Örneklerle



Yüklə 5,79 Mb.
səhifə33/58
tarix31.10.2017
ölçüsü5,79 Mb.
#23511
növüYazı
1   ...   29   30   31   32   33   34   35   36   ...   58

*Not: Kısa adı Buyaz olan Bursa Yazın ve Sanat Derneği, 2013 Buyaz Şiir Onur Ödülü’nü Özkan Mert’e sundu ve aynı zamanda Dünya Şiir Günü’nü etkinliğini Özkan Mert’le birlikte gerçekleştirdi. Etkinlikte Özkan Mert’e “Onur Ödülü” plaketi verilirken bu söyleşi gerçekleştirildi.

Söyleşinin kaydedilmesine olanak sunan Nilüfer Belediyesi Kütüphaneler Koordinatörü ve Nazım Hikmet Kültürevi yetkililerinden sevgili Zeynep Terzioğlu’ya teşekkürlerimle.
Çinikitap Dergisi, Mart-Nisan 2013, sayı:17

EŞREF YILMAZ’LA “SALVE” ÜZERİNE

E.Yılmaz:Bu çeviri işi, gereksinimden çok bir iş olarak teklif edilince doğrusu heyecanlanmıştım. Çünkü; ilk kez bir kitaba çevirmen olarak imza atacaktım. Daha önce ilya Çavçavadze'nin "Paris Komünü Düşerken" şirini çevirmiştim ama sadece tek şiirdi o. Kitabı çevirmek tek bir şiire benzemezdi kuşkusuz. Ayrıca Gürcü şiirinden daha önce bir çok çeviri yapılmıştı; ancak değişik şairlerden seçkiler olarak bir araya getirilmiş şiirlerdi. Bir de şunu ekleyebilirim. SALVE kitapta da belirtildiği gibi çok ödüllü bir şiir kitabı...

Ş.Akbaba:-Kitabın adı neden Salve?

E.Yılmaz- Mağradze'nin büyüdüğü evi İtalyan ustalar yapmış ve evin girişine SALVE (hoş geldin konuk) yazısını özel taşlarla yazmışlar. Şair de okurlarına kitabın sayfalarına "salve” diyor.

Ş.Akbaba: “Şiir masada yazılır fakat masada oluşmaz “diyor Mağradze, bu sözünün yaşamındaki karşılığı nasıl olmuştur sence?Yanıtını şairin Petersburg başlıklı şiiri ile birlikte düşünmeni istiyorum”Hava devrim kokuyor/hava kokuyor/Piyonun şahından/korkmuyor çar... “

E.Yılmaz: Şairin "şiir masada oluşmaz" dediği çok doğru. Çünkü yaşamın kendisi dışarda, şair de yaşamı gözlemek durumundadır. Olay ve olgular karşısında şairin taraf yönü şiir için önemli değil.Aynı olay karşısında farklı görüşteki şairler etkili şiir oluşturabilirler. Dato'nun tarafı ya da tarafsızlığı sözünü ettiğiniz "Petersburg" şiirinde kendini ele veriyor.

Ş.Akbaba: Doğrusu,Mağradze'nin şiirleri gibi pırıl pırıl göründüğü halde kolunu ne kadar uzatsan da kolay ulaşılamayacak kadar derin ve ışıltılı birakrsu gibidir. Sanatsal ve yalın... 'çayların ırmağa kavuşması gibi/acı kaderin kattığı cilve/ şehir dışında bir ev! tozlu raflarında Bayron/ sayfasını bal gibi açıyorum/düşüyor benden tozlar düşüyor düşman/ ve ölümsüzlüğe ulaşıyor..." Sorum şu: Sovyetler Birliğinin parçalanmasından sonra bağımsızığını kazanan Gürcistan'ın bağımsızlık marşının da yazarı ve devlet ödülü almış bir şair olarak Mağradze'nin düşün-sanat diyalektiği nasıl biçimlenmiştir sence ve bu yapının şiirlerine etkisi nasıl olmuştur?

Şaban AKBABA

E.Yılmaz: Söylediğim gibi onun şiiri aslında şairinin dünya görüşünü ele veriyor. Şunu kesin söyleyebilirim ki Mağraradze, şiirin, sanatın tarafındadır. Dato'yu yaşamın başka tarafları fazla ilgilendirmiyor. Bu duruş bana göre değil ama ben de şiirin hatırına hoşgörülü olmak durumunda olmamız gerektiğine inanıyorum.

Ş.Akbaba: Gürcistan'ı yakından tanıyan, izleyen birisisin. Emperyalist Rusya, Amerika ve Avrupa ülkelerinden açıkça yardım dilenen Saakaşvili başkanlığındaki Gürcistan 'daki kirli savaşı nasıl yorumluyorsun ve örneğin bu savaşta Mağradze'tutumu nasıl olabilir?

E. Yılmaz: Saakaşvili'nin önceki tutumu ve ilişkileri açısından demokrat ve sol çevrelerden aldığı puan eksidir. Ancak her nedenle olursa olsun bir ülkenin işgali ve dengesiz güç kullanımı asla Rusya'yı haklı gösteremez. Kaldıki Gürcistan'daki muhalif çevre ve partiler, Rusya'nın Sakaşvili'nin gitmesine ilişkin açıklamalarından sonra, Saakaşvili çevresinde kenetlendiler. "O bizim başkanımız, onu biz değiştiririz başkalarının istemesiyle değil," şeklinde bağımsızlık ve demokratik bie tepkiyle Saakaşvili'yle dayanışma içine girdiler. Ne ki; Emperyalizmi ve onun yayılma konusundaki eğilim ve yöntemleri yeteri kadar bildiklerini sanmıyorum.

Mağradze, seçim sırasında Saakaşvili'ye muhalif cephedeydi; ancak sanırım o da geçici bir dönemde ulusal dayanışma lefleksi içindedir.Kendi yorumumu söyleyecek olursam; ABD emperyalizmi karşısında emperyal rüştünü kanıtlamaya fırsat kollayan ve senaryolar üreten RUS emperyalizmi ile ABD emperyalizmi arasındaki Kafkasya'da hegemonya savaşından başka bir şey değil bu savaş. Gerisi ayrıntı ve siyasi yoksulluklardır.

Ş.Akbaba.-Çeviri nasıl biryazın çalışmasıdır?

E.Yılmaz: SALVE kitaplaştı. Dato kitabı eline alınca müthiş mutlu oldu. "Teşekkür" sözünden başka Türkçe bilmiyordu ve yüzüme baktı "teşekküür" dedi. Sonra kitabı elinde göstererek; "es şenia" dedi gayet ciddi bir şekilde. Yani, "bu şenindir" diyordu. Sonrası karşılıklı söyleşi ve şakalaşmalarla kitabı kutlamaya devam ettik dostlarla.

Ben çeviride biçimden çok anlama önem veriyordum çeviri sırasında ama kimi şiirler kendi biçimini adeta dayatıyordu sadık kalmamı. O zaman uymak zorundasınız. Anlam derken üç yönüyle anlamı kovalıyordum çeviri sırasında. Bir, sözcüklerin ve dizenin anlamını; iki, şairin demek istediği ama söylemediği anlamı (dizeler arasında saklı duygu ve düşünceyi); üç, şairin şiiri oluştururken hangi duygular içinde olduğunu imgelem yöntemiyle çözmeye çalışıyordum.Yani benim hayalim devreye giriyordu bir anlamda. Çeviri belkide en zor, en sorumlu biryazın çalışmasıdır ama paylaşım duygusu en yüksek bir çalışma oluşu da galiba zahmetli işn ödülü!..

Ş.Akbaba: Biraz da başka çalışmalara değinelim mi? Tezgâhta neler var? Ayrıca Su Tv'de yaptığın “Suya Kavuşan Dizeler” adlı programın ve ITÜ'deki öğretmenliğinle ilgili gelişmeler nelerdir? Son olarak da Başkanı olduğun Gürcü Kültür Merkezi Derneği'ndeki tasarından da söz eder misin?

E.Yılmaz: Tezgâhta, Kasım ayına doğru çıkacak olan "ŞİİR GÖZLÜ AĞRILAR" adlı şiir dosyam var. İlginç ve birbirinden farklı bölümlerden oluşuyor. Geçen yıl yaptığım "Suya Kavuşan Dizeler" adlı şiir ve sanat programına bu yıl ara verdim. Her yere yetişemiyorum. İTÜ'de haftada on sekiz saat Türk Dili derslerini veriyorum. Ayrıca ; 1 Kasımda başlayarak her ayın ilk Cumartesi olmak üzere "Dünya Şiiri" adıyla etnik şiiri de içine alarak- Gürcü Kültür Merkezi'nde konuklu program yapacağım. Eh zaman kalırsa, biraz da dostlarla -şu an yaptığım gibi- zamanı hoşça yaşamayı sürdürmek istiyorum.
Bursa Kültür Bülteni(Dergisi), Kasım-Aralık 2008, sayı:20 

EŞREF YILMAZ’LA ACIYI BAL EYLEDİK

ŞABAN AKBABA: Sevgili Eşref Yılmaz, bir konuşmamızda bana, "birçok aşkları terk ettik, ama dünya görüşümüzle beslenen dostluğumuzu asla," demiştin. Hiç unutmuyorum. Bu güzel sözünü biraz açar mısın?

EŞREF YILMAZ: Nazım ustanın dediği gibi "yüzünü bile görmediğin insan için ölmek" gibi bir seçeneğin omuzdaşlarıyız. Omuz verdiğimiz bu araba, istediğimiz tepeye çıkana kadar nöbetleşerek el atmamız ve bizden sonra gelenlerin devam edeceğine olan inancımız,elbette bireysel aşklarımızın üstünde toplumsal bir aşktır. Kopmayacaktır. Bireysel aşka insan bilemeden yakalanır, oysa toplumsal aşka birey bilerek girer. Özcesi bizim dostluğumuz bilinçli aşkın beslediği bir dostluktur.

ŞABAN AKBABA: "Çocuklar da Yazar." Bu senin ilk kitabın. Güzelim öğretmenliğinin son yıllarından damıttıklarınla yazın yaşamına geçişinin arakesitini anlamlandıran bu yapıtınla ilgili neler söylemek istersin? Çocuklar da yazar mı gerçekten? Aslında çocuklar kadar büyükler de okusun diye yazdığın bu kitabının asıl öznesi çocuklar... Neden özellikle çocuklar?

EŞREF YILMAZ : O dönemlerde çocukların içten duygularını 'mizah' konusu yapan yayvan bir tür "Dikkat Yazılı Var" vb. kitaplar beni rahatsız etmişti. Bilinçli bir şekilde çocuklarla alay ediliyordu. Okurlar da bilinçsizce onlara eşlik ediyorlardı. Öğretmenlik mesleğimin bendeki pedagojik anlamını; ’çocukları adam yerine koymak' olarak özetleyebilirim. Ayrıca onlar, "kıral çıplak" diyecek kadar billur, yalansız ve tek yüzlüdürler. Onların bunca temiz duygu ve düşüncelerinden, veya düş dünyalarından sanat, edebiyat aracılığıyla insanlık için yararlanmak düşüncesi içimde yer etti. Çocukların kendi edebiyatları için 'büyüklere' bir önerme yapabileceklerine inandım. Kitabın adının iki anlamı vardı; birincisi, birçok 'yazara' "çocuklar sizden daha iyi ve güzel yazabilir" diyordum, İkincisi, çocukların özgüvenlerini destekleyerek sanat ve edebiyat yönünde coşkulandırıyordum.

ŞABAN AKBABA: Yaşamının son otuz yılının en yakın tanıklarından biri olarak; saçlarında ve yüzünde taşıdığın tablonun bir adının da "sabırlı hüzün" olduğunu düşünüyorum. Birçok insanın akimın bile alamayacağı yalnızlıklarını çoğaltarak yüreğinin rengini değiştirdin. Hüzünle sabrın, dirençle hüznün kitabını yazdın, desem pek de abartmış olmam. Böylesi bir diyalektiğin adı oldu “Yürek Rengi”; şiirleşti sabrın, hüznün ve direncin... Senin için nasıl bir kitaptır o; yüreğinin renginde mi?

EŞREF YILMAZ: Yüreğimin rengini değiştirmedim, sadece rengin farkında olmayanların farkındalığını artırdım. Bedeli dediğin gibi yalnızlıklarım oldu. “Yürek Rengi”, gerçekten sabrın ve direncin yanında yalnızlıklarımın ürettiği -güya gizlemeye çalıştığım- hüzünden oluşuyor. Evet, yüreğimin rengindedir ancak; sesi kısıktır biraz. Şiir sestir bana göre, onun için sesi cılız çıkıyor diyorum. Şiir günlerinde şairlerin çoğu ilk kitabından şiir okumazlar. Ben de öyle yapıyorum. Yürek Rengi, genç bir kitaptır.

ŞABAN AKBABA: Bursa'nm Kemalpaşa'sından kalkıp İstanbul adlı dalgalı denize attın kendini. Uzun bir dinginlikten sonra yaşamın alabora yüzüne geçtin. Hangi düşlerle göçtün oraya; İstanbul nasıl bir kent, seni nasıl etkiledi? Sanatsal üretim ve tüketim bağlamında İstanbul'un dışında (taşrada) ya da içinde olmanın herhangi bir farkı var mı??

EŞREF YILMAZ: İstanbul'a beni "Doğumu geç kalan /çırak düşlerim/ büyür mü dersin?/ Başım güneşe erer mi?"soruları yoİladı desem abartmış olmam sanırım. Bu sorulan hem kendime hem çevreme sordum da geldim. Bu kısa dizeler "Yürek Rengi" nin ilk sayfasında var. Gelişim sadece Bursa'dan değil. Tüm Anadolu'dan geliyorum duygusu ve coşkusu vardı içimde. Sanki Anadolu'da ekip biçtiğim, harman ettiğim buğdayı İstanbul'un insan da öğüten değirmeninde öğütmeli ve pişirmeliydim. Doğrusu pek de iyi karşılanmadım. Geldiğim ilk günlerde dışarıda -arabada- yattım. O günlerde şu şiiri yazmıştım; "Anadolu'm sana çocuk doğurur/ Sen çocuklan seversin/ Kasabın koyunu sevdiği kadar/ Beni sevme / Kalsın / Seni İstanbul seni..." Kasım 1999 İst.(Yürek Rengi s. 10) İstanbul, her şeyin merkezi; sanayinin, sömürünün, proleteryanm, edebiyatın, sanatın, güzelliğin ve çirkinliğin, kalabalığın ve yalnızlığın kenti...

Sevgili Şaban Akbaba, iyi ki İstanbul'da değilsin dostum. Güzel bildiğin birçok şeyi, kişiyi sen hala güzel biliyorsun. Ne güzel! Bunlar bir yana, İstanbul çok etkileyici, yararlanmak isteyen için her yer üniversite. Sanatsal- kültürel etkinliklerin yoğunluğu, kişiye katkı sunuyor Ben çok yararlandım kendimi geliştirme anlamında. Sanatsal üretim ve tüketim bağlamında taşrayla İstanbul arasındaki fark burada.

ŞABAN AKBABA: Uzun yıllar var ki, yazm-sanat etkinlikleri düzenliyorsun İstanbul'da. Sanki İstanbul'a gidişinin amaçlarından biri buydu. Ya da İstanbul bunun için seni çağırdı? Neler yaptın, neler yapıyor, nasıl yaşıyorsun?

EŞREF YILMAZ - Kısa sürede edindiğim sanat ve arkadaş çevresi beni etkinlikler düzenlemeye itti desem daha doğru olur. Sanki bir eksiği tamamlamam gerektiğine inanmaya başladım bulunduğum çevrede.Yaz mevsimini saymazsak üç yıldır yazm-sanat etkinliğini sürdürüyorum. Her yıl farklı tema ile yapıyorum programları. Önce dünya ünlüleri(şiir)ni sıra ile tanıtmaya çalıştım. Geçen yıl da “toplumcu gerçekçi sanat”ı tartışmaya açtım. Şimdi ise; bulunduğum yazm-sanat çevresindekilerin tanımadıklarına ve bilmediklerine emin olduğum konuları (Gürcü edebiyatı örneğin) programıma aldım, İstanbul dışında özveriyle yazm-sanata emek veren adsız kahramanlar ve unutulan veya unutturulanlar gibi konular var programımda.

ŞABAN AKBABA; Gerek teorik birikimin gerek İstanbul deneyimlerin ne gösteriyor bize? Genelde sanatımızın, özelde şiirimizin durumu nedir, nereden gelip nereye gidiyor?

EŞREF YILMAZ: Sanat adamlarının, sanatı üretecek yeteneklerin beyinleri üzülerek söylüyorum ki; postmodemizmin işgali altında. Sanat, yazın ve ekinsel alanları zehirli bir sis gibi yavaş ama sürekli felç ede ede dolaşıyor, yayılıyor. Bu üstten yayılan bir şey! Dipte ve derinlerde de faşizmin korkulu hayaleti yatıyor. Postmodemizmle faşizm aynı patrona hizmet ediyor. Ancak umutsuz değilim. Sanatın yaşamı yeniden üreten, üretirken değiştiren, dönüştüren gücüne güveniyorum. Sanatın varoluş nedeni bu değil mi asıl!

Şiirde de durum farklı değil; bireyin aşkı, bunalımları, sözcük oyunları, martılar vd... İkinci yeni’yle başlayan bozulma yada toplumsallıktan uzaklaşma, postmodemizmle doruğa çıkmış durumda. Devrimci kırk kuşağı'm filizlendirerek yeni döneme uygun (soran, sorgulayan, sarsan ve coşkulandırarak öneren) bir şiir gerksinimi var sanıyomm.

ŞABAN AKBABA; Hayalleri büyük, düşleri güzel, düşünceleri devrimci bir şairimizsin. Birkaç arkadaşının da yazılarıyla yer aldığı "Savaşın, Şairin, Kimliğin Sorgulanışı" adlı kitapta, bir şair olarak şairin, bir devrimci olarak aydının toplumsal anlamını, işlevini ve çağdaş yaşamdaki yerini sorguluyorsun. "Yazar yalnızca yapıtlarına karşı sorumludur... yalnızca kendisi için yazar" diyen postmodernistlerin bu yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsun? Bir yazar, şair, aydın nasıl olmalı, nerede durmalıdır?

EŞREF YILMAZ:Hakkımda söylediğin güzel sözler, yaşamımın anlamını ifade ediyor aslında. Karşıdan, toplum tarafından böyle görülmem kimliğimin oluşumudur. Kimliğimin verdiği sorumluluk beni eğitmeye devam ediyor. Ben de sanatımla yaşamın ve topumun değişmesine, dönüşmesine katkı vermeye çalışıyorum. Yazar toplumdan alarak yazıyor, yani topluma borçlanıyor. Bir tür ödemesi gerekli bir borç... Doğaldır ki yapıtlarına da karşı estetik anlamda sorumludur. Değil mi ki; birey ve toplum üzerinde etkili bir aracı (sanatı) eline almış, öyleyse onu toplum için kullanmak sorumluluğunu da üstlenmiş. Kaldı ki; bir şair yazdığı şiiri bir kişiyle bile paylaşsa, artık o şiir toplumsallaşmıştır. Şiir mi? Şiir sestir. Sizden çıkan bir ses bir başkasını ya üzmüştür, ya rahatsız etmiştir ya da sevindirip coşkulandırmıştır. Sesi ağzınıza geri alamazsınız. Olumlu ya da olumsuz etkisinin sorumluluğu size aittir. Sonuç olarak; sanatçı-aydın, söylemiyle eylemiyle kimlik bütünlüğü içinde toplumun önünde durması gerektiği gibi durmalıdır. Ancak öyle öyle acılar bal olabilir. Ama esas olan, acıyı bal eylemek değil, gerçek balı yiyebilmektir.

Bursa Kültür Bülteni(Dergisi), Kasım-Aralık 2008, sayı:20 

ARAP YAZARLAR BİRLİĞİ BAŞKANI ALİAKLE ORSAN’LA BURSA’DA BİR GÜN

Haziran ayının son haftalarıydı. TYS Antakya Temsilcisi, dostum Mehmet Karasu aradı ve Asya - Afrika Yazarlar Birliği Başkanı, Suriye eski Kültür Bakanı ve yine benim de dostum Ali Akle Orsan ve eşi hukukçu yazar Nazmiye Ekrad beni ve şahsımda Buyaz'ı ziyaret etmek istediklerini söyledi. Büyük bir hoşnutlukla kendilerini davet ettim. Dostluğumuzun nereden geldiğine gelince; en az üç kez Antakya Edebiyat Günleri'nde buluşmuş, her kezinde de birkaçar gün birlikte olmuş, birbirimize kitaplarımızı imzalamış, aramızda son derece de saygın bir dostluk bağı oluşturmuştuk.

Geldiler. Terminalde karşıladım ve kahvaltı için İnkaya Çınarı'na götürdüm. Çay- gözleme eşliğinde güzel bir sabah söyleşisi yaptık. Ama ondan önce çınarı incelediler. Osmanlı tarihi üzerine üç ciltlik çalışması olan Ali Akle Orsan, çınarla OsmanlI'nın tarihsel bağını kurdu oracıkta.

Bir gün kalabileceklerdi. Bunu önceden bildiğim için kısa bir Bursa gezi ve ziyaretleri planlamıştım. Bunu Mehmet Karasu'nun tercümanlığıyla kendilerine anlattım. Uygun buldular, hoşnut oldular.

Çınarlı kahvaltıdan sonra onlara Bursa'nın kurulduğu Hisar ve Pınarbaşı bölgelerini gezdirdim. Oradan Tophane'ye indik. Osman ve Orhan Beylerin türbelerini ziyaret ettikten sonra I. Murat Camisi'ne geçtik. Gördüğü her tarihi kalıt için söyleyeceği bir sürü sözü vardı Orsan'ın.

Kente indiğimizde Fehmi Enginalp'e uğradık, Alp Kültür Merkezi'nde yaptığımız etkinliklerden ve Buyaz'dan söz ettik. Daha sonraki etkinliklerimiz için kendilerini davet ettiğimizi söyledik, kabul ettiklerinde büyük bir sevinç ve mutluluk duyduk. Öğlen saati olduğu için Fehmi Bey öğlen yemeğine davet etti, ama tarihi bir yerde kahve içmek istediklerini belirttiler. Bunun üzerine hep birlikte Koza Han'a gittik, birer Türk kahvesi ve soğuk Bursa suyu içtik.

OsmanlI'nın Bursa'da yaptığı ilk cami olması nedeniyle, hemen hemen tüm konuklarımı olduğu gibi Suriyeli konuklarımı da Orhan Camisi'ne götürdüm, sonra da doğal olarak Ulu Cami'ye...

Ulu Cami'de yaşadığımız bir olay anlatılmaya değer bir üzüntü nedenimiz oldu. Birçok bölümü onarıma alınan camiyi gezerken Ali Akle Orsan'ın gözleri, uzak ve büyük pencerelerin geniş girintisinde Kur'an okuyan iki kişiye takıldı. Daha sonra anlayacaktım ki, gözleri değil, kulakları takılmış. Çünkü Kur'an okuyan da, öğreten de yanlış okuyor, yanlış telaffuz ediyorlarmış. Çaktırmadan bir süre onları dinledikten sonra, karşılarına geçti, işaret ederek Kur'an'ı okumak istediğini, iyi dinlemelerini belirtti ve yeğni bir sesle okumaya başladı. Tam o sırada, onların yanında oturarak Kur'an dinleyen üçüncü kişi ansızın kayboldu ve az sonra bir başörtüsüyle geri geldi, örtüyü Ali Akle Orsan'ın eşi

Nazmiye Ekrad'ın başına atmaya çalıştı, örtmesini istedi. Nazmiye hanım bunu sert bir yüz anlatımı ve beden diliyle reddetti. Ne ki bizimki örtüyü örtmekte kararlı ve ısrarlıydı, yeni bir hamle daha yapınca Nazmiye Hanım yüksek sesle bir şeyler söyleyerek hızla camiden dışarı çıktı. Bunun üzerine,

-Yaptığını beğendin mi amca? diye sordum.

-Ben ne yaptım ki... diye yanıtlamaz mı?...

-Ne yaptığını görmedin mi? Beğendin mi ettiğini?

-Evet ama, ben dinimizin emrini yerine getirmeye çalıştım.

-Yani sevap kazanmak istedin değil mi?

-Eveeet.

-Ama eminim ki seni cehenneme götürmeye yetecek kadar bir günah kazandın.

Adam sanki son peygamberden sonra gönderilmiş son peygamberdi ve dinimizin emrini uygulamaya gelmişti. Yazık oldu! Çünkü Nazmiye Hanım bir daha içeri girmedi.

Cami avlusunda öbek öbek dinelen, tesettürlü genç kızlar vardı. Onları göstererek, nasıl karşıladığını öğrenmek istedim, sordum, Mehmet Karasu çevirdi: “Bizim bazı bölgelerimizde böyle, ama yine de bu kadar değil.”

Ulucami'den sonra Yeşil'e geçtik. İslami Eserler Müzesi, Yeşil Cami, derken Yeşil Türbe'yi gezmek istedik, ama ne yazık ki aylardır, belki de yıllardır süren onarımı bitmediği için içine giremedik, önündeki şildini okumakla yetindik. Ali Akle Orsan oradaki bilgileri okuyunca dönüp Karasu'ya bir şeyler söyledi. O arada bize de bakıyordu. Karasu'ya sorduğumuzda, Orsan'ın Mehmet Çelebi'den söz ettiğini, Şeyh Bedrettin olayını anımsadığını, Mehmet Çelebi'nin bu olayda büyük bir kıyım yaptığını ve bu olayın kötü bir tarihsel anı olduğunu, söyledi. Haklıydı.

Yeşil'deki camlı kahvede birer kahve içimi Bursa görüntüleri izledikten sonra konuklarımı aldığım yere, terminale götürdüm ve akşamın alacasının sabahın şafağıyla buluşacağı yerde yeniden buluşabilmek dileğimizle yolcu ettim.



Bursa Kültür Bülteni, Eylül-Ekim 2008, sayı:19

KİTAPLARIYLA BURSA ÖTESİ

GÜLSİM CENGİZ İÇİN SÖYLENMİŞTİR

-Gülsüm Cengiz’in otuzuncu sanat yılına armağan-
1/

GÜLSÜM CENGİZ ŞİİRİNİN ALTI UNSURU

ve YASAK SEVDA SÖZCÜKLERİ

Şiir, eğer, insanın en duygusal yanının, en soylu duyarlılığının, en insani içtenliğinin şiir estetiği bağlamında dışavurumunun sanatsal bir formatıysa; ondan bu özelliklerine uygun davranmasını beklemekten daha doğal ne olabilir ki.

“Şiir, hayır, politik olamaz, bir biçimde de olsa politikayla ilgilenemez, politikaya araç edilemez, vb. safsatalara kulak verecek değilim. Şiirin kendisi politik bir çıkış ve duruştur çünkü. Diğer edebi, sanatsal türler arasında ve meta fetişizminin vahşi saldırıları karşısında kendini var edebilmek ve yaşatabilmek için kendince politikalar geliştirmekte ve uygulamaktadır. Kapitalizm tarafından insanın hadımlaştırıldığı, duygularının formatlandığı, bilincinin bulandırıldığı bu hoyrat zamanda şiirin hâlâ yaşıyor olmasının bir nedeni de bizatihi şiirin kendi politikalarının başarısıdır.

Şiire ulaşıncaya kadar kültürel dengeli beslenmesini doğru okumalar, gözlemler, toplumsal eylemler ve vicdani hesaplaşmalarla yürüten; yaşama ve yaşanılanlara sırtını dönmeyen bir şiir poetikası ve sanat politikasıyla şiirinin estetiğini kurma kaygısında olan iyi şair de öyle. O da özgünlüğü yakalayabilmek, biçem oluşturabilmek, şiir dünyasında kendine saygın bir yer edinebilmek ve şiiriyle toplumsal etki yaratabilmek politikasının peşindedir.

Bir tür şaire gelince… O da her ne kadar bu ve benzeri yaşamsal, nesnel ve öznel durumlardan kaçmaya çalışsa da varlığını kanıtlayabilmek, sürdürebilmek için genel geçer şiir poetikasından uzaklaşarak binbir çeşit politik örgütlenmeler içine girmektedir. Bu tür şairin bizatihi kendisi kendi şiirini pratik yaşamın zorluklarından kaçırabilmek, en iyi, en doğru şiiri kendisinin yazdığını kanıtlayabilmek, diğer şairleri tu kaka edebilmek; kendini ve herkesi şiirin suya sabuna dokunmaması, şiirin yalnızca estetik ayak oyunları oynaması gerektiğine inandırabilmek ve böylece bir yerlere yaranabilmek için zekice/aptalca politik ayak oyunları oynamakta; şiirin vicdanını kanatmaktadır. Kaldı ki dünya ve ülkemiz şiirinin gelişme seyrine ve ulaştığı yere baktığımızda bu yönlü poetikaların da politikaların da iflas ettiğini görüyoruz. Çünkü yaşam ve insan, birey ve toplum, doğa ve sanat kendini geri istiyor şiirden. Yaşam, kendi içini boşaltmak isteyen şiirin de şairinde yüzüne tükürüyor. Hatta bunu, öncelikle ve özellikle, yaranılmak istenen güçler yapıyor. Kullanıp atıyor.

Kısacası şair; duygu farkındalığı, duyarlığı yüksek ama aynı zamanda yaşam ve insan, birey ve toplum, doğa ve sanat adlı altı unsuru yadsımadan bir potada eriterek şiirler yazmayı başaran, her durumda en iyi, en güzel, en doğru adına muhalif kalan kimlik ve kişiliktir. Ötesi laf salatası, karın ağrısı ve bağırsak gurultusudur. Dönemleri ve devamları itibariyle toplumcu olmayan hangi şair Neruda’dan, Nâzım’dan, Ahmet Arif’ten fazla okunmuştur? Bu şairlerin şiirinde altı unsurun diyalektik ve organik bütünlüğünü sağlayabildiğini ve tam da bu nedenlerle kalıcı olduklarını söylemekte hiçbir sakınca yoktur.

Hırant Dink’i, o barış insanını, ürkek güvercini gözümüzün önünde vahşice, haince, alçakça öldürmediler mi? Bu ölüm bu ülke halklarının ölümü değil mi? Ayşe, Sadife, Gülden, Necla ve Sevgi; Bursa’daki fabrika yangınında ihmallerin, insan yerine konmamanın sonucu olarak, göz göre göre yanarak can vermediler mi? Yanmaktan daha büyük acı veren hangi ölüm biçimi var? Bu yangın bu ülke kadınının yaşam hakkına, varlığına bir saldırı değil mi? On bir yaşındaki çoban Ünal Cila, Uğur kaymaz, Ceylan Önkol Tunceli’de “yanlışlıkla” denerek vurulup öldürülmediler mi? Bir şair böyle bir ülkede yaşıyorsa, bir şiir böyle bir ülkede yazılıyorsa; bir biçimde bütün bunlarsız olamaz. Oluyorsa şair olamaz, şiir olamaz; şairi şair, şiir de meşru sayılmaz. Yasak Sevda Sözcükleri’ndeki bazı şiirlerini bu isimlere ithaf etmiş Gülsüm Cengiz. Onları yaşamış, onların savaşımına omuz vermiş, onları şiir aracılığıyla da yaşatmayı başarmış.

Dahası: Kirlenmiş insanları, kirlenmiş yöneticileri, kirli sermayesi, kirli kapıların ardındaki trilyonluk soygunları, vurgunları, kirli sokakları, sokaklarda vurulanları, fabrikalarda ve ritüellerde sömürülenleri, dağlarda kurşunlananları, tersanelerde vinçlerin altında kalıp ezilenleri ve bir de cezaevlerinde ahlaksız yasaların hükmüyle çürütülmeye terk edilenleri var bu ülkenin ve dünyanın. Tümünden haberli, bütün bu nedenlerle düşleri bile yananların acılarını, ağrılarını, sancılarını duyumsayabiliyor. “Güneşsiz havasız kalan demir,/ demirken paslanır, tahta çürür, taş erir…/ Ya insan nasıl yaşar güneşsiz ve havasız?/ Tavandan sarkan ampulün sarı ışığı/ tutabilir mi gün ışığının yerini?/ Girebilir mi havalandırma borusundan içeri/ yağmurdan sonraki toprak kokusu/ ve ilkyaz rüzgârının taşıdığı çiçek tozları?/ Ya insan nasıl yaşar insansız;/ eli bir insanın eline değmeden,/duymadan kulakları bir insanın sesini?”(s.60)

Gülsüm Cengiz’in şiiri yaşamın şiiridir; insanın, bireyin, doğanın, toplumun… İnsanın doğasında olanı, etkileşim içinde olduğu unsurları şiir estetiğiyle gösterme çabasının ürünüdür. Ancak öyle olununca şöyle bir şiir yazılabiliyor:

Ateş edin/ topraktaki karıncaya/ filizlenen ilk çimene/ üstündeki çiy tanesine./ Ateş edin/ ilkyaz esintisine,/ rüzgârla fısıldaşan yaprakların sesine./ Ateş edin/ rüzgârın kanadında uçan çiçek tozuna/ -neden döller yaşamı-/ Ateş edin/ yaşayan, soluk alan her şeye/ özgürleşmiş beyinlere, sevdalı yüreklere/ olduğunuz için korucusu/ zulmün ve sömürünün./Ateş edin/ ama bir kez düşünün;/kurşunlar,/ durdurabilir mi suyun akışını,/ yasaklar,/ yanlış ve yargısız infazlar/ önleyebilir mi doğmasını güneşin;/ neden bunca kırmızıdır rengi/ ateş çiçeklerinin/ ve çoğalmaktadır her geçen gün/ geleceğe sevdalanan çocukların sayısı…”(s.79)

Hıfzı Topuz şöyle diyor Gülsüm Cengiz için: “Bilinçsiz insanların rahatını kaçıran kadın. Mangal yürekli ana. Devrimci Türk şiirine yeni bir ses getiren şair. Acı çekenlerin, işkence görenlerin, geleceğe umutla bakanların, yarınlara güvenenlerin, baharı ve barışı özleyenlerin şairi.” “…Ah, bu toz duman,/ bunca yalan/ ve bu yaman çelişki/ burkuyor yüreğimi…//Gökyüzünde her gece/ parlayıp sönen binlerce fişek/ kaç yoksul evine ekmek?/ Neyi örter bu görkemli gösteri?/ Kaça satılır bir böbrek?”(s.55)

Nâzım Hikmet, Enver Gökçe, Ahmet Arif damarından gelerek bugün dahi bu geleneğin onuru, gururu ve birikimiyle şiirinin estetiğini kuran Gülsüm Cengiz dünya şiiriyle ve evrensel değerlerle de bağını koparmıyor. Bunu yalnızca insan üzerinden değil, gelenek üzerinden de gerçekleştiriyor. Kendi özgün ve gür sesinin egemen olduğu şiirlerinde hep bir Brecht kokusu duyumsamış, Neruda tadı almış, Lorca izi de bulmuşumdur. “Ay aydınlık/ gün karanlık/ ay doğuyor usulca/ gümüş bir tepsi gibi.// Aya bakıyorum umutla;/ takılır da gözlerin/ ayın aynasında/ buluşuruz diye orda.”(s.102)



Yasak Sevda Sözcükleri’nin dili; yasak, güneş, özgürlük, umut, sömürü, gülümseme, acı, rüzgâr v.b. gibi sözcüklerle estetize edilen yaşamın, toplumun, ezilen bireyin dili ve isteğinin tercümanı gibidir. Bu ve benzeri sözcüklerin, soru işareti ve üç nokta gibi noktalama işaretlerinin sembolize ettiği bir felsefeyle sanatı ve yaşamı yönetmek, değiştirmek, güzelleştirmek isteyen renkli, dirik ve varsıl bir sanat anlayışıyla haşır neşir durumdayız. İster yapısal, ister varoluşsal değerlendirme kriterleriyle bakılsın; Gülsüm Cengiz şiiri, anlam sunma ve sezdirme, çok yönlü yorumlama ve anlaşılabilir olma özelliğiyle, söz dizimi, düzgün anlatım yeteneği ve buluş niteliğindeki dizeleriyle kendine özgü bir şiir. En başat özelliğiyse yalın olmasıdır. Aynı zamanda öz ve biçim, estetik ve içerik; diğer bir deyişle “altı unsur” dengelerinin iyi kurulabilmiş olması nedeniyle de geniş okur kitlelerini ilgilendirecek bir yelpazeye sahiptir.
2.

DİĞER ŞİİR KİTAPLARI VE TADIMLIK ŞİİRLERİ


Gülsüm Cengiz’in Eylül Deyişleri, Sevdamız Çiçeklenir Zulada, Mayısta Üzgün Gönlüm, Akdeniz’in Rengi Mavi ve Silinsin Diye Yeryüzünden Savaş Sözcüğü. adlı diğer şiir kitaplarındaki şiirler için de aynı kanıdayım. Hep hüzünlü, ışıklı, hep rengârenk, hep dirençli ve hep umutlu. Bu kitaplarından da tadımlık örneklerle selamlamak istiyorum Gülsüm Cengiz’i.

Eylül Deyişleri’nden “…// Yazmasıyım bir kızın/ bir kamyonun kasasında/ türküsünü söylerken/ uçurumdan yuvarlanan/ boğulan bir derede/-Köyünden çok uzakta-// Örterim yüzünü/ kırmızı duvak gibi/ on beşinde bir kızın/ gelin olmadan ölen./ Kan içinde saçları/ kan içinde oyalarım,/ oyalarım kan içinde…”

Sevdamız Çiçeklenir Zulada adlı kitabından: “…//Âşık bir bülbül dokuyor geceyi/ batırıp yüreğine/ gülün dikenini/ kana boyuyor tan yerini.”

Mayısta Üzgün Gönlüm’den: “…// Ozanım/ acısını kadının/ umudunu/ sevdasını yazarım./ Kadınım/ yaşadıklarımdır/ yazdıklarım…”

Akdeniz’in Rengi Mavi’den: “...// ben, bir mahkumun karısı/ kavgada arkadaşı, Odyssues’u otuz yıl/ nasıl beklediyse Penelope/ Truva savaşına gittiğinde/ beklerim seni öyle/ sabırla ve dirençle./ Göğüs gerip güçlüklere/ dinlerim yüreğimin sesini/ seni beklerim, seni beklerim./ -Sürer yaşam senden uzakta,/ yasaklar ayırır da bizi/ birleşiriz kavgada-/ Ben bir ucundan tutarım hayatın/ sen bir ucundan/ yükselir yarınlara ellerimizde.”

Silinsin Diye Yeryüzünden Savaş Sözcüğü adlı kitabından:”…//Ayağa kalkıp hep birlikte/ göstermeliyiz sokakların gücünü./ Bir türkü söylemeliyiz bir türkü /hak arayan, direnen insanların/ birlikte söylediği; türkü/ silinsin diye yeryüzünden /savaş sözcüğü.”
3.

ÇOCUKLAR İÇİN BİR HAZİNE: 84 GÜLSÜM CENGİZ KİTABI


Gülsüm Cengiz seksenden fazla çocuk kitabının yazarı. Çocukluğu olmayan yazın ve sanatın büyüklüğü de olmaz çünkü. Büyükler için iyi ürünler veren şair, yazar dostlarıma söylediğimidir: Öncelikle yarınımız değil, bugünümüz olan çocukları en iyi ürünlerimizle buluşturamazsak, onların kültürel dengeli beslenmesini sağlayamazsak, iyi birer okur olmasına giden yolu açamaz ve onları okumaktan haz duyan bireyler olarak yetişmesine katkı yapamazsak, yarın, en güzel ürünlerinizi bile okuyacak okurlarınız olmayacak. Gülsüm Cengiz, çocuk kitaplarının tümünü bu bilinçle kalem almış, gerçek birer sanat ürünü ortaya çıkararak çocuklara sunmuştur. Üstelik o en büyük idealini, yalnızca ulusal düzeyde değil, birçok dile çevrilen, birçok ülkede okunan, yüz binlerce, milyonlarca kitabıyla evrensel düzeyde de yaşama geçirmiştir. İnsandan, daha çok da çocuklardan umudunu kesmeyen bir şair: “uyu çocuğum uyu/ sil gözünden korkuyu//.Umut şimdi çocuğum/ ne iyilik perisinde,/ ne kurnaz keloğlanda, / ne sevdalı bey kızında./ Umut sende çocuğum / senin gibi insanlarda./ -Uyu da çabuk büyü –
4.

DOĞAYLA EL EL (K)OYUN (K)OYUNA


Gülsüm Cengiz’in acelesi var. İnsanlığın, çoluğuyla, çocuğuyla bir an önce kendine yakışır bir yaşama kavuş(turul)ması gerekiyor. Bu yüzden; yaşadıklarını, gözlediklerini, duyduklarını ve duyumsadıklarını hemen algılayabilmek için bütün duyargalarını açık tutuyor. Algıladıklarını amacına uygun olarak hemen dönüştürebilmek ve yaşamı güzelleştirebilmek için de pek çok anlatım ve iletişim kanallarını birlikte kullanıyor. Şiirlerinden, denemelerinden, gazeteciliğinden, programcılığından, çocuk kitaplarından başka Makas Kesmez İğne Dikmez, Olmasa Ellerimiz, Hepimiz Çevreciyiz ve Yaşamın İzinde Kadınlar adlı oyun kitapları yazması da bundandır herhalde. Özellikle Hepimiz Çevreciyiz adlı oyunu; onun doğayla birlikte kapitalizme karşı verdiği savaşımın, onurlu direnişinin bir anlatımı ve sanatsal sunumudur.
5.

KADINLAR İÇİN GÜLSÜM CENGİZ EMEĞİ


Kadınlar İçin Söylenmiştir/ anadolu’da kadınların şiirli tarihi adlı kapsamlı bir antolojisi var. Üniversitelerin, enstitülerin bile güç başarabileceği veya hiçbir biçimde yeltenmedikleri bir işi başarmış Gülsüm Cengiz. Oldukça kapsamlı çalışması için çıktığı yolculukta karşısına gelen ilk önemli verimler Gılgamış ve Homeros destanları, Dede Korkut Hikâyeleri ve bu yapıtlarda destanlaştırılmış çok daha eski, sözlü halk verimleridir. Ayrıca Kybele, Demeter ve İştar gibi Anadolu tanrıçaları için yapılmış anıtlardaki anlatılar da çalışmasına kaynaklık etmiştir.

İnsanlığın ilkel toplumdan köleci topluma evrilmesi ve tek tanrılı dinlerin ortaya çıkmasıyla kadın erkeğe eşit, hatta önder durumundaki toplumsal konumunu yitirerek ikinci sınıf insan konumuna düşmüş ve çeşitli amaçlarla kullanılmaya başlanmıştır. Bu olgunun ilk destansal anlatısının kahramanıysa Enkidu adlı kadındır. Enkidu; kadınları Kral Gılgamış’ın azgın cinsel saldırılarından ve evlenmek üzere olan genç kızları da Kralın “ilk gece hakkı”ndan koruyabilmek için, tanrı Zeus’un, Gılgamış cinsel arzularını istediği kadar tatmin etsin diye, onun kullanımına sunmak üzere yarattığı kadındır.

Ve ilk kadın şair Akad Kralı Büyük Sargon’un kızı Enhuduanna’yla(mö.2300) tanıştırır bizi. Hemen ardından da, şiirinde Navirtum adlı kadını överek yüceltmeye çalışan ilk erkek şair Ludingirra’yla. Ludingirra’dan çok sonralarıysa(mö.600) kadın şair Sappho’yla…. Böylece sürüp gelir günümüze kadar “anadolu’da kadınların şiirli tarihi.”

Dünya kadın şairlerinin ve kadınlar için yazılmış 6000 yılın şiirlerinden seçmelerin yer aldığı yapıtı için kendisi şu değerlendirmeyi yapmaktadır. : "20 yıl süren bu çalışmanın amacı; insanlık tarihinin başından bu yana Ege'den Mezopotamya'ya, Karadeniz'den Akdeniz'e kadar yaşadığımız coğrafyada çeşitli evrimlerden geçmiş kadın yaşamlarına şiirli bir tanıklık sunmak... Şiirlerin yazıldığı dönemlerdeki toplumsal ilişkilere, değer yargılarına, kadının toplumsal yaşam içindeki yerine, kadın erkek ilişkilerine, kadın yaşamlarına ışık tutabilmek... Kadınların yaşam koşullarını ortaya koyarken; değişme istek ve çabalarına, bu uğurda verilen mücadeleye, direnç ve umuda da tanıklık etmek... Kadının ya da daha doğru bir söyleyişle insanın özgürleşmesi için yapılan etkinlikler ve yürütülen mücadele için bir kaynak oluşturabilmek... Kadının cins olarak da emekçi olarak da sömürülmediği bir dünya kurma ve insanın özgürleşme mücadelesine küçük de olsa bir katkı sunabilmek için..."


6.

RUHİ SU’DAN GÜZEL BİR MİRAS DAHA


Gülsüm Cengiz Ruhi Su kültürünün de bir mirası ülkemize. Ruhi Su’nun Dostlar Korosu’ndan beri türkü söylemeyi sürdürüyor. Çocuklar için, büyükler için, kadınlar ve ezilenler için durup dinlenmeksizin şarkılar söylüyor.


ŞİFRELER KİTABI: CİCOZ

Şifreler kitabı:

Cicoz’u okurken kutsal kitaplar çağrışımına yakalandım. Tıpkı onlarda olduğu gibi kitabın değişik yerlerine saklanmış şifrelerin olduğunu gördüm ya da duyumsadım. O şifreleri çözebildiğimiz ölçüde kitabı bütünüyle ve çok daha iyi kavrayabileceğimizi düşündüm. Örneğin içindekiler. Gizemli, görsel bir tablo. Altısı ana, biri başlangıç olmak üzere yedi bölümden oluşan kitapta yılın her ayına bir öykü… Altı ana bölümün başlıkları aslında aynı anlama gelen altı sözcük. Hepsi de çocukların oyun aracı olan Milli’yi Cilli’ye anlatır: Mazı, Gülle, Misket, Bilye, Cicoz ve Ceviz

Böylece, öykülerin derinliğinde saklı ilk gizli şifrenin çocuk olduğunu düşündürüyor insana. Her bölüm başlığı doğrudan doğruya çocukluğa gönderme yapıyor, hatta ona bağlıyor yaşamın esrik ve rol yanını.

İlkay”dan “Sonay”a öyküleri izleyerek giderken yolumuz günün zamansal bölümlerine uğruyor ve her bölüm bir öyküye ad oluyor: Sabah, Şafak, Kuşluk, Bünbatımı, Güneş, Gece, Yarıgece, Öğle, Öğleüzeri, Akşam.

Öykülerin derinliğinde saklı ikinci şifreyse zamandır. İlkay başlıklı öyküyle başlıyor zamanları toplayan, biriktiren süreç. Hakkı adlı genç adamın Sarayköy’e gelmesiyle başlıyor. Kanına işlediğini söylediği tiyatro aşkıyla bir rol arayışına girmesi, komün biçiminde yapılanmış Sarayköy Belediye Tiyatrosuna ulaşması, işe(tiyatroya) alınması için başvurmak istediği Tiyatro Yönetmeni Hakkı’yla kısa bir süreliğine yüzyüze gelmesi, onu yitirmesi ve aramaya başlamasıyla sürüyor. Anlar ve zamanlar onun Hakkı’yı ya da belki de kendini aramasıyla olağanüstü ve gizemli anlamlara bürünüyor. Hakkı’nın bir hurdacıya sığınması, Turgut’u da yanına alarak bir süre onunla oyalanması, onun ölümüyle çılgına dönmesi, Tiyatrocu Hakkı’lıktan Derviş Hakkı’lığa dönüşmesi, camiye kapaklanması, camiden çilehaneye geçiş yapması, en sonunda kendi yapıp ettiği, besleyip büyüttüğü tiyatroyu yakması, “sır doktorluğuna” soyunması, ama en sonunda dostluk adlı kavrama sığınması, Turgut’un mezarına girmek isteyişiyle, Sonay adlı öyküye, oradan da okurun düşüne ulaşıyor. Anlar, zamanlar bitmiyor, süreç tamamlanmıyor, sürüp gidiyor… Kendini arayanın istediği sona ve sonuca, yani kendine bir türlü ulaşamaması gibi bir şey.

Her ana bölümün başlangıcındaki bir sayfada yer alan küçük, şiirsel, gizemli metinlere de dikkat etmek gerekiyor. Arasından öyküler çıkarıldığında, iç-dış ses uyumu, müzikalitesi olan tek gövde bir şiir. Metinlerin her biri iki bölüm. Toplam beş “kuyu”, iki “çukur”, iki “karanlık” sözcüğünün anlamlandırdığı metinler bütünü yaşamın ve tiyatronun görünen gerçekliğinin öte yüzünü imler gibidir. Yaşamın öte yüzüne dair şifreler.

Bir başka şifre de kuyu… Günlük yaşamın inişli çıkışlı gerçeği, sorunlu yapısı, çıkmazları insan ruhunda derin çukurlar, kuyular açıyor. Cicoz’da böylesi bir dışavurum olayı var. Ayrıca yitirilen güzel değerlerin, yeri doldurulamayan dostların bir daha geri dönmemesi, insanın verili koşullar içinde kendi çukuruna gömülmesi, ölenlerin mezar çukuruna konmasıyla birleşince kuyu simgesi daha yoğun bir anlam kazanıyor. Hakkı’nın en benimsediği dostlarından Turgut’un ölümü, onun son derece de zayıf bir anına denk gelmesiyle ruhunda çok derin çukurların açılmasına neden oluyor. Ruhundaki ve gerçek yaşamdaki mezarlar derinleştikçe derinleşerek kuyu özelliği kazanıyor.

Açıklanmış şifreyse tiyatrodur. Tiyatroyu yaşama biçimi olarak gören bir yazarın, tiyatroyu yaşam biçemi olarak kabul etmiş oyuncuların, tiyatro tutkunlarının serüvenlerini öykü tadında yeniden üretmesi az bulunur bir yazar davranışıdır. Kısacası Cicoz, tam anlamıyla tiyatroya özgülenmiş öykülerden oluşan bir yapıttır. Öyküde tiyatro, tiyatroda öykü… Cicoz’un yazarının kurgusal amaçlarının olduğunu da düşünüyorum. Yaşamın iyiye, güzele evrilmesinde sanatın da ciddi etkisi, katkısı olabilir. Böylece ideallerin gerçekleşme şansı artar. Bu sırada bireyler verili koşulların sevimsiz sıkıntılarından, kirli psikolojisinden kurtulup kendilerini bulur, kendileri olurlar. Bu arayış rol yaparken bile sürüyor. Gerçekle düş, gerçekle rol, roldeki düş, görünen- görünmeyen insan halleri, tinsel yapı ve gerçek kişilik gibi ikili yapılar, çatışmalar biçiminde yürüyen süreç zıtların birliğine ulaşıyor. Tiyatro dışı konuşmalarla rol konuşmaları(tiratlar) öylesine birbirinin içine giriyor ki oluşan karmaşada yolunu şaşırıyor insan. Bilmece gibi. Bu bize, parçalanmış yaşamın parçalanmış kişiliklerini, çatlamış, yarılmış psikolojilerini de açıklıyor. Bu özelliğiyle Cicoz’un psikolojik olduğu kadar sosyolojik değer taşıyan bir yapıt olduğunu düşünüyorum.

Romansı öykü kitabı:

Hakkı kişiliğinin ve rolünün, tiyatro kültürünün ve tiyatro yaşamının gizli ya da açık bütün öykülerde kendini duyumsatmasıyla on iki öykülük bir roman okuyormuşuz izlenimine de kapılıyor insan. Yani öyküler özgün yapılar olarak tek tek okunabildiği gibi, süreç, olay, olgular, mekân ve kahramanlar bağlamında tek parçalı bütünmüş gibi de okunabilir. Okur için olağanüstü bir yazın şölenidir bu.

Hakkı’nın hakkı varmış gerçekten:

Hakkı’nın Hakkı’yı aramak üzere yola çıkması ama bulamaması Hakkı’nın iki kişi mi, bir kişiliğin bölünmüş iki hali mi olduğu konusunda da derin bir giz taşıyor. Hakkı aynı Hakkı mı, Hakkı Osman mı ya da Turgut’la Hakkı aynı kişi mi, adı Osman olan, çırçır işçisi kaç kişi var?



İzlekleriyle Cicoz öyküleri:

İzlekler bağlamında Cicoz’un en önemli, ilginç ve yoğun öyküsü İlkay ve son öyküsü Sonay’dır. Cicoz’un neredeyse tüm öykülerine ipucu veren bu iki öyküde üst üste bindirilmiş önemli izlekler var. Tiyatro-yaşam eytişimini ders niteliğinde veren izlekler…

Örneklemek gerekirse, “tiyatro aşkı” için İlkay, s.14: “…Tiyatro kanıma işlemişti, bırakmam olanaksızdı… bir yandan üniversite sınavlarına hazırlanırken öte yandan kentteki tiyatro geleneği içinde benim durumumdaki arkadaşlarla ilişkimi sürdürüp yeni deneyimler kazanmayı kuruyordum.”

Halktan kişilerin özellikle insanca işlere imza atabilecekleri gerçeği için s.14-15: Gorki’nin emekçilerine benzer insanlardı orada karşılaştığım tiyatrocular. Bunlar nasıl tiyatro yapabilirdi ki? Maden, fırın, sanayi kuruluşu falan yerine yanlışlıkla burada olmadıklarına göre altından nasıl kalkıyorlardı bu işin?... Patır patır gülen, seslerini inceltseler de kaba saba konuşan insanlardı. Öğle aralarında nefeslerini kıyılmış soğan karışacağı, gülüşlerine maydanoz gölgesi düşeceği, sonra parmaklarını kütletecekleri de kesindi, ama ne bileyim insanı yadırgatacak ölçüde içtendiler, sokak köpekleri gibiydi hepsi de, peşlerine takıldıklarına, karşılık beklemeksizin kendilerini bırakışlarıyla.”

Söz konusu tiyatronun bel kemiği, kişiliği ve ruhu olan Hakkı Baba izleği için, s.15-16: “Herkes ya ‘Abi’ diyordu ya da ‘Hakkı Baba’ diye sesleniyordu ona. Güner Sümer’in bir oyunundan kalmış bu ad ona… Kimdi bu Hakkı, nereden tozuyup gelmiş, Sarayköy toprağına düşmüştü de tohumunu çatlatıp filizlenmişti? Anlamıştım, taşranın aykırısıydı bu adam.”

Ülkemizde sanatın ve tiyatronun aslında bir komünist erdemi olduğuna, Sarayköy Belediye Tiyatrosunun var olma, varlığını sürdürme ve çalışma biçeminin komünsel erdeme dayandığına dair s.16: “Gece babama Hakkı’yı anlattım. Dinledi, ‘Dikkat et Hakkı,’ dedi sonunda, ‘bu adam komünist olabilir…Tiyatro komünü neydi, tiyatro komünisti nasıl olunurdu, hiçbir fikrim yoktu bu konuda.”

Yaşamdaki olumsuzlukların, sosyo-ekonomik yapının ve onun ideolojisinin insanı insana ve kendine yabancılaştırması başka bir olgu, sanatın ve sanatçının sanatı ve sanatçıyı topluma yabancılaştırması, yalnızlaştırması da başka bir olgudur. Turgut’un Osman, Refik’in Ragıp olmasının ardında yatan giz örneğin… Sabah adlı öykünün temel izleği böylesi bir metafor. “Refik, namıdiğer Ragıp, unutulmaz rolü, alkolik kocadan kalan adı.” (s.25) “Dayım hiç de hak etmiyor küsurat muamelesini! Yine de sona kalması, yaşıyor olması büyük şanssızlık. Bari ölseydi, tiyatrocu bir dayımız vardı derdik ufaklıkla, ölmüş bir dayı ne kadar da onurlandırırdı insanı, hele bir de tiyatrocuysa… Ah dayıcığım, öl artık, n’olursun öl! (s.26)”

Sürücüsüz tiyatrobüsün yolcuları aslında kendilerine doğru mu yolculuk yapıyorlar? Ya da ideallerindeki kendilerini mi arıyorlar? Tiyatro tutkunu, asıl adı Refik olan Ragıp’ın tiyatrocularla birlikte otobüste bulunması, Hakkı’ın Güner Sümer’e dönüşmesi ya da insanın Peygamberdevesi olması, Kafka’nın Gregor Samsa’sı örneği, felsefi bir sorgulamadır aslında. Ben neyim, kimim, nereye, niçin gidiyorum? Ya da kendime ulaşabilir miyim, hangi yollardan? Bütün bunların öykü tadındaki irdelemesi ve yarattığı bireysel özgeleşme Şafak’ta. “Gören de bir halt sanacak. Hani çoluk çocuğun rızkı? Karından utanmıyorsan, bari kızlarından utan, kazık gibi adamsın, yakışıyor mu bu sana köçekler gibi çıkıp sahnede ele güne karşı oynamak? Neymiş tiyatro kuruyormuş, Allahım gelsinler de önce bu herifi tımarhaneye kapayıp beni kurtarsınlar! Her gün git, sabahlara kadar kafa çek, sonra gel kus, batır ortalığı! (s.35)”

Aslında günlük yaşamda da bazen roller ya da gerçekler birbirine karıştırılır. Kimi zaman birşeylerden kaçmak, kimi zaman düşleri gerçekleştirmek kimi zaman da eğlenmek için yapılır bu. Tiyatro bütün bunlara fırsat veren bir yaşama biçimi. Kuşluk adlı öyküde tiyatro oyuncuları günlük yaşamlarında birbirlerine rol isimleriyle sesleniyorlar. İnsanın bitimsiz arayış yeteneğine ilginç bir örnek. Rol içinde bile arayış sürüyor.

Yaşamak aslında oyun oynamak gibi bir şeydir. Yaşam da oyundur. Ya da oyun bir yaşam biçimidir. Oyun oynamak da yaşamak… Bir deniz gezisini bile bir oyun sahnesindeymiş gibi gören oyuncuların isim değiş tokuşları insanın bambaşka bir yönüne vurgu yapıyor sanki. Onun nasıl yanar-döner davranışlar sergileyebileceğine... Bu yeteneği olanları ne yazık ki toplum içindeki oranlarının düzgün olanlara göre çok daha fazla olmasının getirdiği bir sonuç Günbatımı adlı öykü.



Misket bölümünün Güneş’i; kötülükler getiren gece karanlığı bir an önce çözülsün diye güneşi bekleyenlerin öyküsüdür. Bir gemicinin öyküsü… Gece’yse, iz bırakmadan yaşayıp adlarının yaşamasına ortam hazırlayamayanların, Hakkı’nın tutkunu, âşığı olduğu Ragıp’ın götürdüğü Handan’ın ve Handanların öyküsünden ders çıkararak sonsuzluğa ulaşmak isteyenlerin...

Bilye’nin Yarıgece’si, Handan’ın kendisine âşık olduğunu söyleyip duran İsmail’in savı doğrulansın diyedir. Ama şöyle bir durum da var: Rol, gerçeği aldatmaksa, rol değişimi de asıl rolü aldatmaktır. Öyküde asıl aldatan İsmail, aldatılan da İsmail’dir. İnsana dair yaşanmışlıklar… Düşler kurulur, düşlerde aldatır kişi kendini. Düş de bir türlü gerçekleşmeyerek düşleyeni aldatır.

Öğle başlıklı öykü insanoğlunun ikinci kişiliğine vurgu yapmaktadır. Olumlu anlamda bakıldığında ikinci kişilik ikinci kez yaşama şansıdır. Bunun tiyatro sahnesinde gerçekleşme şansı çok yüksektir. Tiyatronun bir sanat dalı olarak insanın kişiliğine katkısı yadsınamaz. Tiyatro yaparak toplum tarafından, rol yaparak yakın çevresi tarafından önemsenen insan, önemsenmesini sağlayan davranışları gerçek yaşamına taşıyarak önemsenmesini sürdürebilir. Gerçekten sanatçı olabilmek böyle bir şeydir işte, böyle olunur. Hatta sanatın(tiyatronun) insanın insanlığına katkı yapması, daha çok insan etmesi de böyle bir şeydir, böyle gerçekleşir. Öte yandan tiyatronun insanı ölümsüzleştirdiğine, çoğalttığına, öleni yaşayanda yaşattığına dair nedenli yetenekli olduğu izleğini de sezebiliyoruz. “Benim yerime nasıl Ömer geçtiyse Hülya’nın yerine de Çiğdem geçiyor ağır ağır. Ne zaman başladı, nasıl gerçekleşti bu? Hülya batarken yüreğimin ufkunda, öteki nasıl fışkırdı güneş gibi öyle, bir anda göz kamaştırarak parladı, biri ölürken öteki doğdu?” (s.90)

Cicoz: Masumiyet bildirisi:

Cicoz, çocuk yazınını çağrıştıran bir isim. Çocuklar için yazılmış bir öykü kitabının ya da romanın adı olabilirdi. Değil. Cicoz, test çözme makinesi haline getirilerek çocukluğunu yaşama şansı elinden alınmış çocuklara ve onların oynaması gereken oyunlara dair sezgisel düzeyde göndermeler kitabıdır. Öte yandan, yazar, öykü aracılığıyla kendini ve okurlarını çocukluğa çağırıyor, oraya götürmek istiyor; o masumiyetin yaşamın her anına ve alanına sinmesini düşlüyor. Bir düşünürün dediği gibi “bütün bir yaşamımız çocukluğumuzdan ibarettir.” İnsan eninde sonunda “Bozuk Düzen”den, sanatsevmez insanlardan, çürümüş toplumdan, ruhsal yapısı bozulmuş bireylerden, karısından hatta annesinden kaçarak oraya sığınacak, orada saklanacak.

Cicoz’da dil-yaşam eytişimi:

Dil-yaşam eytişimi bağlamında Cicoz oldukça tutarlı bir çizgi izliyor. Türkçenin ehil bir kalem tarafından yetkin kullanıldığı, anlatımın en üst düzeyde estetik değer kazandığı, yaşamla bağını sıkıya almış, onun dönüşümüne katkısı olacak başarılı öykülerle donanmış olduğunu görüyoruz.

Cicoz:Çok katmanlı yapı:

Cicoz’un önemli başka bir özelliği de, içinde olay öyküleri barındırıyormuş yanılgısı yaratarak kolayca algılanabilirmiş gibi görünmesine karşın aslında dehlizlerle dolu, girift, çok katmanlı yapısı ve gizemli şifreleri nedeniyle kendini kolay ele vermeyen, tıpkı şiir gibi her yeni okumada bambaşka oylumlarını açığa vuran bir bütünlüğe sahip olmasıdır.

Gençliğe doğru çocuk, yaşanmaışlığa doğru düş:

Sadık Aslankara öykücülüğünde Uykusu Sakız ve ondan yedi yıl sonra gelen Cicoz önemli mihenk taşları. İkisinin ortak noktası gençliğe doğru çocuk ve yaşanmışlığa doğru düştür. Öykülerinde insana ve insan hallerine dair iyi bir beyinsel çabayla sezilebilecek ipuçları veren yazar, “Uykusu Sakız’da çocuklukla yetişkinliği,” Cicoz’da da yaşamla tiyatroyu, günlük davranışlarımızla rolü “ayıran ya da birleştiren gizemli çizgide ustaca geziniyor.” Bir sanatçının, öykücünün başarrması gereken en temel kurgulardan biri saklıdır bu gizemde, okuru biryerlerinden yakalamak ve sürükleyip biryerlere götürmek. Her okurun yakalanması gereken an duyarlı noktası da çocukluğudur. Bunu en üst düzeyde başarıyor Sadık Aslankara. Öyküleri okuyan herkes doğrudan çocukluğunda buluyor kendini. Gizli ve gizemli dilekse, çocukluğuyla buluşabilenlerin bir daha oradan geri dönmemesidir. O zaman yaşamımız daha güzel olurdu çünkü. Ne bencillik ne çıkar, ne öfke ne kin, ne savaş ne de zulüm; oyun-sevgi, sevgi-oyun… Cicoz’un asıl çağrısı budur işte; sanatın da etkin olarak katıldığı bir dünyada tinsel sağlık, güzel duygular, barış, sevgi ve dostluk.

Sanat yaşama dahil ve müdahildir:

Sadık Aslankara öykücülüğünün temelinde yatan felsefe ve sanat ilkesi şöyle özetlenebilir bence: Sanat yaşama dahil ve müdahildir. Asıl unsur insan, asıl izlek insana dair olandır. Sanat yapabilme ve biçem yaratabilmenin başat koşulu öz-biçim dengesini kurabilmektir.

Çinikitap,Mart-Nisan 2010, sayı:2

Yüklə 5,79 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   29   30   31   32   33   34   35   36   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin