Elindeki arabası, o arabanın küçücük tekerleri, sizin göremediğiniz; ama onun görüp konuştuğu arabanın içinde oturan yolcuları, arabasının yolları ve yolların kenarında yanan trafik lambaları, kırmızı ışıkta bekleyen yayaları vb. çocuğun dünyasında oyun sırasında harekete geçen sihirli kahramanlardır. Tıpkı Ali'nin salonun ortasındaki arabasıyla yolculuğa çıkması gibi.
Oyalamak mı, oynamak mı?
Birçok anne baba, çocukları ile "oyun oynar gibi" yapar. Hâlbuki bir çocuğun en tahammül edemeyeceği şey, kendisi ile "oyun oynar gibi" oyun oynayan kişilerin varlığıdır.
Çocuk, kendi hayal gücü ölçüsünde, oyun oynadığı bölgeyi tamamen kontrol altına alır. Çocuğun o anda tuttuğu sadece küçük bir bebek olsa da (kim bilir) o bebeğin görünmeyen annesi, markete gitmiş onun için süt alıyordur. Yine (kim bilir) o küçük bebeğin başı ağrıyordur da doktora gitmesi gerektiği için babası beklenmektedir...
Kısacası, çocuğun oyun esnasında hayal gücü sınırsız şekilde çalışır.
/l ¦ yutur ı cf uı/cjıııuc L/uyıu u ı ı ı 11 c 11 ı diııı^idr
İşte tüm bunlar bilinmeden, çocuğun hayal dünyası kavranmadan, çocukla oyun oynamaya kalkmak, çocuk açısından sıkıntıdan başka bir şey oluşturmaz. Her ne kadar anne baba kendilerini kandırmak için "Bak seninle bir saattir oyun oynuyorum" dese de çocuk için böylesi geçen bir saat, oyun değil; ancak "oyalanmak"tır.
Çocukla oyun oynamak, beceri ister
Tüm bu gerçeklerden yola çıkarak baktığımızda diyebiliriz ki oyun, "çocuğun fantezi dünyasına girip onun dünyasındaki gizli kahramanlar ile tanışmak ve onun hayal dünyasındaki kuralları öğrenerek o kurallara tabi olmaktır." Yoksa çocuğun yanında bulunup onun arabalarından birini alıp masanın üzerinde "düüt düüt" diyerek araba sürmek, çocukla oyun oynamak anlamına gelmez. Çocukla oyun oynamanın ilk ve temel şartı, çocuğun sizi oyun oynayabilecek "kabiliyette" bulması ve sizi kendi hayal dünyasına "kabul etmesi"dir. Çocuk, kurallarını kendisinin koyduğu, kahramanlarını kendisinin oluşturduğu bu özel dünyaya, herkesi hemencecik kabul etmez; bu kendi anne-babası da olsa.
Çocuk oynadığı oyunun hükmedicisidir
Her ne kadar siz çocuğun dünyasına girmiş olmaya hak kazansanız ve o liyakatle onun yanında bulunuyor olsanız da onunla oynamanın püf noktasını ihlal ederseniz çocuk, sizi anında o masal dünyasındaki özel bölgeden dışarı atar. Oyunun püf noktası, "Her çocuk kendi oyununun hükmedicisidir" kuralıdır. Siz her ne kadar anne de baba da olsanız, anneliğiniz ve babalığınız kendi evinizin içinde geçerlidir. Çocuğun fantezi dünyasında annelik ve babalık hükümsüzdür... Orada hüküm ve kurallar çocuğa aittir. Çocukla oynamayı kabul etti iseniz kuralları siz koymamalısınız. Çocuğun kurallarına uymalısınız. Küçük oyuncak arabalarınızı masanın üzerinde yavaş yavaş sürerken birden çocuğun dur-
VfUUUl*. ıtrıuıycillıuc uuyıu u.....en laıııı^ıaı ¦ 7j
duğunu gördüğünüzde, kırmızı ışığın yandığını unutmamalısınız. Sakın ola ki "Kırmızı ışık nerede?" diye sormayın, çocuk böylesi bir soru karşısında hayal kırıklığına uğrar.
Oyun, amaçsızdır
Çocuk oyuna başladığında, ne bir amacı vardır ne de daha önce yazılmış bir senaryosu. Her şey bir anda gelişir. Bu durum çocuğun bir yandan hayal dünyasını olağanüstü hızla geliştirirken diğer yandan çocuğun sorunları çözme kapasitesini de artırır. Oyun sırasında hiç beklenmedik bir sorunla karşılaşan çocuk, anlık bir karar verme ile (kendince) o sorunu çözebilme kabiliyetini de elde eder. Örneğin küçücük araba ile hız yapan bir çocuğu durduran (hayalî) trafik polisi, "Neden hız yapıyorsun?" diye sorduğunda çocuğun vereceği her bir alternatif cevap, çocuğun analitik düşünme gücünün artmasına da neden olacaktır.
Oyuncak, modaya değil, çocuğa uygun olmalıdır
Teknolojinin baş döndürücü gelişimi, oyuncak seçiminde anne babayı etki altına almaktadır. Ebeveynler, çoğu zaman, çocuklarına oyuncak seçerken onların ihtiyaçlarına göre değil, teknolojinin büyüsüyle (reklamların bilinçaltmdaki etkisiyle) tercih yaparlar. Ya da kendi çocukluk yıllarında, içlerinde kalan özlemleri gidermek isteğiyle oynayamadıkları o-yuncak ve hediyeleri çocuklarına alarak mutlu olmaktadırlar. Her iki durumda da çocuğa uygun oyuncak değil, oyuncağa uygun çocuk yetiştirme gayreti dikkat çekmektedir. Çocuğun zihinsel, motorik (fizyolojik) ve duygusal gelişimini destekleyecek oyuncaklar ne yazık ki oyuncak mağazalarında hiç dikkat çekmeyen yerlerde boynu bükük beklemektedir. Öyle ise hangi yaştaki çocuğun, hangi oyuncak türüne ihtiyaç duyduğunu da bilmek çok önemli:
6 aylıktan küçüklere
Bu kategorideki bebeklere tercih edilecek oyuncaklar, onların zihinsel ve motorik gelişimini hızlandıracak özellikler taşımalıdır. 6 aydan küçük bebeklere, renk, ışık ve ses veren oyuncaklar seçilmeli. Böylece beş duyu organına daha çok sinyal akışı sağlanabilir. Bu dönemde kendiliğinden hareket eden, ses ve ışık veren oyuncaklar tercih edilmelidir. Bunun yanı sıra, çocuğun elini uzattığında tutabileceği; ancak ağzına tek parça olarak alamayacağı ve kimyasal boyası bulunmayan, farklı sertlikteki oyuncaklar yeğlenmeli, ayrıca hedef çocuğun dokunma ve hissetme kabiliyetini artırmak olmalıdır.
2 yaşma kadar
Bütünü parçalara ayırmak, kutuyu doldurup boşaltmak, basit kule, köprü bina yapılabilecek yapboz oyunları, bebeklik döneminde, zihinsel ve motorik gelişime katkı sağlayacaktır. Yine bu yaşta, kendiliğinden hareket eden, ses ve ışık veren oyuncaklar tercih edilebilir.
3 yaşından sonra
Üç tekerlekli bisiklet, çocuğun bacak kaslarının gelişimine, dikkatini bir noktada toplamasına ve bütün vücudunu uyum içinde kullanmasına katkı sağlayacağından dolayı özellikle seçilebilir. Bununla birlikte, bu evredeki çocuk, tahta blokları kullanarak birbirinden ayrı parçalardan bir bütün oluşturmaktan büyük keyif alır. Buna benzer oyunlar, çocuğun zihinsel gelişimini destekleyeceği gibi fantezi dünyasının derinleşmesine de pozitif tesir oluşturur. Ayrıca kum, oyun hamuru gibi üzerinde şekil verebileceği, el becerisini kullanabileceği oyunlar da bu yaş grubu için ideal oyun gereçleri olabilir.
3-5 yaş arası
Bu yaş grubu çocuklar için fantezi ve keşfetmeye (evcilik oyunu, okulculuk oyunları ile bebekler, mutfak ve doktorcu-luk oyunları), dil gelişimine destek veren oyunlar/oyuncaklar, (renkli tuşları olan piyano, müzik ve öykü kasetleri ile kuklalar gibi) ve aritmetiğe hazırlamaya yol açan oyunlar/oyuncaklar, (resim ve sayı eşleme oyunları; domino, kızmabirader, takva yarışı ve sayı kartları) tercih edilebilir.
Özellikle sekiz yaşma kadar olan çocuklar oyuncak seçiminde yeterince bilinçli davranamaz ve nasıl bir oyuncağa ihtiyaç duyduklarını kavrayamazlar. Kimi zaman renklerin kimi zaman da ses ve ışığın cazibesi, çocuğu yanlış tercihe sürükleyebilir. Sekiz yaşma kadar olan çocuklara oyuncak seçiminde sınırsız tercih imkânı sunmak yerine, anne-baba-lar, onların gelişim sürecini göz önünde bulundurarak bilinçli, sınırlandırılmış oyuncak alternatifleri oluşturmalılar.
6-8 yaşları arasında
Sosyal gelişim sürecinde bulunan bu yaş grubu çocuklar için grup halinde oynayabilecekleri oyunlar tercih edilmeli, çocuğun işbirliği kapasitesinin artışı gözlemlenmelidir (sessiz sinema, isim-eşya-bitki-hayvan isimlerini tahmin etme, bulmaca, top oyunları -örneğin yakan top- seksek, dama, minyatür arabalar...).
Zihinsel beceriler ve algılama becerilerini artıran oyunlar ve oyuncaklar alınmalıdır (minyatür maketler, yap-boz oyunları...).
Üretici zekâyı teşvik eden hikâye kahramanlarının figürleri ile kuklalar (Hacivat karagöz, keloğlan) vs. tercih edilebilir.
9-11 yaşları arasında
Sorun çözme yeteneklerini artırıcı oyunlar/oyuncaklar, (hafıza kartları, karmaşık masa üstü oyunları ve video oyun-
lan), ince ayrıntılı hareket becerileri kazandıran oyunlar/oyuncaklar (küçük parçalı, karmaşık yap-boz oyunları, üç boyutlu model uçaklar, uzaktan kumandalı araçlar, kumaş boyama, ağaç işleme ve akvaryum bakımı) ve stratejik yeteneklere yönelik oyun ve oyuncaklar (sözcük türetme, monopol, tenis, ping-pong ve golf) bu yaş grubu için idealdir.
12 yaşın üzerinde
Soyut düşünme ve akıl yürütmeye yönelik oyun ve oyuncaklar (basit mikroskop veya teleskop, kimya yahut elektronik setleri gibi) ile bağımsız yaşam becerileri kazanmaya yönelik (yürüyüş, bisiklete binme), ailecek ve grup halindeki geziler, piknikte oynanan toplu oyunlar, bu yaş grubu çocukların dâhil olmaktan keyif aldığı oyunlardır.
Asıl Tehlike Oyuncak Silah Değildir
Anne babaların sıkça soldukları sorularından biri, oyuncak silahlar konusundadır. Birçok anne baba, çocuklarının ileride silah kullanma alışkanlığından endişe ettiği için oyuncak silahların "S"sini bile çocuklarına bulaştırmamaya gayret ederler. Yine bir kısım anne baba da var ki çocuklarının kendini savunabilmesi ya da ezilip horlanmaması için şiddet içeren oyuncakların kullanılmasında bir sakınca görmemekte.
Peki, oyuncak silahlar veya şiddet içeren oyuncakların pedagojik boyutu nedir?
İşin aslı, çocuğun dünyasına zarar veren şey, oyuncak silahın "kendisi" değil, çocuğun o silahla bütünleştirdiği (çizgi) film kahramanının davranışlarıdır.
Eğer çocuğun oynamayı arzu ettiği oyuncak silaha ruh verecek bir "kahraman" veya "idol" yoksa öylesi bir oyuncak silah, çocuk açısından bir değer ifade etmez. Çocuklar
kahramanı olmayan silahla oynamaya ilgi duymazlar. Örneğin çok az çocuk vardır ki uzay silahlarına ilgi duysun. Çünkü bu silahlan kullanan kahramanlar, televizyon ekranlarında ya da güncel hayattaki haberlerde öyle sık sık boy göstermezler. Yani uzay tabancasına "ruh verecek" bir kahramanın ortalarda çok bulunmuyor oluşu, çocukların bu türden oyuncak silahlara duyduğu ilgiyi de azaltır. Bunun yerine çocukların asıl ilgi duyduğu silahlar, günümüzde güncel olarak en çok kullanılan ve bir kahramanı olan silahlardır: bazukalar, roket atarlar, makineli tüfekler, suikast tabancaları...
Çocukların böylesi silahlara ilgi duyuşu, silahın kendisinin "güzel" oluşundan değil, o silahı elinde bulunduran kahramanın "çok kuvvetli" ve "kudretli" bir imaj ile çocuğun dünyasına sunulmasından kaynaklanmaktadır.
Anne babanın asıl dikkat etmeleri gereken, oyuncak silahın kendisi değil, çocuğun, o oyuncak silahla hangi kahraman veya sembolik şahısla bütünleşecek olmasıdır.
Anormal davranış çok çabuk bulaşır
Elinde silah ile çocukların hayal dünyasına giren bu kahramanların her bir davranışı çocuk için "bire bir" kopya edilecek özelliktedir. Tehlike de bu noktada başlamaktadır. Örneğin (çizgi) filmde elinde silahlı bir şahıs, silahlı olmanın verdiği cesaretle bir grup insanla kavga edecek olsa ve kavga ettiği kişilere ağır küfürlerle hakaretler etse bu görüntüleri izleyen çocuk da kahramanın bu davranışlarını kendi davranışı olarak ezberleyecektir. Çocukla bu kahramanı bütünleştiren şey ise ikisinin de aynı silahı taşıması, kötülerle mücadelede aynı yöntemi izlemesidir.
Bu açıdan bakıldığında, elinde oyuncak silah ile gezen bir çocuğun, anormal davranışları, -çok büyük bir ihtimalle- bir yerlerden kopyalanmış taklit davranışlardır. Eğer çocuk
kendine örnek aldığı bu kahramanın davranışlarını benimser ve alışırsa o takdirde, bu davranışlar çocuğun gerçek karakteri olmaya aday olacaktır.
Oyuncak silah merakı, çocuğun dünyasındaki kırık noktaların işaretçisidir
Televizyonda ya da gerçek hayatta silah kullanan kişilerin silahtan cesaret alması, silahın karşı taraftaki kişileri korkutuyor olması çocuk için çok önemlidir. Zira hayatının belli dönemlerinde "eziklik", "önemsenmeme", "hakaretlere uğrama" gibi davranışlarla karşılaşmış çocuklar için tıpkı bir imdat simidi gibidir oyuncak silahlar. Silah ne kadar büyük ve korkunç olursa çocuk kendi dünyasındaki kötülere karşı o kadar güçlü olacağını düşünür. Oynadığı oyunlardaki kötü insanları vuruyor ve öldürüyor olmanın verdiği hazzı yaşamaya çalışır.
Bu itibarla da bakınca biz uzmanlar olarak silah kullanan çocukların dünyasında bir takım kötü insanların bulunma ihtimalini not alır ve böylesi çocukların kendi eziklik ve ör-selenmişliklerini oyuncak silahlarla atmaya çalıştıklarını gözlemleriz.
Oyuncak silahlardan çocuk nasıl uzak tutulmalıdır?
Eğer çocuğunuzun oyuncak silahlarla adım adım şiddete doğru kaydığını düşünüyorsanız aşağıdaki tedbirleri almadan çocuğunuzun silah hevesi ile mücadeleye girişmemenizi tavsiye ederiz:
1. Çocuk, şiddet içeren (çizgi) filmlerden uzak tutulmalıdır.
2. Teknoloji ve bilgisayar oyunlarında şiddet sıfır noktasına indirilmelidir.
3. Çocuk aile içinde örselenmemen, ezilmemeli, ihmale uğratılmamalıdır.
4. Aile içinde şiddet yaşanıyorsa evdeki çocuğun hatırına bu davranışlara son verilmelidir.
5. Çocuğun mahalledeki oyun arkadaşları, şiddete meraklı ya da silahla kendini ifade eden tiplerden seçilmemelidir.
6. Çocuğun silah merakının önüne geçebilmek için belli bir dönem, daha makul ve daha güzel oyuncaklar alınmalı. Hatta oyuncaklardan bazıları sosyal oyunları teşvik etmeli. (Örneğin kızmabirader vb.)
7. Çocuğun dünyasından oyuncak silahın çıkabilmesi için o silaha ruh veren kahramanın da çocuğun dünyasından çıkması gerektiğini unutmamak gerekir.
Çocuklara "Kendine Güvenmeyi" Öğretmek Doğru mu?
Anne-babaların en büyük isteğidir geride kalan çocuklarının kendi ayaklarının üzerinde durabilecek kabiliyete erişmesi. Kimi zaman "öz güven" kimi zaman da "kendine güven" diye tarif edilen bu terbiye yöntemi ne kadar doğrudur? Birçoğu yabancı eser olan, "Kendine güvenen çocuk nasıl yetiştirilir?" konulu kitaplar, bizim terbiye metodumuza ne kadar uygundur? Ya da soruyu farklı bir biçimde sorarsak kendine güvenen çocuk yetiştirmek doğru mudur?
Batı kaynaklı pedagoglar, terbiye açısından sağlıklı bir çocuğu tarif ederken "kendi ayakları üzerinde durabilen ve hayatının geri kalan kısmını kimseye muhtaç olmadan yürütebilecek cesareti kendinde bulan çocuk, sağlıklı yetiştirilmiş çocuktur..." diye tarif etmektedir. Ne yazık ki günümüzdeki çocuk terbiyesinin hedefi, bu mantık üzerine şekillenmekte!
Kendi ayakları üzerinde durmak, insanı yorar
Üniversite yıllarımda, "Çocuk Psikolojisi" dersine gelen Hollandalı bir Profesörün sözleri hâlâ kulaklarımda çınlar:
"Çocuklarımıza kendi ayakları üzerinde durup kimseye muhtaç olmadan yaşamaları gerektiğini öğretirken ne yazık ki büyük bir hata yaptık. Bir şeyi hesap edemedik; günümüz insanı artık kendine çok güveniyor ve her şeyi yapmaya cesaret duyabiliyor. Hiç çekinmiyor. Korkmuyor. Artık insanlar kendilerinin dışında kimseye güvenmiyorlar. Maalesef bu mantıkla, hastalıklı ruha sahip insanlar meydana getirdik. Hayat bir mücadeleden ibarettir, mantığına sahip bireyleri yetiştirdik. Bu yüzden insanlar, hayatta kalabilme tedirginliği yaşadıkları için artık birbirleriyle savaşmaktan çekinmiyorlar. Benim kliniğime gelen hastalarımın birçoğu, kendi ayakları üzerinde durma mücadelesi verirken yorulup pes eden veya yıkılan kişilerden oluşuyor. İlk bakışta, kendine güvenen insan modeli kulağa çok hoş geliyor; ama pratik tecrübelerimle gördüm ki kendine güvenmek insanı yoruyor ve bu yorgun yaşantı bir yerde akıl sağlığını tehlikeye atıyor. Ben, sağlıklı insanı, 'kendi ayakları üzerinde durabilen değil, başkaları ile yardımlaşarak ayakta durmaya çalışan insan' olarak tarif ediyorum..."
Bu sözler, emekliliğine az kalmış ve tüm ömrünü on binlerce ruh hastasını gözlemleyerek geçirmiş, yaşlı bir klinik psikiyatrın samimi tespitleri idi.
O halde, anne ve babalar, çocuklarını yetiştirirken onların ileride taşıyamayacakları yüklerin altına girmelerini teşvik etmemeliler. Tek başına ayakta kalma mücadelesine yönlendirmek yerine, sosyal çevreleriyle yardımlaşarak ve dayanışarak hayatlarını sürdürmeyi öğretmeliler.
Sırtına, taşıyamayacağından fazla yük yüklenmiş, hayatı bir mücadele ve ayakta kalabilme savaşı olarak tanımış ço-
cuklar, korku, endişe ve şüphe içinde kalarak etraf ile iletişim kuruyorlar. Her an bir darbe alacağının, her an aldatıla- , cağının ve her an mahvolacağının endişesi ile çevrelerine şüphe ile bakıyorlar. Bu gergin bekleyiş, bir gün akıl zembereğinin boşalmasına kadar devam ediyor.
Kendi 'ayakları üzerinde durma mücadelesi veren çocuğun hali, bir gemide deniz yolculuğuna çıkmış şu yolcunun haline benziyor:
Bir adam, uzun bir yola çıkmak üzere gemiye biner. Kimseye muhtaç olmadan ve kendi ayakları üzerinde durarak yolculuğunu sürdüreceğine inanır. Kimseye güven duymamaktadır ve sırtındaki yükü de bu yüzden yere koymamaktadır. Kendisinin bu garip tutumuna şahit olan diğer yolcular, "kendine yazık ediyorsun, yolculuğumuz çok uzun, sırtındaki yükü indir ve dinlenmek üzere otur" dediklerinde, onun cevabı "hayır ben eşyamın kaybolmasını istemiyorum. Kendi ayaklarım üzerinde durabilecek ve kendimi idare edebilecek gücüm de var" diye cevap verse ne kadar akıllıca bir cevap olmuş olur?
İşte insan da tıpkı bu yolcu gibi uzun deniz yolculuğuna çıkmıştır. Geminin kaptanına güvenmelidir. Sırtındaki yükü güven içinde yere indirmeli, aynı gemide yolculuk yapan diğer yolcularla tanışmalı ve dayanışmalıdır. Yoksa bu yolculuğun belli bir noktasında, taşımaya çalıştığı yükün ağır baskısı altında kalarak yere yığılabilir.
İşte yukarıda bahsettiğim psikiyatrın "Çocuklarımıza kendi ayakları üzerinde, kimseye muhtaç olmadan yaşaması gerektiğini öğretirken ne yazık ki büyük bir hata yaptık. Hastalıklı ruha sahip insanlar yetiştirdik. Korku, panik ve güven duygusundan yoksun insanlar oluşturduk" derken sırtındaki yükü indirmeden, korku ve endişe ile hayat yolculuğuna devam eden yolcuların halini anlatıyordu.
Hollanda Devlet istatistik Enstitüsü'nün (CBR) yaptığı araştırmaya göre 8 ila 11 yaşları arasındaki çocukların % 7'si ağır psikolojik problem yaşıyor. Yine aynı kurumun yaptığı araştırmaya göre, stres ile tanışma yaşı 8'e inmiş durumda. Hâlbuki daha ergenlik çağında bile olmayan bu çocuklar için hayat, rengârenk ve eğlence dolu bir lunapark gibi olmalıydı.
Ne oldu da daha hayat yolculuğunun başladığı ilk yıllarda, çocuklar, ağır psikolojik problemler yaşar hale geldiler?
İnsan, sosyal bir varlıktır. Kendi ayakları üzerinde durarak yaşamayı beceremez. En güçlü insanlar bile en basit zaaf ve ihtiyaçlarını tek başlarına karşılayamazlar.
Düşünün lütfen!.. Bütün insanlar bir gün dünyayı terk etseler ve Mars'a gitseler, dünyadaki her şeyi de size bıraksalar... Bütün arabalar park yerlerinde öylece beklese ve hepsi sizin olsa... Tüm ülkelerin başbakanlık, krallık/kraliçelik makamına sahip olsanız... Dünyadaki tüm avro'lar, dolarlar ve TL'ler emrinizde bulunsa... Evler, apartmanlar... Kısacası gözünüzün görebildiği her şey sizin hâkimiyetinizde!.. İşte size tek başınıza ayakta durabilecek tüm güç, kuvvet ve servet. Ama sizden başka bu dünyada tek bir kişi dahi yok! Mutlu olur musunuz?
Tüm bu imkânlar sizde olsa kendinize bir Cumartesi gününü ayırıp çarşıda alışverişe gitme heyecanı duyar mısınız?
Bir bayram sabahı heyecanla erkenden kalkıp o günün mutluluğunu yaşayabilir misiniz? Yaşayamazsınız...
Çünkü insan, tek başına ayakta durmak üzere programlanarak yaratılmış bir canlı değildir. Aksine her bir ihtiyacı için başka biriyle dayanışma içinde olmaya ihtiyaç hisseder. Bir marangoz ne kadar maharetli de olsa söküğünü dikecek bir terziye ihtiyaç duyar ya da bir terzi ne kadar usta da olsa bozulan kilidini tamir edecek bir çilingirciye ihtiyaç hisseder.
Tüm bunları teker teker analiz ettiğimizde görüyoruz ki insanın tek başına ayakta durmaya çalışması onun ruhen yıpranmasından başka bir şey değildir. Sağlıklı terbiye almış çocuk, "sosyal çevresi ile birlikte uyum sağlayarak ayakta durmaya çalışan çocuktur." Hatta sosyal çevresi ile uyum sağlaması bile bizce yeterli değildir.
Düşünün ki sosyal yaşantısı çok iyi olan bir çocuk var. Ama hayvanlara eziyet ediyor. Kuşların kafalarım kopartıyor. Kedilerin kuyruklarından tutup yere vuruyor. Bu çocuk sağlıklı terbiye edilmiş midir? Elbette, hayır! O halde, sağlıklı yetiştirilmiş çocuk, "hem sosyal çevre ile hem de hayvanlar ile uyum içinde olan çocuktur" dersek yeterli mi? Tabii ki değil.
Varsayalım ki sosyal çevresi ve hayvanlar ile ilişkisi mükemmel olan bir çocuk var. Ama önüne geçen ağacın yapraklarını yoluyor. Çiçekleri kopartıp dallarını kırıyor. Elindeki kimyasal ve zehirli maddeleri sağa sola savuruyor. Bu çocuk ruhen sağlıklıdır diyebilir miyiz? Tabii ki değildir.
O halde tanımımızı genişletirsek "sağlıklı terbiye almış çocuk, sosyal çevresi ile dayanışma ile yaşayan ve kendi dışındaki, canlı ve cansız varlıklar ile uyum içinde olmaya çalışan çocuktur" diyebiliriz belki. Bu ifade, sağlıklı bir terbiye metodunu kapsamlı bir şekilde tarif etse bile yine de yeterli değildir. Çünkü insanın ihtiyaçlarının içinde bir de sonsuzluk isteği vardır. İnsan ölümü sevmez. Yok olmayı istemez. Bir insan, bir gün yok olacağına, her şeyin birden sona ereceğine inanıyorsa o insan her ne kadar ruhen sağlıklı gibi görünse de beyninin bir köşesini kemiren "yok olma endişesinin" ağır baskısına yenik düşecektir. O halde "sağlıklı terbiye nedir?" sorusuna, "sosyal çevresi ile dayanışma ve yardımlaşma ile yaşamaya çalışan, kendi dışındaki, canlı ve cansız varlıklara değer veren, sonsuzluk istek ve heyecanını
yok etmemiş çocuk, sağlıklı terbiye edilmeye çalışılmış çocuktur" diyebiliriz.
Gemide yolculuk yapan birini örnek olarak vermiştik; hatırladınız mı? Sırtındaki yükü indirmeden "tek başıma ayakta duracağım" stresi ile yoluna devam ediyordu. Bu stresli yolcuya, bir de "bu gemi bir süre sonra batacak ve hepimiz yok olacağız" deseniz onu ne hale getirirsiniz? Hayatın bu yorucu yükü ve her şeyin boş olması, çıkılan yolculuğun yo-ruculuğu bu insanı pes ettirmez mi? Bu yolcu sonunda, kendini sarhoşluğa itip her şeyi unutmaya çalışmaz mı?
Otonom çocuk yetiştirmek, bela yetiştirmektir
Anne babalar çocuklarını en iyi şekilde yetiştirmeye çalışırken bir yandan onları kendi ayakları üzerinde durmaya teşvik ettikleri gibi diğer yandan da onları otonom (bağımsız) olmaya yönlendirmektedirler.
Uzun yıllar üniversitelerde ders vermiş bir psikolog, otonom çocuk yetiştirmeyi "başa bela" yetiştirmekle eş değer görüyordu. "Hayatı ben merkezci olarak algılayan çocukların ne zaman, ne yapacağı ve kimin başına hangi belayı açacağı bilinmez" diyordu.
Böylesi bir çocuk için hayatın anlamı, zevktir.
Hayatın anlamı, özgürlüktür.
Hayatın anlamı, "ben"dir.
Ona göre, "problem çözmek ve başkalarının derdi ile dertlenmek bir ahmaklıktır."
Belki çocukluklarda, bebeklik yıllarındaki o sempatik ve sevimli hal, bu davranışın çirkinliğinin görünmesine engel olabilir. Ancak yetişkin olmaya başladıkça ve ergenliğe doğru adımlar attıkça otonom çocuklar, anne ve babaları için birer kâbus halini alabilirler.
Örneğin trafikte arabalar her ne kadar birbirinden bağımsız hareket ediyor olsalar da her bir trafik kuralı, her bir sürücüyü bir diğerine bağlı hale getirmektedir. Siz; trafikteki bir araba sürücüsü olarak ben bağımsızım ve kimseye uymak zorunda değilim, diyerek dönüşlerde sinyal vermeden dönet5ilir misiniz? Kırmızı ışıklarda durmadan yolunuza devam edebilir misiniz? Hız sınırı konulmuş yollarda "hiç umurumda bile değil" diyerek sürat yapabilir misiniz? Tabii ki yapamazsınız. Yaparsanız trafik canavarı olursunuz. O halde nasıl ki trafikte bağımsız olunamıyorsa sosyal yaşantıda da bağımsızlık diye bir şeyden söz edilemez. Eğer bir çocuk bu düşünce ile yetiştirilmeye çalışılırsa üpkı trafik canavarının trafiği kâbusa çevirdiği gibi, böylesi bir çocuk da sosyal yaşantıyı kâbus haline getirebilir. Bundan da en başta, anne ve babalar zarar görür.
O halde, anne-babalar çocuk terbiyesinde hedef olarak otonomiyi ve bağımsızlığı değil, vicdan kültürünü ve bağlılığı seçmelidirler.
Kendine güvenen çocuk yetiştirmeyin
Güçlünün her zaman kazanacağı düşüncesi ile hayata alıştırılan çocuklar, genellikle kendilerinden güçlü kişilerin gücü altında ezilmeye de mahkûm olmaktadırlar. Her şeyi güç ve kendi başarısı ile elde ettiğini düşünen çocuklar, bunun böyle olmadığını ve olamayacağını anladıkları an, büyük bir ruhî çöküntü ile karşılaşmaktadırlar.
Hayat zordur. İnsan ise zayıf. Bu zayıf insanın ihtiyacı sınırsızdır. Sınırsız ihtiyaç sahibi insanın imkânları ise sınırlıdır. Tüm bu zafiyet içindeki insanın kendi sınırlı güç ve kuvvetine güvenerek değil, Allah'a güvenerek yaşaması onu ruhen daha da mutlu edecektir. O halde, anne ve babalar, kendine güvenen değil, Allah'a güvenen çocuklar yetiştirmelidirler.
Dostları ilə paylaş: |