Beyaz adamın "sadık köle" merakı
Kongo'nun sömürüldüğü yıllarda, beyaz adam, Kongo'da daha rahat hareket etmek için Kongo'nun yerli insanlarından yardım almak zorundaydı. Ama en büyük sorun, siyah insanın öfkesine maruz kalmaktı. Para ile tutulan köleler
Fatma Yavuz, Yağmur Dergisi, "Müjde Kongo'ya Gidiyoruz", sayı 35, Nisan-Mayıs-Haziran 2007.
- y w ^ h iv ı<-luı/CJIIIUC L/UyiU UIIINCn T Ctl I I I Ş I d T
her zaman sadık değillerdi. Fırsat buldukları ilk anda, efendilerine ihanet edebiliyorlardı. Ayrıca acıya dayanıksızlardı. Hakaret edildiğinde, dayak yediklerinde, canları yandığında, her insan gibi isyan edebiliyor, eş ve çocuklarına olan bağlılıklarını "normal insanlar" gibi canlı tutabiliyorlardı.
Hâlbuki bu özellikler bir kölede olmamalıydı. Çünkü köle, efendisi ile hiçbir şey kıyas etmemeliydi. Canı yansa da efendisine sadık, kendi adına karar veremeyecek kadar korkak ve pısırık olmalıydı. Yani kölelik genlerine kadar işlemeliydi.
İşte beyaz insanın sıkıntısı buradan kaynaklanıyordu. Para ile satın alman Kongolu köleler, her şeyi çok iyi yapıyorlar; ama iş kritik bir noktaya geldiğinde, beyaz efendiyi tehlikede bırakabiliyorlardı.
Sorun, "Kölelik ruhu genlerine kadar işlemiş köleler nasıl yaratılır?"da kilitlenip kalıyordu. Sonunda beyaz adam, köleliği, ruhuna kadar sindirmiş "köle yaratma (!)" fikrini, Kongolu anneler üzerinde denemeye karar verdi.
Şizofrenik bir araştırmanın kurbanı anneler
Yapılacak şey, başlangıçta, her ne kadar üzücü de olsa sonuç itibari ile beyaz adama sadık köleler edinme fırsatı vereceği için vicdanlar bir süre susturuldu.
O günlerde Kongo'da, sokak sokak, ev ev, hamile kadın arandı. Kimisi üç, kimisi beş, kimisi de dokuz aylık hamile olan anne adayları, zor kullanılarak büyük bir meydana getirildi. Bu alanda zorla toplanılan genç anne adayları arasından dokuz aylık hamile bir kadın seçildi. Doğum yapmasına birkaç gün kalmış olan bu anne adayı, yere doğru gerilerek mancınık haline getirilmiş bir ağaca bağlandı. Etrafta, yüzlerce siyahı hamile annenin korku dolu bakışları arasında, bu annenin bağlı olduğu ağacın ipi kesildi. Doğumuna birkaç gün kalmış olan bu kadın, yavrusu ile birlikte havaya
fırlatıldı. Bir annenin karnındaki çocuğuyla birlikte havada parçalanışınu şahit tutulan etraftaki diğer anneler, çığlık çığlığa sağa sola kaçışsalar da beyaz adamın elinden kurtulmayı başaramadılar.
Yaşadıkları bu olayı haftalarca üzerlerinden atamayan hamile anneler, beyaz adamı nerede görseler kendilerine bela bulaşmasın diye büyük hürmet göstermeye başladılar ve anne karnındaki çocukların ruhu, bu korkuyla karışık hürmet duygusu ile şekillenmeye başladı.
Henüz bu olayın travmasını üzerlerinden atamayan anneler, bir sonraki ay, yine aynı meydanda zorla toplandı ve içlerinden yine bir anne adayı seçilip mancınıkla havaya fırlatıldı. Yüzlerce hamile anne, her ay, içlerinden seçilen birinin mancınıkla havaya fırlatılışına, kimi zaman havada, kimi zaman yere düşerken parçalanışına şahit tutuluyor ve dokuz ay boyunca, yarının annelerine ve karmlarındaki bebeklere korku travmaları yaşatılıyordu.
Hamileliğinin daha ilk aylarından itibaren, anne karnında, bu korku nöbetlerini yaşayarak dünyaya gelen çocuklar, tam da tahmin edildiği gibi "korkuyu ruhuna sindirmiş ve efendisine ölümüne sadık (!)" birer köle olmaya başlamışlardı bile. Beyaz adam için paha biçilmez kıymetteki "sadık köleler"di artık onlar.
Daha anne karnındaki ceninin psikolojisini, travmalarla şekillendiren beyaz adam, bilim adına da bir çığır açtığını düşünüyordu. Bunun adı embriyo psikolojisi idi!..
Embriyo psikolojisi nedir?
Embriyo psikolojisi, anne karnındaki embriyonun anne vasıtası ile yaşadığı psikolojiye verilen addır. Kısaca diyebiliriz ki hamilelik süresince bir anne ne ile meşgul oluyorsa, duygu dünyası ne ile şekilleniyorsa karnındaki embriyonun da duygu dünyası aynı olaylarla şekillenmektedir.
Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, eğer anne korku nöbetleri ile hamileliğini geçirmiş ise muhtemel ki doğacak çocukta da bu korku nöbetlerinin izleri bir ömür boyu devam edip gidecektir. Veya çok karşılaşılan başka bir durum da istenmeyen bir hamileliği mecburi olarak yaşayan bir annenin ruhsal halidir. Böyle bir annenin bebeği, dokuz ay boyunca kendisini istemeyen bir annenin psikolojik baskısı altında eziklik hissedecektir.
Bu ezilmeler, çocuğun bir ömür boyu taşıyacağı "psikolojik karakterin" en belirgin özelliği olarak bir gölge gibi onu takip edecektir.
O halde bebek bekleyen bir anne, bir baykuş gibi ciddi ve dikkatli olmalı. Karnındaki yavrusuna fizyolojik olarak bağlı olduğu gibi psikolojik olarak da bağlı bulunduğunu asla hatırından çıkartmamalıdır.
Bir anne, okuduğu Kur'an'ın sadece kendisine değil, karnında taşıdığı yavrusuna da okuduğunu bilmeli. Aldığı ab-destin, kıldığı namazın verdiği huzur ve sakinliğin, sadece kendisine değil, minik yavrusuna da tesir ettiğini asla unutmamalı. Annenin yaşayacağı, korku, öfke, hırs, günah, yapacağı gıybet, söyleyeceği yalan, kısacası vicdanını sızlatan her bir durum, çocuğuna da inceden inceye zehir gibi sızar. Anne bunu bilerek hareket etmelidir. Bu itibarla bakıldığında, çocuk terbiyesinin daha anne karnında başladığına şahit oluyoruz. Özetlersek bir anne, çocuğunun nasıl bir karaktere sahip olmasını istiyorsa kendisi de hamilelik döneminde o karakterin izlerini taşımalıdır.
Sadece hamilelik döneminde değil tabii ki bebeğin dünyaya geldiği ilk dakikalar, anne ile bebek arasındaki ilk iletişim de hayatî önem taşımaktadır.
Anneyle Çocuk Arasındaki Büyük Sır
Pedagoji bilimi, anne ve çocuk arasındaki bağı araştırırken büyük bir hakikatin perdesini farkında olmadan araladı. Bugüne kadar büyük bir bilmece olan bu perdenin aralan-masıyla anne-çocuk arasındaki o müthiş bağın gizemli sırrı birazcık daha anlaşılır olmaya başladı.
Bu sırra geçmeden önce hafızamda hâlâ tazeliğini koruyan bir anımdan bahsetmek istiyorum.
Televizyon ve kumanda arasındaki iletişimsizlik
Çok sevdiğim bir arkadaşı ziyarete gitmiştim. Bir kış akşamının, uzun uzadıya devam eden sohbetlerinden birini yapıyorduk. Sohbete öylesine dalmıştık ki televizyonda akşam haberlerinin başladığını geç fark ettik. Arkadaş, haberlere bakmayı teklif etti ve elindeki kumandayı televizyona doğrultarak televizyonu açmaya çalıştı. Arkadaşım, televiz-
yonun kumandasına basıyor, basıyor, basıyordu; ama televizyon "tık" demiyordu. Kumanda televizyonu açarriamıştı. Kumanda ile televizyonu açamayacağını anlayan arkadaşım, kalktı televizyonun yanma gitti ve düğmesine basarak televizyonu açtı. Oturduğu koltuğa tekrar dönerken tebessüm etti ve "Bazen tutukluk yapıyor" diyerek izahatta bulundu.
Televizyon açılmıştı açılmasına; ama haberlerin bulunduğu kanal yoktu ekranda. Arkadaş, yeniden kumandayı aldı eline. Kumandayı avuç içine vurarak tekrar televizyona doğrulttu. Olmadı. Tekrar denedi, yine olmadı. Sinirleri gerilmişti. "Aaa yeter ama sende!" dedi ve tekrar televizyonun yanına giderek haberlerin bulunduğu kanalı, eli ile tuşlara dokunarak ayarladı.
Demek ki kumandada bir sorun vardı. Televizyon ile kumanda iletişime geçemiyordu. Biz haber seyretmek istiyorduk, kumanda ile ayarlayamadığımız televizyon Karadeniz oyunlarını gösteriyordu bize.
Tıpkı birçok anne ile çocuğu gibi... Birçok anne, çocuğunun istediği gibi davranmamasından, çocuğu ile uyum içerisinde olamamaktan şikâyetçidir.
Anne ile çocuk arasındaki iletişim sorunu, kumanda ile televizyon arasındaki iletişim sorunu gibi olsa o zaman kolay. Bazen kumandanın pilini değiştirir bazen de bir tamirciye gider sorunu çözebilirsiniz; ama anne ile çocuk arasında yaşanan uyum sorununun çözümü çok defa bir pil değiştirecek kadar basit değildir.
Sorunun çözümünün basit olamaması, çok defa sorunun nerede yattığının bilinmemesinden kaynaklanır.
Doğumu takip eden ilk saatlerin önemi
Çocuk ile anne arasındaki "kopuk"Iuğun en önemli halkasını, çocuğun doğumunu takip eden dakikalarda annenin yanında olmaması olduğunu biliyoruz. Bu anların büyük bir
rol oynadığını görüyoruz. Çünkü doğumu takip eden dakikalarda, anne beynindeki Hipofiz adlı salgı bezinden salgılanan "prolaktin" hormonu, annenin yeni doğan bebeğiyle arasındaki sinyalleri ayarlamak üzere büyük bir hızla harekete geçer. Anne beynindeki bu hormon, tıpkı uzaktan kumanda cihazı ile televizyon arasındaki uyum gibi, anne bünyesini minicik bedene göre ruhsal olarak uyuma sokar.
Çocuğun özellikleri bilinçaltına kaydediliyor
Çocuğun dünyaya gözlerini açtığı ilk dakikalardaki ağlama sesi, vücudu hormonla uyarılmış olan annenin hafızasında özel olarak kayıt altına alınır. Bu ağıt sayesinde, anne, çocuğuna karşı pedagojik bir simetri oluşturur. O yüzden de birlikte geçirilen ilk dakikaların hayatî önemi vardır. Anne, kendi yavrusunun ağlamasını, "ana ses tonu" olarak bilinçaltına, özel olarak kayıt eder. Böylece anne, ilerleyen aylarda ve günlerde, farklı tonlarda ağlayan bebeğinin sesini, etraf ne kadar kalabalık ve gürültülü olursa olsun, özel bir yetenekle duyabilme becerisi kazanır.
Bu açıdan bakıldığında annenin doğum yaptığı ilk anda, kendi çocuğunun sesini duymasını engellemek, anneye verilebilecek en büyük cezalardan biridir. Anne yorgun olmasına aldırmadan, kendi çocuğunun bu ilk ağıtlarını özellikle dinlemelidir. Bu an, annenin çocuğundan gelen sinyalleri alarak "annelik hormonunu" salgılaması açısından en önemli andır.
Doğumu takip eden ilk dakikalarda bebeğin anne ile ten, göz ve koku teması sağlaması da hayatî önem taşımaktadır. Nasıl ki bebeğin ilk sesi, annenin hafızasında özel kayıt altına almıyor, bebeğinin tenine dokunan anne, ondan aldığı pozitif enerjiyi ve hissi yine hafızasının en özel yerine saklıyor.
Anne, beyninden salgılanan prolaktin hormonunun kazandırdığı bir yetenek ile tıpkı fotoğraf makinesi özelliği alarak bu kayıt işlemlerini doğumu takip eden birkaç gün içinde gerçekleştirir.
Böylece çocuk ile anne arasında ilk sinyal alışverişi oluşmaya başlamıştır. Çocuk anneye sesini, kokusu ve teninin yumuşaklığını verir, anne de çocuğundan aldığı bu ilk sinyalleri, pedagojik simetri oluşturmak üzere bilinçsizce kayıt altına alır. Bu algıyla, annenin çocuğuna karşı hissedeceği empati duygusunun da temeli atılmış olur.
Eğer anne, doğumu takip eden ilk saatlerde, bebeği ile böylesi bir veri alışverişine girmediyse bebeği ile kendi arasındaki ilk "kopuk"luğu oluşturduğunu bilmelidir.
Anne ile bebek arasında adım adım gelişen empati duygusunun en önemli yapı taşlarından biri de bebeğin anneden süt almasıdır. Bu yüzden ilk iki yıllık süre çok önemlidir.
Anne ile bebek arasında iki yıl boyunca devam etmesi gereken emzirme süreci, ne yazık ki birçok defa asılsız söylentiler ve bilimsel olduğu iddia edilen araştırmalar ile daha kısa sürede bitirilmekte. Bu da anne ile çocuk arasında, bir daha telafisi çok zor olan kopukluğun yaşanmasına neden olmaktadır.
Anne Sütü, İlk Altı Aydan Sonra Gereksiz mi?
Sahibi olduğum "çocuk terbiyesi" e-mail grubuna, bir yazı gönderen değerli bir Doçent, anne sütünün ilk altı aydan sonra besleyicilik özelliğinin kalmadığını yazmışü.
Bir bilim adamından böyle bir ifadeyi okumak, beni gerçekten üzdü. Hâlbuki anne ile bebek arasında, emzirme döneminde büyük bir ilişki başlar. Biz çoğunlukla biyolojik beslenmenin etkileri üzerinde dururuz. Oysa emzirme sürecinin önemli bir katkısı da ruhî beslenmeyedir. Yani anneyle bebek arasındaki ilişki hem biyolojik hem de ruhî beslenmeyi kapsar.
Süt içen çocuğun ruhî beslenmesini hesaba katmadan, sadece beden gelişimini önemseyerek "ilk altı aydan sonra anne sütünün besleyiciliği azalıyor" demek, anneye ve bebeğe yapılabilecek en büyük eziyettir. Kaldı ki bilimsel araştırmalar, anne sütünün ilk altı aydan sonra da besleyicilik özelliği
ı-uıs ı er myemıue uogru öiıınen y anı ı ş ı ar
taşıdığını ortaya koymaktadır. Öyleyse anne sütü hakkındaki yaygın hataları bir bir ele alarak yanlış bildiklerimizi doğruya çevirelim. <
İlahî ikram: anne sütü
Çocuğun dünyaya gelişini takip eden ilk yıllarda anne ile bebek arasında mucizevî bazı olaylar yaşanır. Bunların başında bebeğin anne tarafından emzirilmesi gelir.
Emzirilmenin pedagojik boyutuna geçmeden önce fizyolojik etkilerine değinmekte fayda var. Çünkü anne sütü, teknolojinin bütün imkânlarına rağmen taklit edilmesi, üretilmesi imkânsız tek besin maddesidir. Bu nedenle bugün bu besin maddesinin yeri doldurulamıyor, yarın da onun yerine geçebilecek bir gıdanın yapılması imkânsız olacaktır.
Bebeğin doğumunu takip eden ilk dakika, anne ve çocukta aynı anda bir biyometre (biyolojik kronometre) çalışmaya başlar. Bunu ne annenin ne de bebeğin ruhu duymaz bile. Bu biyometre, anne ile bebeğin bünyesinin birbirine uyumunu sağlar.
Örneğin, bebeğin dünyaya geldiği ilk gün, anne bünyesindeki bu biyometrik saat, çocuğun ilk ilacının hazırlaml-masınm vaktinin geldiğini beyne iletir.
Beyne iletilen bu sinyaller ile anne bünyesi, bebeğe bir antibiyotik hazırlar. Annenin normal sütünden biraz daha koyu olan bu ilk süte, "Kolostrum" denir. Kolostrum içerik olarak bebeğin ilk ilacı hükmüne geçer. Anne bünyesinde çalışan bu biyometrik saat, bebeğin hangi gün, hangi saatte neye ihtiyacı olduğunu anne beynine hatırlatır. Bu, Allah'ın sadece annelere verdiği muhteşem bir hediyedir.
Sadece ilk sütte değil, aynı zamanda ilerleyen günlerde de anne sütünün içinde hastalıklardan koruyucu "prebiyo-tik"ler bulunur. Anne sütüne karıştırılmış bulunan prebiyo-tikler, bebeğin bağırsaklarındaki yararlı bakterileri arttırarak
^ U L U \\ IC I IJ I J C .¦> I I I U C \j \j y ı u ı_».....vıı ı uıııunu
onun karşılaşabileceği muhtemel hastalıklara karşı dayanıklılık geliştirir. Özellikle 40 haftadan önce doğan prematüre bebeklerde sık rastlanılan "kolit" hastalığına, anne sütü ile beslenen bebeklerde hemen hemen hiç rastlanmamaktadır.
Yapılan araştırmalar, anne sütü ile beslenmeyen çocuk-lardaki ölüm oranının beslenenlere göre % 600 daha fazla olduğunu göstermektedir. Dünya Sağlık Örgütü'nün yapüğı araştırma sonuçlarına göre, bütün bebeklerin anne sütü ile beslenmesi halinde, yılda, 1,5 milyon çocuğun hiçbir ilaçlı tedaviye ihtiyaç duymadan hayatta kalabileceğinin altı çizilmektedir.
Anne ile bebek arasında sütle başlayan ilk ilişkinin faydaları bu kadarla sınırlı mı?
Tabii ki değil. Bahsettiğimiz biyometrik saat sayesinde, anne bünyesi, bebeği gün be gün takip eder. Tıpkı kurulu bir çalar saat gibi, bebeğinin hangi ayda (yaşta), neye ihtiyaç duyduğunu anne beynine sinyaller göndererek hatırlatır. İşte buna "annelik içgüdüsü" adını veriyoruz. Annelik içgüdüsü sayesinde, anne bazen bilinçli bazen de bilinçsiz olarak bebeğinin tüm ihtiyaçlarını karşılamak üzere harekete geçer.
Zira bebeğin 15 günlük iken ihtiyaç duyduğu besin değerleri ile 1 aylık olduğu zamanki besin değerleri birbirinden farklıdır. Hiçbir anne, bebeğinin hangi ayda, hangi besin değerlerine ihtiyacı olduğunu bilmez.
Bebeğin birinci ayında, yüzde kaç oranında demir, yüzde kaç oranında proteine gereksinim duyduğunu hesaplayabilmesi mümkün değildir. Hâlbuki bu oran öyle hassas ayarlanmalı ki bebeğin ilk defa çalışacak olan iç organları, aldığı besinlerden zarar görmesin. İşte bu noktada, anne bünyesindeki biyolojik saatin nasıl da önemli bir işlevi yerine getirdiğini görüyoruz. Anne bünyesinde, bebeğin doğumu ile başlayan bu biyolojik saat, bebeğin kaç aylık olduğunu anne
¦^^^^^^^^^^^^¦¦H
beynine iletir. Anne beyni aldığı bu sinyaller ile o aya en uygun olan besinleri mikrogram hesabı ile hesaplar ve anne göğsüne, bebeğe sunulmak üzere gönderir. Anne bilincinin dışında gelişen bu olay, sessiz; ama müthiş bir mucizeden başka bir şey değildir.
Bebeğin günlük ihtiyacına göre içeriği her an değişen anne sütünün taklit edilmesi böylece imkânsız hale gelmektedir.
Anne sütü, bebeğin her şeyi
Bebeğin dünyaya gözünü açtığı ilk anlarda, özellikle kemik ve sinir sistemi çok naziktir.
Anne karnında iken yumuşak ve esnek bir kemik sistemine sahip olan bebek, anne vücuduna zarar vermeden 9 aylık süre zarfında gelişimini tamamlar. Ancak doğumu takip eden günlerde, kemik yapısının hızlı şekilde güçlenmesi ve sertleşmesi gerekir ki dıştan gelebilecek darbelerde kemikler zarar görmesin. İşte bu noktada anne sütünün kemik sistemini en üst seviyede desteklediğini görüyoruz.
Bebek, anneden aldığı süt ile yumuşak ve hassas kemiklerini en uygun besin maddeleri ile hızlı şekilde güçlendirmektedir.
Sadece kemiklerin sertleşmesi yeterli değildir, aynı zamanda kemiklerin içinden geçen sinir sisteminin de en iyi şekilde yapılanması gerekir. Özellikle sinirlerin (sanki) milyonlarca ince kablo bağlantısı gibi toplu olarak geçtiği omurganın içinde en sağlıklı şekilde gelişmesi lazımdır. İşte anne sütünde bulunan folik asitin, -"nöral tüp sağlığı" dediğimiz- çocuktaki omurga içinden geçen sinir sistemini en uygun biçimde desteklediğini görüyoruz.
Bununla birlikte, sindirim sistemi henüz tam faaliyet sergileyemeyen çocuk, protein miktarı düşük besinler almalıdır. Protein açısından yüksek değer taşıyan besinler, çocu-
ğun mide ve sindirim sistemini aşırı derecede yorar. Anne sütünde çocuğun bu ihtiyacına uygun şekilde hazırlanmış düşük miktarda protein bulunur. Böylece çocuğun sindirim sisteminin aşırı çalışmasının önüne geçilmekte ve ilerleyen yıllarda aşırı kilolardan ve vücudun aşırı çalışmasından kaynaklanan hastalıklardan da korunması sağlanmaktadır.
Anne sütü üzerinde titiz araştırma yapan vicdan sahibi uzmanlar, böyle bir formülün Allah tarafından bebeklere özgü bir ikram olduğu konusunda hemfikirdirler. Eğer bu özel formül insanlar tarafından taklit edilebilseydi yeryüzünün miligram cinsinden en pahalı besini, herhalde anne sütü olurdu.
Düşünün lütfen, çocuğun ihtiyaç duyduğu ve zekâsını doğrudan etkileyen, "Omega-3 yağ asidf'ni bulabilmek için Kuzey Denizi'ndeki somon balıklarının peşine düşmek gerekirdi. Zira somon balığı Omega-3 yağ asidi açısından zengin bir yiyecektir. Oysaki hiçbir annenin kendi çocuğunun zekâsına doğrudan tesir edecek olan bu besin maddesini bulmak için Kuzey Denizi'ne gitmesine gerek yok, zira anne sütü Omega-3 yağ asidi açısından çocuğun ihtiyaç duyduğu oranda, İlahî bir mucize ile anne göğsünden bebeğe ikram edilmektedir.
Anne sütü, kanseri önlüyor
Anne sütü, bebeğin bağışıklık sistemi için de hayatî önem taşımaktadır. Anne sütünde bulunan, "immunglobin" ile bebeğin bağışıklık sistemi güçlenmektedir.
Bunla beraber, anne sütü almayan çocuklarda, lösemi (kan kanseri) ve lentome rahatsızlıkları, anne sütü alan çocuklardan çok daha fazla görülmekte. Ayrıca anne sütü yerine suni besin ile beslenen çocuklarda "hodgin" hastalığına daha sık rastlanmaktadır.
Anne sütünün ağız sağlığıyla bağlantısı
Anne sütü, sadece içeriği açısından değil, çocuğun annesini emmesi sırasında oluşan özel durumlar nedeni ile de çocuğun fiziksel gelişimini desteklemektedir. Zira anne sütü ile beslenen çocukların diş yapılarının anne sütü emmeyenlere göre daha düzgün olduğu görülmektedir.
Bebek, annesini emerken damağı ve diş etleri, anne göğsü tarafından bir çeşit masaja tabi tutulmakta ve dişlerin en düzgün şekilde oluşmasına zemin hazırlamaktadır.
Öte yandan, emziren annelerin birçoğunun rahatsız olduğu bir konuya da açıklık getirmekte fayda var. Birçok anne, bebeklerinin emzirme sırasında anne göğsünü tam yakalayamamalarından dolayı rahatsızlık duymaktadırlar. Hâlbuki bebek, anne göğsüne yaptığı bu başarısız hamleler sayesinde çene ve kas yapısını geliştirmektedir.
Anne göğsünden süt emme mücadelesi vermemiş çocukların çene yapısı ve çene kaslarının zayıf olduğu dikkat çekmektedir.
Emzirme ve uyum süreci
Bebekle anne arasındaki uyum sürecinde en önemli unsurlardan biri emzirme anıdır. Çünkü emzirme anında psikolojik veri alışverişi gerçekleşir.
Anne, bebeğini emzirirken farkında olmadan bebeği ile kendi arasında bir "güven" köprüsü kurmaktadır.
Bir yandan bu köprü kurulurken diğer yandan da anne ile bebek arasında farklı bir bağ gelişir.
Bebeğin hastalanması, uyuması, uyanması ve kendi ihtiyaçlarını karşılayamaması aslında anne açısından bir eziyet değil, İlahî bir rahmettir. Çünkü anne, bebeğinin ihtiyaçlarını karşılarken bir yandan da onunla derin bir iletişim kurmaktadır. Bu hiçbir ilişki türünde görülmeyen bir bağdır.
Yapılan araştırmalar, bebeğinin bakımı ile bizzat ilgilenmeyen annenin çocuğuyla arasında bir tür kopukluk yaşadığını ortaya koyuyor. Anne çocuğuna karşı hem tahammülsüz olabiliyor hem de anne gibi olmakta zorluk çekiyor.
Bebek için ihtiyaçlarının annesi tarafından karşılanması, büyük'"bir ikramdır. Allah isteseydi çocukları kendi ihtiyaçlarını görecek şekilde de yaratabilirdi; ama yaratmadı. Çünkü annenin çocuğuna psikolojik olarak bağlanmasında, çocuğun aciz olduğunu bilmesi büyük bir önem taşımaktadır. Çocuğun her bir ihtiyacı anneyi yıpratıyor gibi görünse de aslında bunlar, anneyi, anne olmaya sürükleyen cebri yolculuklardır.
Çocuk İhtiyaç Duyduğu An Sevgi Alabilmeli
Hangimizin iç dünyasına bir göz atsak karşımıza sevgiye muhtaç minicik bir çocuk çıkmaz ki! Başı okşandığında tebessüm etmeye hazır, karşılıksız sevgiye delice susamış, büyüklüğün büyüklüğüne inat, "Hadi" denildiğinde annesinin sıcacık koynuna girmeye hazır, kocaman kocaman minicik adamlar, minicik kadınlar...
Hangimizin uykuda tebessüm ederkenki halini soruşturmak için rüyasının perdesini aralasak karşımıza çocukluk yılları çıkmaz ki? Hangimiz sofradaki yemeğini henüz tamamlamadan gözü dışarıda oyun oynayan arkadaşlarına takılmış, annesinin "Hadi az kaldı, yemeğini bitir, sen de çık oyna" dediğini işitmeyiz ki? Ya da kavgalarımıza ve hırçınlıklarımıza baksak hangi çılgınlığımızın temelinde "sevgi" ihtiyacımız yatmaz ki?
Her birimiz sevilmeye muhtaç; ama (maalesef) her birimiz sevgi isteyene kaşları çatık...
Meşhur Psikiyatr Alice Miller, Yetenekli Çocuğun Dramı isimli eserinde, çocukluk yıllarında anne babalarından yeterli sevgiyi alamamış kişilerin, bir ömür boyu o doyamadıkları sevgiyi başkalarında arayacağından bahseder; ama bu sevgi arayışı boşunadır. Çünkü çocukluk yıllarında anne babalarından bir türlü doyasıya sevgi alamayan bu kişilerin karşılarına asla sevgi ihtiyacını karşılayabilecek birileri çıkmayacaktır. Çünkü o sevgi özeldir. O sevgi, "zaman" itibarıyla özeldir. Karşılıksız verilmiş olması itibarıyla özeldir. İhtiyaç duyulduğu an verilebilmesi itibarıyla özeldir...
İhtiyaç duyulduğu an sevgi
Çocukluk yıllarında yemeden, içmeden daha önemli olan şey, çocuğun sevgiye doymasıdır. Bir çocuk için anne sevgisi farklıdır. Doyurucu ve özeldir. Başkalarının sevgisine benzemez. Herkesten yeterince sevgi alsa da bir çocuk, anne sevgisine yine de muhtaçtır. Ve anne sevgisine doyamadan büyümüş bir çocuk, bu ihtiyacını bir ömür boyu sırtında bir yük gibi taşıyacak, kendisini delice sevenler olsa da sevgi ihtiyacını bir türlü doyuramayacaktır.
Tabii ki yanlış anlaşılmasın, "Hangi anne çocuğunu sevmez ki?" demeyin lütfen. Bizim bahsettiğimiz şey, çocuğun ihtiyaç duyduğu an anne sevgisini alabilmesidir. Yarın değil... Akşam değil... Bugün! Hem de hemen şimdi! Yoksa kedilerin bile yavrularını sevmek zorunda bırakıldığı bir kâinat düzenini anlatmak değil niyetimiz; aksine, kendisini yavrusunu sevmek zorunda bırakılan annelerin bir türlü çocuklarına vakit ayıramamasıdır sevgi açlığımızın altında yatan asıl sebep.
Çocuklar, özellikle ilk dört yaş döneminde, anneye "muhtaç"tır. Bu öylesine bir muhtaçlıktır ki çocuğun her gö-
zünü açtığında annesini görebilmesi, korku ile ürktüğü her an annesinin sesini duyabilmesi ve teselli alabilmesi, a-cıktığında, susadığında annesini karşısında bulabilmesi hayatî önem taşımaktadır. Çocuk bu "güven" içinde, üu sevgi zenginliği içinde hayata adım atmalıdır.
Çocukların annesine muhtaç olduğu bu döneme "bağımlılık dönemi" diyoruz. Çocuk bu dönemi ne kadar rahat atlatırsa sevgiye muhtaçlığı o kadar az olacaktır.
İhtiyaç duyduğunda annesini karşısında göremeyen çocuk, ilerleyen yıllarda anne sevgisini başkalarından temin etmeye çalışacaktır ki, bu sevgi onu hiçbir zaman anne sevgisi gibi doyurmayacaktır.
Dostları ilə paylaş: |