GöNÜlden esiNTİler. A’YÂn-i sâBİte kazâ ve kader necdet ardiç terzi baba necdet ardiç



Yüklə 2,1 Mb.
səhifə6/32
tarix03.01.2019
ölçüsü2,1 Mb.
#88712
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   32

Mesnevi 626. Beyt’ten devam.

---------

(626) Tazarru’umuz ıztırarın delili oldu; utanmamız da ihtiyârın delîli oldu

---------

Ya'nî aczimiz ve tazarru'umuz, ihtiyârımızın olmadığına alâmettir;

ve bir kötülüğü yaptıktan sonra utanmamız ve vicdanı-mızda azâb duyarak pişmân olmamız, irâde ve ihtiyârımız olduğuna alâmettir.

Binâenaleyh hakîkatimiz nokta-i nazarından Hakk'ın cebbâriyyeti altındayız ve isti'dâdımızın mecbûruyuz;

fakat şerîat ve zâhirimiz nokta-i nazarından fiilimizde muhtârız. Biz, tavla oyuncuları gibiyiz. Hakikatte zara tâbîyiz; fakat oyunculuktaki mahâretimiz ve ihtiyârımız da inkâr olunamaz.

---------

Utanmamız da ihtiyarın delili oldu, hani yukarıda gerçek ma’nâsıyla biz var mıyız, yok muyuz? daha evvelki beyitlerde bahsedildiği gibi işte bayrak arslanlarıyız bizi hareketlendiren rüzgardır, attığın zaman sen atmadın, ancak Allah attı, gibi kulun iradesinin bir mertebede olmadığı hakkındaki bilgilendirmeler idi, ancak mutlak ma’nâda bu böyle miydi, değil miydi, diye bir vâki sual sorulduğunda daha evvelki o suali görmüştük o sualin cevabı olarak izahları böylece gelmekte.

Utanmamızda ihtiyarın delili oldu, yani aczimiz ve tazarrumuz, yalvarmamız çaresizliğimiz ihtiyarımız olduğuna âlemettir. Yani ihtiyarı olanın da varlığı vardır. Bir kötülüğü yaptıktan sonra utanmamız ve vicdanımızda azab duyarak pişman olmamız irade ve ihtiyarımız olduğuna âlemettir. Evvelki beyitlerde yokluğumuz itibariyle meseleyi ortaya getirdi, şimdi de varlığımız itibariyle getirdi. Böylece hakikatimiz noktayı nazarından Hakk’ın Cebbariyeti altındayız ve istidadımızın mecburuyuz, fakat şeriat ve zahirimiz noktayı nazarından fiilimizde muhtarız.

Biz tavla oyuncuları gibi hakikatte zara tabiyiz, fakat oyunculuktaki maharetimiz ve ihtiyarımız da inkâr olunamaz.

---------

(627) Eğer ihtiyarımız olmasa idi bu utanma nedir ve bu teessüf eseflenme üzülme ve kacelet ve teeddüt nedir, edeplenme nedir,

---------

(628) Üstatların çırakları men etmesi ne içindir? Hâtırı tedbirlerden çevirmek niçindir,

---------



Ya'nî insanın ihtiyâr sâhibi olduğunun alâmetlerinden birisi üstadların çıraklarını ve muallimlerin talebeyi ve mürşidlerin mürîdleri fenâ hareketlerinden men' etmesidir. Diğer bir alâmet dahi budur ki, meselâ insanın hâtırına bir iş hakkında bir tarz-ı hareket vârid olur; fakat düşünür, muhâkeme eder, bu tedbîri fenâ bulup icrâdan vazgeçer. İnsanda ihtiyâr ve irâde olmasa, bunlar olmazdı.

---------

(629) Eğer sen o cebirden gafildir Hakk’ın ayı onun bulutunda gizlenmiştir dersen

---------



yani eğer sen kendisinde zâhiren ihtiyar ve irade gören o kimse cebr-i hakikiden gafildir çünkü Hakk’ın ay gibi açık olan sıfat-ı Cebbariyesini onun bulut gibi olan vucud-ı kesif-i zâhirisi örtmüştür dersen atideki/gelecek, cevabı veririm.

---------

(630) Buna güzel bir cevap vardır eğer dinlersen küfürden geçersin.

---------

625 numaradaki beytin şerhini zevkan anladın ise. Hz pirin âtideki/gelecek, cevaplarını da zevkan anlarsın. O vakit irade-i cüz’iyye yi inkârdan vaz geçersin ve emirler ve nehiylerden ibaret olan dinin lüzumunu tasdik edersin. Zira din irade-i cüzziyeyi ispat ediyor.

---------

İrade-i cüz’iyye olmasa din gelmezdi, ne olurdu, herkes kendi a’yân-ı sâbiteleri istikametinde hareket eder, ne âhiret olurdu ne cennet ne de cehennem olurdu.

---------

(631) Hastalık içinde olan nedâmet ve tazarrudur ki vakt-i maraz bütün uyanıklıktır.

---------



Yani irâde-i cüzziyenin delili hastalık içindeki nedamet ve tazarrudur, zira hastalık vakti insana uyanıklık verir

---------

Yani hastalık vakti bütün uyanıklıktır,. Bir tarafın ağrıyorken, sıkıntıda iken nasıl uyursun.

---------

(632) Sen hasta olduğun zaman günahtan istiğfar ediyorsun

---------

(633) Sana günahın çirkinliği görünür yola rücu edeyim diye niyet edersin

---------

(634) Aht-ı feyman edersin ki bundan sonra taattan başka iş ihtiyar etmeyeyim.

---------

(635) Şimdi bu mukarrer oldu ki hastalık sana akıl ve intibah/uyanma, bahşediyor.

---------



Ya'nî, ey cebir mezhebine sâlik olan kimse, sen, bende bir şey yoktur; her neyi Hak murâd ederse, o olur; binâenaleyh ben ef’âl ve harekâtımda ma'zûrum dersin. Fakat bilfarz içkinin veyâ diğer bir fiil-i nâ-meşrû'un te'sîriyle hasta olduğun vakit, aklın başına gelir de cebrini unutur; ve eğer iyi olursam bir daha bu fiili yapmıyacağım diye nedâmet ve hasret izhâr edersin. Bu nedâmet ve hasret bir meyl-i tabîîdir ki, mezhebine muhâlif olarak sana, sende bir irâde bulunduğunu ihtâr eder; ve bu meyl-i tabîî senin mezhebini tekzîb eder.

---------

Yani bir uyanıklık bahşediyor ve kendine dönüş bahşediyor.

Yani halin sende bir irade olduğunu ortaya koyar. Sen istediğin kadar ben fiilimi yapmaya mecburum de.

---------

(636) Böylece ey aslı arayan bu aslı bil ki her kimin derdi varsa o koku almıştır.

---------

Yani ey asıl olan sırr-ı kaderi nazar-ı itibara alan ve bu surette kendini ef’âlinde mecbur addeden kimse şu aslı dahi nazar-ı itibare al ki Allah Teaâlâ kazâ ve kader hükmünü kullarından gizlemiştir. Bu gizlilik insanda bir dert ve elem peyda eder, böylece her kimin derdi varsa o kimse cebr-i hakikiden koku almış olur. Yani cebbariyetten koku almış olur.

Nitekim (s.a.v.) Efendimiz “ben sizin en ziyade Allah’ı bileninizim ve ben sizin en ziyade Allah’tan korkanınızım” buyurdu.

---------

(637)Her kim ziyade vakıf ise yani hakikatlere vakıf ise yüzü ziyade sarıdır.

---------

Bakın fiziki ma’nâda bir hadis-i şerifin hakikatleri nerelere dayanmaktadır. Her kim ziyade uyanık ise ziyade dertlidir, her kim ziyade vakıfsa yüzü ziyade sarıdır. Yani her kim ziyade uyanıksa yani çok uyanık ise uyanıktan kasıt uykusuz yatıyor manasına değil, akılda fikirde uyanık ise ileriyi görüyor istikbalin ne olacağını düşünüyor ise ziyade dertlidir yani hüzünlüdür ne yaparım ne ederim, ne olacak diye,

---------

(638) Eğer O’nun cebrinden agâh isen hani senin tasarrufun hani sana cebbariyet zincirinin görüşü.

---------



Sırr-ı kaderin vücûdundan âgâh isen, "Aman Allâh'ım" diye yalvarman nerede? Boynunda cebbâriyet zinciri takılı olduğunu, eğer nazar-ı hakîkatle görüyor isen, kendini âciz görürsün. Muâmelâtında "Ben böyle yapıyorum; böyle yaparım; şöyle yaparım" diyemezsin, insaf et ey cebrî, sen böyle misin?

Resûl-i Ekrem Efendimiz ekserî zamanda Ya'ni "Ey kalbleri ve basarları döndüren Allâh'ım, bizim kalblerimizi dînin üzerinde tesbît et!" diye yalvarırdı. Hz. Enes dedi ki: "Ey Allâh'ın Peygamberi, biz sana ve senin getirdiğin şeye inandık. Sen bundan sonra da bizim üzerimize korkar mısın?" Resûl-i Ekrem Efendimiz buyurdular: "Evet, muhakkaktır ki kalbler Rahmân'ın parmaklarından iki parmak arasındadır; onları istediği gibi çevirir."

---------

(639) Zincirde bağlı olan nasıl şadi eder, bahsin esiri olan ne vakit hürlük eder.

---------



Sen mecburiyet davasında bulunduğun halde yani ben cebriyeyim fiilimi yapmakta mecburum, davasında bulunduğun halde, hayat-ı dünyeviyende keyifli bir halde imar-ı evkad ediyorsun. Yani vakitleri keyfinle imar ediyorsun. Yani vakitleri keyfine göre geçiriyorsun, muamelâtında da tasarrufa kıyam ediyorsun. Yani muamelelerinde de tasarruf etmeye kalkıyorsun. Madem ki cebri hakiki altında bulunduğunu iddia ediyorsun niçin hür bir şekilde hareket ediyorsun. Fiilin kavlini tekzib etmiyor mu.

---------

(640) Eğer sen ayağını bağladıklarını senin üzerine padişah çavuşları oturduklarını görüyor isen.

---------

(641) O halde sen acizlere çavuşluk etme zira acizin tab’ı ve huyu değildir.

---------

Ayak bağından murad ilm-i ilâhîde abdin lisân-ı isti'dâd ile, talebi üzerine vâki olan hükm-ü ilâhidir ki bu kazâdır. Padişahdan murad, Hakk Teâlâ Hz leri, çavuşlardan murad, gerek surette gerek ma’nâda kazâ-ı ilâhi infaza memur olanlardır. Kur’ân-ı Kerîm’de bunlara فَالْمُدَبِّرَاتِ اَمْرًا 79/5 âyetinde buyurur. Bir iş çevirenler âyet-i kerîmesinde buyurulur. Yani ey cebri bu esasata hakikatan imanın varsa, hem kendinin hem de başkalarının, aciz olduğunu bilirsin, ve herkesin üzerinde acizlerin şanından olmayan, tasarrufa kıyâm edemezsin. Zira sen âciz isen başkalarının üzerinde hüküm ve tasarruf etmek bir âcizin tab-ı ve huyu değildir.

---------

(642) Mademki onun cebrini görmüyorsun söyleme. Eğer görüyor isen hani görmenin alâmeti.

---------

Yani sen Hakk’ın cebrini zevkan ve hâlen görmüyor isen, artık mecbur olduğundan bahsetme, eğer görüyor isen görmenin alâmeti kendini ve başkalarını âciz bilmektir, hani sende görmenin alâmeti varmıdır.

---------

(643) Meylin olan her bir işte kendi kudretini açık görürsün.

---------

(644) Meylinin matlubu olmayan bir işte yani talebin olmayan bir işte bu Hakk’tandır diye cebri olursun.

---------



Yani nefsine hoş gelen menhiyatı icraya koşar, ve kudretini sarf eder, fakat nefsine hoş gelmeyen evamir-i ilahiyeyi, terk edip yani ilâhi emirleri terk edip “ne yapayım, bu benim için mukadderdir” dersin.

Şu hale nazaran senin bir ihtiyarın olduğu ve senin bu ihtiyarının senin üzerine kazâ-ı ilâhiyi celp eylediği meydandadır.

---------

(645) Peygamberler dünya işinde cebridirler. Kâfirler de âhiret işinde cebridirler.

---------

(646) Peygamberler için âhiret işi ihtiyaridir, câhiller için dünya işi ihtiyaridir.

---------



Peygamberler ve peygamberlere tâbi olanlar dünya işlerini zor ile istemeyerek yaparlar. Çünkü yemede ve içmede ve nikâhta mevtın-ı dünya ahkâmına tebâiyet zaruridir. Yani dünya yaşantısında tabi olmak zaruridir. Ahiretin işlerini seve seve yaparlar. kâfirler ise, hayatı ancak hayat-ı dünya olarak bildiklerinden, dünya işlerini seve seve icra ederler. Ahiret işlerine asla yanaşmazlar.

Din ve âhiret sözlerini hurafeler addedip asla dinlemek istemezler. Böylece âhiret işi peygamberler ve onlara tâbi olan mü’minler için ihtiyaridir, ve kâfirler onların isrine/yoluna tâbi olanlar, yani onların yolları üzerine tâbi olanlar câhiller içinde ihtiyâri olmuş olur. Yani kendi istekleri ile olmuş olur.

---------

(647) Zira her bir kuş kendi cinsi tarafındadır, o geriye ve can ileri ileri uçar.

---------



Yani her bir kuş kendi cins tarafına uçtuğu gibi, kesif ten ahkâmına tâbi olan küffâr, örtücüler küfür ehli ve cühelâ câhiller, Zât’ı Hakk’tan uzak ve geri olan âlem-i kesif-i dünya tarafına uçar, ve ruh-u lâtif ahkâmına tâbi olan, enbiya ve mü’minler ise, Zât-ı Hakk’a yakın ve mertebe-i şehâdet ve misâl âlemlerinden ileri olan âlem-i lâtif olan ruhâniyet tarafını uçarlar. Lâtif olan ruhâni âlem tarafına uçarlar.

---------

(648) Kâfirler siccin cinsi geldiklerinden dünya zindanı içinde hoş âyîn geldiler.

---------

Siccin” tabiat ve kesâfetiye unsuriyye âlemidir, “siccin” cehennemde bir tabaka derler, tabiat ve kesafet-i unsuriye yani unsur âlemidir, tabiat âlemi kesif âlem bu âlem, yani anâsır-ı erbaa diyorlar yani dört unsur, kâfirlerdeki ruh dahi hayvaniyet mertebe-sinden ileri geçemediği, böylece âlem-i kesafet cinsinden bulunduğu cihetle zulmâni bir zindan olan dünya için, güzel âdet olarak geldiler. Kâfirlerin dünyaya güzel rüsum, yani resim ve âdet olmaları dünyayı imâr ile meşguliyetleri dünyanın her bir hazzını ve zevkini yerine getirmeleri hasebiyledir. Dünyanın ma’muriyeti ise dünya için bir hoş ayindir.

İmdi küffar Hakk’tan ve âlem-i illiyyinden gafil olarak dünyayı şenlendirirler.

---------

(649) Peygamberler illiyyin cinsi olduklarından yani yücelikler cinsi olduklarından illiyyin tarafının canı ve kalbi oldular.

---------



Yani peygamberler ve onların tâbiinleri âlem-i kesâfet ahkâmında müstağrak olmayıp yani orayla gark olmayıp oraya dalmayıp, yani kesâfet âlemine dalmayıp, âlem-i latif, ervâh ile münasebetkar olduklarından bu ruhaniyet âleminin canı ve kalbi oldular ve bu âlemi şenlendirdiler.

---------

(650) Bu sözün nihayeti yoktur, fakat biz gene o kıssanın tamamını söyleyelim,

---------



Yani a’yân-ı sâbite âleminden itibaren her ferdin dünyadaki ve berzahtaki ve cennet ve cehennemi cismanideki ahvalini beyan etmeye başlarsak bunun nihayeti gelmez zira bunu söylemek tecelliyat-ı esmaıye-i ilâhiyeyi söylemektir, tecelliyat-ı esma-ı ilâhiyenin de nihayeti yoktur, böylece kıssaya rücü edip bu mevzuyu bitirelim.

---------



Buradan vezirin halveti terk etmekten müritleri bölümüne geçiyor.

---------

Bir İsevi veziri varmış aslında Musevi imiş ama İsevi gibi gözüküyor, o günkü İsevileri bozmak için türlü türlü oyunlar kurmuş onun özelliklerinden bahsediyor.

Mevzumuz ayan-ı sabitelerin hakikati ve bizler gerçek ma’nâda varmıyız, yokmuyuz diye konumuz buydu. Bir bakıma hakikatle-rimiz itibariyle bizler yokuz, a’yân-ı sâbitelerimiz tarafından baktığımızda yokuz, yani fenâfillah mertebesine kadar olan seyrimizde Âdemiyet mertebesindeki varlığımızdan Âdemiyetimizi idrak etmek suretiyle var oluşumuzdan nihâyet İbrâhîmiyet Museviyet, İseviyet, mertebelerine geldiğimiz yolda da İseviyetin hakikati yani fenâfillâh’ın hakikati itibariyle de yoklarız. Orada yok olmamız gerekiyor. Ama Muhammedi hakikatler itibariyle de var olmamız gerekmektedir.

Ne şekilde, Hakikat-ı İlâhiye Bakâbillah hükmü üzere var olmamız gerekmektedir. Yalnız bu var oluş daha evvelce terk etmiş olduğumuz beşeri bireysel irade-i cüzziye ile değil, bakın burası çok mühim, hakikat-ı ilâhiyenin yani İlm-i ilâhiyenin bünyesinde İlâhi birer cüzziyet ama kül ile birlikte bir cüzziyet olarak tekrar hakiki varlığımızın ortaya çıkması ile var olduğumuz, böylece bilinmesi gerekiyor ki, kişilik varlıklarımızın kemâli böyle oluşmaktadır. Yani bir mertebe itibariyle ayniyiz, bir mertebe itibariyle de gayriyiz. Ayniyetimiz de var gayriyetimiz de vardır. Zaman zaman gayriyetimiz ile yaşamaktayız, zaman zaman da, ayniyetimiz ile yaşamaktayız.

İşte kim ki bu iki mertebeyi birlikte yaşamakta onlar bu dünya da kemâl ehli, ehl-i kemâl olarak yaşamaktadırlar. Yani tek bir yönde ağırlık vermeden bazıları dediler ki tenzih mertebesi itibariyle Allah yukarılardadır, kulu Hakk’tan ayırdılar, bâzıları dediler ki kul hiç yoktur Hakk vardır sadece bazıları dediler ki evet bütün âlemde Hakk’ın zuhurundan başka bir zuhur yoktur, ancak insan denen varlık “suret-i ilâhiye üzere mahlûk olduğundan” hakikatleri itibariyle, nefisleri itibariyle değil, emmâreliği itibariyle değil, hakikatleri itibariyle vardırlar, işin hakikati de budur. İşte bu oluşturulmaya çalışılan mevzudur, hangi yönümüz ile yokuz, hangi yönümüzle varız, onu belirtmektedir, Cenâb-ı Hakk cümlemize bunlar ve bunlar gibi bilgilerin en geniş ma’nâda idraklerimize yazdırması, sığdırması ve yaşatması düşünce arzu ve isteğiyle inşeallah bu akşamki sohbetimize de son verelim.

-------------------

Ehli sünnet vel cemaat’ın Kaza ve Kader hakkındaki genel yorum ve anlayışını internetten indirdiğimiz sayfalardan okuyalım, daha sonra başka kaynaklardan yolumuza devam edelim.

-------------------

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

Kazâ ve kader meselesi sadece islâmiyetin var oluşundan bu yana insanların zihinlerini yoran bir mesele değildir. Yani Kazâ ve Kader hükmü islâmiyetle başlamış bir hüküm değildir. Nedir, insanlık ile başlayan bir meseledir. Bilâkis bu konu islâmiyetin varlığından önce de sonra da bütün ilim ve fikir ehlinin zihinlerini meşgul eden son derece önemli, bir o kadar da karmaşık bir mesele olmaya devam etmiştir. İşte peygamber efendimiz kader hakkında konuşan bazı sahabe-i kiramı gördüklerinde soruyor ne konuşuyordunuz diye kazâ ve kader hakkında dedikleri zaman efendimizin yüzü kırmızılaşıyor. Yani biraz sertleşir gibi oluyor, bu hususta münakaşa etmeyin bu konuda konuşmayın diyor.

Çünkü gerçekten de guruplaşmaların yani mesheplerin kaza ve kader anlayışı üzerinde daha ziyade yoğunlaştığı anlaşılıyor. Diğer hususlarda fazla teferruat olmadığından fazla bir ayrışma olmuyor ama, esas ayrışmalar düşünce ve tavırların değişmesi kazâ ve kader hakkında oluşmaktadır. Bu konu açıldıkça derine inildikçe her bir konunun birbirini düşündürdüğü bir mevzu. İslâm mütefek-kirleri arasında uzun uzadıya giden anlaşmasızlıklara ve tartışmalara sebep olan, “bakın islâm alimleri arasında mütefek-kirleri arasında” uzun uzadıya giden anlaşmazlıklara ve tartışma-lara sebep olan çözülmesi güç anlaşılması zor bir mesele haline gelmiştir.

-------------------



İşte kaza ve kader hükmünün anlaşılması için en lüzumlu olan mesnet yani ölçü mertebeleri bilmektir. İlâhi mertebeleri bilemez isek kazâ ve kader hükmünü tamamen çözebilmemiz mümkün değildir. İşte bu mertebelerin varlığıdır ki, her bir gurup kendi bulunduğu anlayışı içindeki mertebeyi o mertebenin kader anlayışını genel kader anlayışı olarak kabul ettiklerinden diğer bölümleri inkâr etmektedirler. Bulundukları mahalde haklıdırlar, ancak tüm olarak haklı değillerdir. Yani herkesin kader hakkında fikir yürütmüş olan her meshebin kendine ait mertebelerde haklılıkları vardır ama, bir mertebededir, ancak onlar bu bir mertebeyi, bütün mertebelere, yani kazâ ve kaderin tamamı budur, dediklerinde yanılmalar olmaktadır, kendi bulundukları yerin aşağısında ve yukarısında olan sorulara da cevap bulamadıkları için, çünkü tek mertebeden bakılınca bütün mertebelere cevap verilemez. Bu cevabı da bulamadıklarından gene kargaşa hüküm sürmektedir. Ama o gurup kendilerine ait bildikleri, bir bilim sistemini çaresiz olarak, Yani bu kader anlayışı böyledir diye. kabullenmektedirler.T.B.

-------------------

Kader meselesi güç anlaşılır bir mesele haline gelmiştir bu konu hakkında sadece bizi ilgilendiren ve bilmemiz gereken kadarı o kadar da uzun ve zor değildir.

-------------------



İşte aynı burada toparlamış bizim aklımız yettiği kadar olanı bize yeter bize daha fazlası da gerekli değil, bunu anlamak da çok zor değildir deniyor. T.B.

-------------------

Peygamber efendimiz bazı meşhur hadislerinde kazâ ve kadere imanı imanın bir esası olarak açıklamıştır. Cibril hadisi olarak bilinen bir hadis-i şerifte Cebrail (a.s.) insan şekline bürünerek ashabı ile beraber oturmakta olan Rasulullah’ın yanına gelmiş ve “İman nedir” diye sormuş, O da Allah’a meleklerine ahiret gününe hayır ve şerriyle kaza ve kaderin Allah’tan olduğuna inanmandır demiştir.

kader ve Kazâ alıştığımız tabiriyle Kazâ ve Kader aslında birbirinden ayrılmayan iki mefhumdur.

-------------------

Şimdi birinde kader ve kazâ bahsetti, alıştığımız tabiriyle Kaza ve kader. Yani bir tabirde kader ve kaza diğer tabirde kaza ve kader. Yani isimlerin yerlerini değiştirerek. Ama bunun hangisi acaba geçerli olanı ayrıca gerçek olanıdır. T.B.

-------------------

Aslında birbirinden ayrılmayan iki mevhumdur, yani kaza ve kader, fakat kaza ve kaderi anlatmadan önce bu meselenin temeli olan irade nedir, külli ve cüzzi irade ne demektir, halk kesb ilişkisi nasıl olur, sorularına cevap vermek gerekir. Halk etmek ve kesb etmek yani kazanmak irade-i külli ve irade-i cüzzi ne demektir.

İrâde nedir; insanın iki tip fiili vardır, birisi kendi istemesi ile ilgili yaptığı fiillerdir, buna ihtiyari iradeli isteyerek ve bilerek yapılan fiiller denir. Bunlar kitap okumak yazı yazmak oturup kalkmak gibi işlerdir, bu fiillerin karşılığında sevap almaya veya azap görmeye hak kazanırız, diğeri ise insanın irade istemesinin dışında meydana gelen zaruri fiillerdir. Bunlara refleks hareketleri ve nefes alma gibi fiiller örnek gösterilebilir. Bir davranışı yapabilme tercih edip gerçekleştirebilme yapılabilecek iki şeyden birini diğerinden ayırıp o şeyi gerçekleştirmeye irade denir. Kelâm alimlerince insanda bulunan irade iki kısma ayrılmıştır, külli irade cüzzi irade.

Külli irade; bu irade insanda mevcut olan bir yetenektir fiilen ortaya çıkmadığı veya bir şey ile fiilen ilgisi olmadığı müddetçe buna külli irade denilir. Bu irade insanın bir işi yapmasına veya yapmamasına vasıtadır. Cüzzi irade külli iradenin potansiyel hareket edebilme ve yapabilme kabiliyetinin bir işi yapmak için o tarafa eğilmesi demektir. İnsanlar kendi istek ve iradeleri ile bir şeyi yapmak veya yapmamak gücündedirler, cüzzi irade bir işin iki yönünden birini tercih edip seçebilir. Sevaba veya azaba müstehak olmaları belirli şeylerle sorumlu tutulmaları işte bu cüzzi irade bir başka deyişle hür iradeleri sebebiyledir.

İnsan hür bir iradeye cüzzi bir iradeye sahiptir bu irade onun fiillerinin meydana gelmesine tesir eder, fakat fiillerin gerçek halk edicisi AllahTealadır. Bu husus Allah her şeyi halk edendir اَللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَىْءٍ 39/62 ayetinde buyurur. 4/78 ayetinde “Sizi ve yaptıklarınızı halk eden Allah’tır.” Gibi bir çok ayet ile sabitlenmiştir. Allah Teala kullarının iradeli kasıtlı hür fiillerini onların irade ve seçimlerine uygun olarak irade eder ve halk eder. Çünkü mutlak halk eden odur, işte cüzzi iradenin bu manada kavranması gerekir.



Halk yaratma kesb ilişkisi

İfade ettiğimiz üzere Allah (cc) kullarının cüzzi kasıtlı, hür iradelerinden meydana gelen fiilleri onların kendi irade ve seçimlerine uygun olarak irade eder ve halk eder. Bunun bu şekilde olması Allah’ın kullarının fiillerini yaratmaya mecbur olmasından değil, adetullah’ın ve sünnetullah’ın bu şekilde gerektirdiğindendir. O halde fiili bir işi seçmek tercih etmek kazanmak kesb, kuldan kulun seçtiği tercih ettiği ve kazandığı şey ile uygun olarak yaratma, halk Allah’tandır. Kul kasip, kazanan elde eden işinin o şekilde olmasını isteyen Allah’ta halıktır, kulunun dilediği ve kazandığı şekliyle yaratandır. Kul iki yoldan birini seçer. İradesini bu iki yönden hangisine kullanırsa onu o şekliyle yaratır.

Bu ileride anlatılacak olan kader mefhumuna ters bir şey değildir, zira Allah kulun cüzzi hür, kasıtlı, serbes iradesi ile işleyeceği şeyleri ezelde bilmektedir. Aksinin düşünülmesi O’nun ilim sıfatının inkarını gerektirir, bu anlatılanlar doğrultusunda kazâ ve kaderi kısaca açıklayacak olursak;

Kader: Allah Teala tarafından var olan her şeyin bütün mahlukatın ve bütün olayların yaratılmadan önce ezelde yanında korunmakta olan Levh-i Mahfuz adlı kitapta durumları nitelikleri sebepleri şartları ve zamanı gelince sahip olacakları güçleri yetenekleri yapıları yerleri zamanları ile birlikte belirlenmesi düzenlenmesi ve yazılı olması demektir. İşte bu belirleme işine kader denilir. Takdir edilip belirlenen şeylere de mukadder, takdir olunan denilir.

Kazâ: Allah Teala tarafından takdir edilen şeyin varlık madde aleminde ortaya çıkması yaratılıp meydana gelmesi demektir. Kader-Kazâ ilişkisi bu anlamda öncelik ve sonralık göstermektedir, zira önce Kader, Kazâ ise sonradır. Yani önce bir varlık hakkında Allah Teala nın takdiri olur, daha sonra kazası gerçekleşir. Bu varlık madde alemindeki gerçekleşen her olay hem kader, hem de kazadır. Şayet Allah’ın bildiği bir hikmet sebebiyle gerçekleşme-diyse bu kaderdir. Bu iki tarifte geçen her şeyin kaderinin Allah’ın ezeli ilminde olmasının anlamına gelince insanların cüzzi kasıtlı hür serbest iradeleri ile yapmak istedikleri bir şeyi Allah’ın (cc) o kulun bu işi nerede ne zaman nasıl kiminle ve ne şekilde seçeceklerini bilmesi bu bilgisine göre irade etmesi ve zamanı gelince de kulun tercihine göre yaratması demektir. Bu bizim astronomi ilminin vasıtasıyla gelecek sene Ramazan hilalinin veya Ay tutulmasının hangi tarihe olacağını bilmemiz ve zamanı gelince de o olaya şahit olmamıza benzemektedir. Kaza ve kader hakkında bu kadar malumata değindikten sonra velilerin bazı salih insanların bu konudaki görüşlerine yer vermek gerekir.

“Şeyh Muhammed Ziyaettin Hz leri babasının halifesi ayrıca katibi Bitlis’li Mustafa’ya bu konuda bir mektup yazmıştır. Mektubundaki kazâ ve kader ile ilgili bölümleri özetle aktarıyoruz.“

”Ey doğru ve şefkatli efendim, bu konu geniş olarak izah edilmesi gereken bir meseledir, Şafi, Hanefi meshebine mensub alimleri ile diğer bütün meshep alimleri bu konudan söz etmiş hatta bu konu bazı alimlerin helâk olmasına bazılarının da kurtuluşuna sebep olmuştur.” Muhammed Ziyaettin Hz leri mektubuna devamla kazâ ve kader kuldan cüzzi kasıtlı hür serbest iradesini kaldırmaz. Çünkü Allah Teala kulun kendi cüzzi iradesi ile o işi yapacağına ve yapmayacağına hükmetmiştir. Ezeli ilmi ile bilmektedir.

Bu konuya Alaattin Attar da işaret ederek şöyle buyurmuşlardır, müridin zahirde Allah’ın yoluna sımsıkı sarılması kalbini de Allah’a bağlaması demektir. Yani onu saadete kavuşturacak zahiri sebepleri düşünüp emir olunduğu üzere çok çalışıp kendini kötülüklerden koruyacaktır. Hülasa kul zahirde dış sebeplere bağlanıp hakikate Allah’a tevekkül edecektir. Şöyle ki korktuğu şeylerden dolayı vaktinde kapısını kapatıp atını bağlayacak yemeğini yiyecek fakat hakiki koruyan ve doyuranın Allah (cc) olduğunu bilecektir. Ayrıca bu konuda Mevlâna Halid’in bir risale niteliğinde kendisinde Kazâ-Kader, irade-i cüzziye kesb konularının ehl-i sünnet vel cemaat alimlerinin görüşlerinin bulunduğu bir mektup yazmıştır, bu mektuba El ikdul Cevheri farkı beyne kesbeyyil Maturidi ismini vermiştir.

Şeyh Mahmut Ziyaettin Hz leri Bitlisli Mustafa’ya yazdığı Kaza ve Kader konusunu işleyen mektubun sonlarında şunları söylemiştir. Kader konusuna dalma hakkında inceden inceye soru sormak uygun bir şey olmayıp hatta bidad bile denmiştr. Gerçek şudur ki kaderin mahiyeti bir sırdır, Allah Teala’dan başkası bu sırrı kesin olarak bilemez.

-------------------



Görüldüğü gibi buradaki bakış tamamen ehl-i zâhir hükmüyle belirtilen ana hatları ile olan bir kader ve kazâ anlayışıdır, ayrıca kazâ ve kaderin de yerleri değişik olarak ifade edilmektedir. Aslında Kazâ; kader ondan sonra gelir. Çünkü kazâ toplu halde hüküm demektir, kader ise bu toplu halde olan hükmün yani hukukun seneler ve süreler içerisinde miktar, miktar, ayrılmasına zuhura çıkmasına kader denir. Kader miktar demek, kazâ bir bütün hüküm demektir. Yani daha baştan bakış açısı üzerinde durulması lazımdır. T.B.

-------------------



Yüklə 2,1 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin