Beyler bizim hukuk danışmanlarımız, Hakan Bey ve Süleyman Bey. Detaylı bir çalışma hazırladık, daha evvel de, bir önceki referandumdan evvel de yine bir çalışma hazırlayıp sunmuştuk. Herhâlde sizlerde onlar geçmişti, eskisi de vardır. Buna rağmen yeni bir taslak da hazırladık. Onu da sizlere biraz sonra takdim edeceğiz. Tabii ki biz TUSKON iş adamları konfederasyonu, yaklaşık şu anda 38 bin üyemiz var, Türkiye genelinde de 150’nin üzerinde derneğimiz var ve bu iş adamlarımızın da 100 bine yakın işkolu var. Her bir iş adamının birden fazla işi var. Dolayısıyla Türkiye genelinde çok yaygın bir sivil toplum örgütüyüz. İş adamlarının her bölgedeki, en ücra noktadaki iş adamlarının dertlerini, sıkıntılarını da yerinde tespit edebiliyoruz.
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Ne zaman kurulmuştunuz?
TUSKON BAŞKAN YARDIMCISI FUAT ÖZBEKLİ – 2002 yılında Türkiye’deki 7 bölgede 7 federasyon, onlara bağlı derneklerle yaklaşık 4.500 üyeyle ilk kuruldu. Daha sonra artarak 14-15 bin, şu anda da 37-38 bin civarında üye tabanına sahibiz. Derneğimizin olmadığı şehrimiz yok. Bazı büyük ilçelerde de derneğimiz var.
Toplumun, sizler de zaten biliyorsunuz, en büyük beklentileri seçimden sonra anayasa değişikliğinin bir an evvel yapılması talebi, sürekli iş adamlarının da gündeminde. Tabii iş adamlarını çok ilgilendiriyor. Hem ağırlıklı biz üyelerimizi yurt dışına ticari faaliyetlerini artırma yönünde çalışmalar yapıyoruz. Belki basından izliyorsunuz, genelde Afrika ile başlayıp, Asya Pasifik, işte Rusya cumhuriyetleri, daha sonra da dünya toplantıları gibi iş adamlarını Türkiye’ye getiriyoruz. Oradan 2 bin iş adamı getirdiğimiz zaman da burada karşılarına 5 bin-6 bin daha iş adamı çıkartıyoruz. Stantlar yapıyoruz, ikili iş görüşmeleriyle yılda en az üç sefer tekrar ediyoruz bunu. 16-17 Şubatta da Afrika toplantımız var. Afrika Dışişleri Bakanlarının bir toplantısı oluyor burada, aynı anda da o ülkelerden de seçme 200’e yakın iş adamı getiriyoruz. Burada de karşılarına bunun 5 katı iş adamı çıkararak, karşılıklı iş görüşmeleri yapıyoruz. Dolayısıyla, dünyaya daha çok açılma, iş adamlarımızı, ticaretlerini artırma ve yatırım yapma, bu da tabii Türkiye’nin dışarıdaki imajı çok iyi gidiyor, Allah’a şükür, gayet iyi. Bunu da bu anayasayla da süslemek lazım. Bu konuda bir çalışmamız var. Hukukçu oldukları için beyler benden iyi anlatacaklar. Onlara söz verelim, kendileri takdim etsinler size.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Evet, arkadaşlar, gençler, Hakan Bey, buyurun.
AV. HAKAN YILDIZ – Değerli Başkan, değerli üyeler; Fuat Bey’in de belirttiği gibi, öncelikle bu imkânı tanıdığınız için size teşekkür ediyoruz. TUSKON’un genel bir tanıtımını yapmıştı zaten Fuat Bey, biz size yeni anayasayı TUSKON’un nasıl gördüğü, nasıl yaklaştığı konusunda biraz bilgi vermek istiyoruz.
Biz öncelikle 1982 Anayasası’nın tamamen kaldırılması gerektiğini düşünüyoruz. Yani yeni yapılacak anayasa, 1982 Anayasası’nın değişik bir hâli ya da değişik bir ismi olmamalı. Yapacaksak işte “2012 Anayasası” veya inşallah sarkmaz “2013 Anayasası” olmalı bu anayasa. 1982 Anayasası ismen de, cismen de tamamen Türk hukukundan çekilmelidir. Bundaki temel sebeplerimizden birisi, bu anayasanın öncelikle bir darbe anayasası olması. Bu, genelinde zaten söylenen bir şey ama darbe döneminde yapılmış bir anayasanın artık bu çağda ülkemizi taşımayacağını düşünüyoruz, ismen de bunun kaldırılması gerektiğini düşünüyoruz. Tabii, bu yapılırken 1982 Anayasası tamamen çöpe atılsın diye de bir yaklaşımımız yok. İçinde tabii ki, güncel hukuka, uluslararası hukuk kurallarına, evrensel kriterlere uygun olan birçok madde de var, bu maddeler yeni anayasada da yer alabilir. Özellikle geçtiğimiz yıl referandumda halk oyuyla kabul edilmiş maddelerin, büyük bir kısmı yeni yapılacak anayasada da aynen korunabilir. Bu konuda bir yaklaşımımız var.
Usul açısından zaten bizim de aklımızdan geçen ve halkın da genel olarak kabul ettiği bir uzlaşma komisyonunda bir metin hazırlanması, bu kapsamda zaten siz çalışmalarınıza başladınız. Uzlaşma komisyonunda tartışılan ve hazır hâle getirilen, kabul edilen bir metnin Genel Kurulda daha sonra yasalaşmasının daha doğru olduğunu düşünüyoruz. Çünkü Genel Kurulda yapılacak bir tartışma Meclisin asıl faaliyetlerinden birisi olan yasama faaliyetini ciddi şekilde aksatacaktır. Örneğin, geçen yıl referandum sürecinde 20 maddenin değişmesi yaklaşık bir ayı bulmuştu. Böyle bir durumda 100 maddelik bir anayasanın çok daha uzun zaman alacağı ve acil yapılması gereken yasa değişikliklerinin yapılamayacağını düşünüyoruz.
Bu nedenle uzlaşma komisyonunun öncelikle amacı bir metin ortaya koyması olmalıdır ve bu süreçte de siz de zaten bunu uygun gördünüz. Sivil toplum örgütleriyle, Meclis dışında temsil edilen siyasi partilerle veya çeşitli meslek örgütleriyle de görüş alışverişi yapılmasının doğru olacağını düşünüyoruz. Siz de zaten bu kapsamda bir çalışma yapıyorsunuz.
Diğer bir şey uzlaşma komisyonundan onaylanmış ya da kabul edilmiş, Genel Kurulda oy birliğiyle kabul edilmiş olsa da yeni anayasanın mutlaka halk oyuna sunulması gerektiğini düşünüyoruz. Buradaki temel yaklaşımımız. Sonuçta sembolik bir anlamı var bunun. Genel Kurulun kabul ettiği bir anayasanın tekrar referandum yapılması mantıken doğru görülmeyebilir ama sembolik önemi çok fazla. Türk halkı ilk defa bu anayasayı gerçekten benim istediğim gibi bir anayasa oldu yaklaşımını ortaya koyabilir. Ayrıca muhalif kalmış bazı kişiler de kendilerini bu konuda savunma imkânı ya da ifade etme imkânı bulabilir. Bu nedenle de halk oyuna sunulması gerektiğini düşünüyoruz.
Yeni yapılacak anayasada değiştirilemeyecek hiçbir maddenin olmaması gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü bizim bugün gelecek nesillerin görüşlerini ipotek altına koyma gibi bir hakkımız yok. Geçmişte büyüklerimiz bu yanlışı yapmışlar, biz bu yanlışı yapmayalım, yeni yapılacak anayasada değiştirilemeyecek hiçbir madde olmamalı. Bizim görüşümüz bu şekilde.
Diğer bir şey, yeni anayasa metni ufuk açıcı olmalı. Gelecek nesillerin görüşlerini kısıtlayıcı değil, her konuyu tartışabilecekleri, her platformda her sözün söylenebileceği, tabii, buradaki şiddet kısmını hiç söylemeye bile gerek duymuyorum. Ufuk açıcı bir özelliği olması sebebiyle her konunun tartışılabileceği bir imkânının da sağlanması gerekir.
Yeni anayasa genel olarak izm’lerden, ideolojilerden arındırılmış olmalı, liberal ve insan merkezli bir felsefesi olmalıdır. Bu şekilde düşünüyoruz.
Yeni anayasanın amacı insan onuru ve insan haklarının korunması ilkesine dayanmalıdır. Yani yeni anayasa devleti değil, öncelikle insanı tanımlamalıdır, insana tanımlanmalıdır, insan haklarına vurgu yapmalıdır. Bu amaç çerçevesinde insan unsuru ve insan hakları yeni anayasanın başlangıç kısmında eğer yapılacak yeni anayasada başlangıç kısmı olmayacaksa anayasanın ilk maddelerinde düzenlenmelidir. Yani devletten önce insan ve hakları tanımlanmalı, halka karşı devleti mi, yoksa devlete karşı halkı mı koruduğu özellikle vurgulanmalıdır. Yapılacak böyle bir anayasadaki düzenleme, tertip bizim açımızdan bu yönüyle önemlidir. Biz halka karşı devleti mi koruyoruz, devlete karşı halkı mı koruyoruz? Bizce doğru olan devlete karşı halkın korunmasıdır, bu nedenle halk öncelikli olmalıdır ya da birey, burada söylediğimiz, kastettiğimiz yapı.
İnsan onuru ve haklarından sonra yeni anayasada vurgulanması gereken diğer ilkeler de tam demokrasi, hukukun üstünlüğü, çeşitlilik ve çoğulculuk, bu kavramları ayrıca açmaya gerek var mı bilmiyorum, zaten bunlar toplumun genel olarak kabul ettiği kavramlardır ve anayasa gerçekten yeni olacaksa yıllardır devletle toplum arasında sorun hâline gelen konuları da çözmüş olmalıdır. Bu nedir? İşte Kürt sorunu, başörtüsüyle eğitim, Alevi vatandaşlarımızın sorunları, azınlık statüsündeki vatandaşlarımızın sorunları, temel hak ve özgürlükler, yani spesifik böyle ama genel olarak artık yeni anayasa yürürlüğe girdiği tarihten sonra toplumdaki hiçbir bireyin devletle bir kavgasının olmaması gerekir ve devletin tüm vatandaşlarına eşit mesafede, saygılı, onların hukukuna, hakkına saygı duyan bir yapıda olması gerekir. Eğer böyle yapılacak, bu şekilde yürürlüğe girecek anayasa bizim açımızdan yenidir. Yoksa önceki sorunlarımızı yeni anayasa zamanında da tartışacaksak zaten yapılmış anayasa yeni olmuş çok da önemli değil.
Diğer bir şeyimiz, anayasa tarz olarak işte dünyada yaklaşım üç şekilde: Geniş kapsamlı, çerçeve ve düzenleyici. Bizim yaklaşımımız çerçeve ya da düzenleyici bir anayasa olması. Çok kapsamlı bir anayasa olmaması gerektiğini düşünüyoruz. Bu anlamda 1982 Anayasası 170’in üzerinde maddeyle gerçekten çok kapsamlı. Doğru olmadığını düşünüyoruz. Devlet genel kriterleri ortaya koyarak, tamamen uygulamaya yönelik, insan haklarına dayalı bir yorum ilkesini getirerek, dar kapsamlı bir anayasa yapması gerektiğini düşünüyoruz.
TUSKON BAŞKAN YARDIMCISI FUAT ÖZBEKLİ – Bir de burada şunu da belirtmek istiyorum Başkanım: Çok net, anlaşılır, her vatandaşın, yani hukukçu değil, entelektüel değil, sade vatandaşın anlayabileceği, yoruma açık olmayan…
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Yunus Emre dili, evet, buyurun.
AV. HAKAN YILDIZ – Yeni anayasada konuların sırasının şu şekilde olması gerektiğini düşünüyoruz. Öncelikle temel hak ve özgürlükler, birey hakları, toplum hakları, öncelikle bu düzenlenmeli. Daha sonra devletin şekli, nitelikleri, sembolleri gibi genel esasları düzenlenmeli. Daha sonra devletin temel organları, işte yasama, yürütme, yargı veya diğer idari teşkilat düzenlenmeli. Daha sonra ekonomik ve mali haklar, hükümler ve en sonda da ileride ihtimalen değiştirilmesi durumu söz konusu olursa anayasanın değiştirilme usulünün düzenlenmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Vatandaşlık tanımı çok da tartışılan bir şey zaten. Vatandaşlık tanımındaki yaklaşımımız şu: Etnik temele dayanmaksızın bir vatandaşlık tanımı getirilmeli. Bu konudaki zaten son dönemde kabul olan toplumdaki genel görüşle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı kavramı. Biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı kavramını anayasada düzenlenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Buradaki yapımız da şu: Demokrasinin pekiştirilmesi, toplumsal dayanışmanın artırılması ve çoğulcu yapının oluşturulması için böyle bir tanımın zorunlu olduğu kanaatindeyiz. Burada devleti de ifade etmemiz lazım. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları devletle bireyler arasındaki hukuki bağı ifade eder. Yani çok farklı fazla bir anlam yüklemeye gerek yok, çok az bir anlam kaydırmasına da gerek yok. Devlet ve devlet kurumları nezdinde vatandaşlar arasında etnik köken, dil, din, mezhep, cinsiyet, ideolojik düşünce veya başka bir nedenle ayrım olmamalı, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşları, eşit haklara sahip olmalıdır. Evrensel kurallar da zaten bu şekilde.
Herkes anayasal bir hak olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından onurlu bir birey olarak yararlanma imkânına sahip olmalıdır. Yeni anayasamızdaki görmek istediğimiz şeylerden biri bu.
Yeni anayasamızda cumhuriyetimiz insan haklarına saygılı, hukukun üstünlüğüne dayanan, demokratik, laik bir sosyal devlet olmalıdır. Önceki anayasalardan farklı olarak bizim üzerinde vurguladığımız şey cumhuriyet önce insan haklarına saygılı, daha sonra hukukun üstünlüğüne dayanan, daha sonra demokratik ve laik bir devlet ve sosyal bir devlet olmalı. Yani önceliğimiz ne sosyal devlettir, ne laikliktir, ne de diğerleridir diye bir sıralama yapmamız çok doğru değil ama ilk vurgulayacağımız şey, insan haklarına saygıdır. Devletin, cumhuriyetin birinci görevi budur. Bu kavramların genel olarak tanımı yapılmalı. Devletin temel görevinin de bu ideallerin gerçekleştirilmesi uğrunda mücadele etme ya da görev edinmesidir.
Laiklik konusunda bir tanım yapacağım ondan sonra Süleyman Bey’e sözü vereceğim. Laiklik bize göre meşruiyetini insan haklarından alır ve hürriyetlerin teminatıdır. Laiklik devlete hiçbir şekilde kişilerin inanç, ibadet ve dinî telkin hürriyetini sınırlandırma hakkı vermez. Laikliğin böyle bir tanımı olmamalı. Dinî inançlar ve tercihler karşısında tarafsız kalınması ve eşit şekilde hizmet sunulmasını da kapsar. Yani devletin Sünni, Alevi, Hristiyan, Müslüman buna göre bir eğitim ya da hizmet sunma gibi bir görevi olmamalı. Toplumun her kesimine hizmet sunma görevi olmalı. Bu Hristiyan vatandaşlarımız için de aynı, Alevi vatandaşlarımız için de aynı, ya da sınırlı sayıda olsa bile Caferi vatandaşlarımız için de aynı. Devlet eğer laikliği kendi hizmet verme aracı olarak görüyorsa toplumun her kesimine, her dini inanca bu şekilde bir hizmet vermelidir.
Teşekkür ediyorum, Süleyman Bey, devam etsin.
AV. SÜLEYMAN BALLI – Efendim, ben de saygılarımı sunuyorum, böyle bir fırsat vermiş olduğunuz için de ayrıca teşekkürlerimi sunuyorum.
“Yeni anayasada başlangıç bölümünün olup olmaması önemli değildir, eğer olacaksa ideolojiden arındırılmış, insan merkezli, hukukun üstünlüğünü esas alan çoğulcu, demokratik ve sivil bir devlet düzeni tanımlanmalıdır. Bunun için de çoğulculuk, hukuk devleti, insan hakları, insan onuru, halk egemenliği, sivil düzen, laiklik ve din ve vicdan hürriyeti kavramları referans olarak alınmalıdır. “ Evet, efendim bu çok açık bir metin. Burada çok fazla yorum yapmak istemiyorum. Bir başlangıç bölümü, ön metin söz konusu olacaksa, bunlar referans alınarak, özellikle buna ilaveten uluslararası sözleşmeler, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, ILO sözleşmelerinden belki bir kısım alıntılar, bu anlamda genel uluslararası kriterler baz alınmak suretiyle bir başlangıç bölümü düzenlenebilir.
Devlet, hukuk ile kayıt altına alınmış, bireye ve topluma hizmet götüren bir araçtır. Amaç ise birey ve toplumun gelişmesi, mutluluğun sağlanması, temel hak ve özgürlüklerin engelsiz kullanılabilmesidir. Burada yeni anayasada en önemli unsur birey odaklı, bireyi ön plana çıkaran, bireyin hak ve özgürlüklerine değer veren ve önemseyen bir anayasanın olması. Bu da demin arkadaşımız da izah etti, bunun inşallah yeni anayasada tam layıkıyla yerini bulacağını, metinler ve kavramlar itibarıyla yerini bulmakla birlikte uygulamada da anayasaya bağlı, değişikliğe bağlı diğer kamu kurum ve kuruluşları ve tüm ülke nezdinde, ülke sathında
tüm ülke nezdinde, ülke sathında bunun uygulamaları ile de gelecek kuşaklara, gelecek nesillere bunu ilerletebilmemiz, adapte edebilmemiz, uygulamada karşılaşılan sorunları da bu çerçevede, güzel bir şekilde, aynı bu çalışmalarla beraber ele alabilmemiz gerekiyor.
Yeni anayasaya göre, devlet, kişilere karşı iyi niyet kurallarına göre hareket etmeli ve her türlü keyfî muameleden kaçınmalıdır. Devleti önceleyen, bireye hak arama hürriyeti engelleyen ve mülkiyet hakkını kısıtlayan kurallar yasaklanmalıdır. Örnek olarak, kamu mallarının haczedilmezliği, tahsilatta devlet alacaklarına öncelik tanınması gibi kurallar yasaklanmalıdır yani her alanda olduğu gibi devletle ilgili bireyin karşılaşmış olduğu hem bürokratik engeller hem hukuki sorunlar da devlet kendi kamu gücünü ve erkini kullanmak suretiyle 1-0 zaten bireyden önde başlamaktadır. Bunun önüne geçilebilecek kurallar alınması gerekiyor.
AV. HAKAN YILDIZ – Sayın Başkanım, burada araya bir ilave yapmak istiyorum. Örneğin, belediye mallarının haczedilmezliğiyle ilgili bir kanunumuz var, Belediyeler Kanunu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Diyarbakır İş Mahkemesine yapmış olduğu bir başvuruda Türkiye'nin mahkûmiyetine karar verdi. Bu kanunun iptali için Anayasa Mahkemesine yapılan başvuruyu ise her nedense Anayasa Mahkememiz reddetti. Bu tarz bizim mevzuatımızda çok şey var. Bu tarz şeylerin düzenlenmesi gerektiğini düşünüyoruz.
AV. SÜLEYMAN SALLI – Yeni anayasada temel hak ve özgürlükler, demokratik toplumun gereklerine ve ölçülülük ilkelerine uygun olacak ancak kanunla sınırlanmalıdır. Genel sınırlama nedenleri yerine iyi tanımlanmış ve maddelere özel sınırlama nedenlerine yer verilmelidir. Genel sınırlamalar konulduğu takdirde uygulamada ve anayasaya bağlı olarak mevzuat değişikliklerinde bu mevzuat değişikliklerinin keyfî olarak uygulanmaları ile ya da uygulamada keyfî uygulamalarla karşı karşıya kalınması durumu söz konusu oluyor. Bunun yerine anayasada en azından temel hak ve özgürlüklerle ilgili, bunlarla ilgili birtakım sınırlamalar madde metinlerinde yer alacaksa bunların öznel sınırlama nedenlerinin metinlerde açık bir şekilde ifade edilmesi gerekiyor.
Temel hakların yeni anayasada sayılması mümkün değildir. Bu nedenle özgürlüğün kural, sınırlamanın ise istisna olduğu bir yapı kurulmalıdır. Yeni anayasada Kamu Denetçiliği Kurumu daha kapsamlı ve yetkili olarak tanımlanmalıdır. Bunun kapsamı genişletilebilir, daha detaylı ele alınabilir. Yeni anayasada Genelkurmay Başkanı, Millî Savunma Bakanlığına bağlanmalıdır. Kuvvet komutanları ve üst düzey komutanlar muadili bürokratlar gibi üçlü kararname ile atanmalıdır. Gelecek dönemlerde bu gibi sorunlar ülkemizde daha rahat bir şekilde ve rantabl bir şekilde halledildi. Artık, tam bir sivil devlet, sivil yaklaşımlarla bu meselelerin, bu sorunların halledileceğine biz de inanıyoruz, aynı kanıyı taşıyoruz efendim.
Yeni anayasada Jandarma Genel Komutanlığı olmamalıdır, iç güvenlik tamamen polise, kolluk kuvvetlerine verilmelidir. Yeni anayasada Diyanet İşleri Başkanlığının toplumun tüm kesimlerinin din ve inançlarının temsil edildiği, bağımsız ve özerk bir yapısı olmalıdır. Demin arkadaşımız da izah etti, Diyanet İşleri Başkanlığı sadece ülkemizde yaşayan, toplumumuzda yaşayan Müslümanlara hizmet etmemeli, diğer dinî inançları olan, diğer inançlara sahip kesimlerin de temsilcisi olabilme yeteneğini haiz olmalıdır. Ayrıca, toplumun tüm kesimlerinin din ve inançlarına hizmet götürme görevi olmalıdır. Tabii, bunlar taleplerle gelişecek şeyler ama Diyanet İşleri Başkanlığının yapısının da bu anlamda ele alınması gerekiyor tekrar.
Yeni anayasaya göre,, devlet, tüm din ve inançlara eşit mesafeli olmalı, her vatandaşın dinî inançları yaşamasının önündeki engelleri kaldırmalıdır. Yeni anayasaya göre, devlet, bireyin din ve vicdan özgürlüğünü sağlama ve koruma noktasında sorumluluk sahibi olmalıdır, bu da çok önemli bir madde. Yeni anayasaya göre eğitim dili Türkçe olmalıdır ancak bölgesel şartlar da dikkate alınarak talep eden kişilere devlet ana dillerinde öğrenme imkânı da tanımalı, bu amaçla gerekli önlemler de alınmalıdır. Bu da çok tartışılan bir mesele.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Kürtçe ana dilli eğitime ne diyorsunuz bu konuda? Yani öğretim ayrı, eğitim ayrı.
AV. SÜLEYMAN SALLI – Ana dilimiz Türkçe olmalı ama…
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Kürtlerin ana dili Kürtçe. “Ben de ana dilde eğitim istiyorum.” derse ne olmalı? Abant Platformu olmalı diyor.
AV. SÜLEYMAN SALLI – Temel dil Türkçe olmak şartıyla ana dille de aynı seviyede kendi dillerinin eğitimi verilebilmelidir.
Yeni anayasa göre, her birey dinî mezhebi veya inancı doğrultusunda eğitim alma ve verme hakkına sahip olmalıdır. Bir dine, mezhebe veya inanca dayalı eğitim ve öğretim kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcilerinin talebine bağlıdır. Devletin bu alanda herhangi bir tasarruf imkânı yoktur. Din eğitim ve öğretimi vatandaşların taleplerine göre belirlenir, biçimlenir; devletin bu taleplerin doğru veya yanlışlığı noktasında bir hüküm verme yetkisi de olamaz.
Yeni anayasa, hedeflendiği gibi, toplumun her kesimini kapsayıcı bir nitelik taşıma idealinde olduğu için ayrıca azınlıklara ve azınlık haklarına yer verme gereği de bulunmamaktadır. Bu, anayasada, maddelerin artmaması anlamında çok detaya inen hususlara yer verilmemesi gerektiğiyle ilgili bir yorum.
Yeni anayasa göre, hâkimler karar verirken iç mevzuat kadar Türkiye'nin taraf olduğu anlaşma metinlerini de dikkate almak zorundadır, zorunda olmalıdır. Bunun sonucu olarak İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları da hâkimler açısından temel kaynak olmalıdır. Her ne kadar Anayasa’mızda bununla ilgili bağlayıcı hüküm bulunmasına karşın uygulamada ne yazık ki Avrupa insan hakları sözleşmeleri ve mahkeme kararları çok dikkate alınmaksızın ya da uluslararası sözleşmeler ne yazık ki mevzuatımızda, uygulamada bunlar referans alınmaksızın kararlar veriliyor ve ülkemiz bu anlamda çok ciddi yaptırımlarla, tazminatlarla karşı karşıya kalıyor, bu çok önemli bir madde. Burada, eğer Anayasa’mızda böyle bir hüküm söz konusu ise -demin sözlerimde de bahsettiğim gibi- uygulamada da hâkimlerin bu anlamda bu kriterleri referans alması gerektiğiyle ilgili olarak buna bağlı belki mevzuatlarda da değişiklik yapalım ama anayasada da bunun net bir şekilde tekrar ele alınması gerektiğini düşünüyoruz.
Yeni anayasada askerî mahkemeler olmamalıdır, bunda da epey bir mesafe katedildi. Disiplin mahkemeleri hâkimleri de asker sınıfından olmamalıdır. Yeni anayasa göre askerlik sürecinde insan onuruna yaraşır bir ücret almalı ve sosyal güvenlik ödemeleri devlet tarafından yapılmalıdır. İlerleyen dönemlerde zaten profesyonel askerliğe geçiş durumu söz konusu olacak. Er ve eratlarla ilgili olarak da bu kişilere uygun bir ücret takdim edilmeli, artı, sosyal güvenlik anlamında da bunlar bir güvence kapsamına alınmalıdır. Yeni anayasa göre Türk Silahlı Kuvvetleri profesyonel meslek erbabından teşekkül etmelidir, deminki konuyla ilgili olarak.
Yeni anayasaya göre, vergi ödevi adil olmalı ve tabana yayılmalıdır, bu çok önemli sorunlardan biri. Ne yazık ki vergi yönüyle kimseyi mutlu edemiyoruz. Devlet, topladığı ya da verginin tabana yayılmasıyla ilgili olarak birtakım sıkıntılarla karşılaşmakla birlikte, vergi ödeyen mükellefler de vergilerin ağırlığı ve yükü altında ezilmekte. Bunun daha şeffaf, daha adil, daha tabana yayılır ve devlet, tabii, bu arada vergisini en adil, en gerçekçi ve kendi kamusal hizmetlerini yürütebilecek mahiyette de vergisini toplayabilmeli, bununla ilgili de bir düzenleme yapılmalı.
Yeni anayasaya göre, kamuda aynı unvana ve kıdeme sahip her türlü çalışan eşit ücret almalı, eşit sosyal imkâna sahip olmalıdır. Bununla ilgili son dönemlerde bir kanun hükmünde kararname değiştirildi fakat bu kanun hükmünde kararname dikeyle yatay arasındaki farkı daha açık ve net bir şekilde ortaya çıkarttı. Genelde yansıyan zamlar müdür, şube müdürü ve üst düzey bürokratlar; genel müdür, müsteşar, başkan ve daire başkanlarına yansımakla birlikte tabanda aynı şekilde bu yansımayı tespit edemedik ve göremedik. Bunun daha adilane ele alınması ve daha net bir şekilde ele alınması gerekiyor. Kamuda yanılmıyorsam 200’ün üzerinde ödeme, ücretlendirme maaş sistemi var, bu sistemleri, artık, yani belki 1’lere, 2’lere indirmek çok zor ama en azından makul seviyelere ücretlendirmelerin getirilmesi gerekiyor. Bununla ilgili de bir düzenleme istiyoruz.
Yeni anayasa göre, parti kapatma zorlaştırılmalıdır. Şiddeti, ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını savunmamak koşuluyla siyasi partiler her türlü görüşü savunabilmelidir. Bu da ülkemizde çok gündem konusu, tartışılan hususlardan biri oldu. Partiyi kapatmak gerçekten zor çünkü bir parti kapatma evresi ülkenin gündemini çok meşgul etmekte, artı, çok ciddi mesai ve emek kaybına sebebiyet vermekte, daha da ötesi psikolojik anlamda çok ciddi erozyonlara da sebebiyet vermekte yani ülkenin çalışma performansını, insanımızın verimliliğini düşüren bir gündem maddesi olarak ikide bir parti kapatmaların ülkenin gündeminde kalmasının biz hukuka aykırı olduğunu düşünüyoruz. Anayasaya göre, kapatma davalarında partiden ziyade kusurlu davranışta bulunan üyenin cezalandırılması amaçlanmalıdır. Kapatma davalarında -bu çok önemli bence- hakkında siyasi yasak istenen parti üyesine de savunma hakkı tanınmalıdır. Yeni anayasa göre, siyasi partilerin iç yapısı da demokratik bir sisteme oturtulmalıdır.
Ben sözü yine arkadaşıma veriyorum, izninizle.
AV. HAKAN YILDIZ – Bizim, parti kapatma usulü, dava açılması usulünde özgün bir teklifimiz var, daha önceki taslaklarda görmedik bunu, eğer sizin okumanız falan varsa biz düzeltelim hatamızı.
İddianamenin Yargıtay cumhuriyet başsavcısı tarafından hazırlanmasından sonra Yargıtay Başkanlar Kurulunda nitelikli bir çoğunlukla onaylanması hâlinde Anayasa Mahkemesinde dava açılması yönünde bir sistem öneriyoruz. Bunun hem kişiye bağlı bir hatadan, örneğin -Yargıtay başsavcılarını bu konuda tenzih ediyoruz ama- ola ki insani bir hatadan kaynaklanan bir dava açma hâlinde Başkanlar Kurulunun bu konuda önleyici bir niteliği olmalı. Bu nedenle Yargıtay Başkanlar Kurulunun onayından geçmiş bir iddianameyle dava açılmalıdır. Eğer oradan onaylanmamış bir husus varsa, iddianame oradan onaylanmamışsa artık o konuda tekrar dava açma imkânı olmamalıdır, o konuları kapsayan. Böyle bir önerimiz var.
Seçimlerde yurt dışındaki vatandaşlarımıza oy imkânı sağlanmalıdır. Mevcut düzenlemede böyle bir şey var ama maalesef son seçimde uygulanamadı, bu konuda devletin gerekli tedbiri yeniden alması gerekmekte. Kullandıkları oy kayıtlı oldukları il nüfusuna eklenmeli. Ülke barajının uygulanması gerektiğini düşünüyoruz ancak ülke barajından dolayı mağdur olan birçok siyasi partinin de olduğu malum, bu nedenle “Türkiye milletvekilliği” kavramının gündeme alınması gerektiğini düşünüyoruz. 550 olan milletvekili sayımızın 450’sinin genel bazda, 100’ünün de Türkiye milletvekilliği kapsamında değerlendirilerek herkesin oy oranına göre Türkiye milletvekilliğinden faydalanması gerektiğini düşünüyoruz. Böylece yüzde 1, yüzde 2 oy almış partiler de Mecliste 1 veya 2 milletvekiliyle temsil etme imkânına sahip olacaktır.
Milletvekilliği dokunulmazlığı hariç tüm kamudaki dokunulmazlıkların kaldırılması gerektiğini düşünüyoruz, sadece milletvekilliği dokunulmazlığının olması gerektiğini düşünüyoruz. Bu da hem yasama dokunulmazlığı hem de yasama sorumsuzluğu şeklinde ama kamudaki tüm personelin, valilerin, müsteşarlığın, kim olursa artık, onların hepsinin yargılanmasının önündeki engellerin kaldırılması gerektiğini düşünüyoruz.
AV. SÜLEYMAN SALLI – Çok özür dileyerek efendim bir cümle ekleme istiyorum: 4483 Memurin Muhakematı Kanunu’nun ya yeniden ele alınması ya da arkadaşımızın beyan ettiği şekliyle kaldırılması gerekiyor. Sebebini de ben bir hukukçu olarak çok kısa izah etmek istiyorum: Soruşturma izni verilmesi ya da verilmemesi noktalarında, hususlarında çok keyfî davranışlarla somut olarak karşılaşıyoruz. Soruşturma izni verildikten sonra -bunlar zaten cezaya dayalı- yani kamu görevlisinin görev suçlarıyla alakalı suçlarda soruşturma izni verilmesi ya da verilmemesi hususunu ne yazık ki idare mahkemeleri değerlendiriyor ve idari mahkemeleri hâkimleri ceza anlamında yeterli donanıma sahip değiller, o yüzden bu konudaki soruşturma verilmesi ya da verilmemesi konusundaki kararları ne yazık ki rasyonel ve hukuka dayalı olmuyor. O yüzden bunun ya mekanizmasını değiştirmek gerekiyor ya da arkadaşımızın beyan ettiği gibi komple milletvekilliği dokunulmazlığı ve sorumsuzluğu dışında bütün bu anlamdaki dokunulmazlıkların kaldırılması, soruşturma izniyle ilgili bu kanunun da yürürlükten kaldırılması gerekiyor.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Sami Selçuk’un Otorizasyon Sistemi’ni okudunuz mu bu noktada.
AV. SÜLEYMAN SALLI – Okumadım efendim.
AV. HAKAN YILDIZ – Kürsü masuniyetinde bizim bir değişik bir teklifimiz var: Kürsüde konuşan bir milletvekilinin, X milletvekilinin o an Mecliste olmayan ya da milletvekili statüsünde olmayan bir kişi hakkında konuşması hâlinde bu konuşmasının içeriği Türk Ceza Kanunu anlamında hakaret ya da sövme suçunu oluşturuyorsa bunun kürsü masuniyeti kapsamında değerlendirilmemesi gerektiğini düşünüyoruz. Örneğin, X bir milletvekili Ardahan’da görev yapmış bir belediye başkanı hakkında orada konuşuyorsa ve bunlar Ceza Kanunu’nda bir suç anlamına geliyorsa bunun masuniyet karinesinden faydalanmaması gereklidir çünkü o belediye başkanı ya da X şahsının, oradaki kişinin o kürsüye çıkıp kendini savunması ya da cevap hakkı kullanması hakkı yoktur. Bu nedenle kürsü masuniyetiyle ilgili böyle bir istisna getirilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Siyasi partiler, tamamen bağımsız denetim kurullarının denetimi altında olmak kaydıyla her türlü kurumdan her türde ve her miktarda yardım alabilme imkânına sahip olmalıdır, aynı şeyin milletvekilleri için de geçerli olabileceğini düşünüyoruz. Zaten maalesef Türkiye'nin bir gerçeği siyasetin finansmanı yönünden, illegal bir finansman olduğu herkes tarafından kabul edilen bir gerçek. Bunun yasal zeminde ve herkesin gözü önünde şeffaf bir şekilde yapılmasının ülkemiz demokrasisi açısından daha doğru olduğunu düşünüyoruz.
Başkanlık sistemini düşünmüyoruz, parlamenter sistemin hâlâ devam etmesinin Türkiye açısından daha doğru olduğunu düşünüyoruz.
Cumhurbaşkanının mevcut yapıda olduğu gibi halk tarafından seçilmesi gerektiğini düşünüyoruz, ancak yeni anayasa göre, Cumhurbaşkanının belli bir nisabın altında kabul edilmiş kanunları da referanduma götürme yetkisinin olması gerektiğini düşünüyoruz. Bu beşte 3 çoğunluk olabilir, beşte 3 çoğunluğun altında kabul edilmiş kanunların Cumhurbaşkanı takdir ederse referanduma götürülmesinin uygun olacağını düşünüyoruz.
Üniter yapıyı devam ettirmekle beraber tarım, bayındırlık gibi doğrudan halka yönelik hizmetlerin yerel yönetimler kanalıyla da yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Burada kastettiğimiz yerel yönetimlerden doğrudan belediyeler anlaşılmamalı, örneğin tarım il müdürlükleri, sağlık il müdürlükleri kanalıyla da birçok şeyin yapılması imkânı olmalıdır. Örneğin Ardahan’daki bir tarım işçisinin ya da tarım projesinin onayı için, finansmanı için Ankara’dan bir ay yazı beklemenin gereği olmamalıdır, oradaki il müdürü bu konuda yetkili olmalıdır; bu, kanuni bir devir olabileceği gibi yetki devri şeklinde de düzenlenebilir.
Kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütlerinin hukuki düzenlemelerinin anayasada yer almaması gerektiğini düşünüyoruz. Anayasada hiçbir şekilde kamu kurumu niteliğinde meslek örgütü olmamalı. Ayrıca, meslek örgütleri tekeli de sona erdirilmelidir. Bir çevrede, bir bölgede mesleğe mensup kişilerin belli bir yüzdeyi bulması şartıyla kendi meslek örgütlerini de kurabilmelidir. Bir avukat olarak şunu söyleyebilirim: Ankara Barosunda, Ankara’da örneğin 10 bin avukat varsa bin avukat sayısını bulan avukat meslektaşlarınız kendi baroların kurabilmeli, o baroya tabi olarak mesleğini icra edebilmelidir. Bu şekilde bir yaklaşımın mühendisler, doktorlar, tüm meslek grupları için de olması gerektiğini düşünüyoruz. Bu, hem mesleğin savunulması hem de mesleğin devlete karşı taleplerin ifası aşamasında daha önemli olduğunu, haklarının daha iyi savunulacağını düşünüyoruz.
Yeni anayasayla HSYK’nın, Anayasa Mahkemesinin yapısının korunması gerektiğini düşünüyoruz, mevcut yapısının. Askerî harcamaların mutlaka Sayıştay denetimine tabi olması gerektiğini düşünüyoruz.
Her türlü örgütlenme, dernek, vakıf, sendika veya başka bir şeyden örgütlenme hakkının kolaylaştırılması, örgütlenme hakkının teminat altına alınması gerektiğini düşünüyoruz. Devletin çeşitli yasal yollarla denetim veya başka sebeplerle bu kurumlar üzerindeki vesayetçi ve baskıcı yapısının kaldırılması gerektiği kanısındayız.
İş dünyası açısından önemli bir şey: Gerçek veya tüzel kişilerin her türlü verileri azami koruma altına alınmalıdır. Örneğin, bankaların ticari sırları paylaşmalarının önüne bir şekilde geçilmesi gerekir. Bu konuda Fuat Bey’in bazı ilave edeceği hususlar da var.
Son maddeyi de okuyarak… Başta iş dünyası olarak her bireyin ticari, sınai ve fikri hakları koruma altına alınmalıdır. Tacir kişilerin veya normal esnaf kişilerin alacaklarının tahsili yönünde devletin de bir kısım sorumlu olması gerektiğini düşünüyoruz.
O hâlde ben sözlerime son veriyorum, teşekkür ediyorum.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Devletin sorumluluğu üçüncü kişinin edimini tamamlamada mı?
AV. HAKAN YILDIZ – Evet, o konuda. Fuat Bey, o konudaki gerekçemizi daha iyi izah edecek size.
TUSKON BAŞKAN YARDIMCISI FUAT ÖZBEKLİ – Şöyle efendim: Ticari hayatta firmalar batıyorlar sürekli, batarlarken de birilerini de batırıyorlar. Örneğin, şu anda İstanbul’da birçok perakende kurum ödemelerini yapamıyor, çekleri yazılıyor ve ona bağlı olarak dokumacı, konfeksiyoncu, iplikçi, kumaşçı, hepsi zincirleme olarak büyük bir zarar görüyor ve bir sürü KOBİ yok olup gidebiliyor. Neden? O üstteki büyük kurumun ya kötü yönetiminden veya art niyetinden. Dolayısıyla çek veriyorlar, çekler bir müddet sonra kâğıt parçasına dönüşüyor, hiçbir yaptırımı yok. Ödemiyor, firma da iflasa gidebiliyor veya tamamen yok olabiliyor. Bu, bütün iş hayatını allak bullak ediyor. Tabii, devletin burada “Biz sizin çeklerinizi öderiz.” demesi gibi bir garanti talebimiz yok, sadece bunun bir anayasal hak olarak -ticareti hayatın bunun vatandaşın normal hakkı gibi- bir teminat altına alınması lazım. Daha sonra onunla ilgili mevzuat hazırlanabilir yani bankalar çeklerini verirken çok sorunlu olabilirler. Gelişmiş ülkelerde…
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Kılı kırk yaracaklar.
TUSKON BAŞKAN YARDIMCISI FUAT ÖZBEKLİ – Evet, kılı kırk yaracaklar.
Şimdi, 70 milyon dolarlık şu anda bir firmanın batağı var, mal vermeden firmaların konsinyeye karşı verdiği çekler var. 3-5 milyon TL’lik çek vermiş, karşılığında mal alarak dükkânda satacak ve ödeyecek. O çekler dâhil şu anda fiilî ödeme zorunda kalıyor.
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Hileli iflasta falan.
TUSKON BAŞKAN YARDIMCISI FUAT ÖZBEKLİ – Hileli de olabiliyor, kötü yönetim de olabiliyor.
Diğer bir konu da bu bildirimler, kişilerin işte hesapları. Zaten gündemde olan “bankalarla gizli sırlar” dedikleri şey bildirimlerinde çok hassas konu. Onun arkasında başka şeyler de oluşabiliyor. Zaten düzenlemeler Mecliste yapılıyor şu anda. Burada da taciri, sanayici rahatsız etmeyecek şekilde verilecek bilgilerin çok gizli ve ilgili yerlere belki çok özel taleplerle verilebilmesi lazım, yoksa arkasından şeyler de olabiliyor. Tabii, bunun bir de kötü tarafı var: Borcu var, parasını saklıyor, öyle de olmaması lazım. Orada bir denge bulmak lazım.
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Avukat Bey’e sorayım: Sizce “Türk milleti” etnik bir kavram mıdır?
AV. HAKAN YILDIZ – “’Türk milleti’ etnik bir kavram mıdır?” böyle bir yaklaşımımız yok ama Türkiye’de etnik bir yapının olduğu da bir gerçek. Kürtler olsun, Laz vatandaşlarımız olsun, farklı etnik kökenlere tabi çeşitli vatandaşlarımız vardır.
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Ben onu şey yapmıyorum… Sadece sorduğum soru…
AV. HAKAN YILDIZ – Buradaki etnik kökenden arındırılmıştan kastederken doğrudan Türk halkı ya da Türk milleti, o kapsamda bir şey söylemiyoruz ama her türlü etnik yapının anayasada yer almaması gerektiğini düşünüyoruz. Buradaki başlangıçtaki düşüncemiz de şu: İşte, anayasada “Kürtler de tanımlanmalı, Lazlar da tanımlanmalı.” gibi bir yaklaşım vardı, buna karşılık söylemiş olduğumuz bir şey. Yoksa Türk milletinin Türkiye Cumhuriyeti’nde etnik bir yapısının olduğu konusunda bir düşüncemiz yok.
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Sorduğum soru o, o kadar basit.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Peki, arkadaşlar, sağ olun. Teşekkür ederiz.
TUSKON BAŞKAN YARDIMCISI FUAT ÖZBEKLİ – Biz de teşekkür ederiz.
Kapanma Saati: 15.22
BEŞİNCİ OTURUM
Açılma Saati:15.37
-----0-----
AHMET İYİMAYA (Ankara) - Çalışmaya başlıyoruz.
Değerli hocalarım, anayasa yapımında, Parlamento kararıyla, teamüli bir uygulamayla oluşturulan Anayasa Uzlaşma Komisyonunun alt komisyon üyeleriyiz ve birinci süreci tamamlıyoruz yani vatandaşın, sivil toplumun, diğer kurum ve kuruluşların anayasa havuzuna taleplerini aktaracak, havuzu talepler, projeler ve önerilerle besleyecek bir sistem şu anda uyulamaya konuyor.
Değerli Arkadaşım Atilla Kart, CHP’yi temsilen; Değerli Arkadaşım Oktay Öztürk, MHP’yi temsilen; Değerli Arkadaşımız Altan Tan, Barış ve Demokrasi Partisini temsilen -belki biraz sonra katılacaklar, buraydılar- ve ben, Adalet ve Kalkınma Partisini temsilen sizleri dinleyeceğiz. Tutanaklar gizlidir, beyanlarınız aynen geçiyor.
En etkin şekilde yararlanacağız.
Hocam, özellikle sizden yararlanacağız.
Buyursunlar.
Biz, TİSAV olarak, görüşünüzü dinlemek istiyoruz.
Sanıyorum, Hasan Tunç Hocamız…
TİSAV YÖNETİM KURULU ÜYESİ PROF. DR. HASAN TUNÇ – Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın Başkan, değerli üyeler; malumlarınız olduğu üzere, TİSAV, Türk ve Türk Dünyası İktisadi ve Sosyal Araştırmalar Vakfı Yönetim Kurulu adına, arkadaşlarımızla birlikte hazırlamış olduğumuz bu yeni anayasa yapım sürecine ilişkin özellikle vurgulanmasında fayda gördüğümüz konularla alakalı zatıalilerinizin önünde olan yazılı metnimizi zaten sunmuş bulunmaktayız. Süremizin elverdiği ölçüde, arkadaşlarımızın tevdi ettiği görev çerçevesinde, bir Anayasa Hukuku Profesörü olarak, ben de size bu raporu belirli hatlarıyla en azından özetlemeye gayret edeceğim. Tabii süreç sonunda soru-cevap kısmıyla alakalı olmak üzere herhâlde bir on dakikalık falan bir de süre vermeniz uygun olur. Karşılıklı olarak birbirimizi anlayabilmenin daha rahat bir ortamını sağlamış oluruz.
AHMET İYİMAYA (Ankara) - Öyle zaten, öyle.
TİSAV YÖNETİM KURULU ÜYESİ PROF. DR. HASAN TUNÇ – Evet yani eğer kabul buyurursanız. Farklı bir yönetiminiz varsa ona da uyarız.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Otuz dakika sunum yapıyorlar, on dakika da soru-cevap…
TİSAV YÖNETİM KURULU ÜYESİ PROF. DR. HASAN TUNÇ – Yani genelde benim duyumlarım da öyle olduğu için o nedenle.
Peki, teşekkür ediyorum efendim.
Malum, anayasalar, özellikle bir devletin temel kuruluş metinleri olmaları yönüyle bu anlamda belirli ölçüde bir sosyal mutabakatı sağlamak ve özellikle toplumların siyasi beklentilerini normatif alana taşımakla yükümlü veya bu amaçla ortaya çıkan birer metinlerdir. Bu yönüyle de, zaten devletin temel hukuk metinleri olmaları yönüyle de normlar hiyerarşisi dediğimiz yapılanmada en üstte yer alırlar. Bu yönüyle de, özellikle toplumun siyasi beklentilerini veya siyasi düşüncelerini normlaştıran, kurallaştıran metinler olmaları yönüyle de tabii ki anayasalar, sadece bir çatıyı belirleyen değil, toplumun bu anlamdaki düşünce ve beklentilerini âdeta metne taşıyan bir özelliğe de sahiptirler ve bu yönleri anayasaların, malumunuz, siyasi yönünü ortaya koymaktadır ki bu yönü zaten anayasa yapım süreci açısından sürecin önemini özellikle karşımıza çıkarmaktadır. Şöyle ki: Sosyal mutabakat metni yani toplumun beklentilerine ve toplumun değer yargılarına, bizim klasik anlamda meşruiyet algısı dediğimiz toplumun tarihine, kültürüne, örfüne, ananesine ve bunlardan ortaya çıkan o temel kültürel formlara uygunluğu sağlayabilmenin takdir edersiniz ki en temel yolu -ki şu an yapılmak istenen de öyle zannediyorum bu olsa gerek- bu sürece olabildiğince toplumun en geniş katmanlarını, en geniş kesimlerini katmaktır. Bunu yaparken de malum herhangi bir ön şart, herhangi bir bu manada sınırlayıcı bir düzenleme veya bakış ortaya koymadan her kesimi olabildiğince geniş süreçte dinlemekte yarar olduğu kanaatindeyiz ve bu açıdan da demokratik bir yöntemle yapılan anayasanın muhtevasının da demokratik olabilmesinin sağlanabileceğini düşünüyoruz ki malumunuz, özellikle 61 ve 82 Anayasalarımızın bu noktadaki en önemli eksiklikleri, bu katılımı sağlayamamış, en azından toplumun belirli kesimlerini bu sürecin dışına itmiş olmalarıdır. Ki bu yönüyle olaya baktığımızda işte o “Asli kurucu iktidar” dediğimiz anayasayı yapan… Hani bugünkü yasama organı yapar yapmaz, bu tartışmalara girmek istemiyorum. Bu konuda benim şahsi fikrim, egemenliğin asli sahibi millettir ve millet bu iradesini ille olağanüstü dönemlerde değil, olağan dönemlerde de belirli ölçülerde kullanabilme hak ve yetkisine sahip olmalıdır. Bu süreç de bunlardan biridir diye düşünüyorum. Bu tamamen şahsi düşüncem.
Dolayısıyla o tartışmalara girmeksiniz ancak asli kurucu iktidarın bu anlamda hukuki manada herhangi bir sınır tanımayan, herhangi bir bu anlamda önünde bir metne dayalı veya bir hukuk normuna bağlı kalma gibi bir zorunluluğu olmayan bir güç veya bir süreç olması yanı sıra, biraz önce söylediğimiz toplumla uyuşabilen ve uzun vadede toplumun arzu ve isteklerine uygun bir metin ortaya çıkarabilen bir süreç olması veya böyle bir iktidar olması açısından da takdir edersiniz ki hukuki bir sınırı olmamakla birlikte asli kurucu iktidarın yani anayasayı yapan iktidarın mutlaka bir sosyal sınırı, “Meşruiyet algısı” dediğimiz toplumun değer yargılarından oluşan bir sınırı olmak zorundadır. Yoksa toplumla çatışan, toplumun değer yargılarıyla bu anlamda bağdaşmayan bir metin ortaya koyma söz konusu olur ki yakın geçmişte işte bu başörtü örneğinde olduğu gibi, toplumun bu anlamda âdeta yönetimle zaman zaman birtakım kaoslar, kargaşalar yaşadığı ortamlar söz konusu olabilecektir.
Hemen buradan hareket edersek, işte bu ülkenin, bu devletin kuruluş aşamasında bu devleti kuranlar, bu devletin kuruluşuyla ilgili birtakım temel felsefi bakışlar, temel ilkeler belirlemişlerdir. Bu yönüyle bir kere bir anayasada her şeyden önce bir başlangıç kısmı, bu metne dâhil olabilir olmayabilir, biraz önce söylediğimiz bu özelliklerin ifadesi olan, işte cumhuriyetin banisi Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve özellikle o mücadeleyi veren insanlara saygı ve hürmeti ifade eden, bu devletin temel değerlerini, gerek Türk milleti ve Türk milliyetçiliğinin temel bir felsefi bakış olarak esas alındığını vurgulayan ve bu anlamda bu anayasayı bu ülkenin evlatlarına tevdi eden veya cumhuriyetin nesline emanet ettiğini bildiren bir girizgâh veya dibace, giriş dediğimiz bölümün olmasında bizce önemli bir yarar vardır. Bu metin bir anlamda, mevcut Anayasa’mızdaki kabulde olduğu gibi, anayasa muhtevası içerisinde sayılabilir de sayılmayabilir de ama böyle bir giriş kısmının veya böyle bir başlangıç kısmının bulunması gerekir.
İkinci bizce önemli olduğuna inandığımız bu yapım süreci açısından, devletin temel kazanımlarını ifade eden, bir kere Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün o kozmopolit yapıdan millî bir devlet yapısına geçişle ortaya koyduğu temel değer yargılarının ifadesi olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin o temel kazanımlarının bir kere kesinlikle ve kesinlikle korunması gerekir.
Öyle ki bu noktada hemen müsaade ederseniz şöyle bir açıklama yapmak istiyorum: Malumunuz, anayasa yapmak farklı şeydir, bir devleti veya bir rejimi değiştirmek farklı şeydir. Siz eğer bir devlete anayasa yapıyorsanız o devletin temel değerlerine, o devletin temel felsefesine uygun kalmak veya uygun davranmak zorundasınız. Ha, yeni bir rejim, yeni bir devlet üretiyorsanız o güne kadarki kazanımları terk edebilir, arzuladığınız yöntemde o devrimci metotlarla yeni bir bakış ortaya koyabilirsiniz, sıfırdan bir rejim veya devlet biçimi şekillendirebilirsiniz ama bildiğiniz gibi, biz, mevcut Türkiye Cumhuriyeti devletine bir anayasa yazma veya böyle bir gayret içerisinde olma arzusu ve düşüncesinde olan bir süreci yaşadığımıza göre bu anlamda konuyu değerlendirdiğimizde, her şeyden önce bu cumhuriyetin kuruluş felsefesinin ifadesi olan, bir, bu devletin cumhuriyet olduğu, özellikle Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün o savaş veya o mücadele ortamında ortaya koyduğu temel ilkelerin ifadesi olan, işte o Misakımillî’yle belirlenmiş o toprak bütünlüğü, yine Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün gayet veciz bir şekilde ifade ettiği kuruluş dönemindeki “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk denir.” tarzındaki yaklaşımıyla ifade bulan o insanıyla bölünmezliği yani ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olduğu, dolayısıyla üniter ve millî bir devlet olduğu ilkesi Türkiye Cumhuriyeti anayasalarının tamamında var olması gereken bence olmazsa olmaz ilkelerdir. Bu ilkeler çerçevesinde, biraz önce de beyan ettiğimiz gibi, bu devlet bir cumhuriyettir yani cumhuri rejim dediğimiz yönetilenin yöneticiyi belirleme imkânının var olduğu bir anayasal düzen öngörmek zorundayız. Bu düzen içerisinde de bu cumhuriyetin temel nitelikleri, biraz önce söylediğimiz o millî, üniter, insan haklarına dayanan, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olduğu ilkesi, bunun yanı sıra bu devletin biraz önce ifade ettiğimiz o kazanımlarının bir başka yönü olan, işte bayrağının beyaz al bayrak, o marşının, millî marşının İstiklal Marşı olduğu, başkentinin Ankara olduğu gibi bu temel kabullerin bu devletin temel felsefesini, bu devletin varlığını ifade eden düzenlemeler olduğunu beyan ederek bunların Türkiye Cumhuriyeti’ne yazılan her anayasada mutlaka ve mutlaka bugüne kadar bulunduğu gibi bundan sonra da bulunmasının zorunlu olduğunu biz TİSAV olarak düşünüyoruz ki böyle bir şey bu devlet açısından, bu devletin anayasası açısından bize göre olmazsa olmazlardandır. Aksi, bu devletin bugüne kadarki kazanımlarını inkâr ve ret anlamına gelecektir ki bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin, öyle zannediyorum, herhâlde bu anlamda belki de sonlandırılması veya birazdan arz edeceğim gibi birtakım egemen unsurlar içerisinde o millî egemenliğin bütünlüğü çerçevesinde ortaya çıkan yapının birtakım tali ve bölgesel egemenliklere, devrine yol açabilecek âdeta farklı bölünme senaryolarının gündeme gelmesine yol açabilecek bir süreci ortaya koyabilecektir diye düşünüyoruz. O nedenle bu manada gerek başlangıç kısmı gerekse cumhuriyet ve cumhuriyetin temel niteliklerini ifade eden bu esasların mutlaka ve mutlaka bu anayasada korunma mecburiyeti vardır.
Biraz önce arz ettiğim gibi, bu esaslar millî ve üniter bir devlet olduğunu mutlaka vurgulamalı, hatta başlangıç kısmında bu Anayasa’da yer alan o insan haklarına ilişkin düzenlemelerin bir sınır ortaya koymadığı, bu anlamda çağdaş gelişmelere uygun açılımlarının da söz konusu olabileceği vurgulanmasında da insan hakları en azından düşüncesi açısından faydası olacağı kanaatindeyiz ki tekrar etmek gerekirse çok özel önem verdiğimiz için onu üzerine basarak tekrar tekrar affınıza sığınarak arz ediyorum, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir cumhuri devlet olduğu yani Türkiye devleti bir cumhuriyettir, “Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına dayanan, millî, üniter, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir.” ilkesi, bayrağının ay yıldızlı al bayrak olduğu, millî marşının İstiklal Marşı olduğu, başkentinin Ankara olduğu ve bu anlamda bölünmez bütünlüğünün var olduğu ilkeleri mutlaka bu manada korunmak zorundadır.
İnsan hakları açısından olaya baktığımızda…
Sayın Başkanım, saatinize bakıyorsunuz, özetleyeceğim yani şey yaparız, ben önemli gördüğüm için oralarda biraz ayrıntıya girdim. Bir iki konuda ayrıntıya gireceğim, onun dışında tık tık geçeceğim zaten.
BAŞKAN – Yok, yok…
TİSAV YÖNETİM KURULU ÜYESİ PROF. DR. HASAN TUNÇ – Yine insan hakları açısından, bir kere, malumunuz yani biz ülke olarak, devlet olarak kendimizi dünyadan ve milletler topluluğundan soyutlayabilmemiz mümkün değil. O anlamda uygar, çağdaş dünyanın ulaştığı insan hakları kataloğu ve insan hakları düşüncesini anayasamıza yansıtmamız gerektiğini biz düşünüyoruz ki bizim Anayasa’mızın, hepimizin de bildiği gibi, 82’de kabul edilen orijinal metniyle bugünkü metnini karşılaştırdığımızda özellikle insan hakları açısından, özellikle o 2001 yılında yapılan değişikler çerçevesindeki gelişmeden sonra bana göre dünyanın herhâlde en modern insan hakları düşüncesini felsefi açıdan yansıtan bir metin olduğunu söyleyebiliriz. Ha, düzenleme açısından maddeler arasında birtakım kavram kargaşası, iç dengenin bozulması, birtakım eksiklikler yani zamanla yapılan birtakım revizyonist yaklaşımlarla o bütüncü olmayan bakışların ortaya koyduğu sakıncalar mahfuz kalmak veya ayrık tutulmak kaydıyla, bizim özellikle o genel-özel sınırlama sebepleri çerçevesinde, genel sınırlama sebeplerinden kurtulmuş, özel sınırlama sebepleriyle ancak insan haklarının o Anayasa’nın ilgili maddesinde belirtilen çerçevede sınırlanabileceği düşüncesi veya gerçeğinin kabul edilmiş olması, bu anlamda çağdaş, modern, insan hakları kataloğu açısından en kabul edilebilir yaklaşımı bizim Anayasa’mız zaten o 2001 değişikliğiyle ortaya koymuş bulunmaktadır.
Bu yönüyle olaya baktığımızda, biz, özellikle insan hakları açısından bu gerçeğin ve bu kabulün aynen devam etmesi gerektiğini düşünüyoruz ki malumunuz insan hakları insanlığın şahsiyeti ve onurunun yani vücut ve manevi bütünlüğünün korunmasıyla kamu düzeninin korunması arasında gerçekleşen haklar olduğunu söyleriz ve bir hürriyetin hak olabilmesi için o hürriyetin bir pozitif düzenlemeyle sınırlarının belirlenmesi gerekir. Bir pozitif düzenlemenin konusu olmayan hürriyetin hak olabilmesi, kullanılabilir bir niteliğe kavuşması takdir edersiniz ki mümkün değildir.
İşte bu yönüyle bizim Anayasa’mızda temel hak ve hürriyetlere yönelik yaklaşım sınırlayıcı bir düzende değil, özellikle, malum, klasik anayasalarda kabul gören o üçlü ayrım vardır, işte temel haklar, siyasi haklar, sosyal haklar. Yapısından biraz daha farklı biz burada bir yaklaşım teklifinde bulunuyoruz. Devlete edim yükleyen insan hakları, edim yüklemeyen insan hakları. Edim yüklemeyenler önce, yükleyenler sonra şeklinde sıralanabilir. Birtakım Batı anayasalarında da bu yaklaşım malumunuz var, o ayrıntıya girmek istemiyorum. Edim yükleyen haklarla ilgili o hani iktisadi ve mali yeterlilik ölçüsü oraya getirilebilir, eşitlik ilkesi burada yer alabilir ve bu anlamda özellikle hem uluslararası hukukun kabul ettiği hem de çağdaş insan hakları katalogunun kabul ettiği bir sistematik ortaya konmuş olabilir.
Bu noktada bir konuyu özellikle vurgulamak istiyorum: Temel hak ve hürriyetler açısından uluslararası sözleşmelerle iç hukuk normları arasında birtakım malumunuz o Anayasa’nın 90’daki düzenlemeler çerçevesindeki değerlendirmeye baktığımızda, bu anlamda zaman zaman bizim iç hukuk düzenlememizin uluslararası hukuktan daha ileri olduğu durumlarla karşılaşabiliyoruz. Mevcut düzenleme bunu göz ardı eden bir yaklaşımla kaleme alındığı veya öyle kabul edildiği için bir kere bu noktada da insan hakları açısından hangi düzenleme yani uluslararası hukukun ortaya koyduğu düzenleme daha geniş bir sistem ortaya koyuyorsa onu, iç hukuk bu anlamda daha geniş bir sistem ortaya koyuyorsa onu kabul etmenin daha doğru olacağı yani ille uluslararası sözleşmede bu var diye iç hukukun öngördüğü genişlikteki hakkı daraltmanın doğru olmadığı kanaatindeyiz. Ki bu manada biz bir de özellikle insan haklarına ilişkin o iç hukuktaki doğrudan uygulanabilirlik niteliğini düşünerek bu sözleşmelerin, mutlaka ve mutlaka, birtakım ülkelerde olduğu gibi -işte Polonya, İspanya vesairede vardır- bir ön denetimden geçmesi, bu denetimden sonra ancak –belirli, nitelikli çoğunluklarla tabii bu denetim gerçekleşebilir- bir hak olarak bu anlamda kabul edilmesi veya o uygun bulma kanununun bu manada yürürlük kazanması daha tercihe şayan olacağı kanaatindeyiz.
Yine bizim Anayasa’mızda özellikle bu anlamda birtakım temel ilkelerle ilgili olarak mesela vatandaşlık tanımı noktasında özellikle biraz önce de, sözlerimin başında da arz ettiğim gibi, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ta cumhuriyetin ilk kuruluş döneminde ifade ettiği gibi “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk denir.” o söyleminde ifade edilen ve milleti tanımlarken herhangi bir ırki veya farklı mezhepsel vesaire özelliği değil “Belirli bir harsa -yani kültüre mensup- ve bu kültüre sadakat, bu kültürü devam ettirme arzusu içerisinde olan cemiyete millet denir.” tanımında –ki bizzat Atatürk’ün tamınıdır malumunuz- ifade edildiği gibi, herhangi bir ırki veya herhangi bir böyle etnik yapının değil bir devletin genel kapsamını ifade eden bir anlayış ortaya koyan, bu Anayasa’mızın 66’ncı maddesindeki “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür.” ibaresiyle şekillenen vatandaşlık anlayışının mutlaka ve mutlaka aynen korunması gerektiğini düşünüyoruz ki bu konuyla alakalı özellikle elinizdeki yazılı metinlerimizde biz bunu tüm ayrıntısıyla ifade ettik. Gerek Alman anayasası, Fransız anayasası, İspanyol anayasası, zaten benzer yaklaşımlar ortaya koymuştur. Hatta burada olmayan bir başka ülke örneğini ifade etmemiz gerekirse mesela Amerika Birleşik Devletlerinin “14’üncü amendment” denilen yani 14’üncü değişiklik, vatandaşlık hukukuna ilişkindir. Orada da bu yaklaşım söz konusudur ki zaten o devlete bir hukuki ve siyasi bağı ifade eden bu algı o devletin vatandaşları için genel bir şemsiyeyi ifade eder. Yoksa o devletin içerisindeki farklı unsurların varlığını veya o kültürel, mahallî özelliklerin varlığını inkâr eden değil, aksine bunların o bünyenin bir zenginliği, bir unsuru olduğunu kabul eden bir anlayış ortaya koymaktadır. Bu nedenle de -ki arzu eden bakabilir- mesela Federal Alman anayasasının 116’ncı maddesi der ki: “İşte şunlar şunlar, 1937’den itibaren Almanya’da yaşayan Alman kökenliler ancak Alman’dır.” Yani dünyanın herhâlde bu anlamda antropolojik yaklaşımla bir vatandaşlık algısı ortaya koyan veya bir ırkçı yaklaşımla vatandaşlık tanımı ortaya koyan bir metindir ve o metin bile çağdaş dünya tarafından uygar vatandaşlık tanımı olarak kabul edilmekte veya zaman zaman birtakım yerlerde ifade edilmektedir. Bizim Anayasa’mızın ortaya koyduğu tanımda ne bir ırki ne mezhepsel ne bir başka ayrım gözetilmeksizin bu ülkede yaşayan insanların hepsini bu ülkenin eşit ve aynı düzeyde vatandaşı kabul eden bir anlayış vardır. Oradaki Türklük, herhangi bir ırkın değil, devletin vatandaşı olmadan kazanılan hukuki ve siyasi sıfatı ifade etmektedir. Yoksa kimsenin elinde malumunuz bir Türk metre, bilmem ne metre yoktur, kimsenin ne kadar Türk ne kadar bilmem ne olduğunu kimsenin ne belirlemeye ihtiyacı vardır ne de böyle bir arayışın gereği vardır. Ancak bu noktada yapılacak sapmalar, bu ülkede biraz önce söylediğimiz birtakım mikro ayrışmalara, bölgesel farklılıklara yol açabilecek ve ülkenin giderek bölünme senaryolarına konu olmasına yol açabilecek bir durum karşımıza çıkaracaktır.
Yine bu anlamda Anayasa’mızın temel ilkelerinden olan devletin dili konusunda -o “Başlangıç” kısmıyla ilgili özellikle orada söylemedim burada ifade etmek açısından, onu bu şekliyle ifade etmek için buralara bıraktım- mesela, işte, ülkemizde farklı dillerin eğitim dili olarak kabulü noktasında birtakım taleplerden bahsedilmektedir. Dünyanın hiçbir yerinde, bakın, çok iddialı olarak söylüyorum, hiçbir uluslararası sözleşmede, hiçbir dünya anayasasında resmî devlet dilinin dışında temel eğitim dili kabul eden bir metin bulamazsınız. Böyle bir şey yoktur. Kaldı ki malumunuz, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Ek 1. Protokolü’nün 2’nci maddesi der ki: “Eğitim hakkı herkesin hakkıdır. Bu hakkın kullanımında devlet ailenin felsefi ve dinî inançlarına saygı duymak zorundadır. Bununla ilgili olarak ta 68 yıllarında klasikleşen, hepimizin bilebildiği, Belçika dil davasında… Malumunuz, Belçika’da üç farklı dil ve üç farklı bölgesel hükûmet vardır Fransız, Flaman ve Almanlardan oluşan. Flamanca eğitim yapan bir, Flamancanın resmî eğitim dili kabul edilen bir bölgede bir Fransız aile çocuğunun Fransızca eğitim yapılması talebinde bulunuyor. Devlet diyor ki: “Hayır, buradaki resmî dil Flamancadır, Framanca okuyacaksın. Bu konu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gidiyor ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararında aynen diyor ki: “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ne 2’nci maddesi -yani Ek 1. Protokolü’nün 2’nci maddesi- ne eşitlikle ilgili 4’üncü maddesi ana babalara istediği dilde eğitim hakkı verir şekilde yorumlanamaz, böyle bir hak yoktur.” Ki elimde -arzu eden varsa hemen sunabilirim- eğitim hakkıyla ilgili bütün uluslararası sözleşmeler var Türkiye’nin taraf olduğu veya olmadığı. Burada da baktığımızda…
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Metni alalım. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararını da verin.
TİSAV YÖNETİM KURULU BAŞKANI PROF. DR. HASAN TUNÇ – Hemen veriyorum. Şu Birk-Levy kararını da vereyim o zaman Sayın Başkanım.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Bütün arkadaşlarımıza birer tane dağıtın.
TİSAV YÖNETİM KURULU BAŞKANI PROF. DR. HASAN TUNÇ – Yalnız, fotokopi yapıp bana verirseniz…
Hatta, şurada bakın başka şeyler de var. Müsaade ederseniz şunları sunayım, ondan sonra… Bir bütünlük olsun.
Yani böyle ana dilde eğitim tarzı bir şeyin söz konusu olamayacağı… Tabii, bir dili öğrenmek farklı bir şeydir, o dilin resmiyet kazanması, bu anlamda bir eğitim dili olması farklı bir şeydir. Bana göre veya bize göre, bizim mensubu olduğumuz derneğin veya vakıf genel kanaatine göre, yabancı dilin de bu şekilde eğitim dili olarak kabul edilmemesi gerektiği kanaatindeyiz. Gerçi, o konuyla alakalı, malumunuz, şu an bir kanun var, o kanuna göre Başbakanlık bu dilleri belirliyor ama… Neyse, o ayrıntıya da girmek istemiyorum. Bir dili öğrenmek farklı bir şeydir, bir dilde eğitim farklı bir şeydir. Tabii ki herkes, çağdaş bir ülke insanı olarak yabancı dili veya dilleri çok iyi öğrenecektir. Ha, bunun içerisinde bir ülkenin kendi vatandaşlarının kültürel zenginliğinin ifadesi olan mahallî diller özel birtakım girişimlerle tabii ki öğrenilebilecektir, yaşayacaktır, bunun önünde hiçbir engel olmayacaktır ama bunun resmiyet kazanarak bir eğitim dili olabilmesi, biraz önce ifade ettiğim gibi, ne Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde ne herhangi bir uluslararası sözleşmede kabul görmemiştir.
Bakın, Ulusal Azınlıkların Korunması İçin Çerçeve Sözleşmesi’nin 2’nci maddesi diyor ki: “Geleneksel diller öğretilmelidir.” 3’üncü maddesi diyor ki: “Bu diller öğretilirken özellikle resmî dilin öğrenilmesine veya bu dilde eğitime zarar vermeden uygulanmalıdır hukuk.” Buyurun. Bu konudaki özel uluslararası sözleşme.
Yine, dünya devletleri açısından uygulamaya baktığımızda, bakın, Brezilya’da Portekizcenin dışında bir resmî eğitim dili yoktur. Çin’de üç temel dil olmasına rağmen -Mandarin, Canton, Hong Kong Çincesi- bunlar içerisinde sadece Mandarin Çincesiyle eğitim yapılmaktadır, başka dilde eğitim mümkün değildir. Amerika Birleşik Devletleri, malumunuz, özellikle 2005 ve 2006 yılları arasındaki o birtakım olaylar nedeniyle bazı tartışmalar gündeme geliyor ve işte, nüfusun yüzde 32,7’si yanlış hatırlamıyorsam, o dönemin istatistiklerine göre, İspanyolca konuşmaya…
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Yüzde 12’si.
TİSAV YÖNETİM KURULU BAŞKANI PROF. DR. HASAN TUNÇ – Benim okuduğum şeylerde yüzde 32,7.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – 32 toplam yabancılar.
TİSAV YÖNETİM KURULU BAŞKANI PROF. DR. HASAN TUNÇ – Toplam, onu diyorum.
Bir farklı İspanyolca dil eğitimi söz konusu olduğu söyleniyor. Bunu önlemek adına… Bakın, Amerika’da 2007 yılında İngilizce Dil Birliği Kanunu çıkarılıyor, federal bünyede başka bir dilde eğitim yasaklanıyor. Gerekçesi olarak da eğitim ve resmî yazışma masraflarından tasarruf sağlamak, ülkedeki az gelişmiş bölgelerin dil farkı sebebiyle geri kalmalarını önlemek… İşte, İngilizce bütün etkin köken vesairenin ortak dilidir, bu ülkenin birleşmesine, bütünleşmesine fayda sağlar, vatandaşlık için temel başvuru zaten İngilizcedir, herkes Amerikan vatandaşı olmak için İngilizceyi bilmek zorundadır diyor.
Yine, Almanya… Bakın, Slovakya’da özel muayenehanede bile, Slovakçanın dışında, mesela Macarca kullanamazsınız, özel muayenehanede bile. Bu suçtur. Avrupa Birliğine üye bir ülkedir malumunuz. Fransa yine öyledir ki Fransa açısından hemen yine bir ilginç karar vereceğim. Malumunuz, Fransa’nın “Fransız Polinezyası” denilen Tahiti Özerk Cumhuriyeti var. Bu özerk cumhuriyet Fransa’ya bağlı bir özerk devlet. Ayrı bir yasaması, yürütmesi, yargısı olan bir özerk yapı ama Fransa’ya ait bir özerk cumhuriyet, egemenliği Fransız egemenliğine dâhil bir ülke. Bu anlamda orada Birk-Levy denen bir bayan parlamenter kendi parlamentosunda kendi dili olan, yani bölgesel ana dili olan Tahitice konuşmak istiyor. Fransız kanunları Fransız cumhuriyetine ait tüm ülke toprağında resmî dilin Fransızca olduğunu düzenlediği için bu konuda bu çabayla veya taleple ilgili olarak bir uyuşmazlık çıkıyor. Konu Fransız Danıştayına geliyor. Fransız Danıştayı diyor ki Birk-Levy’e: “Hayır, sen Tahitice konuşamazsın, bizim falan organik kanunumuz bu konuda herkesin Fransızca konuşmasını emrediyor.” Bunun üzerine Birk-Levy 2006 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuruyor. Çok yakın bir karar, Eylül 2010 yılında verilen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Birk-Levy kararında aynen şöyle söyleniyor, diyor ki: “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin hiçbir maddesi bireye idareyle olan ilişkilerinde istediği dili kullanma hakkını tanımamaktadır.” Tekrar ediyorum: “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin hiçbir maddesi bireye idareyle olan ilişkilerinde istediği dili kullanma hakkını tanımamaktadır.” Vesaire, vesaire diyor, el cevap “Siz böyle bir hakka sahip olamazsınız. Devletin belirlediği dildir ve Fransızcayı siz orada konuşmak, kullanmak zorundasınız.” diyor.
Dolayısıyla bütün bunları toparlayacak olursak, bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasası’nda da bu çağdaş gerek uluslararası sözleşmelerin hak kataloğu içerisinde benimsediği gerekse biraz önce ifade ettiğimiz bu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında belirlenen yaklaşımla konunun ele alınması ve Türkçeden başka bir dilin resmiyet kazandırılmasına yönelik bir çabanın veya ifadenin Anayasa’da kesinlikle yer almaması gerektiği kanaatindeyiz.
Yine laiklik söylemi açısından -bizce de önemlidir- mutlaka ve mutlaka bu ülkede din kültürü dersi zorunlu olmalıdır -hani, laikliğin tanını vesaire, oralara girmek istemiyorum- bu din kültürü dersinin muhtevası da objektif kriterlere göre ele alınıp bütün dinler ve mezheplerin tanıtıldığı bir genişlikte öğrencilere sunulmalıdır. Bunun dışında da mutlaka ve mutlaka insanlara kendi dinini öğrenmek üzere bir ek seçmeli ders imkânı verilmelidir, mutlaka ve mutlaka. Biraz önce söylediğim gibi, nasıl ki mahallî diller özel kuruluşlar içerisinde farklı birimlerde o kültürel yapı içerisinde öğrenilebiliyorsa, insanların da kendi dinini kendi algısına göre, yerine göre kendi mezhebine göre öğrenebilme hakkı olmalıdır. Bunun önünde bizce hiçbir engel olmamalıdır diye düşünüyoruz.
Yine, bu manada özellikle temel hak ve hürriyetler açısından, seçme ve seçilme hakkının önündeki birtakım engeller ortadan kalkmalı. Bizce mevcut bu baraj olayı mutlaka böyle kabul edilebilir bir oranlara çekilmeli. Siyasi partilere üyelik konusundaki sınırlayıcı düzenlemeler biraz daha daraltılmalı. İşte, bu güvenlik güçleri ve hâkim, savcılar, yani mesleği gereği tarafsız olma niteliğine bürünmeyen insanların, mesela askerî öğrenciler gibi, onun dışındaki birtakım askere alınmış er ve erbaşlar gibi insanların bu anlamda oy kullanma hakkı mutlaka olmalı diye düşünüyoruz.
Yine, özellikle devletin sosyal haklarla ilgili sınırlandırıcı düzenlemesi, yani o ekonomik yeterlilik konusuyla alakalı düzenlemesi -63 zannediyorum, neyse- o maddedeki düzenleme kapsamına, özellikle sağlık, eğitim gibi haklar kesinlikle alınmamalı, bu temel haklarla ilgili, bu sosyal ve iktisadi hak kapsamında kabul edilen haklarla ilgili böyle bir sınırlama kabul görmemeli. Bu özellikle kamu görevlilerine sunulan toplu sözleşme hakkının bu sakat yapısından kurtarılarak mutlaka grevli toplu sözleşme hakkı olmalı. İşte, emeklilere sendika kurma hakkı tanınmalı ve yine, bu anlamda, özellikle kamu personeli açısından mevcut uygulamalar içerisindeki karmaşadan mutlaka kurtulmayı sağlayacak bir düzenlemeye giderek kamu görevlileri içerisinde görevi gereği özellikle toplu sözleşme ve grev yapmaması gereken işte güvenlik gibi, yargı gibi ve sair gibi istisnalar dışındaki tüm kamu görevlilerine bu haklar verilmeli diye düşünüyoruz. İdari yapı açısından konuya yaklaştığımızda -ki hemen kısa kısa geçeceğim müsaadenizle- idari yapıyla ilgili olarak, malumunuz, parlamenter sistem Türkiye Cumhuriyeti’nin şu ana kadarki kazanımlarının ifadesi olan ve bu manada, belirli ölçülerde eksikliği de olsa, yaşanılan ve kabul görmüş bir sistemdir. Bunun dışında bir arayışa girmenin doğru olmadığı kanaatindeyiz.
Yine, parlamenter sistemin mantığına uygun olarak Cumhurbaşkanın konumu ve görevleri mutlaka ve mutlaka yeniden ele alınmalıdır, o görevleri mutlaka daraltılmalıdır. Halk seçimi olayı olabilir çünkü çağdaş parlamenter sistemlerde böyle uygulamalar da var. Bizim için bunun çok bir önemi yoktur. İşte, Diyanet İşleri Teşkilatı gibi, Genelkurmay Başkanlığı gibi… Ki Genelkurmay Başkanı yine Millî Savunma Bakanlığının teklifi, Bakanlar Kurulunun kararıyla atanmalı. Yine, bu anlamda kısmen Diyanet İşleri Teşkilatına bir özerklik kazandırılıp temsil noktasında da biraz daha çeşitlilik kazandırılmasında yarar olduğu kanaatindeyiz.
Yine -son cümleler olarak, affınıza sığınarak; onun için “yine, yine” diyorum- yargı konusunda, bir kere, yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığını sağlayacak düzenlemeler Anayasa’da mutlaka ve mutlaka yeniden ele alınmalı. Bu anlamda, mesela Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu, niteliği itibarıyla, bize göre, mevcut yapısı dışında, ikili bir ayrımla ele alınıp hâkimler için ayrı, savcılar için ayrı bir kurul şekline bürünmeli. Anayasa Mahkemesi özellikle üye seçimine ilişkin düzenek yeniden ele alınmalı. Bu anlamda, gerek Hâkimler Kuruluna gerek Savcılar Kuruluna üye seçimi konusu mutlaka yeniden ele alınması ve bunlar buradaki biz birtakım örneklerini verdik, o örnekler çerçevesinde düzenlenmeli.
Onun dışında, bir kere Yüce Divan görevi, malumunuz, Türkiye’de hep tartışılan bir konudur. Bana göre de veya bize göre de özellikle Yargıtay Ceza Daireleri Başkanlarından oluşan bir kurula verilip onun temyiz veya inceleme mercisi olarak da Ceza Dairesi Genel Kurulu veya Ceza Daireleri Genel Kurulu, Yargıtay Küçük Genel Kurulu olarak malumunuz teşkil eden kurulun görevlendirilmesi gerekir.
Siyasi partiler açısından parti içi demokrasi mutlaka ve mutlaka zorunluluk olmalı. Bugünkü lider sultası tarzındaki yapılanmalardan siyasi partiler mutlaka kurtarılmalı. Yine, bu merkez yoklaması veya kontenjanına birtakım sınırlar getirilmeli. Bunların örneklerini biz burada veriyoruz. Bu nispi temsil sistemi içerisinde biraz önce söylediğimiz o baraj yeniden ele alınmalı ve siyasi partilerin özellikle kapatılması rejiminin mutlaka ve mutlaka terör ve şiddet odaklı olan fiillere göre sınırlandırılmalı yani terör ve şiddet içerikli olmayan faaliyet ve diğer fiillerinden dolayı siyasi partiler, yani o Venedik Komisyonu kriterleri çerçevesinde kapatılmalı. Siyasi partilere bu anlamda verilecek müeyyideler, cezalar şekillenmeli. Kapatma ve mali yardımdan yoksun bırakılmanın dışında başka birtakım müeyyideler de gündeme getirilebilmeli ve bu anlamda özellikle siyasi partilerin bu manada yargılanmasında ortaya çıkacak sonuçlarda suçların şahsileştirilmesi yönteminin mutlaka ve mutlaka yeni Anayasa’da kabul edilmesi gerektiği kanaatindeyiz ki şu an mesela, mali cezalarla ilgili olarak, hepinizin bildiği gibi, bir siyasi parti yöneticisinin bile yapmış olduğu hata varsa, o parayı siyasi parti zaten usulsüz olarak harcamış oluyor. Usulsüz harcamasının tespiti üzerine Anayasa Mahkemesi kararıyla bir kez daha, âdeta şeddeli bir biçimde o cezayı bir de hazineye ödemek zorunda kalıyor. Kendi personelinin bunda hiçbir sorumluluğu veya o anlamdaki suçların şahsiliği prensibini gerçekleştirecek bir düzenleme mevcut siyasi partiler rejimimizde, malumunuz, yok. Bu anlamda bu manada bir müeyyideleşme veya müeyyide standardının getirilmesinin de uygun olduğu kanaatimizi arz ediyor, sabırla dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyoruz efendim.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Sormak istediğiniz soru var mı?
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Bizim heyetimizin çalışma prensibi, mevzularda mümkün olduğu kadar dinleme ve bunun ötesinde bir tartışmaya filan girme değil ama özellikle ana dilde eğitim noktasını öyle bir sundunuz ki… Mesela, Özbekistan’da üç dilde ana dilde eğitim var, İsviçre’de var, Belçika’da var. Yani sanki bütün dünya bu konuda ittifak etmiş gibi… Güney Afrika’da on bir tane resmî dil var, Hindistan’da on altı tane var. Çeçenistan’da eğitim var -özerk bölge Rusya içerisinde- Tataristan’da var. Yani bunu nasıl açıklıyorsunuz? Yani bu dediğiniz model dünyanın tek bir modeli değil. Ben Özbekistan’a gittim ve gördüm de, Rusça, Özbekçe ve Tacikçe.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Evet, buyurun Hocam.
TİSAV YÖNETİM KURULU BAŞKANI PROF. DR. HASAN TUNÇ – Şimdi, Sayın Tan özellikle Özbekistan gibi, işte Rusya gibi veya…
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Belçika, İsviçre…
TİSAV YÖNETİM KURULU BAŞKANI PROF. DR. HASAN TUNÇ – Belçika’yı dedim zaten.
Şimdi, bakın, buralardaki temel yaklaşım şu: Mesela, doğru, Belçika’da, ben de biraz önce söyledim, üç temel dil var: Flamanlar, Almanlar, Fransızlar ama hangi kantonda resmî dil neyse o öğretiliyor. O kantonda iki tane dilli eğitim yok. Özbekistan’da da aynı şey var, Rusya’da aynı şey var. Güney Afrika’ya gidin, Güney Afrika’da yetmiş üç şey vardır, hatta yüz küsur tane bölge vardı, böyle farklı yapı vardı, bunlardan yetmiş üçü anayasa sürecine katıldı. Onlarla ilgili, arzu ederseniz, hemen hemen tek tek adlarını da sayarım. Yani bu anlamda söz konusu olan gerek çağdaş insan hakları düşüncesinin kabul ettiği anlayış bir ülkede kabul edilen resmî dil neyse eğitim dili de odur. Bunu belirleme devletin hakkıdır, devlet bu dili belirler ve bu belirlenen dilde eğitim yapılır. Bu bahsettiğiniz ülkelerdeki uygulamaların tamamı da buna örnektir. Yani Belçika’da mesela Flamanca konuşulan bir yerde aynı zamanda Fransızca eğitim yapamazsınız veya Rusya’da aynı şekilde. Yani X bölgesinde diyelim ki o kendi anayasal düzeni içerisinde denmiş ki: “Bu eyalet falan dili resmî dil olarak kabul etmiş, resmiyetini filan dilde yürütecek.”
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Bu şekilde bir düzenleme Türkiye’de olabilir mi?
TİSAV YÖNETİM KURULU BAŞKANI PROF. DR. HASAN TUNÇ – Bana göre, olamaz. Üniter bir devlette böyle bir şey olamaz. Bu bahsettiğiniz ülkelerin tamamı da, takdir edersiniz ki federal yapılı ülkelerdir. Biraz önce özellikle vurguladığım, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin mutlaka millî üniter devlet olduğu ilkesinin anayasal ilke olarak kabul edilmesi gerektiği vurgusu bu gerekçeyledir zaten.
Teşekkür ediyorum efendim.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Teşekkür ediyoruz, sağ olun.
Biz tabii bunları değerlendireceğiz. Komisyonumuzun çalışma yöntemi de, yapısı da çoğulculuğu öne alan bir yapı. Mutlaka çok yararlandık ve Komisyon nihai şekilde, millet de en sonunda değerlendirecek. Çok sağ olun Hocam.
Yalnız bu konuda ek incelemeleri bize gönderirseniz seviniriz. Şu anda alıyoruz ama onun ötesinde ileri incelemeler varsa…
TİSAV YÖNETİM KURULU BAŞKANI PROF. DR. HASAN TUNÇ – Sayın Başkanım, değişik raporlar hâlinde orada burada yayımlıyoruz zaten. O anlamda, malumu âliniz, onlar Sayın Başkan vasıtasıyla o şeye de konuyor. Sayın Meclis Başkanımızın bir İnternet sitesi var, orada yer aldığı için…
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Sağ olun, teşekkürler Hocam.