266 rcshn, 67 plâ, terfta; -ve metin AfiDd* is yaprak renfcsâs, I yap h



Yüklə 5,51 Mb.
səhifə10/91
tarix27.12.2018
ölçüsü5,51 Mb.
#86796
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   91
Binmeğe muvaffak olursa bir ân
Sadaka vermeli indiği zaman
Menbai belâdır zira tramvay

  • Binmede inmede itina gerek
    Gitmesin der isen saatle köstek
    Yankesicilere melce'dir dersek
    Var mıdır teşbihte hata-tramvay

  • Kadınlar yerini fasleden perde
    Kâfidir pisliği temsil etmede
    Bîpervâ gezinen kanepelerde
    Bitlere olmuştur me'va tramvay

  • Müstahdemin çalar kumpanya oynar
    Arada hukukî ahali kaynar

    Ey Şişman edersin belki şeremsar Arddan çağırsan yuha tramvay

    (13 Mart 1334, Cerrahpaşa)

    ALİ BEY (Kayyum) — İkinci Abdülha-mid devri sonlarında Üsküdarm mektep görmüş, okur yazar takımı namlı kabadayılarından.

    Bibi.: Vâsıf Hoca, Not.

    ALİ BEY (Kıblelizade) — Devamlı surette Edirne sarayında oturmuş olan ikinci Mustafanın saray erkânından ve birinci Mi-rahurlarındandır; b,ir rivayete göre haremden bir sultan veya cariyeye, diğer bir rivayete göre de Enderunu hümayun gilman-larından bir gence âşık olmuş, bu genç ile dostane münasebetleri dile düşmüş, vaka Kızlarağası Nezir Ağa tarafından padişaha ihbar edilerek padişah gazabına uğramış, 1702 (1114) de derhal azledilerek evinden dışarı çıkmamak yasağiyle İstanbula sürülmüş, arkasından da Haseki ağa eliyle idamı fermanı gönderilmiştir. İstanbula ayak basar basmaz tevkif edilen Kıblelizade o yıl muharreminin on sekizinci gecesi idam edildi. Masum bir aşk uğruna kurban olan başı Babı hümayun önüne atılarak emsaline ibret olmak üzere teşhir edildi.


    Mehrned Âlî Bey (Resim: H. Çizer)

    ALi BEY (Mekmed) — Türk edebiyatında ilk sahne eseri müellifi, edebî mizahın öncüsü muharrir, edîb; 1844 de İstanbulda doğdu; kapu kethüdalarından Yusuf Cemil Efendi adında bir zâtin oğludur; tahsilini nerede yaptığı, ana dili gibi konuştuğu fransız-cayı nasıl öğrendiği ve ilk gençlik çağındaki meşgalesi tesbit edilemedi; Kümelide Varna ve Anadoluda Mânıûretülâziz ve Trabzon mutasarrıflık ve valiliklerinde bulunmuş, bir süre de Düyunu U-mumiye İdaresinde mifdürlük yapmıştır; muasırlarından Ceridei Havadis muharriri A-li. Âlî Efendiden ayırd edilmesi için îstanbulun münevver l e r i arasında «Direktör Âlî» diye anılması bu son işinden ötürüdür.

    ÂLİ BEY (Mustafa)

    — 632 —


    İSTANBUL

    ANSİKLOPEDİSİ

    — 633

    ÂLİ BEY (Mustafa)



    m

    il



    Bir ara Hindistana kadar bir şark seyahati yapmış, bu gezinin notlarını 1897 de «Seyahat Jurnali» adı ile nesretmişti. İstan-bulun ilk mizah gazetelerinden «Diyojen» e zarif fıkralar yazmış (B.: Diyojen), yine mizah edebiyatı üzerine «Lehçetül Hakaaik» adlı küçük fakat özlü bir risalesi vardır; devrinin mümtaz bir siması olduğu muhakkaktır. Yunan filozofu Diyojenin Büyük İsken-dere söylediği nakledilen meşhur sözü, ki dilimizde bir darbı mesel olarak yerleşip kalmıştır, «Gölge etme başka ihsan istemem» mısraı ile ifâde eden bu Mehmed Âlî Beydir. 1898 de Anadoîuhisannda vefat etmiş, Göksu Mezarlığına defnedilmiştir.

    «Ayyar Hamza», «Misafiri İstiskal», «Kokona Yatıyor» ve «Evlenmek ister bir adam» adındaki komedileri, telif veya adaptasyon yolu He, devrinin en muvaffakiyetli sahne eserleridir.

    Bibi.: İnönü Ansiklopedisi; İ.A. Gövsa, Türk meşhurları.

    ÂLÎ BEY (Musatafa) — «Künhül Ahbâr» adındaki azametli eseri ile Onaltmeı asrın büyük müverrihi, geniş ansiklopedik bilgi sahibi şair; (H. 948) 1541 de Geliboluda doğdu, babası, bu kasabada yerleşmiş ticâretle meşgul olan Hoca Ahmed' bin Abdullah adında azadlı bir köledir; en büyükleri Mustafa Âlî olan üç oğluna mühim bir servet bırakmış olan bu zât 1565 -1566 da ölmüş, ve Âlî Bey babasına şu ölüm tarihini yazmıştır:

    Peder merhum, yâni Hâce Ahmed

    İdüb sermâyei ömrün hasâret

    Bırakdı cümleten varlık metâm

    Ziyandır gördü bu yüzden ticâret

    Hûda târihin ilham etti Alî

    Dedim ol dem «Babam ruhine rahmet» H. 973

    Altı yaşında mektebe verildi, onbir yaşında Habib Hamîdî'den «Kâfiye», onaltı yaşında Gelibolulu Sürûrî'den tefsir ve fıkıh okudu; veçhen son derecede güzeldi, zekâsı da bu güzelliğe ayrıca revnak verdiği için evvo-lâ «Çeşmî» mahlasını aldı; Ahdî, bunu pek zarif bir lisan ile anlatarak «.. manzûri erbabı nazar ve nûri didei eshâbı hüner ve uşşâkı dilrîşin merhemi olduğu için..» diyor; yirmi, yirmi beş yaslarında iken yazılarında «Çeşmî» yerine, «Âlî» yi kullanmaya başladı, ki Üçüncü Sultan Mehmede takdim ettiği bir kasîde- -sinde:

    Âlî tahallüs ettim idüb himmetim bülend

    bir beytinde de:

    Ezel nûri Nebî, sırrı Alîden behre almışsın Anıncün mahlasın Âlî ve nâmın Mustafâ ancak diyor.

    Evvelâ şair olarak tanındı, hattâ bu yoldaki şöhreti öylesine yayıldı ki (H. 968) 1560 da on dokuz yasında iken Şehzade Selim (İkinci Sultan Selim) tarafından Kütahyaya davet olundu, bu prense divan kâtibi olda.

    Bir kış günü ava çıkılmışdı, şehzade at üstünde idi, kolunda da şahini vardı, genç şaire:

    — Birp matla ile beni şöylece tasvir et!., deyince Âli o anda şu beyti söyledi:

    Şahbazı himmetin destinde olsun ber karâr Olur elbetde hümâyi saltanat bir gün şikâr!..

    Sultan Selimin fevkalâde hoşuna giderek yüz altın ihsan etti. Fakat bu ve buna benzer iltifatlar şehzadenin kapusunda bir takım ra-kiblerin hasedini tahrik etti, rahat edemedi, bilhassa Sultan Selimin lalası Tütünsüz Hüseyin Bey Âlînin bas düşmanı olmuştu, izin alub İstanbula geldi, Kanunî Sultan Süley-mana kaleminin kudretini gösteren manzum ve mensur bir ariza takdim etdi, münasib bir kadılık istedi, fakat ihtiyar pâdişâh:

    — Şehzade maiyetinde divan kâtibidir, istediğini efendisi versin, şehzadenin adamları âsitânemizde durmasın, gitsin!..

    diye talebeni red etti. Çok müteessir olan Âli:

    insaf mıdır rağbeti faz! ehlini Sultan Başdan sava, şehzadesine eyliye ferman Red okuna sahibi hüner o'sun mu nigâne Hiç dürri giranmâye atılır mı yabâne...

    diyerek Kütahyaya döndü, fakat çok kalmadı, şehzadenin Tütünsüz Hüseyin Beyden evvelki lalası Kara Mustafa Paşa Şam valisi olmuştu, Âlîye karşı muhabbeti vardı, kapu yoldaşı olarak onu hatırladı ve tekrar izin alarak 1562 de Sama gitti. Lala Mustafa Paşa, şâire umduğu dostluğu gösterdi, onu kendisine divan kâtibi tayin etti; şehzade tarafından «kande gitmiştir?..» diye aranacağını zannediyordu, aranmadı, Samda altı yıl kaldı, bu arada Kanunî öldü, Sultan Selim pâdişâh oldu, yine hatırlamadı, 1568 de Yemen serdarı olan paşası ile beraber Mısıra gitti; ayni yıl içinde Mustafa Pasa azil edilip Yemen serdarlığı

    Mısır valisi Sinan Paşaya verildi; Âlî 1569 da İstanbula geldi, yalnız mı, Mustafa Paşa ile birlikte mi, bilinmiyor, fakat İstanbulda paşanın hizmetinden ayrıldığı muhakkaktır. Sultan Selimin kapusundan tanıdığı ve hepsi ikbâle kavuşmuş olan zevatın hiç birinden iltifat görmedi; Padişaha kendisini hatırlatmak fırsatını bulamadı, Sadrâzam Sokollu Mehmed Paşaya da sokulamadı, sefalet denilebilecek derin bir geçim darlığına düştü; geçirdiği bir kış mevsimini şöyle anlatıyor:

    Bir yana şiddeti şitâ sitemi Bir yasadan gariblik elemi Oduna od bahâsına aldım Varlığım harmanına od saldım..

    O geçim sıkıntı içinde Sokollu Mehmed Paşa sânında «Heft Meclis» i yazdı, devrin namlı vâizlerilerinden Şeyh Muslahiddin Efendinin delâleti ile sadrâzama takdim etti; istediği otuz kırk bin akçelik bir zeamet idi:

    Eyledim zinde nâmı paşayı Saati haşredek, kıyamete dek Çok mudur himmet itse dirliğime Tâ otuz kırkbin zeamete dek...

    İstediği zeamet Bosnadan verildi ve şair, çaresiz o serhad yoluna düştü.

    Bir gün mahremlerinden biri Sokollu Mehmed Paşaya:

    — Âliye gadrettiniz, bu kadar fadlü


    kemâl ile mâmur ve bilhassa böyle bir eseri
    nâmınıza telif etmiş bir adamı, hatırını hoş
    etme yolunda İstanbuldan Bosnaya attınız!.

    deyince Paşa tecâhüli ârifânede bulundu:

    — Ben onu hattat, eserin müellifi değil,
    müstensihi sanmıştım., dedi.


    Mustafa Ali Beyin

    imzası (Elyazısı

    «divânından)


    Âli de bu münasebetle Sokolluyu zarifâne hicvediyor: «Paşa vükelâ arasında parmakla-gösterilecek bilgili adam ki o kitabı yırtup yakmadı, namusumun yüz suyunu kara toprağa dökmedi, kitabımı göz yaşımda boğmadı, Allaha hamdederim» di-

    yor.


    Bosnadan eski efendisi Lala Mustafa Paşaya yazdığı bir mektup da şayanı dikkattir:

    Ey gönül var ol âsitana ko baş Çıka şayet sana haracı Kobaş

    diye Kobaş kasabası haracının kendisine tahmisi için ricada bulunduktan sonra Lala Paşaya rüşvet teklif ediyor: «Zevkinizi, tabınızı bilirim, uzun boylu, güzellikte b! hemtâ, giran-bahâ üç baş müstesna oğlan göndereyim» diyor.

    Unutmamalıdır ki o devrin büyükleri de bu çeşid rüşvetleri seve seve kabul edecek kimselerdi; üstelik Bosna nevcivanları da harikulade güzellikleri ile meşhurdu; üç dânesi bir Kobaş haracına değerdi.

    Bosnada sekiş sene kaldı. İstanbulun hasreti ile yanıyordu. Kadir ve kıymetinin bilinmediğinden dâima şikâyet ediyordu, gözü devlet kapısının yüksek makamlarında idi. 1574 de Sultan Selini öldü, Üçüncü Murad cülus etti, hemen bir «Cülûsiyei Bahariye» gönderdi, caizeden, mansıbdan haber çıkmadı; 1576 da İstanbula geldi, «ZObdetüttevâ-rih» adındaki eserini pâdişâha takdim etti, yine iltifat görmedi, her vesileden istifâdeye çalıştı, meselâ padişaha yeni bir kayık yapıldı,, hemen yirmi dokuz beyitlik bir kasîde yazdı, kendi iddiasınca zamanının şâirleri bir beytine nazire yazamazlardı, matla beyti:

    Çekdiler Şaha bugün bir yeni şahane kayık Döndü altında oısun • Tahtı Süleymâna kayık

    olan bu kaside de «gönül sefînesini murad sahiline yanaştıramadı».

    Padişahın .gözde musahibi Kızüahmedli Semsi Pasa Üsküdarda kendi adına nisbetle



    j —

    anılan sahildeki yalısında oturuyordu, her gün kayık parası vererek oraya taşındı, paşaya kasideler sundu, fakat devletlinin taş yüreğini yumuşatamadı, himayesini temin edemedi. Nihayet 1577 de Lala Mustafa Paşa Gürcistan, Azerbeycan ve Şirvan üzerine şark seferi serdârı olunca, İstanbuldan ümidini kesmiş olan Âlîye yine eski efendisi el uzattı, Padişahtan müverrih Hoca Sadedcün Efendi Vasıtası ile Âlinin ordu münşîliğine tayinini istedi; Paşanın talebi derhal yerine getirildi, Âlî, ordu ile Şarka gitti. Bu hizmette iki sene kaldı. Bir ara Pdişâha bir kasîde göndererek:

    İki, yıldır kalemle, tiğ ile Âli çalışmakda Bugünden sonra amma dergehi şahı cihan ister

    ÂLİ BEY (Mustafa)

    634


    İSTANBUL

    ANSİKLOPEDİSİ

    — 635 —

    ALİ BEY (Saraç)




    Geh imza etmeğe geh çekmeğe tuğrayı garrâyı Cenabı pâdisahidea miikerrenı bir nişan ister...

    diyerek nişancılığa talib oldu, lâkin yine harisi mehrûm olarak kaldı; Şirvanın fethinde, İs-tanbula gönderilen fetihnameyi onun kalemi yazmıştı, nihayet bu hizmeti karşılığı, istediği mücevher eğerli küheylâna nisbetle bir kedi, Haleb timar defterdarlığı ihsan olundu; fakat yeni vazifesine gidemedi, Serdar Mustafa Paşa azledilip îstanbula dönerken Âlîyi Erzurum kalesi muhafızlığında bıraktı, sair müverrih, 1579 da, Trabzona gemilerle gönderilmiş olan besyüzbin kile erzakı, bizzat Trabzona giderek Erzuruma naklettirdi; o yılın kısmı Karadeniz sahilinde geçirdi. Yeni serdar Sinan Paşa ile etrafı tarafından Lala Mustafa Paşanın adamı olarak görüldü, işini bitirdiğinde küçük bir teşekkür bile görmeden Ha-lebe gitti, 1581 de, defterdarlığı üzerinde kalmak şartı ile Van sınırı muhafızlığına memur edildi, türlü sefer meşakkati çekerek oraya gitti. Lala Mustafa Paşanın ölümü üzerine tamamen hamisiz kaldı; 1582 de Şehzade Mehmedin sünnet düğünü üzerine «Câmi-ül buhur der mecâlisi sûr»'u, Şark seferi üzerine de «Nusretnâme» yi yazdı, bu eserlerini, Üveys Paşa ile Şark ulemâsından birkaç zâtin tavsiye nâmelerini alarak 1583 de İstanbula geldi. Nusretnâme Üçüncü Sultan Murad tarafından çok beğenildi, eserin fevkalâde bir şekilde tezhibi emredildi, şaire de mühimce bir ihsan çıktı; hakkı olan mühim bir mansıb beklerken bir gün Pâdişâhın ölümü haberi şayi oldu, o kadar üzüldü ki, İskender adındaki kölesi:

    — Efendim, yalanmış, padişahımız sağ imiş...

    haberini getirince sevincinden sırtındaki kürkünü vererek oğlanı azadetti. 1585 de Erzu-. rum Defterdarlığına tayin edildi, altı ay sonra Bağdad Defterdarı oldu; fakat Bağdada, ardından gönderilen azli haberi ile beraber girdi, ne yapacağa şaşırdı. İstanbula döndü; 1590 da «Riyâz-üs sâlikîn» i yazarak pdişaha takdim etti, bu manzum eserinde hâlinden uzun uzadıya şikâyette bulundu; «her gitti-tiğim yere azlim, haberi benden evvel varıyor, zengin zan ediyorlar, servetim borçlarım, hâlimi ağyar gözünden namus perdesi ile saklıyorum» diyordu.

    1592 de Yeniçeri Ocağı kâtipliğine tayin

    edildi; bir defterdarın kâtipliğe tayini ga-ribti, fakat kabule mecbur oldu.

    Mansıbından razıdır, şükranı var Akçesi az ise de çok unvanı var Kâmurandır şimdi hayli sânı var Kemterin, ednâ kulun, Âlî kulun...

    Fakat bu da uzun sürmedi. O sırada Fâtih civarında bir ev yaptırmak istedi. Bir gün padişah o semtten geçerken bir yapıda üç-yüz kadar acemi oğlan ile yeniçerinin çalıştığını gördü:



    • Bina kimindir? diye sordu.

    • Yeniçeri kâtibi Âlî kulunuzundur...
      dediler, Sultan Murad şâiri derhal azletti;
      O da 1593 de memleketi olan Geliboluya git
      ti. Ayni yıl içinde Üçüncü Murad öldü. Üçün
      cü Mehmed padişah oldu, Âlî güzel bir cü-
      lûsiye yazdı; başta Baki gelmek üzere, cülû-
      siyeler yazan şairler arasında taltif edildi;
      isterse tekrar Yeniçeri kâtipliğine tayin edi
      leceği bildirildi; «Künhülahbâr adındaki bü
      yük tarihimi yazıyorum» diyerek özür diledi.
      1595 de Amasya sancak beyliğine tayin edil
      di; ardından Kayseri Mîri livası oldu; 1597 de
      yine sancak beyliği ile Ciddeye gitti ve (H.
      1008) 1599 da orada öldü. Son yazısı tekaüt
      lüğünü isteyen bir kasîde olmuştu.

    Mustafa Âlî Bey, ki muasırları kâtiplik ve defterdarlık hizmetlerinden ötürü «Efendi» unvanını verirler, millî kütüphanemize, manzum ve mensur kırka yakın eser bırakmıştır, asrının en temiz lisanına sâhib bir şair, «Künhülahbâr» ı ile büyük müverrih, «Me-nâkibi Hünerverân» adındaki eseri ile de büyük biyografdır; bilgisi ve kaleminin kudreti daima istirkab edilmesine sebep olmuş, devlet kapısında sânına lâyık mevkilere yükselmesine daima sed çekilmiş, baht-sıa bir büyük adamdır.

    «Künhül Ahbâr» dört fasıl üzerine yazılmıştır:

    l — Hilkati Âdemden, Hazreti Muham-mede kadar cihan tarihi; 2— Hazreti Muham-medle İslâmı târihi; 3— Türk ve tatar akvamının tarihi; 4— Başlangıcından H. 1006 (M. 1597) ya kadar Osmanlı Devletinin tarihi. En kıymetli kısmı da bu son kısımdır. Ham-mer Âlîden bahsederken: «Daima irfan per-verâne ve yüksek fikri tenkid ile yazdı, Osmanlı müverrihlerinin en doğru sözlüsü» diyor.

    1860 da İstanbulda beş cild üzerine kısmen basılmıştır; basılmayan sonları eserin en kıymetli kısmıdır.

    «Menakibi Hünerverân», adından da anlaşılacağı gibi, hattat, müzehhib, nıücellid gibi sanatkârlar sânında, muhtasar bir eserdir; sâdece isimleri tesbit etmesi dahi sanat tarihimize büyük hizmettir, 1926 da Türk Tarih Encümeni tarafından, merhum îbnüle-min Mahmud Kemal İnalın nezaretinde bastırılmış, üstad, esere uzun bir mukaddime ile Âlînin mufassal bir hal tercümesini ilâve etmiştir.

    Âlînin kendisi de asrının seçkin bir hattatı idi.

    İmzasını «Enelfâkir Âlî, hâdimül ehâli» diye atardı.

    Bibi.: M. K. İnal, Menakibi Hünerverân mukaddimesi.

    ALÎ BEY (Pertev) — Hadikatül-Ceva-miin kaydına göre tersane kaptanlarından, Rumelihisarında hamam mescidinin hânesi-dir.

    ALİ BEY (Ramizpaşazade) — Yarım asır kadar evvelki İstanbulun muharrir ve şair hâmisi, ilim ve irfan sahibi zenginlerinden; Kuruçeşmedeki yalısı, bir edebî mahfil halinde idi; büyük muharrir Ahmed Rasim, bu yalının başlıca müdavimlerinden idi, ki bir hâtırasında şu samimî satırları yazıyor; «Eski bildiklerimden Ramiz Paşazade Ali Bey merhumun yalısına gittim, o sevindi, ben sevindim, yedik, içtik...» (Muharrir bu ya). Çok yazıktır ki bu seçkin simanın hal tercemesi hakkında bir bilgi edinilemedi.

    ALİ BEY (Saraç) — Muallim Nacinin babası, geçen asır sonlarının saraçhane esnafı arasında seçkin bir sima; aşağıdadaki satırlar, şair oğlunun kaleminden çıkmış portresidir:

    «Pederin kırk altı yaşında olduğu halde irtihalinde ben tahminen sekiz yaşında idim. Kıyafeti hâlâ gözümün önündedir: Orta boylu, geniş omuzlu, kaviyülbünye, büyücek başlı, değirmi çehreli, kalınca kara kaşlı, ela gözlü, irice kara bıyıklı, beyaz tenli, mehi-büssîmâ.

    «Başına giydiği büyük Tunus fesinin üzerine büyücek bir yemeni sarar. Geniş göğsünü güççe kaplıyabilen kaytan ve sırma işlemeli çuha yelekteki düğmelerin kısmı küllisi hemen yaz kış çözük bulunur. Yeleğin üzerindeki sâde çuha saltanın kollan biraz kısadır, iri, dolgun bilekler daima göze çar-

    par. Belinde âlâsından zemini beyaz çiçekli bir acem şalı görülür; bunun sarı zeminli bir eşi de omuzunda yahut kolunda bulunur, bunu ekseriya mendil makamında kullanır. Belindeki şalın içinde mestur olan mahfazalı, iri corci piryol saatin sırma örme işlemeli, ortası düğmeli kösteriğini yeleğin kısmı âli-sindeki düğmelerin birine iliştiriverr. Dizlerinden bir parça aşağı inmekte olan çuha şalvarın alt taraflarını beyaz Ahısha tozlukları setretmiştir. Ayakları Galatakâri, az üstlü, zarif kırmızı yemenilere alışıktır.

    «Üzerinde eski değil, rengi tegayyür etmiş bir şey bulunmaz. Pek yakışıklı, dolgun vücutlu bir Osmanlıdır. Bununla beraber şişman denilecek bir halde değildir. İstanbulda doğmuş büyümüş, fakat kendisini bil-miyenler İstanbullu zannetmezler. Saraçhane halkından Ali Beyi tanıyanlar henüz az değildir.

    «Ahlâkına dair de birkaç söz söyliye-yim:

    «Terbiyeli bir islâm ehli beyti içinde yetişmiş bir adamın kalbi, hissiyatı nasıl olur? Pederin kalbi, hissiyatı da işte öyledir. Kimseye fenalık etmemiştir, fakat pek çok kimselere iyilik etmiştir. Doğruluk, merdlik kendisine pederi Ahmed Ağadan mevrustur. Biraz hadid görünür, lâkin nâbemahal hiddet etmez. Gazebini tahrik eden hususat mutlaka terbiyei islâmiyeye, insaniyete yakışmı-yacak şeylerdir. Yüreği aile muhabbbetüyle meşhun olmakla beraber hiçbir vakit şımar-tıcı muamelede bulunmadığından hâne halkı tesiri heybeti tahtında bulunur. Bu tesir doğup sövmek gibi bazı esbab ile hasıl olmamıştır, kendisinin hâlinden tabiî bir surette vücuda gelmiştir. Dünyada kimseye muhtaç olmamak kadar bahtiyarlık olamıyacağına kani olduğundan işleriyle meşgul olmayı pek sever.

    «O evden başka bir de Saraçhanebaşın-da ufak bir dükkâna maliktir. Kendi dükkânında saraçlık eder. Sabahleyin erkenden dükkânına gider. Akşam üstü doğruca evine gelir. Ömründe işret etmemiştir. Günde bir iki lüle tütün içer. Ona da iptilâsı yoktur. Hattâ bazı kere tütün kesesini dükkânda unutur. Evde zaten tütün bulunmadığından o gece içmeyiverir.

    «Kazancı öyle bir iki ev daha idare ede-


    636

    637 —
    ALİ BEY (Saraç)

    bilecek raddelerde olduğu halde büyücek bir hâne edinmek, hizmetçi tutmak, halayık almak gibi fikirlerde bulunmaz. «Bu evi kendim yaptırdım, severim. Kalabalığımız yok. Bize kifayet edip gidiyor. Dükkân da kendi malımız. Çalışıp kazanıyoruz. Güzel güzel geçiniyoruz. Cenabı Hakka şükredelim. Bize verdiği nimetlerin kadrini bilelim... içimizde yabancı bulunmasın. Hizmetçi, halayık derdi çekilmez. Kendi işinizi kendiniz görün. Allah yardım eder. Merak etmeyin. Hizmetçili, halayıklı evlerde saadet bulunmaz» der...

    «Evine o kadar güzel bakar ki vâkıf olan aileler gıpta ederler, «Keski bizim de öyle bir babamız olsa!» derler. Her şeyin iyisiden satın almak merakı olduğundan evde her türlü havayicin âlâsı bulunduktan başka biz çocukların arzu edebileceğimiz yemiş ve saire-nin envai da dolaplarda durur.

    «Pirinç, yağ gibi şeyleri daima toptan iştira eder. Hattâ komşulardan bazılarının nazarı dikkatini ecîbetmemek için bunları eve aksamdan sonra getirtir... O küçük ev bir büyük saadethâne halindedir. Orada insan hakikaten mesut olur. Fakat sahibinin rızasına muhalif harekette bulunmamak şar-tiyle. Meselâ kendisinin izni olmaksızın komşuya gitmek mümkün değildir.

    «Bu zat emsali addolunacak adamlara kıyas olunamıyacak bir derecede vakıfı ahvali âlemdir. Ne beyhude şeylerle iştigal eder; ne de iştigal edenleri sever. Zamanını ciddi-.yatı müfideye sarfetmek ister; geceleri lüzum olmadıkça bir yere gitmek âdeti değildit. Bununla beraber bir yerde yangın olsa o tarafta bildiği var ise mesafe ne kadar uzak olursa olsun derhal giyinir çıkar, imdada koşar. Bu hareket yiğitler beyninde ötedenberî âdet imiş.

    «Hatır nişânımdır ki, bir kış gecesi yatmış uyumuş idik. Bir aralık sokaktan bekçi geçti. Bilmem hangi tarafta yangın olduğunu haber veriyordu. Yatağın içinden gözlerimi açtım. Pederin acele ile giyinmekte olduğunu gördüm. Birader de uyanmış idi. Valde diyordu ki:

    — Çıkmasanız iyi olmaz mı? Baksanıza pencerelere kafeslere!

    «Peder cevap vermedi. Meğer o tarafta ehibbasmdan birinin hanesi varmış. Pencereler, kafesler serâser kar ile mestur idi. Ben

    İSTANBUL

    korkmağa başladım. Birader benden on yaş kadar büyük olduğundan anın yüzünde pek de korku alâmeti görülmüyordu. Peder vaî-denin yaktığı muşamma feneri alarak aşağı indi. Biz evvelce ayağa kalkmıştık. Peder sokak kapısını kapadığı sırada biz valde ile beraber köşe penceresine koştuk. Valde camı açtı. Kafes yekpare kar hâlinde idi. Kafesi tahrik etti. Karin kabası döküldü. Pederin fener ile gitmekte olduğunu gördük. Peder avdet etmedikçe tekrar yatmak olur mu?

    «Aradan ne kadar vakit geçtiğini bilemiyorum. Avdet etti. Karşıladık. Üstü başı kar içinde olduğu gibi bıyıklan da buz tutmuş idi. Kendisi o zaman gözüme pek heybetli göründü.

    «Ekseriya geceleri dahi dükkâna müte-alik işlerle meşgul olurdu. Ehibbâsı burasını bildiklerinden pek nadir olarak ziyareti şe-bânede bulunurlardı.

    «Mahalledeki ehibbasmdan Behçet Beyefendi — ki henüz berhayat ve bizim için bir medarı mübahattır— bazı leyâlide pederle musahabet etmek üzere gelirdi.

    «Behçet Bey edip, zarif, hoşgû bir zattır. Peder kendisini pek severdi. Böyle zatlara «Baba dostu» derler. Pederleri vefat etmiş oğullar bunları garip ve hazin bir his ile severler. Manevî amca tanırlar.

    «Bizim bir de maddî amcamız var idi ki, Bursada tavattun etmişti. Ara sıra îstanbula gelir, bizde misafir olurdu. Pederin büyüğüdür.

    «Bir defa yine gelmişti. Bir gece —pederle birlikte mi yoksa yalnız mı pek iyi bilemiyorum — bir yere gitmesi lâzım geldi. Amcam beni daima taltif etmekle beraber akşamları geldikçe yemiş de getirdiğinden my-habbeti gönlümde yer tutmuştu. Binaenaleyh elimden geldiği kadar hizmetinde bulunmak isterdim. O gece muşamba feneri yakarak kendisinin kunduralarını çevirmek üzere merdivenin alt basma indim. Ben bu iş ile uğraşmakta iken o da odanın kapısından çıkmış imiş. Feneri çarpık tutmuş olmalıyım ki, birdenbire-tutuştu. Hiç hatırıma gelmemiş olan bu iştial beni şaşırttı. Amcam: «At elinden oğlum at!» diyerek yanıma koştu. Beni kucağına aldı. O yetişinceye kadar ben feneri fırlatmış idim. «Korkma arslanım korkma!» diyordu. Yukarıdan bir şamdan tuttular. Ben-

    ANSİKLOPEDÎSÎ

    zim uçmuş imiş. Amcam yüzüme bakarak kahkaha derecesinde gülmiye başladı. Helecanımı tâdil için daha birçok sözler söj'ledi. Bir yandan da gülüyordu. Ben ise hizmet edeyim derken kabahat etmiş olduğumdan kendisinin yüzüne bakmağa cesaret edemiyordum. Beni kucağından indirmiş olaydı kemali süratle valdenin yanına kaçacağımdan şüphe yoktu.

    «Amcamız Mehmed Tahir hilkaten pedere müşabih idi. Hulkan ise beyinlerinde hayli tef avut var imiş. O biraz laubali olduğundan îstanbulda birçok işe girip çıktıktan sonra Bursaya giderek orada kalmış. Burada bulunduğu sıralarda öteye beriye ettiği borçların çoğu peder tarafından tesviye olunmuş. Pederin ise irtihalinde birkaç bin kuruş alacağı bulunmakla beraber yalnız altmış kuruş kadar vereceği çıktı.


    Yüklə 5,51 Mb.

    Dostları ilə paylaş:
  • 1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   91




    Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
    rəhbərliyinə müraciət

    gir | qeydiyyatdan keç
        Ana səhifə


    yükləyin