Küreselleşme, yeni bir olgu değildir, yalnızca yeni bir terimdir (Boratav 1997:22). Küreselleşmeyle ilgili teorik tartışmalarda üzerinde en çok durulan konulardan bir tanesi; küreselleşmenin ne zaman başlamış olduğu ile ilgilidir. Bu tartışmalar, üç olasılık üzerinde belirginleşmektedir. Birincisi; küreselleşmenin tarihin başlangıcından beri var olduğu, fakat son dönemde yoğunluk kazandığı noktasındadır. İkincisi; modernleşme ve kapitalizmin gelişmesiyle paralel olduğu ve son yıllarda hız kazandığı görüşüdür. Üçüncüsü ise küreselleşme; sanayi-ötesi toplum, modern-ötesi toplum ve kapitalist düzenin çözülmesiyle ilgili olarak son yıllarda ortaya çıkan yeni bir olgudur (Ay, 2002:53).
Küreselleşme; ülkeler arasında artan ticaret ve sermaye akışının gerçekleştiği açık bir uluslararası ekonomi olarak yorumlandığında, bu sürecin yeni ortaya çıkmadığı görülür. Bu süreç, 13'üncü yüzyılda Marco Polo'ya kadar uzanır (Anitat, 2002:5). Diaz Arenas, küreselleşmeyi, İspanya ve Portekiz'in denizlere hükmettiği 15'inci yüzyıldaki ticari kapitalizme kadar götürmektedir (Fox, 2002:27). Bugüne kadar yaşanan periyotlar; ticaretin genişlemesi, göçün yaygınlaşması, teknolojinin yayılması, ayrı kültürlerin karşılıklı etkileşimi gibi belirgin özellikleri taşımaktadır (Anitat, 2002:5). Ne zaman başlamış olursa olsun küreselleşme, kapitalist gelişme süreci ile sıkı bir bağlılık içindedir ve Avrupa kültürünün; yeni sömürgecilik, kolonizasyon ve kültürel kaynaşma ile dünyaya yayılma çabalarının doğrudan sonucudur. Bu nedenle, küreselleşmeyi tam anlamıyla çözümleyebilmek için, kapitalist üretim biçiminin tarihsel dönüm noktalarını ana hatlarıyla belirlemek büyük önem taşımaktadır (Mutioğlu, 2002:192). Wallerstein'e göre kapitalizm, 15'inci yüzyıl Avrupası'nda doğmuş ve sistem 19'uncu yüzyıl sonlarına gelindiğinde tüm yerküreyi kapsayacak şekilde genişlemiştir. Samir Amin ise, kapitalizmin dönüm noktalarını; 1500 ile 1800'lü yıllar merkantilist geçiş dönemi, 1800 ile 1880'li yıllar rekabetçi kapitalizm dönemi ve 1880 ile 1990'lı yıllar ise orijinal tekelci kapitalizm dönemi olarak belirlemiştir (Wallerstein ve Amin'den aktaran Mutioğlu, 2002:193).
Gerçek anlamda bütünleşmiş bir dünya ticaret sistemi 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında oluşturulmaya başlanmıştır. Denizaltı telgraf kabloları 1860’lardan bu yana kıtalar arası piyasaları birbirine bağlamaktadır. Bu kablolar, ekonomik yaşama bugünün elektronik ticaretinden çok daha büyük bir yenilik getirmiştir (Hirst ve Thompson, 2000:8). Nakliye maliyetlerinin düşmesi, ticarette hızlı bir artış sağlamış ve 1913 yılında dünya ticaretinin dünya hasılasına oranı, 1970'li yıllara kadar yeniden ulaşılamayacak bir noktaya yükselmiştir. Bu ticaret artışı; daha önceden öngörülemeyen sermaye akışı (milli gelirin neredeyse % 10'u kadar) ve göçler (birçok ülke için her yıl toplam nüfusun % 0.5'i kadar ve özellikle de Amerika'ya doğru) ile birlikte gerçekleşmiştir (Anitat, 2002:5).
İkinci Dünya Savaşının ardından yeni bir küreselleşme dalgası başlamıştır. Aslında, adı konmasa da, İkinci Dünya Savaşından sonra temelleri atılan ve çerçevesi çizilen küreselleşme süreci; 1980'lerden sonra neo-liberal söylemle kendini hatırlatmış ve 1990'larla birlikte de bütün gücüyle dünya ekonomisine egemen olmaya başlamıştır (Akalın, 2002:173). Bu süreç; 1940'lardan 1960'lara, yarıya düşen taşıma maliyetleri, çok-uluslu şirketlerin yaygınlaşması ve çıktıda öngörülemeyen büyüme ve yaşam standartlarındaki yükselme ile birlikte yeni bir karakter kazanmıştır (Anitat, 2002:5). Ancak, Bretton Woods sisteminin 1973 yılında çökmesiyle, kurlarda belirsizlik dönemi başlamıştır. Ülkeler arasındaki para transferlerinin, mal ve hizmet akışlarına bağlı olmaktan çıkarılması, yani sermaye denetimlerinin kaldırılması gerekmiştir. Sermaye denetimlerini 1973 yılında Kanada, Almanya ve İsviçre kaldırmıştır. Bu ülkeleri; 1974 yılında ABD, 1979'da İngiltere, 1980'de Japonya, 1990'da Fransa ve İtalya, 1992 yılında ise İspanya ve Portekiz izlemiştir. Esnek kur ve sermaye serbestisi rejimine az gelişmiş ülkelerin de katılması gündeme gelmiştir. (Somçağ, 2001:156). Yani, artık sermayenin küreselleşmesinin önündeki engeller ortadan kaldırılmaya başlanmıştır.
Küreselleşmenin büyük ölçüde, son yıllarda yaşanan iki önemli değişim tarafından şekillenmeye başladığını söylemek olasıdır. Bunlardan birincisi, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinin ekonomik alanda piyasa ekonomisini, politik alanda çoğulcu demokrasiyi seçmeleridir. Diğeri ise, gelişmiş ülkelerin bilgi toplumuna geçmeleriyle insan faktörünün ve özellikle vasıflı işgücünün ön plana çıkmasıdır. Soğuk Savaş ile küreselleşmeyi karşılaştırmanın en geçerli yolu, iki sistemi karakterize eden kavramları açıklamaktan geçmektedir. Soğuk Savaş bölünmeyi, küreselleşme ise entegrasyonu ifade etmektedir. Soğuk Savaş’ın aktörleri ulus-devletlerdi. Düzen, bu devletler arasındaki dengeler üzerine kuruluydu. Küresel dünyada ise, ulus-devletlere ek olarak süper piyasa diye adlandırılabilecek, paraya yön veren merkezler ve güçlendirilmiş süper bireyler yer almaktadır. "Sovyetler Birliği'nin çöküşüyle birlikte dünya finans sistemi, fiilen küresel kapitalizmin kucağına düşmüştür" (Chomsky'den aktaran Fox, 2002:28). Küreselleşme tartışmalarının başlangıcını; Soğuk Savaşın en sıcak günlerinde Kerr ve arkadaşlarının ortaya attığı "yaklaşma" veya "yakınsama" kuramına kadar götürmek olasıdır. Bu kurama göre; sosyo-ekonomik değişiklikler teknoloji tarafından belirlenmektedir ve toplumlar sanayileştikçe politik ve ekonomik sistemler bakımından giderek birbirlerine benzeyecektir. Geleceğin toplumu sınıf farklarının azalacağı, zevkler, tercihler ve tüketim kalıplarının birbirine benzeyeceği bir toplum olacaktır (Yıldırım, 2000:72).
Küreselleşmeye ivme veren etmenlerin başında ulaşım ve haberleşme maliyetlerinde yaşanan büyük düşüşler gelmektedir. 1960’lı yıllara gelindiğinde deniz taşımacılığı maliyetleri 1920’lerdeki maliyetlerin üçte birine inmiştir. 1940 ile 1970 arasında uluslararası telefon haberleşmesi maliyetleri altı kat düşmüştür. Dünya ekonomik sistemi üzerinde şimdiye kadar parçalayıcı bir etki yaratmış olan Soğuk Savaş, Güney Afrika’daki ırk ayrımcılığı gibi politik faktörlerin çözümü doğrultusunda çok önemli adımların atılmasıyla, küreselleşme hızlanmaya başlamıştır. Ayrıca, gelişmekte olan ülkeler, içe kapalı ve korumacı politikalarını bir tarafa bırakarak dışa açılmayı benimsemişledir. Gelişmekte olan birçok ülke, ticaretlerinde tek yönlü aldıkları serbestleştirme kararlarını hayata geçirmek amacıyla GATT ve arkasından onun yerine kurulan WTO’ya önlemlerini bildirmişlerdir. Çin Halk Cumhuriyeti'nin de WTO’ya üyeliğinin kabul edilmesiyle, dünya ticaretinde serbestleşme yolunda önemli bir adım daha atılmıştır.
1990’lı yıllardan başlayarak küreselleşme süreci yeni bir evreye girmiştir. Yeni dönemde dünya ticaretinin temel belirleyicileri, uluslararası sermaye akımları ve dolaysız yatırımlar olacaktır (Tanrıkulu, 1999:642). 20’inci yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan teknolojik gelişmeler ve ABD, Japonya ve özellikle Almanya, İngiltere, Fransa gibi güçlü AB ülkelerinin büyüttüğü finans sermayesi, 21’inci yüzyıla neredeyse tüm ülkelerin kapitalist olarak girmesine yol açmış çok önemli oluşumlardır (Devrim ve Altay, 2000:28). Yeni Küreselleşmenin belirgin özelliği; şimdiye dek eşi görülmemiş üç kutuplu karşılıklı iç içe geçmedir. Bu kutuplar; ABD, Japonya ve Avrupa Birliği'dir. Bu yeni küreselleşme, yalnızca merkezler arasında ticaretin yoğunlaşmasında değil, aynı zamanda karşılıklı sermaye nüfuzunda kendisini göstermektedir. Daha önce ulusal olan sermaye, bu özelliğini yitirmeye başlamış ve şaşırtıcı bir hızla küreselleşen finans kapital, egemen bir küreselleşmiş sermaye oluşturmuştur (Amin, 1993:13).
1980'li yıllardan itibaren birçok ülkede reel ve mali sektörlerde liberasyona gidilmiş, kamu kesimi küçültülüp özel girişimciliği ön plana çıkaran özelleştirme programları uygulanmaya başlanmıştır. Bunun siyasal alandaki yansımaları İngiltere'de Thatcherizm, ABD'de ise Reagenomics olmuştur. Bu ülkelerde, arz yanlı ekonomi olarak isimlendirilen ekonomi okulunun uygulamaları ön plana çıkmıştır. İşçi sendikalarının güçlerinin kırılması, özelleştirme, vergi indirimleri uygulanması, devletin ekonomik işlevlerinin küçültülmesi, serbest piyasa mekanizmasının egemenliğinin artırılması bu uygulamalar örnek verilebilir (Eroğlu, 2002: 19). "... artık dünya, tek bir gelişme modelini konuşur hale gelmiştir. İhracata yönelik üretim yap, bunu esnek işgücü piyasalarını yaratarak ve ona dayanarak gerçekleştir, ücretleri düşür ve ticaretin önünü aç; yani serbest ticareti küreselleşme sürecinin açılımında engel tanımayacak bir biçimde kullan" (Akalın, 2002:173). 1980-1984 döneminde, merkez ülkelerde muhafazakar hükümetler, çevre ülkelerde de IMF'nin neo-liberal politikalarını uygulayan hükümetler iş başına geçmiştir. Bu dönemin üç önemli özelliği bulunmaktadır. Birincisi, merkez ülkelerde maliyetlerin düşürülmesinin bir yolu olarak işgücü piyasasının esnekleştirilmesidir. İkincisi; sermayenin uluslararasılaşmasının önündeki tüm engellerin ve denetimlerin kaldırılmasıdır. Üçüncüsü ise; borç krizindeki ülkelerin ellerindeki tüm kaynakları borç ödemeye yönlendirecek bir ekonomik programı hayata geçirmektir. Bu uygulama, Dünya Bankası ve IMF aracılığıyla gerçekleşecektir.
1989 yılında John Williamson tarafından ekonomilerinde reforma giden ülkelere, -özellikle Latin Amerika ülkelerinin parasal zorluklarına çare olarak buyrulan, bütün ekonomik reformlardaki ortak noktaları vurgulamak için "Washington Konsensüsü" önerilmiştir (Başkaya, 1999:24). Washington Konsensüsü, on maddelik politika önerisinden oluşmaktadır. Bunlar; mali disiplin, vergi reformu, kamu harcamalarının yeniden yapılandırılması, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarına getirilen kısıtlamaların kaldırılması, finansal serbestleşme, tek ve rekabetçi döviz kuru uygulaması, ticaretin serbestleştirilmesi, özelleştirme, piyasaya girişin ve rekabetin yeniden düzenlenmesi ve mülkiyet haklarının güvence altına alınmasıdır (Eroğlu, 2002:24). Williamson'a (1993) göre Washington Konsensüsü, ekonomi politikaları açısından evrensel bir yakınlaşmayı ve birçok ekonomist tarafından benimsenen neo-liberal düşünceleri ifade etmektedir (Williamson, 1993:1334). Sayılan bu kurallar, birçok ülkede bir reçete olarak yaşama geçirilmiş ve ekonominin işleyişine doğrudan yön vermiştir. Dünyadaki ülkelerin yaklaşık üçte ikisi, kendi ekonomi politikaları üzerindeki denetimlerini yitirmişlerdir. Bu ülkelerin makro ekonomik politikaları, yatırım projeleri ve sosyal harcamaları, Washington kökenli, gelişmiş ülkeler tarafından gönderilen uzmanlar tarafından yönetilmektedir. Bu buyruklara öncülük eden kurallar ise, yukarıda içeriği verilen "Washington Konsensüsü" olarak bilinmektedir (Pieper ve Taylor, 1998:1).
Geniş anlamda Washington Konsensüsü, hükümet politikalarının aşağıdaki noktalarda reforme edilmesini içermektedir:
-
Makro ekonomik dengenin, enflasyon denetim altına alınarak ve mali açıklar azaltılarak sağlanması,
-
Ekonomilerin, ticaret ve sermaye hareketlerinin liberasyonu yoluyla dünyaya açılması,
-
Özelleştirme ve deregülasyon yoluyla yurt içi üretimin ve faktör piyasalarının libere edilmesi (Gore, 2000:789).
Washington Konsensüsünün reform reçetesi, borçlu ülkelerin disiplinine indirgenmiş ve küresel mali aktörlerin faaliyetlerinin düzenlenmesi ve denetlenmesi yerine, uluslararası standartlara gönüllü olarak uymaları çağrısı ile yetinilmiştir (Eroğlu, 2001:137). Ayrıca, konsensüsün içeriği ile uygulamaya geçen ülkelerin sorun ve yapıları arasındaki farklılıklar, Washington Konsensüsünün farklı ülkelerde göreli olarak farklı şekilde uygulanması gereken bir yapıda olmasını gündeme getirmiştir (Activeline, 2001(a):1). Post-Washington Konsensüsü ise; küresel kapitalizmin, neo-liberal ekonominin kuralları gereği otomatik olarak ortaya çıkan doğal bir durum olmadığını, politik ve sosyal eylemle yaratılacak bir yapılanma olduğunu ileri sürmektedir. Stiglitz, özellikle mali piyasalardaki işlemlerde asimetrik enformasyon ve rekabetçi olmayan firma davranışları nedeniyle, eksik rekabet piyasalarının doğduğuna dikkat çekmektedir. Bu tür piyasa aksaklıkları karşısında, sıcak parayı yavaşlatacak ulusal sermaye düzenlemelerine başvurulabilmelidir. Post-Washington Konsensüsünün uluslararası ve ulusal sermaye denetimleri konusundaki tavrı; pragmatik neo-liberal bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir (Eroğlu, 2001:140).
Dostları ilə paylaş: |