II. KAVÂİD İLMİNİN ORTAYA ÇIKIŞI VE TARİHSEL GELİŞİMİ
İslam dininin hızlı bir şekilde yayılması neticesinde yeni muhitler ve farklı insan grupları ile karşılaşılması, aynı zamanda yeni problemlerin de ortaya çıkması anlamına geliyordu. Günlük hayatın normal akışı içerisinde meydana gelen meselelere fakihlerin getirdikleri çözümler ve bunların yol açtığı hukukî yorum ve tartışmalar, ilk dönem fıkıh edebiyatının ana malzemesini oluşturmaktaydı. Doktrinin, bu şekilde meydana gelen hadiselere bağlı bir gelişim seyri izlemesi, onun kazuistik bir metotla gelişmesini sağlamıştır235. Meselelerin bu metodla ele alınarak işlenmesi ve gelişimin bu yönde olması, onun önemli hususiyetlerinden biri olarak kabul edilmektedir236.
İslam hukukunun gelişim seyri ve furû‘ fıkıh meselelerinin incelendiği kazuistik metodun yapısına uygun olarak kavâid literatürü, müstakil bir ilim dalı olarak fıkıh ilminin doktrin ve tedvin yönüyle gelişimini tamamlamasını takip eden dönemde ortaya çıkmıştır237. Müslümanlar arasında kavâid ilminin doğmasındaki etkenlerin başında, fıkıh ilminin oluşum sürecinden itibaren, İslam hukukçularının zihninde ana ilkelere dayanan hukuk anlayışının varlığı ve bu anlayış çerçevesinde ortaya konan zengin bir malzemenin bulunmuş olmasıdır238. Ayrıca furûk literatürü ile birlikte meseleler arsındaki farklar ele alınırken, İslam hukukunun genel ilkelerine ve maksatlarına başvurularak bu meseleler arasındaki farkların kurallara bağlanması yöntemi takip edilmiş, bu da kavâid literatürünün ortaya çıkmasını hızlandıran başlıca etkenlerden olmuştur. Bu sebepten dolayı çeşitli kaynaklarda, önce furûk literatürünün doğduğu, onu kavâid edebiyatının takip ettiği, daha sonra bu iki ilim dalının bazı eserlerde bir araya getirilerek ve bunlara başka konular de eklenerek el-Eşbâh ve’-Nezâir literatürünün ortaya çıkmasına zemin hazırlandığı belirtilmektedir239.
Kâidelerin öncelikli ve asıl kaynaklarının furû‘-ı fıkıh kitapları olduğu, daha sonraki dönemlerde bu kâidelerin müstakil çalışmalara konu olduğunu belirten yorumlar240 esas alınırsa, fıkhî kâidelerin, gelişim seyri bakımından furû‘ ahkâmın olgunlaşmasını izleyen dönemde tespit edilmeleri, bu malzemenin istikrâî bir yöntemle incelenmesi sonucunda bir araya getirilmesi ile izah edilebilir. Bu durum, aynı zamanda İslam hukukunun yapısına da uygunluk arz etmektedir241.
Zamanla belirli merhalelerden geçerek son şeklini alan fıkıh kâidelerinin, fakihler tarafından geliştirilen ictihadların yanında; Kur’ân ve Sünnet’in, usûl-ı fıkıh ilkelerinin, aklî ilkelerin, benzer hükümler arasındaki ortak illetlerin, Şâri‘ Teâlâ’nın hüküm vazederken gözettiği maksatların ve dil kurallarının İslam hukukçuları tarafından tümevarım yoluyla tetkik edilmesi neticesinde tespit edildiği söylenebilir242.
Biz burada kavâid ilminin tarihsel gelişim seyrini, kâideleştirme olgusuna zemin hazırlayan dönem, müstakil tedvin ve istikrar dönemi olmak üzere üç merhalede ele alacağız.
A. Kâideleştirme Olgusuna Zemin Hazırlayan Dönem 1. Fıkıh İlminin Tedvininden Önceki Dönem
Fıkıh mezheplerin yerleşmesinin ardından ortaya çıkan kavâid ilminin ana malzemesini oluşturan materyali ve kâidelerin ilk şekillerini, fıkıh ilminin oluşumunun ilk dönemlerine kadar götürmek mümkündür243. Kitap ve Sünnet’in içermiş olduğu ilkeler, tarih boyunca Müslüman bilginlerin ortaya koyduğu her türlü çalışmanın temelini teşkil etmiş ve İslam toplumunun genel yaşam kültürüne bazen doğrudan, bazen de dolaylı olarak etki etmiştir. Bununla beraber Kur’ân-ı Kerim’in bazı komprime ayetleri ile Hz. Peygamber (s.a.v)’dan rivayet edilen bazı hadisler, Müslüman hukukçuların zihninde kâideleştirme olgusuna zemin hazırlayacak bir yapıya sahip olsa da bunları, özel anlamda kavâid literatürünün ve kâidelerin ilk örnekleri kabul edip kâideleştirmenin başlangıcı şeklinde değerlendirmek, çok isabetli görünmemektedir244.
Resulullah (s.a.v)’ın vefatından sonra gelen Sahabe döneminde küllî kâideler ile ilgili müstakil bir çalışma olmamakla birlikte, toplumun karşılaştığı fıkhî meseleler çözüme kavuşturulurken konu ile ilgili genel hükümler ihtiva eden nassların meselelere uygulanmasında büyük bir mesafe katedilmiştir245. Onların bu konudaki başarıları, şer‘î nasslar ile sürekli iç içe olmaları, Cevâmiu’l-Kelim olan Resulullah (s.a.v) ile uzun süre bir arada bulunmaları ve fıkhın külliyâtına ve genel ilkelerine dair bilgileri ile izah edilebilir246. Şunu da ifade etmek gerekir ki, bu dönemden bize gelen rivayetler incelendiğinde, bunların büyük bir kısmının, sonraki dönemlerde son şeklini alan fıkhî kâideler gibi veciz ifade yapısına sahip olmadıkları görülür247.
Nassların yukarıda ifade ettiğimiz özellikleri, ilk dönemlerden itibaren Müslüman bilginlerin zihinlerinde meseleleri asıllara irca etme ve parçalardan hareketle bütüne doğru gitme mantığı oluşturmuştur. Bunun ilk örneklerini, ilk iki nesilde görmek mümkündür. Sahabe ve Tabiîn bilginlerinden bize rivayet edilen bazı fetvalarda geçen hüküm cümleleri, onların zihinlerinde kâideleştirme mefhumunun bulunduğunu ve kâideleri yeri geldiğinde kullandıklarını gösterir248. Mesela tabiîn bilginlerinden olan İbrahim en-Nehâî’nin (v. 96/715) istidlal yöntemi, buna örnek verilebilir. Onun, hüküm istinbat ederken nassın zahirine ve lafızlarına bağlı kalmayıp nassın ruhuna göre hüküm vermesi, nasslardan fıkhî ilkeler çıkarıp bu ilkeleri sayılamayacak birçok olaya tatbik etmesi, fıkhî asılları anlama ve bunlardan hüküm çıkarmaya yönelik bir çabanın sonucu olduğu görülür249. Dihlevî (v. 1176/1762) de Hammad b. Ebî Süleyman (v. 119/737) için söylenen "Hammâd b. Ebî Süleyman (v. 119/737), insanlar arasında İbrâhim en-Nehâî’nin (96/715) mesâilini en iyi bilendir" sözünü, "İbrahim en-Nehâî’nin fetvalarında seçip takip ettiği küllî kâideleri en iyi bilendir" şeklinde yorumlamıştır250.
2. Mezhep Kurucusu Müctehid İmamlar ve Onları Takip Eden Dönem
Bizim burada inceleyeceğimiz dönem, mezheplerin kurucu müctehid imamlarının yaşadığı dönemden Hicrî 4. yüzyılın başlarına kadar olan süredir. Kavâid ilminin ana malzemesini, Müslümanların ameli hayatını ve hukukî tefekkürünü ortaya koyan fıkıh ilmi ve fakihlerin bu alandaki birikimini yansıtan fıkıh müdevvenatının oluşturduğu251 göz önünde bulundurulursa, bu dönemin, kavâid literatürünün doğmasını hazırlayan malzemenin yoğrulduğu dönem olduğu görülür.
Kurucu müctehid imamlar ve onları takip eden dönemde fakihlerin fıkıh kâidelerini müstakil inceleme konusu yapmayıp bu alanda eser te’lîfine gitmeme sebeplerinin başında, bu kâidelerin onların zihinlerinde açık bir şekilde bulunması ve böyle bir çalışmaya ihtiyaç hissetmemeleridir252. Şah Veliyullah Dihlevî’nin (v. 1176/1762), Abdurrahman b. Mehdî’nin (v. 198/814) "Süfyân (v. 161/778) hadiste imam, sünnette imam değildir. Evzâî (v. 157/774), sünnette imam, hadiste değildir. Mâlik b. Enes (v. 179/796) ise hem hadiste hem de sünnette imamdır" sözünü izah ederken, selefin fetvada ve illetlerin ortaya çıkarılmasında iki gruba ayrıldığı ve bunlardan bir grubun, imamların takip ettikleri küllî kâideleri hıfzederek karşılaştıkları her meselenin cevabını bu kâidelerde aramış olduklarına dair tespiti253 de bilginlerin meseleleri esaslara bağlama çabalarını ve kâidelerin, fakihlerin zihinlerinde bulunduğunu ifade etmesi bakımından önemlidir.
Ayrıca bu dönemde yaşamış olan bilginlerin gündemini meşgul eden başka tartışma konularının -mesela metodolojiye yönelik tartışmalar- bulunması da bu alanda müstakil eserler telif edilmemesine zemin hazırlamıştır. Nitekim usûl-ı fıkhın esaslarının yazı ile tespit edilmesi, zihinsel meşguliyet ve gündemdeki konular ile ortaya konulan ürünler arasındaki ilişkiyi göstermesi bakımından önem arzetmektedir254.
Buna rağmen daha sonraki asırlarda süzülmüş olarak belli ifade kalıplarına kavuşmuş olan birçok kâidenin ilk şekillerinin bu dönemde ortaya konulduğu görülmektedir255. Mustafa ez-Zerkâ’ya göre "şek ile yakîn zâil olmaz", "berâeti zimmet asıldır", "adet muhakkemdir", "zarar izale olunur", "meşakkat teysiri celb eder" gibi bir çok küllî kâide ve hukukî hüküm, bu dönemde nasslardan istifadeyle tesis edilmiştir256.
Zeyd b. Ali’nin (v. 122/740) "el-Mecmû‘"u, Ebû Yusuf’un (v. 182/798) "Kitâbu’l-Harâc"ı gibi ilk kaynaklardan itibaren, fakihlerin kâide ve dâbıtları furû‘ ahkamı izah ederken kullandıkları görülmekte ve bunlara dair bir çok örnek kaynaklarda zikredilmektedir257. Bu dönemde telif edilen kaynaklarda zikredilen kâidelerin, daha çok konuların izahı veya ta’lîlinde kullanıldıkları ifade edilmiştir258.
B. Müstakil Tedvîn Dönemi 1. Fıkhî Kâidelerin Tedvini
İslam hukuk bilimi açısından ileri bir merhale olarak kabul edilen küllî kâidelerin müstakil kitaplarda toplanması faaliyeti, Hicri 4. yüzyılda başlamış, bu faaliyet furû‘-ı fıkhın ve doktrinin gelişimine paralel olarak ileriki dönemlerde daha da zenginleşerek belirgin hale gelmiştir259. İslam hukuk ekolleri teşekkül ettikten sonra doktriner bir hüviyete bürünen fıkıh edebiyatında, zamanla genel yaklaşım ve prensiplerin tespit edildiği eserler verilmeğe başlanmıştır. Bu yüzyıldan itibaren, mezhepte tahrîc ve tercih ehli olan bazı bilginler, meseleci bir metotla işlenen konuları ve mezhep imamlarının istinbat ettikleri muhtelif fıkhî ahkâmı istikrâî bir yöntem ile inceleyerek birbirine benzeyen meseleleri, çıktıkları asla irca ederek bunları kâideler altında bir araya getirme yönünde çaba göstermiş ve bu çabaların sonucunda da müstakil kavâid kitapları te’lîf edilmeye başlanmıştır260. Klasik fıkıh geleneğinde takip edilen meseleci metot içerisinde işlenmiş olan birçok konu arasından bunların tabi olduğu genel prensipleri çıkarmak, hukuk müdevvenatına tam bir vukufiyet ve sağlam bir hukuk mantığının eseri olarak görülmüştür261. Bu sebepten dolayı kâideleştirme çabası, İslam hukukunun gelişimi açısından önemli bir aşamayı ifade eder.
İlk dönem temel fıkıh kaynaklarında dağınık bir şekilde bulunan fıkıh kâideleri, bu metinlere şerhlerin yazılmasıyla beraber daha yoğun bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Bu yoğunluğun artması, şerhlerde furû‘ meselelerin temel metinlerden daha fazla olması ile izah edilebilir262.
Kâideleştirme çabası ilk olarak Hanefi fakihler tarafından başlatılmıştır. Hanefi fakihlerinin re’ye daha fazla yer veren yöntemleri, zamanla furû‘ meselelerin çoğalmasına yol açmış, bu da dağınık olan furû‘ ahkâmı prensiplere bağlama gayretlerini hızlandırarak fıkhî kâideleri tedvine yol açmıştır263. Ayrıca Hanefî fakihlerin, usûllerini inşa ederken mezhep imamlarının furûa dair görüşlerinden hareketle genel esaslar tespit etmeleri de bu mezhep bilginlerinde tümevarımsal yöntemle cüz’îden küllîyi çıkarma zihin altyapısını oluşturmuş, bu da kâideleştirme olgusuna zemin hazırlayan önemli bir etken olmuştur264. Kaynaklarda fıkhî kâidelerin müstakil olarak bir araya getirilmesiyle ilgili en eski bilgi, Maveraünnehir Hanefî fakihlerinden Ebû Tahir ed-Debbâs’ın265, Hanefi mezhebinin tamamını on yedi kâideye dayandırmasıyla ilgili haberdir266.
Rivayet edildiğine göre, Herat’lı Hanefî imamlarından bazıları, Kâdı Ebû Sa‘d el-Herevî’ye267 (v. 488/1095), Maverâunnehir Hanefi imamlarından Ebû Tahir ed-Debbâs’ın, Ebû Hanife’nin mezhebinin tamamını on yedi kâidede topladığını haber vermişlerdir. Bunun üzerine Ebû Sa‘d (v. 488/1095) da Ondan bu kâideleri öğrenmek için Maveraünnehir’e yolculuk etmiş. Âmâ bir zat olan Debbâs, her gece insanlar mescitten çıktıktan sonra bu kâideleri kendi kendine tekrar ederdi. Bir gün cemaat mescitten çıktıktan sonra Herevî (v. 488/1095), bir hasıra iyice sarınmış, Debbâs da mescidin kapısını kilitledikten sonra her zaman olduğu gibi bu kâideleri tekrarlamaya başlamış. Yedinci kâideyi zikrettiği esnada Herevî’yi (v. 488/1095) öksürük tutunca, birisinin içeride gizlendiğini hisseden Debbâs susmuş ve Herevî’yi (v. 488/1095) döverek mescitten çıkarmış. Bundan sonra da bu kâideleri bir daha tekrarlamamıştır. Memleketine ümitsiz bir şekilde dönen Herevî (v. 488/1095), arkadaşlarına ancak öğrenebildiği bu yedi kâideyi okumuştur268. Ancak bu hikâye çeşitli sebeplerden dolayı tenkit edilmiştir269.
Herevî (v. 488/1095), Debbâs’ın Hanefi mezhebini on yedi kâideye irca ettiğine dair haber Şafiî imamlarından Kâdı Ebu Hüseyn el-Merverûzî’ye (v. 462/1070) ulaşınca, Onun da Şafii mezhebini dört kâideye irca ettiğini bildirmiştir. Bunlar: "şek ile yakîn zâil olmaz", "meşakkat kolaylığı celbeder", "zarar izale olunur", "adet muhakkemdir"270.
Hanefî fakîh Ebü’l-Hasan el-Kerhî’nin (v. 340/952), Debbâs’ın bir araya getirdiği on yedi kâideye başka kâideler ekleyerek oluşturduğu otuz dokuz kâideyi toplayan risalesi, elimizde bulunan en eski kavâid kitabı olarak kabul edilmiştir271. Ancak bu risalede yer alan kâidelerin hepsi fıkhî kâide olmayıp, Hanefî imamların bazı furû‘ meseleler hakkında zikrettikleri dâbıtlar ile usûl kâideleri de mevcuttur. Müellif kâideleri "asıl" olarak ifade etmiştir. Ayrıca Kerhî (v. 340/952), zikrettiği bu asıllarla ilgili örnek vermemiş, daha sonra Necmuddin Ebû Hafs Ömer en-Nesefî (v. 537/1143) bunları kısa bir şekilde şerh etmiştir272.
Bâhuseyn, bu dönem bilginlerinden olan İbnü’l-Kâs’a (v. 335/947) ait "et-Telhîs" isminde bir kitabın olduğunu ve bu eserin, kâide, dâbıt ve esaslar ile dolu olduğunu söyler273. İbn Sübkî de (v. 771/1369), "كل ما جاز بيعه فعلى متلفه القيمة" kâidesini zikrederken bunu İbnü’l-Kâs’a (v. 335/947) nispet etmektedir274.
Hicrî beşinci asra gelince, fakihlerin ihtilâf sebeplerini ve bu ihtilafların dayandığı kâideleri açıklamak amacıyla Ebû Zeyd ed-Debûsî’nin (v. 430/1039) te’lîf ettiği Te’sîsü’n-Nazar275 adlı eseri, bu dönemde yazılmış kavâid kitaplarından kabul edilmektedir276.
Kaynaklarda, Hicrî beşinci asırdan yedinci asra kadar bu alanda müstakil eser te’lif edilmediği zikredilmekle beraber, bize bu alanda müstakil bir eserin ulaşmamış olması, konu ile ilgili çabaların kesintiye uğradığı anlamına gelmez. Nitekim bazı müellifler, Hicri altıncı asırda Alâuddin es-Semerkandî’nin (v. 540/1146) "Îdâhu’l-Kavâid" isminde bir kitabının olduğunu "Hediyyetü’l-Arifîn" müellifinden nakletmektedirler277. Ayrıca kâidelerin furû‘-ı fıkıh kitaplarında fıkhî meselelerin izahında sıklıkla kullanıldığı göz önünde bulundurulursa, fıkhî prensiplerin furû‘ eserlerde yoğrularak belli bir olgunluğa ve veciz ifadeye kavuştukları söylenebilir. Bu da kavâid ilminin oluşum sürecinin Hicrî yedinci yüzyılın ortalarına kadar sürdüğünü göstermektedir278.
2. Kavâid Literatürünün Altın Çağı
Hicrî yedinci yüzyılda kavâid literatürüne dair müstakil kaynaklar te’lîf edilmiştir. Bu dönemde ilk eser verenlerin başında, Ebû Hamid el-Câcermî (v. 613/1216), İzzuddin b. Abdisselam (v 660/1262) ve Şihabuddin el-Karâfî’yi (v.684/1285) sayabiliriz.
Hicri sekizinci asır, kavâid literatürü açısından altın çağ olarak kabul edilmiş ve bu alandaki en parlak ve olgun eserlerin verildiği dönem olmuştur279. Bu asırda fıkhî kâidelerin yanısıra Usûl kâideleri ile Arap dili kâidelerine dair eserler de te’lîf edilmiş; böylece her ilim dalına ait özel kavâid kitapları kaleme alınmıştır. Aynı zamanda bu asırda yazılan eserlerde, önceki dönemlerden farklı te’lîf yöntemleri takip edilerek muhteva ve tasnif açısından farklı bir merhaleye girilmiştir280. Bu dönemde Şafiî fakihlerin diğer mezhepler ile mukayese edildiğinde, oldukça fazla eser te’lîf ettikleri de görülmektedir281.
Bu yüzyılda İbn Vekîl (v. 716/1316), İbn Teymiyye (v. 728/1328), Makkarî (v. 758/1357), Tacuddin İbn es-Sübkî (v. 771/1369), Zerkeşî (v. 794/1392) ve İbn Receb (v. 795/1393) gibi bazı bilginler bu alanda eser te’lîf etmişlerdir. Bu dönemde yazılmış olan kavâid kitapları tahlil edildiğinde, eserlerin temelde iki yöntemle kaleme alındığı görülür. Bunları kısaca şöyle izah edebiliriz:
1. Belirli bir tertibe bağlı olmayan yöntem: Bu asrın ortalarına kadar müelliflerin, kavâid kitaplarında belirli bir tertibe bağlı kalmaksızın dağınık bir şekilde fıkhî kâide ve dâbıtları işledikleri görülür. İbn Vekîl’in (v. 716/1316) el-Eşbâh ve’n-Nezâir’i buna örnek verilebilir282.
2. Tertibe bağlı telif yöntemi: Bu dönemin ikinci yarısından itibaren, belirli bir yönteme bağlı olarak te’lîf edilen kavâid kitapları ise üç grupta incelenebilir:
a. Furû-ı fıkıh sistematiğine göre te’lîf edilen eserler: Bu tarz eserlerde fıkıh bâblarına göre "kitâbu’t-tahâre", "kitâbu’s-salât" gibi bâb başlıkları altında konu ile ilgili kâideler ve dâbıtlar zikredilmiştir. Bu yönteme İbn Receb'in (v. 795/1393) "Takrîru’l-Kavâid ve Tahrîru’l-Fevâid"i örnek verilebilir283.
b. Kâidelerin küllîliği ve genelliği göz önüne alınarak yapılan tasnif: Burada ilk olarak fıkhın tamamını kuşatan kâidelerden başlanarak daha alt kâide ve dâbıtlara geçilmiştir. Buna, Tacuddin b. Sübkî’nin (v. 771/1369) "el-Eşbâh ve’n-Nezâir"i örnek verilebilir. Bu telif yöntemi daha sonra kavâid literatüründe en çok benimsenen metod olmuş, Suyûtî (v. 911/1505) ve İbn Nüceym (v. 970/1562) gibi müellifler eserlerini bu yöntemle kaleme almışlardır284.
c. Alfabetik sıra takip edilerek yapılan tasnif: Bu asırda takip edilen üçüncü yöntem ise alfabetik olarak kâide ve dâbıtların zikredilmesidir. Buna, Zerkeşî'nin (v. 794/1392) "el-Mensûr fî’l-Kavâid" adlı eseri örnek verilebilir. Ancak bu metod sonraki asırlarda pek kullanılmamıştır285.
Hicri dokuzuncu asırda te’lîf edilen eserlerde, bazı yeni kâideler ve furû‘ örnekler zikredilse de bir önceki dönemin özelliklerini taşıdıkları görülür. Bundan dolayı bu dönem kavâid literatürü açısından önceki dönemin taklidi ve tekrarı olarak değerlendirilmektedir286.
C. Tedvin Sonrası Dönem 1. Önceki Birikimin Derlendiği Dönem
Hicrî onuncu asırdan Mecelle’ye kadar olan bu dönem, kavâid literatürü açısından te’lîfâtın en çok olduğu ve olgun eserlerin ortaya konulduğu dönem olarak kabul edilir. Bu dönemde kâidelerin ifade tarzları berraklaşmış ve tasnifleri belirli bir sistematiğe kavuşmuştur. Suyûtî (v. 911/1505) ve İbn Nüceym’in (v. 970/1562) "el-Eşbâh ve’n-Nezâir" adlı eserleri, bu dönemin karakteristik özelliklerini taşıyan ve kendilerinden sonra kaleme alınan kavâid kitaplarına esas teşkil eden iki eserdir. Aynı zamanda bu dönemde manzum kavâid eserleri de yazılmaya başlanmıştır. Malikî bilgin Ali b. Kasım ez-Zekkâk’ın (v. 912/1506) "el-Menhecu’l-Muntehab" adlı eseri, bunun güzel bir örneğidir287. İslam hukukçularının bu alanda ortaya koydukları eserler incelendiğinde, dönemin genel olarak Suyûtî (v. 911/1505) ve İbn Nüceym’in (v. 970/1562) eserleri çerçevesinde şekillendiği görülür. Bunların yanında ez-Zekkâk’ın (v. 912/1506) "el-Menhecu’l-Muntehab"ı da bu dönem te’lîfâtına yön vermiş önemli bir çalışmadır. Ayrıca bu kitaplara bağlı kalınmadan telif edilen müstakil kavâid kitapları da bulunmaktadır288.
Önceki kitapların yöntemlerini takip eden bu dönem bilginleri, birçok şerh, tahrîc, ta’lîk ve ihtisarlar yazarak zengin bir malzeme ortaya koymuşlardır. En çok eser veren Hanefî fakihler olup, İbn Nüceym’in (v. 970/1562) "el-Eşbâh ve’n-Nezâir’ine yazılan şerhler ve ta’likler neredeyse diğer mezheplerin eserlerine denk olacak miktardadır. Şafiî ve Malikî hukukçulara nisbetle Hanbelî’ler, daha az eser te’lîf etmişlerdir289.
Bu dönem eserlerinin bir kısmı, geçmiş asırlarda yazılmış olan bazı eserleri manzum hale getirmek şeklinde olmuştur. Bu tür eserlerde bazı kâidelerin ifade şekillerinin, şiire uygunluk için değişikliğe uğraması bir kenara bırakılırsa; kâideleri manzum hale getirmekle nahiv, akâid, usul gibi diğer ilim dallarında olduğu gibi, eğitim öğretim esnasında, öğrencilerin meseleleri daha kolay bir şekilde ezberlemelerini sağlayarak istifadeyi arttırma amacı güdülmüştür290.
2. Mecelle ve Kanunlaştırma Çabalarının Olduğu Dönem
Şimdiye kadar bahsettiğimiz bu kıymetli çalışmalar, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye komisyonu kurulup fıkhî kâideler belirli bir tertip çerçevesinde düzenlemeye konulana kadar tam bir istikrar kazanmış değildi. Fıkhî kâideler istikrar ve ifade yapısının son şeklini, Mecelle ile kazanmıştır. Mecelle’yi yazan komisyon, Mecelle’nin başına özellikle İbn Nüceym’in (v. 970/1562) el-Eşbâh ve’n-Nezâir’i ile Ebu Said el-Hadimî’nin (v. 1176/1762), Mecâmiu’l-Hakâik’i gibi kaynaklardan yararlanarak küllî kâideleri koymuşlardır. Bu çaba, kâidelerin hem fıkhî çalışmalarda işlevselliğine ivme kazandırmış, hem de başka ülkelerdeki kanunlaştırma çabalarına model teşkil ederek yeni düzenlenen kanunlarda, fıkhî kâidelerin kullanımını sağlamıştır291.
Hanefî mezhebine bağlı kalarak Mecelle’yi hazırlayan Ahmet Cevdet Paşa başkanlığındaki komisyon, yeni ictihad anlamında herhangi bir çaba içine girmemekle beraber, Mecelle’de yer alan küllî kâideler, Tabiî Hukuk’a ve modern hukukun uzun süren bir tekamülden sonra ulaştığı prensiplere uygunluk arz etmektedir. Günümüz hukukunun da büyük bir kısmı, Mecelle’nin müsellemâttan kabul ettiği kâidelere dayanmaktadır292.
3. Modern Dönem
Muasır çalışmaların en önemli özelliği, kavâid literatürüne ait ilmî miras üzerinde yoğunlaşmış olmalarıdır. Özellikle Üniversiteler bünyesinde yapılan akademik çalışmalar, bu dönem telifâtına hem sayısal, hem de niteliksel bir ivme kazandırmıştır. Bu dönemde yapılan çalışmalar incelendiğinde, ortaya konulan ürünlerin belirli başlıklar altında yoğunlaştığı görülür. Bunları maddeler halinde şu şekilde ifade etmek mümkündür:
a. Kavâid ilminin tarihsel gelişimi ile ilgili çalışmalar.
b. Önceki asırlarda telif edilen kavâid literatürüne ait kitapların tahkîk edilmesi. Bazı tahkik çalışmalarının baş taraflarında bulunan Drase bölümlerinde kavâid literatürü ile ilgili geniş bilgiler de bulunmaktadır.
c. Furû-ı fıkıh alanında telif edilen kaynaklardaki kâidelerin tespit edilmesi.
d. Fıkhî kâidelerin kaynaklardan tespit edilerek belirli bir tertibe göre yeniden düzenlenmesi. Bu çalışma türü daha çok ansiklopedik olarak yapılmaktadır.
e. Bazı kâidelerin akademik çalışmalarda ayrıntılı bir şekilde incelenmesi. Bu tür çalışmalar, daha çok bütün mezheplerce kabul edilen beş temel kâideden sadece bir tanesinin fıkıh literatüründe kullanım alanlarının tespiti ve kâidenin işlenişi ile ilgilidir.
f. Özel konulara ait kâide ve dâbıtların bir nazariye altında bir araya getirilmesi. Akit nazariyesi, tazmin nazariyesi gibi başlıklar altında kâidelerin furû‘-ı fıkıh konuları çerçevesinde detaylı bir şekilde incelenmesine dair çalışmalardır293.
Dostları ilə paylaş: |