısa zamanda meydana gelir. Gözde kızarıklık, kaşıntı, burun tıkanıklığı, nezle, ciltte iritasyon, baş ağrısı, halsizlik ve nefes darlığı ile seyreder.
Yapılan çalışmalarda doğal havalanan binalarda çalışanların air-condition’lı binalarda çalışanlara göre daha az şikayetleri mevcuttur.
Bina havasını etkileyen faktörler; taze hava değişim hızı, nem, toz ve havanın mikrobiyolojik içeriğidir.
Hasta bina sendromu oluşumunu artıran faktörler; kişisel faktörler, kadın cinsiyet, vasıfsız çalışan olmak, kağıt tozu fazlalığı, sigara içmek, ofis tozu, bilgisayarı çok kullanmaktır.
Binaya ait faktörler ise; Bina içinde yüksek ısı (Air-condition olan binalarda 23 derecenin üstü.), air-condition olan ofislerde düşük taze hava sirkülasyon miktarı (<10L/sn/kişi) (Sigara içilen yerlerde daha da fazla olmalıdır.), zayıf ya da uygunsuz ışık, güneş ışını eksikliği, kötü akustik, kötü ergonomi ve rutubet, kişinin ısı ve ışık kontrolünü kendisinin yapamaması, temizliğin ve temizlenebilirliğin az olması, suyun kirlenmesi.
Dış ortam kaynaklı kirleticiler; motorlu taşıtların egzosu, radon, formaldehid, asbest, toz ve kurşun boya.
İç ortam kaynaklı kimyasal kirleticiler; yapışkanlar, marangozluk, fotokopi makineleri, işlenmiş ahşap ürünler, pestisitler, temizleyici ajanlar, sigara dumanı, soba dumanı, şömine, kişisel bakım ürünü ya da temizleyicilerde bulunan sentetik kokular.
Elektromanyetik radyasyon
Mikrodalga, televizyon, bilgisayar gibi cihazlar havaya iyon salarlar. Uygun topraklama olmadan fazla kablolama da yüksek manyetik alan oluşturur (kanserle ilişkilendirilmiştir).
Psikolojik faktörler
Fazla iş stresi ya da tatminsizlik, zayıf insan ilişkileri ve zayıf iletişim.
Çalışana çalıştığı ortamın havalandırma kontrolü verildiğinde uzun vadede havadaki tozun ve mantar cinslerinin artmasına ve ısı değişkenliğine sebep olsa da hasta bina sendromu semptomlarının gerilediği görülmüştür. Sonuçta iş verimini azaltan ve iş gücü kaybı meydana getiren bu durum fark edildiğinde neler yapılmalıdır?
Korunma ve kontrol
Hava dağılım hızını artırmak, ısıtma ve havalandırma sistemlerinin standartlara uygun yapılması, eğer güçlü kirleticiler mevcutsa tuvalet, fotokopi ve printer vb. kullanılan alanlar havanın doğrudan dışarı atılması önerilmektedir (ASHRAE önerisi 24 saatte 8,4 kez hava değişimi olması), open ofis dizayn hava temizlemesi için koruyucu bir yöntemdir.
Buzlu cam kullanımı, doğal ışığın girmesini sağlayan tavan pencereleri, teras bahçeleri, karbonmonoksidi ve formaldehidi emen iç ortam bitkileri varlığı da koruyucu yöntemlerdendir.
Şikayetlerin sebebini belirlemek, problemli alanlara ve alandaki kişilere giderek yerinde gözden geçirmek, kirlenme yolunu belirleme için ısıtma ve havalandırma sistemleri, muhtemel kirlenme kaynakları hakkında bilgi toplamak gerekir.
Dünya Sağlık Örgütü tarafından 1987’den beri kapalı ortam hava kalitesi üzerine raporlar düzenlenmiştir. En sonuncusu 2010’da yayınlanmıştır. 2014’te de ev içi yakıt kullanımı ile ilgili rapor yayınlanmıştır. Ev içi havası ile ilgili olarak naftalin, azot dioksid, polisiklik aromatik hidrokarbonlar, radon gazı, trkloroetilen, tetrakloroetilen gibi kimyasallara maruziyette çok dikkat edilmelidir. Naftalinin temel etkisi solunum yollarınadır. Hemolitik anemi adı verilen bir çeşit kansızlık da yapabilir. Naftalin toplarının 2008’de Avrupa Birliğinde kullanımı yasaklanmıştır.
Almanya kaynaklı bir alan çalışmasına göre bina biyolojisinde olması gerekenler; bina jeolojik olarak uygun yerde yani yaşam alanları endüstri merkezlerinden ve ana trafik arterlerinden uzakta olmalıdır ve yeterli yeşil alan boşluğu içermelidir. İnşaatta doğal, katkısız ve nontoksik malzeme kullanılmalı, duvarlar, tavan ve tabanlar küf oluşumuna yatkın olmamalıdır. Zemin su geçirmez olmalıdır.
Sonuç olarak unutulmamalıdır ki, bina alt yapısı için harcanan paranın, semptomatik çalışanlardaki iş gücü kaybına göre maliyeti daha azdır. Kişinin kendi çalışma ortamını düzenlemesi ısı, ışık kontrolü vb. verimliliği artırdığı gibi hasta bina sendromu semptomlarını da azaltmaktadır.
Referanslar:
*Redlich CA, Sparer J, Cullen MR. Sick-building syndrome. The Lancet 1997; 349 (9057):1013-1016.
* Burge PS. Sick Building Syndrome.Occup Environ Med 2004;61:185-190.
* Joshi SM. The sick building syndrome. Indian J Occup Environ Med 2008;12(2):61-64.
* Vaizoğlu SA, Tekbaş Ö F, Evci D. Kapalı ortam hava kalitesi, sağlığa etkisi. STED Kasım 2000.
* http://www.isgfrm.com/threads/havalandirma-ve-iklimlendirme-prensipleri-konu-Özeti.6334/
Hz.Ali (ra) rivâyet ediyor:
Bütün hastalıkların kaynağı, birbiri üstüne yemek yemektir.
Hz.İbni Abbas (ra) rivâyet ediyor:
Sizin Allah’a en sevimli olanınız, az yiyip içen ve bedence hafif
olanınızdır.
Hz. Ebû Hüreyre (ra) rivâyet ediyor:
Hastalığı indiren, şifâsını da indirmiştir
Hz. Îbni Ömer (ra) rivâyet ediyor:
Mü’minin gerçek rahatı ölümle başlar.
Hz. Ebû Saîd (ra) rivâyet ediyor:
Bir hastayı ziyaret ettiğinizde, daha çok yaşayacağını söyleyin. Çünkü bu bir şey
değiştirmez, fakat hastanın gönlünü hoş tutar.
Hz. Ömer (ra) rivâyet ediyor:
Bir hastanın yanına vardığında sana duâ etmesini iste. Çünkü onun duası meleklerin
duası gibidir.
Hz. Ebu Ümame (ra) rivâyet ediyor:
Ağız tadını kaçıran ihtiyarlık, anî ölüm, ibadetten alıkoyan hastalık ve unutturan
erteleme gelmeden önce salih amellerde acele ediniz.
Hz. Ebu Hüreyre (ra) rivâyet ediyor:
Şu yedi şey gelmeden önce salih amellerde acele ediniz. İnsanları ancak şu yedi
şey bekliyor: Unutturucu bir fakirlik, azdırıcı bir zenginlik, sıhhati bozucu bir
hastalık, tâkatten düşürücü bir yaşlılık, anî bir ölüm, deccal ve kıyamet. Kıyamet
hepsinden daha dehşetli ve daha acıdır.
Hz. Ebû Hüreyre (ra) rivâyet ediyor:
Ahlâkı kötü olan nefsine azap eder. Kaygısı çok olanın bedeni hasta
olur. İnsanlarla sürtüşmeye girenin şerefi gider, kişiliği yok olur.
Hz. Ebu Hüreyre (ra) rivâyet ediyor:
Biriniz aksırdığında yanındaki kendisine “Yerhamükellah” desin.
Üç defadan fazla aksırması bir hastalık sebebiyledir. Üç
defadan fazlası için “Yerhamükellah” denmez.
Hz. Üsame (ra) rivâyet ediyor:
Salgın hastalık, bir grup İsrailoğullarına gönderilen azab ve musibetin kalıntısıdır. Siz bir yerde bulunurken, orada böyle bir hastalık çıkarsa, ondan kaçmak maksadıyla oradan çıkmayınız. Bulunmadığınız bir yerden de çıkarsa, oraya girmeyiniz.
Hz. Câbir bin Abdullah (ra) rivâyet ediyor;
Ümmetim hakkında en çok şu hususlardan korkuyorum: Şişmanlık, uykuya düşkünlük, tembellik ve îman zayıflığı.
Hz. Îbni Amr (ra) rivâyet ediyor:
Acıkmadan yemek, uyku gelmeden uyumak, bir şeye şaşmadan yapmacık olarak gülmek, musibet ânında feryad etmek, nimet ânında da gayr-ı meşru tarzda çalgı çalmak, Allah, katında büyük bir gazaba vesiledir.
Hz. Îbni Amr (ra) rivâyet ediyor:
İsrafa ve böbürlenmeye kaçmadan yiyin, için, sadaka olarak verin ve giyinin.
Hz. El- Hakim (ra) rivâyet ediyor:
Benden sonra ümmetim hakkında üç şeyden korkuyorum: 1. Heva ve heveslerinin kendilerini şaşırtması. 2. Mide düşkünlüğü ve şehevânî isteklerine uymaları. 3. Hakikati bilip öğrendikten sonra gaflete düşmeleri.
Hz. Câbir (ra) rivâyet ediyor:
Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey nefsin isteklerine uymak ve ölümsüzlük hayâlidir.
Hz. Abdurrahman bin Cennab es-Selmt (ra) rivâyet ediyor:
Allah kul için önceden manevî bir makam takdir etmiş, fakat kul ameliyle oraya ulaşamıyorsa Allah onun bedeni, çoluk çocuğu ve malıyla ilgili bir musibet verir, sonra da daha önce takdir ettiği makama ulaşması içip onu buna karşı sabırlı kılar.
Hz. Ebû Hüreyre (ra) rivâyet ediyor:
Kur’ân’da iki âyet vardır ki, mü’minler için şifâdır ve Allah’ın sevdiği şeylerdendir. O iki âyet Bakara Sûresinin son iki âyetidir (Âmenerresûlü)
“Otizmli doğmayıp, otizme sürüklenen çocukların sayısı artıyor.”
Belki de kulaktan dolma bilgilerle fikir sahibi olduğumuz “otizm”i, uzun süredir bu alanda çalışmalar yürüten Psk. Cihan Çelik ile görüştük. Konuştuklarımızı okuyunca sizler de şaşıracaksınız…
Günümüzde en sık rastlanan nörolojik bozukluk olarak ifade ediliyor otizm. En kısa ifadeyle tanımı nedir?
Otizm aslında sosyal etkileşim problemi, yani karşıdaki kişiyi anlama ve kendini ifade etme becerisini hayatın erken dönemlerinden itibaren becerememe diyebiliriz.
Belirtileri neler?
Şöyle örnekleyeyim. Daha çok küçükken bile gözüne bakmama, sen güldüğün zaman sana gülerek karşılık vermeme, göz teması kurmama gibi şeyler. Biraz daha büyüdüğü zaman ise konuşma ihtiyacı için gerekli sözel ve sözel olmayan becerileri kullanamama gibi düşünün. Nasılsın sorusuna iyiyim siz nasılsınız diyememe gibi. Tabi bunun yanına kısıtlı ilgi alanları ve tekrarlayıcı hareketler de eşlik eder. Otizm genel olarak budur. İnsan hayatının ilk üç yılında ortaya çıkar. 17-18. ayda da aileler kendi çocuklarında bu durumu çok net anlar.
Sebebleri neler?
Şu anda Amerika otizmle çok ilgileniyor. Devlet destekli çok yoğun bir eğitim var. Ama çok ilginçtir ki yıl 2017 olmasına rağmen otizmin sebebi şudur diye bir şey henüz ortada yok. Genetik olduğunu savunanlar var. Evet, otizmli çocukların ailelerinde veya daha önceki atalarında görülme oranı normalden biraz fazla ama tamamen genetik diyemiyoruz. Çevre faktörler beslenme alışkanlıkları diyenler var. Bunun yanında aşı konusunda da çok büyük polemikler var, ama şu anda, evet bunun sebebi şudur diyemiyoruz. Daha çok genler üzerinde araştırmalar devam ediyor. Bu yüzden herhangi birinin çocuğu da otizmli olabilir.
Kızlara nazaran daha çok erkek çocuklarda görülmesi ilginç bir veri.
Evet erkek çocuklarında bir tık daha fazla görülüyor ama yine aynı şeyi söyleyeyim; çok fazla çalışma yapılıyor ama şundan dolayı diyebileceğimiz bir veri yok elimizde.
Bu konuda çevrilmiş filmler de var. Otizmli kişilerin bazı kabiliyetleri, diğerlerine nazaran daha fazla gelişmiş olabiliyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Bu aslında otizmli çocuğu olan aileler için çok kritik bir konu. Bu filmler maalesef şunu anlatıyor; çocuk otizmli ama dahi, müzik alanında, matematik alanında inanılmaz. Bakın hepsi öyle değil, yani inanılmaz ağır, hayatı boyunca hiçbir şey yapamayan, belki de yapamayacak otizmli çocuklar da tanıdım ben. Otizmin çatısı çok geniş ve zihinsel engelin eşlik edip etmemesi çok kritik bir nokta. Eğer bir çocuk otizmli dünyaya gelip ya da sonradan otizmli olup üstüne bir de ağır derecede zihinsel engeli bulunursa o filmlerin hepsi geçersiz. Bu nasıl bir şey biliyor musunuz? Otizm şu anda çok gizemli bir şey olduğu için dahiliktir, değildir diyemeyiz. Otizm bir anlamda sosyal iletişim problemidir. Ben 7-8 yaşında olup, nasılsın, ben iyiyim sen nasılsın diyemeyenler tanıyorum. Şimdi bu çocuğu nasıl dahilikle ilişkilendireceğiz? Ama bazı yönleri baskın derseniz olur. Çünkü bazı otizmliler, ezber konusunda veya matematik konusunda acayip bir zihinsel faaliyet kabiliyetine sahip olabiliyorlar. Türkçesi, sosyal bilgileri çok zayıf olabiliyor ama sayılara karşı inanılmaz bir bilgisi oluyor. Bu yüzden otizm bir dahiliktir diyemezsiniz.
Peki, sebepleri tam olarak açıklığa kavuşmadıysa tedavisi ne şekilde yapılıyor?
Otizmli bir çocuk gördüğünüz zaman evet bu çocuk otizmli diyebilirsiniz. Tespit edilemeyen, “bu çocuk neden otizmli?” kısmı. Neden olduğu konusunda bir belirsizlik var. Peki ne yapıyoruz tedavide? Şu anda en başarılı tedavi, çocuğun neye ihtiyacı varsa, hangi kazanımı kazanması gerekiyorsa, onu eğitim yoluyla ona vermek. Otizm şüphesiyle veya otizmle, yoğun bir tedaviye, eğitime giren çocukta, potansiyel de varsa, otizm ortadan kalkabiliyor. Tohum Otizm Vakfı haftada kırk saat çocuklara eğitim verebiliyor. Buradaki sıkıntı ne? Devlet ücretsiz olarak ailelere iki saat eğitim hakkı veriyor ve iki saat çocuklara yetmiyor. Özel eğitim almak gerektiğinde ise ücreti yüksek oluyor. Saati minimum 100-150 liradan başlayıp 400-450 liraya kadar varan seanslar var. Aile bunu karşılayamıyor. Benim bu alanda 11. yılım. Çocukta iyi bir potansiyel varsa ya da yoksa ona göre eğitim verilmesi gerekiyor. Her çocukta aynı şey hedeflenemiyor. Çok ilginç; bazı çocuklarda tek amacımız çocuğun konuşabilmesi olabiliyor. Yani bir kelime çıkarabilmesi belki bir gün annesine, anne diyebilmesi olurken, bazı çocuklarda tanıyı ortadan kaldırıp hayatına devam etmesini sağlayabiliyorsunuz. Tedavi noktasında, şu anda klasik bir eğitim var. Ama yeni yaklaşımlar da var. Duyu bütünleme, fiziksel yönlerine etki etme, diyetle tedavi grupları var.
Daha çok eğitim üzerinde durdunuz, peki ilaç tedavisi var mı?
Otizme eşlik eden bozukluklar oluyor. Her çocuğa ilaç kullanılmayabiliyor ama bazen öyle bir davranış bozukluğu eşlik edebiliyor ki; çocuk dürtülerini kontrol edemiyor kolunu ısırmaya başlıyor, sinirlendiği zaman kafasını çok şiddetli şekilde duvara vurabiliyor veya karşıdaki kişiye zarar verebiliyor. Dürtü kontrol bozukluğu görülebiliyor. Bu gibi durumlarda ilaç desteği almamız mecburi. Sadece eğitimle giderseniz sıkıntı, çünkü hak verirsiniz ki çocuğun eğitimi alabilmesi için önce eğitime hazır olması gerekiyor. Dediğim gibi, şu anda bir buçuk iki yaşındaki bir çocuğu gördüğünüz zaman “evet bu çocuk otizmli” diyebiliyoruz.
Bu noktada anne-babalara ne tavsiye edersiniz?
Dünyanın en zor olaylarından biri. Çok büyük hayallerle çocuk sahibi oluyorsunuz ama doğduktan sonra, belki de bırakın 18 ayı, 3 aylıkken, 6 aylıkken çocuğunuzun sizinle iletişim kurmadığını, yüzünüze bakmadığını, ellerinizi çırptığınızda hiçbir reaksiyon alamadığınızı, bir şey gösterdiğiniz zaman bakmadığını görüp inanılmaz bir hayal kırıklığına uğrayıp daha sonra, bilhassa tanıyı duyduktan sonra belki günlerce haftalarca bir depresyon ve kabullenememe süreci yaşıyorsunuz. Tavsiyem şu; tabi ki çok kolay söylemesi ama, tanıyı alan aile, “yaratılışı bu, benim çocuğum böyle dünyaya geldi veya evet ben otizm tanısı aldım, bir an önce güçlü olup bir şeyler yapmalıyım. Eğitim mi lazım, hemen eğitime başlayacağım. Bu çocuk için tedavi mi lazım, hemen ona başlayacağım” deyip işe koyulması lazım. Olayı kabul etme sürecini uzatırsanız çok büyük bir kayıp yaşarsınız. Çünkü otizmde, 0-3 yaş denilen ilk dönem çok kritik bizim için. 5-6-7 li yaşlardan sonra süreç çok daha zora girerken, 22-23 aylık çocukların eğitime verdikleri olumlu tepki çok daha fazla ve güzel oluyor. Bakın şu anda oran olarak 56’da 1 olan bir durumu konuşuyoruz. Yani inanılmaz ya da uzak değil hiçbirimize. Hepimiz ileride anne-baba olacağız ya da olduk. Şunu diyebilirsiniz, ya hocam hepsi mi otizm? Evet, sosyal iletişim problemiyle başlayan, otizme doğru kayan veya direkt otizmli doğmak gibi popülasyonu genişleyen bir rahatsızlık bu.
Ülkemizde de mi öyle Cihan Bey?
Evet maalesef. Uzun yıllardır bu işin içindeyim. Çok ilginç ama özellikle son 3-4 yıldır inanılmaz arttı. Şunu diyebilirsiniz “hocam biz çok mu irdeliyoruz?” Hayır, hiçbir anne-baba bir problem teşkil etmediği müddetçe uzmana başvurmuyor. Maalesef böyle bir problem var.
Otizmli doğmayıp, otizme kayan çocuklar…
Otizmli doğmayıp otizme kayan bir sürü çocuk tanıdım. Maalesef televizyon, tablet, telefon denen üç olay inanılmaz derecede çocukları sosyal etkileşim problemine soktu. Karşınıza bir çocuk geliyor, adın ne diyorsunuz cevap vermiyor. Oğlum bak elimde bir nesne var, bunu takip et diyorsun, takip etmiyor. Bana bak diyorsun sana bakmıyor. Anlıyorsunuz ki çocuk otizmli doğmasa da otizme kaymış. İlla doğuştan olacak diye düşünmeyin. Aile çocuğuyla ilgilenmezse, çocuk sadece çizgi film izler, telefonla muhatap olursa inanın bana 1-1.5 sene sonra otizm belirtileri başlar. Çok ağır otizmli olmayabilir ama sosyal iletişim kuramaz. Oyun oynayamaz. Eline bir oyuncak verdiğiniz zaman işlevsel olarak onunla oynamayı beceremez. Sizin jest ve mimiklerinize karşılık veremez.
Son olarak neler dersiniz Cihan Bey?
Çocuk zaten doğuştan otistik özelliklerle dünyaya geliyorsa bunu kabul etmekten, Allah’a sığınmaktan, dua etmekten, sabır dilemekten ve çocuğun eğitimi için her şeyi denemekten başka çare yok. Ailenin kendini bir şekilde motive edip tedaviye başlaması ve sabırla devam ettirmesi gerekiyor. Ama, otizmli olmayan, bu özelliklerle dünyaya gelmeyen bir çocuğunuz varsa, televizyon, tablet veya bilgisayar karşısında çokça vakit geçirirse bir süre sonra otizm özellikleri göstermeye başlar, daha çok pişman olursunuz. 0-3 arasında televizyon, telefon, bilgisayar kesinlikle çocukların hayatlarında olmayacak. Çocuk tamamen ailesiyle, arkadaşlarıyla, akrabalarıyla iletişim kuracak. Böyle olursa bir sıkıntı olmaz. Bir de şöyle bir durum var, “Onun çocuğu olmadı.” deyip bu olayı riske atıyor insanlar. Yani onun çocuğu olmayabilir ama tekrarlıyorum bu durum çok görülmeye başlandı. 3-4 yaşlarındaki çocuklar için “İsmini söyleyince dönmüyor, bize bakmıyor, iletişim kurmuyor, konuşmuyor.” gibi şikayetlerle geliyor aileler. Bir bakıyorsunuz, 6 ay 1 sene eğitim verdiğinizde, otizm belirtisi gösteren bu özelliklerden kurtuluyor çocuk. Niye? Bu duruma sebep olan olumsuzlukları, ortadan kaldırıp eğitime başlıyorsunuz. Çocukla iletişim becerileri çalışmaya başlıyorsunuz, zamanla normal hayata dönüyor. Yakın bir tarihte, ilk defa durumunu bu kadar samimi anlatan bir babayla görüştüm. Kendi çocuğuna nasıl bir benzetme yapıyor biliyor musunuz? “Sanki evde çocuk değil, başka bir şey besliyoruz.” Niye? dedim. “İşten geliyoruz, yemekleri yiyoruz, çocuğun eline telefonu veriyoruz. Bizler de telefonumuzu alıyoruz, herkes köşesine çekiliyor. Çocuk üç dört saat telefonla oynuyor. Sonra artık hadi yatalım diyerek çocuğu yatırıyoruz.” dedi. Şimdi sizce bir çocuk bu olayı 6 ay bir sene devam ettirirse sosyal etkileşiminde, karşıdaki kişiyi anlamada, ifade etmede nasıl özellikler gösterir? Zayıflamaya başlar tabii. Ben çok fazla çekirdek aile olmanın da bu durumda etkili bir faktör olduğunu düşünüyorum. Yani çocuklar eskisi gibi beş on kişiyle büyümüyor, oynamıyor, iletişim kurmuyor. Karı, koca ve bir çocuk. Çocuğun iletişime geçtiği insan sayısı çok az. Belki bilim şu anda bunun üzerinde çok durmuyor. Biraz daha olay kültürel kalıyor ama bir süre sonra bence bu da önemsenecek.
Dikkat eksikliği ve
hiperaktivite bozukluğu
Dikkat
Ruh sağlığı alanında var olan önyargıyı sırtlayan konulardan biri Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu, yaygın kısaltımıyla DEHB. Toplumda, öğretmenler arasında bile özellikle son yıllarda sarf edilen “Bu çocuk çok hiperaktif” ve benzeri sözleri sıkça duyuyoruz. “Hiperaktif” daha doğru söylemiyle “hiperaktivite” psikiyatrik bir tanıdır ve her hareketli çocuk için kullanılmaması gereken bir kelimedir. Çok hareketli olan bir çocuğun bu durumuna sebep olabilecek; kuralsızlık, yaş dönemi özellikleri, anne baba tutumları gibi etkenler bulunmaktadır ve öncelikle bu etkenler irdelenmelidir. Özetle; her gördüğümüz “fazla hareketli çocuklar” hiperaktif değildirler.
Dostları ilə paylaş: |