Azerbaycan’da Müstakil Hanlıklar Devrine Umumî Bir Bakış



Yüklə 8,92 Mb.
səhifə67/178
tarix17.01.2019
ölçüsü8,92 Mb.
#98430
1   ...   63   64   65   66   67   68   69   70   ...   178

Ahî birlikleri içinde en etkin olanı “genç ahî çırakları” idi. Bunlar silâhlı birlikler olup, resmî bir görevleri bulunmamalarına rağmen halkın güvenliğini sağlayarak, şehirlerine sahip çıkıyorlardı.

Her ahî birliğinin birer toplantı yeri ve zâviyesi bulunmaktaydı. Yine her birinin belirli törenleri ve gelenekleri vardı. Aralarındaki dayanışma son derece güçlüydü. Türk geleneklerinden olan misafirperverliğe ve cömertliğe (civân+merd=cömert) çok önem vermekteydiler.63 Bunlar zamanla birer meslek loncası haline gelmişlerdir. Usta-çırak ilişkisi içinde işleyen bu meslek loncaları, ticaret ve zanaatta dürüstlüğü ve standart mal üretmeyi kendilerine ilke edinmişlerdir.

Bu teşkilâtın tarihte oynadığı role gelince, ahîler, konar-göçer hayatı terk edip, şehirlere yerleşmek isteyenlere meslek sahibi olmada ve kendi işlerini kurmada rehberlik ederek, Türk toplum hayatının gelişmesine büyük katkıda bulunmuşlardır.64 Bundan başka onlar, merkezî idarenin zayıfladığı ve çöktüğü her yerde yönetimi ele alarak, düzenin ve Türk-İslâm kültürünün en büyük koruyucusu olmuşlardır. Böylece, Türk toplumunda muhtemel bölünmeleri ve kopmaları önlemişlerdir.65 XIV. yüzyılın ikinci yarısı içinde Anadolu’dan geçen Arap seyyahı İbn Batuta, siyasî birliğini kaybetmiş Anadolu’da güvenlik içinde seyahat edilmesini, daha da önemlisi bu ülkenin “refah ve şefkat ülkesi” olmasını tamamen onların rolüne bağlar.

2. Köyler ve Köylüler

Türkler Anadolu’ya geldiklerinde köyler hemen hemen boşaltılmış ve ülkenin yerli nüfusu çok azalmış durumdaydı. Çünkü Türk akınlarından ve fetihlerinden dolayı kendilerini güvenlikte hissetmeyen köylülerin büyük bir kısmı surlarla çevrili büyük şehirlere ve kalelere çekilmişlerdi. Bir kısmı da Bizans topraklarına göç etmişlerdi.66 Türkler, boş buldukları köylere yerleşerek, bu yerleri değerlendirdiler. Zira Anadolu’ya sadece konar-göçer Türkmenler değil, aynı zamanda yerleşik hayat yaşayan, tarım ve zanaatla uğraşan Türklerden de pek kalabalık kütleler gelmiştir. Bunların yerli halktan alacağı ve öğreneceği pek fazla bir şey yoktu. Çünkü bunlar, daha önceki hayatlarında edindikleri tarım ve zanaat kültürünü bütünüyle Anadolu’ya taşımışlardır.67

Anadolu’da, sadece daha önceki yurtlarında yerleşik hayata geçmiş olan Türkler değil, aynı zamanda konar-göçer Türkmenlerden de yerleşenlerin sayısı az değildi. XVI. yüzyıl Osmanlı tahrir defterlerine dayanılarak yapılmış bir toponomi araştırmasında, Anadolu’da Oğuzların (Türkmenler) boy adlarını taşıyan 890 köy adı tespit edilmiştir.68 Hiç şüphesiz, bu köylerin büyük bir kısmının kuruluşu Selçuklu devrine dayanıyordu. Zira, Türkiye Selçuklu sultanları, konar-göçer kitleleri yerleşmeye teşvik ediyorlar ve bunları destekliyorlardı. Konar-göçer kitlelerin Anadolu’ya yerleşmelerinde devlet politikasından başka ahîlerin ve kolonizatör Türk dervişlerinin de önemli payı vardı.69 Birçok köy ahîler ve dervişler tarafından kurulmuştur. Bugün Ankara vilâyeti sınırları içinde, bu faaliyetin bir hatırası olarak “ahî” adını taşıyan dört tane köy bulunmaktadır.

Selçuklu devrinde, köylerdeki tarım arazisinin mülkiyeti devlete ait olabildiği gibi, malikâne, yani özel mülk olarak bir devlet adamına da ait olabilirdi. Nitekim, vakıf kayıtlarında, birçok köyün arazisinin, bağının, bahçesinin ve merasının vakıf kurumuna bağışlanmış olduğu görülmektedir.70 Bundan da anlaşılıyor ki, bu araziler, sahibinin vakıf yapmadan önce özel mülkiyeti idi. Köylerdeki tarım arazileri, gerek devlete, gerekse vakfa ait olsun, köylüler tarafından kullanılıyor ve işleniyordu.

Yerleşik hayatın en küçük biriminde yaşayan köylüler, genellikle tarım ve hayvancılıkla uğraşıyorlardı. Onlar, eğer varsa kendi topraklarını, yoksa ıkta veya vakıf arazisini ekip biçiyorlardı. Ayrıca, devlet adamlarına ait devlet arazilerinde “yarıcılık” yapanlar da vardı.71 Öte yandan, onlar ihtiyaçlarını karşılayacak kadar hayvan da besliyorlardı. Hatta bazı köylüler, eski alışkanlıklarını sürdürüyorlar, yarı göçebe bir hayat yaşıyorlardı. Bunun için onlar, kış aylarını köylerinde geçirirlerken, yaz aylarında hayvanlarıyla birlikte köylerinin yanı başında bulunan yaylalara çıkıyorlardı. Onlar için tarım kadar hayvancılık da önemliydi. Ayrıca, bazı köylerde demircilik, marangozluk, dokumacılık, çömlekçilik gibi zanaatlarla meşgul olanlar da bulunmaktaydı.

3. Türkmenler (Göçer Evliler)

Selçuklu devri Anadolu Türk toplumunun en kalabalık ve en dinamik unsurunu konar-göçer Türkmenler oluşturmaktaydı. Türkmenler, Malazgirt zaferinden sonra birbirini izleyen dalgalar hâlinde akın akın Anadolu’ya gelerek, kendi hayat tarzlarına uygun sahalara yerleşmişlerdi. Moğol istilâsı önünden kaçıp gelenlerle de sayıları epeyce artmıştır. Nitekim, Arap coğrafyacısı İbn Saîd, XIII. yüzyılın sonlarında Denizli civarında 200 bin,

Kastamonu civarında 100 bin, Ankara civarında da 30 bin çadırdan oluşan kalabalık Türkmen kütlelerinin yaşadığını belirtmiştir.72 Bu, hiç şüphesiz iki veya üç milyonluk bir nüfus demektir.

Türkmenlerin bir kısmı, devlet hizmetinde yer alarak, daha, Anadolu’nun fethi esnasında tam yerleşik hayata geçmiş bulunuyordu. Bir kısmı ise, yarı yerleşik bir hayat yaşıyordu. Yani bu kısım kışı köylerde çiftçilik, yazı da yaylalarda hayvancılık yapmak suretiyle geçiriyordu. Türkmenlerin önemli bir kısmı ise, Orta Asya’daki eski konar-göçer hayat tarzlarını Anadolu’da da devam ettiriyorlardı.73

Anadolu’da, kendileri ve sürüleri için uygun buldukları kışlak ve yaylakları tutan Türkmenler, genellikle eski boy düzenlerini koruyorlardı. Başlarında birer boy beyi bulunuyordu. Konar-göçerin konutu ise, kısa sürede kurulup sökülebilen çadırlardan ibaretti. Çadırlar, konar-göçerin hayat tarzına uygun bir şekilde düzenlenmekteydi. Yağmura, tipiye, rüzgâra, soğuğa ve sıcağa karşı son derece korunaklı idi. Konar-göçerlerin ekonomik faaliyeti ise, büyük ölçüde besiciliğe dayanmaktaydı. Büyük sürüler hâlinde koyun ve keçi beslenmekteydi. Az da olsa sığır, deve ve at sürüleri de vardı. Başlıca geçim kaynağını, bu sürülerden elde edilen ürünler oluşturmaktaydı. Ayrıca, halı, kilim ve kereste gibi mamuller de üreterek satıyorlardı. İhtiyacı karşılayacak kadar da tarım yapıyorlardı. Ekonomilerinin eksiğini de, genellikle şehir pazarlarında kendi ürünleriyle “değiş-tokuş”, yani malı malla değiştirmek suretiyle sağlıyorlardı. Devlete olan vergi yükümlülüklerini ise, aynî olarak, yani mallarının bir kısmını ayırıp vermek suretiyle yerine getiriyorlardı. Meselâ, Denizli Türkmenlerinin başında bulunan Mehmed Bey, her yıl Selçuklu sarayını ziyaret ederek, Selçuklu sultanına bağlılığını bildiriyor ve bu arada vergilerini düzenli olarak ödüyordu.74

Konar-göçer Türkmenlerin büyük bir kısmı, kendi ruh yapılarına en uygun hareket serbestliği sağlayan uçlarda toplanmışlardır. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, onlar, uçların geniş ufuklu hür havasını tercih etmişlerdir. Uçlardaki Türkmenlerin kadınlarından çocuklarına varıncaya kadar hepsi, âdeta kışla hayatı yaşıyordu. Hemen hemen hepsi silâhlı idi. Baskınlara ve beklenmedik saldırılara karşı her an hazırlıklıydılar. Başlarında “uç beyi” veya “il beyi” unvanı ile anılan bir başkan bulunuyordu. Uzun süre belirli sınırlar için kalmazlardı. Çünkü, üretimi artırabilmek için sürülerine her mevsimde taze ot ve su bulmak durumundaydılar. Ayrıca, savaş ganimeti de hayatlarında önemli bir yer tutmaktaydı. Bundan dolayı, sık sık sınırları aşıyorlar ve sürülerine yeni otlak ve yaylak arıyorlardı. Bu arada yağmalı akınlar yapıyorlar, çok miktarda ganimet ve esirle geri dönüyorlardı.75 Bazen de kendi devletlerine ait kervanları vuruyorlardı. Tarihî kayıtlara göre, böyle bir vurgun hareketi Denizli bölgesinde yaşayan Türkmenler tarafından yapılmıştır. Bu Türkmenlerin başında bulunan Mehmed Bey, soyulan kervanın sahibine zararını ödeyerek, yapılan hatayı düzeltme yoluna gitmiştir.76

Türkiye Selçuklu sultanlarının 1211 yılından sonra gaza faaliyetlerinden çekilmeleri, batı uçlarında toplanan Türkmenlerin etkinliğini son derece artırmıştır. Türkmenler, büyük bir gayretle sahillere kadar Batı Anadolu’yu ele geçirerek, Anadolu’nun fethini ve Türkleşmesini tamamlamışlardır. Daha da önemlisi, aynı uç Türkmenleri, Selçuklu beyleri gibi Moğollara tamamen boyun eğmemişler, hürriyetlerini ve istiklâllerini büyük bir gayretle korumaya çalışmışlardır.
DİPNOTLAR

1 Chang Jen-t’ang, T’ang Devrindeki Göktürkler Hakkında Yeni Belgeler, Tapei 1968, 176; Ed. Chavannes, Documents sur le Tou-kiue Occidentaux, Paris 1900, s. 174. “Mes tribus vivent dans l’abondance; cela me suffit” (=Boylarım bolluk içinde yaşıyor; bu bana yeter).

2 Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, nşr. ve trc. R. R. Arat, İstanbul 1947, Ankara 1974, b. 2025, 2053.

3 Yusuf Has Hacib, b. 2069.

4 Yusuf Has Hacib, b. 2983.

5 Yusuf Has Hacib, b. 2982, 5513.

6 Yusuf Has Hacib, b. 3042.

7 Yusuf Has Hacib, b. 5545.

8 Yusuf Has Hacib, b. 5353; R. Genç, Karahanlı Devlet Teşkilâtı, İstanbul 1981, s. 100 vd.

9 M. A. Köymen, Tuğrul Bey ve Zamanı, İstanbul 1976, s. 124 vd.; İbnü’l-Kesîr, el-Bidaye ve’n-Nihaye, trc. M. Keskin, XII, İstanbul 1995, s. 282.

10 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fî’t-Târîh, IX, nşr. C. J. Tornberg, Beyrut 1979, s. 483; IX, trc. A. Özaydın, İstanbul 1987, s. 369; Ahmed bin Mahmûd, Selçuk-nâme, I, haz. E. Merçil, İstanbul, 1977, s. 27.

11 Nâsır-ı Hüsrev, Sefernâme, trc. A. Tazî, İstanbul 1985, s. 144.

12 Sadrüddin Hüseynî, Ahbârü’d-Devleti’s-Selçukiyye, trc. N. Lugal, Ankara 1943, s. 24; Ahmed bin Mahmûd, I, s. 24.

13 Osman Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul 1980, s. 342; A. K. S. Lambton, “Aspects of Saljuq-Guzz Settlement in Persia”, 950-1150, İslamic Civlization, (1973), s. 115-120.

14 Ş. Altundağ, “Tolunlular” mad. İA, s. 437; Ş. Tekindağ, “Mısır’da ve Suriye’de Kurulmuş Türk Devletleri”, Türk Dünyası El Kitabı, Ankara 1976, 866, 867; Büyük İslâm Tarihi, VI, İstanbul 1992, s. 78.

15 Ş. Tekindağ, a.g.e., s. 866.

16 Mohammed Khadr, “Deux actes de Waqf d’un Qarahanide d’Asie Centrale”, Journal Asiatique, CClV/3-4, (1967), 305-334.

17 Nâsır-ı Hüsrev, s. 143 vd.; M. A. Köymen, a.g.e., s. 122 vd.

18 Bundarî, Zubdetü’n-Nusre, trc. K. Burslan, İstanbul 1943, s. 8.
19 İbnü’l-Esîr, X, s. 242.

20 O. Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, Ankara, 1988, s. 109-146; A. G. C. Savvides, Byzantium in The Near East, Selanik 1981, s. 140-145; M. E. Martin, “The Venetian Seljuk Treaty of 1220, English Histoical Review, (1980), 321-330; U. Heyd, Yakın-Doğu Ticaret Tarihi, trc. E. Z. Karal, Ankara 1974, 334.

21 Târîh-i Äl-i Selçuk veya Anonim Selçuk-nâme, nşr ve trc. F. N. Uzluk, (Anadolu Selçuklu Tarihi, III), Ankara 1952, s. 38/25; O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971, s. 99.

22 O. Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, İstanbul 1971, s. 114; Cl. Cahen, Pre-Ottoman Turkey, London 1968, s. 168; Gordlevski, Anadolu Selçuklu Tarihi, trc. A. Yaran, Ankara, 1988, s. 216.

23 Geniş bilgi için bkz. K. Erdmann, Das anatolische Karavansaray des 13, Jahrhunderts I-III, Berlin 1961, 1967.

24 Aksarayî, Musâmeretü’l-Ahbar, nşr. O. Turan, Ankara 1944, s. 304; O. Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, s. 99.

25 O. Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, s. 93-116.

26 İbnü’l-Esîr, XII, s. 242; İbn Bibi, el-Evâmirü’l-Alâi’yye, tıpkıbasım, Ankara 1956, s. 95 vd., 171; trc Mürsel Öztürk, Ankara 1996, I, 191; O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971, 286.

27 İbn Bibi, s. 96, 99-101, 303, 332, 343; I, 116, 119-121, 318, 344, 354. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 285, 343; O. Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, s. 124-128.

28 S. Koca, Sultan I. İzzeddîn Keykâvus, Ankara 1997, s. 102; İbn Bibi, s. 291; I, s. 307.

29 M. A. Köymen, Selçuklu Devri Kaynakları Olarak Vakfiyeler, Studi Preottomani e Ottoman, (1976), s. 161.

30 Geniş bilgi için bkz. F. Sümer, Yabanlu Pazarı, İstanbul 1985; İbn Bibi, s. 162, 185; I, 183, 204; O. Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul 1980, s. 367 vd.

31 O. Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, s. 363-368; Cl. Cahen, Pre-Ottoman Turkey, s. 155-168; V. Gordlevski, s. 207-225; M. A. Köymen, “Türkiye Selçuklu Devletinde Ekonomik Hayat”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, 65, (1992), s. 16-27.

32 O. Turan, “Selçuklu Devri Vakfiyeleri, III”, Belleten, XII, 145, (1948), 127.

33 İbn Bibi, s. 428 vd.; I, 428 vd.; O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 168, 240, 377.

34 Cl. Cahen, Pre-Ottoman Turkey, s. 157 vd.

35 İbn Batuta, Seyahatnâmesinden Seçmeler, Haz. İ. Parmaksızoğlu, İstanbul 1971, s. 6, 10, 11, 14, 23, 24, 27; İbn Bibi, s. 32, 253; I, 52, 271.

36 İbn Bibi, s. 187 vd., 450; I, 205 vd., 446; S. Koca, Sultan I. İzzeddin Keykâvus, s. 54.

37 O. Turan, Selçuklu Devri Vakfiyeleri, s. 55-58, 113 vd., 127.

38 İbn Bibi, s. 117; I, 137; S. Koca, Sultan I. İzzeddîn Keykâvus, s. 23.

39 Aksarayî, s. 220, 243, 244, 269.

40 İbn Bibi, s. 203, 265; I, 222, 283.

41 İbn Bibi, s. 153, 243, 349; I, 174, 262, 359.

42 O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 445.

43 O. Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, s. 364; O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 234.

44 İbn Bibi, s. 272.

45 O. Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti, s. 365 vd; O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 338 vd.

46 Gordlevski, s. 190.

47 Eflâkî, Äriflerin Menkıbeleri, trc T. Yazıcı, II, İstanbul 1973, s. 145.

48 Ayrıca Türkçe “şebin” kelimesi de bulunmaktadır ki, demir anlamına gelmektedir.

49 F. Sümer, “Selçuklular Devrinde Türkiye’de Madenler”, Türklük Araştırmaları Dergisi, 4, (1988), s. 159-164; O. Turan Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, s. 363; Cl. Cahen, Pre-Ottoman Turkey, s. 160 vd.

50 U. Heyd, Yakın-Doğu Ticaret Tarihi, tr. E. Z. Karal, Ankara 1975, s. 333; K. F. Kienitz, Büyük Sancağın Gölgesinde, Tercüman 1001 Temel Eser, tarihsiz, s. 125.

51 İ. Artuk-C. Artuk, İstanbul Arkeoloji Müzeleri Teşhirindeki İslâmî Sikkeler Kataloğu, I, İstanbul, 1971, s. 350-384; O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 399; İbn Bibi, s. 234, 519; I, 252, II, 65.

52 İbn Bibi, s. 154; I, 174 vd; S. Koca, Sultan I. İzzeddin Keykâvus, s. 35.

53 Cl. Cahen, Pre-Ottoman Turkey, s. 190.

54 F. Köprülü, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, Ankara 1972, s. 110.

55 Cl. Cahen, Pre-Ottoman Turkey, s. 192, 205.

56 Cl. Cahen, Pre-Ottoman Türkey, s. 189.

57 K. Özergin, Anadolu Selçukluları Çağında Anadolu Yolları, doktora tezi, gayri matbu.

58 T. Baykara, Türkiye Selçukluları Devrinde Konya, Ankara 1985, s. 55.

59 Eflâkî, I, s. 257.

60 F. Köprülü, a.g.e., s. 117.

61 F. Köprülü, a.g.e., s. 118.

62 Gordlevski, a.g.e., s. 185 vd.

63 İbn Batuta, s. 8 vd., 15, 26.

64 M. Bayram, Ahî Evren ve Ahî Teşkilâtının Kuruluşu, Konya 1991, s. 133.

65 İbn Batuta, s. 25; krş. F. Köprülü, a.g.e., s. 118.

66 F. Köprülü, a.g.e., s. 98; Cl. Cahen, Pre-Ottoman Turkey, s. 143; Cl. Cahen, La Turquie Pré-Ottomane, İstanbul-Paris 1988, s. 101.

67 F. Sümer, “Anadolu’ya Yalnız Göçebe Türkler mi Geldi?”, Belleten 24, (1960), s. 567-594.

68 F. Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), Ankara 1972, s. 211-215. 461.

69 Ö. L. Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, tarihsiz.

70 A. Temir, Kırşehir Emiri Caca Oğlu Nur el-Din’in 1272 Tarihli Arapça-Moğolca Vakfiyesi, Ankara 1989, s. 105-119.

71 F. Köprülü, a.g.e., s. 100 vd.

72 Cl. Cahen, Turco-Byzantina et Oriens Christianus, “İbn Sa’îd l’Asie Mineure Seldjuquide”, London 1970. s. 42, 44, 48.

73 F. Sümer, “XIV. Yüzyılda Türkiye”, Yüzyıllar Boyunca Türk Sanatı, Haz. O. Aslanapa, 1977, s. 11.

74 Eflâkî, s. 442.

75 Michel le Syrien, Cronique de Michel le Syrien, II, Fr. Trc. Chabot, Paris, 1905-1907, XLXVI fasıl. Süryanî Mişel’in kaydına göre, Türkmenler Bizans toprakları üzerine yaptıkları akınların birinde 100 bin esir elde etmişlerdir ki, bu esirleri İslâm ülkelerine satmışlardır.

76 Eflâkî, s. 442 vd.


Türkiye Selçuklularında Toprak Hukuku

Mîrî Topraklar ve

Hususi Mülkiyet Şekilleri


Prof. Dr. Osman Turan*

I.

elçukluların İslâm ülkelerine hâkim olmalarıyla İslâm medeniyeti ve Müslüman kavimlerinin tarihinde yeni bir devir açıldığı, siyasî bakımdan olduğu gibi içtimaî, iktisadî ve kültürel bakımdan da büyük değişiklikler vuku bulduğu halde bu büyük hâdise, maalesef, henüz tarihî ehemmiyetiyle mütenasip bir araştırma mevzuu olmamış, hattâ yalnız Türk ve İslâm kavimlerinin değil, dünya tarihinin de dönüm noktalarından biri olan Selçuk istilâsı ve bunun neticeleri ancak pek yeni kavranılmaya başlanmıştır.1 Büyük Selçuk İmparatorluğu’nun kurulmasıyla başlayan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun son asrına kadar, her sahada devam eden devletçilik siyaset ve zihniyetinin en bâriz ve hayrete şayan tecellileri, şüphesiz toprak idaresi ve hukukunda vuku bulmuştur. Eski Türk askerî teşkilât ve an’aneleri üzerinde kurulan Selçuk İmparatorluğu, kendinden önceki İslâm d askerî esaslarına göre teşkilâtlandırırken askerî iktâları ihdas etmek suretiyle askerlikte ve toprak idaresinde yeni bir sistem vücuda getirdi. Esası, muayyen toprak parçaları üzeinde, devlete ait vergilerin kısmen veya tamamen, hizmet karşılığı olarak, ordu mensuplarına terk edilmesinden ibaret olan bu ikta sistemi İslam ülkeleri toprakları için hukuki değil sadece idari bir değişikliktir.



Toprak idaresinde askeri hizmet esaslarına göre tatbik edilen bu yenilik, ilim âlemince az çok malum olmakla beraber henüz ciddi bir şekilde tetkik edilmiş değildir.2 Burada, Selçuklu iktâsı ile meşgul olmayacak, sadece Selçuklu Türkiyesi’nde bu iktâ sistemiyle birlikte tatbik edilen ve bugüne kadar ilim âleminin dikkatini çekmemiş olan toprak hukukundaki değişikliğin yani bütün memlekete şâmil mîri toprak sisteminin mevcudiyeti üzerinde duracak ve devletin bazı kayıt ve şartlara göre tanımış olduğu hususi toprak mülkiyeti şekillerini meydana koyacağız.

Askerî iktâlar, mahiyeti icabı, hukuki durumu öşri ve harâcî tanınmış bulunan veya mülkiyeti doğrudan doğruya devlete ait olan topraklar üzerinde kurulabileceğinden, Büyük Selçuklu İmparatorluğu, hüküm sürdüğü eski İslâm ülkelerinde, şeriatın kuvvetle müdafa ettiği hususî toprak mülkiyetine dokunmadı ve yeni fethedilen Anadolu topraklarında olduğu gibi, buralarda da toprakları devletleştirme imkanını bulamayarak veya buna lüzum da görmeyerek sadece yeni bir idari sistem, askeri iktalar, kurmakla iktifa etti.

Bundan dolayı elimizde bulunan çok mütenevvi kaynaklarda toprakların Selçuklular tarafından devlet mülkü (mîrî) haline getirildiğine dair bir kayda rastlanamaz. Bu münasebetle Nizâmülmülk’ün “Bütün mülk ve reâyâ sultanındır”3 ifadesi ancak yüksek murakabe sultana yeni devlete ait olduğu tarzında anlaşılmak icap eder. Halife Nâsır Lidinillah’ın veziri Müeyidüimülk’ün, belki de Türkiye’de tatbik edilen mîrî toprak sisteminden ilham almak suretiyle, Ahvaz taraftarlarında, halife namına hususî toprak mülkiyetine yapmak istediği

müdahelenin şiddetli bir infiale sebebiyet vermesi de böyle bir hâdisenin Müslüman ülkelerinde ne kadar yabancı telâkki edidiğine bir delil olsa gerek.4 Hâtta Osmanlı devrinde Kürtlerle meskûn bazı Şark vilâyetlerinin mîrî topraklar rejimine tâbi tutulması keyfiyetini de biz buraların daha önce İslâm hudutları içerisine girmiş olmaları dolayısıyla İslâm hukukuna gire taayyün etmiş bulunan hukukî durumların daha Selçuklular zamanında kabul edilmiş olması ile izah etmek istiyoruz. Tabiatiyle burada Abbasi Devri’nde teessüs eden İslâm hukukunun toprak ahkâmının Selçuklular Devri’nde de câri olduğunu kabul etmekle iktifa edeceğiz.

İslâm ülkelerinde askeri iktâlar hususi toprak mülkiyet hakkını muhafaza ederek kurulurken Bizanslılardan yeni fethedilen ve binaenaleyh İslâm hukukuna göre hukukî vaziyetleri daha evvel taayyün etmemiş bulunan Türkiye’de topraklar devlet mülkü (mîrî) haline getirildikten sonra iktâlar bu topraklar üzerine kurulmuş ve aşağıda belirteceğimiz hudut ve şekiller dışında, husushî toprak mülkiyetinin tanınmaması fiili bir güçlüğe maruz bulunmadan tatbik edilmiştir. Eski İslâm ülkelerinde türlü menşelerden gelen ve mülkiyeti devlete ait (mîrî) bulunan birtakım topraklar mevcut olmu ise de, bunlar devletin hususi toprak mülkiyetine müdahale eden bir siyasetinin neticesi olarak teşekkül etmemiş ve bu gibi toprakların miktarı azalıp çoğalmakla beraber hiçbir zaman, Türkiye’de olduğu kadar, memlekete şâmil bir nispeti bulmamıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda, Anadolu ve Rumeli topraklarında hususî mülkiyet ahkâmının câri olmayıp bütün memleket topraklarının devlet mülkü (mîrî) esasında bir hukukî duruma tâbi olduğu, nazarî İslâm hukukuna (fıkıh’a) karşı örfi hukuk sahasındaki teşrii faliyetlerin XV ve XVI. asırdan itibaren tedvin edildiği malûmdur. Osmanlı pâdişahları namına tedvin edilen ve fakat, şüphesiz daha evvelki devirlerden beri örfi hukuk sahasındaki faaliyetlerin metin haline geldiğini gösteren Osmanlı kanun-nâmeleri ile zamanın şeyh ül-islâmlarının, hususiyle bunların başında, Ebussuûd Efendi’nin fetva’ları mîrî toprak rejiminin mahiyet ve esaslarını, nazarî İslâm hukukiyle bu örfi hukukun telifi gayretlerini meydana koyan başlıca vesikaları teşkil eder. Osmanlı tarihiyle uğraşanlar için az çok bilinen ve Netâyicü’l-Vukuât müellifi tarafından esasları kısaca tespit edilen mîrî toprak sistemi ancak son zamanlarda, bazı mühim neşriyat, mevzuun ehemmiyetiyle mütenasip, araştırmaları sâyesinde anlaşılmaya başlamıştır.



II.

Böyle olmakla beraber mîrî toprak rejiminin Osmanlılarda nasıl vücut bulduğu, hiç olmazsa, daha önce Türkiye Selçuklularında bu rejimin câri olup olmadığı ve menşei hakkında ciddî bir fikir veya tetkik ilmî edebiyatta henüz yer almış değildir. Bu, Selçuklu Türkiyesi tarihine ait kaynakların kifayetsizliği ve araştırmaların da henüz pek iptidaî bir safhada bulunmasıla ilgilidir. Eldeki birkaç kroniğin, bunun sathında ve siyâsi şahsiyetlerle alâkası dolayısıyla iktâlar hakkında verdikleri mahdut malûmatı bile, siyasî vak’alarla alâkası olmayan ve daha hususu bir mahiyet arz eden toprak hukukunda bekleyemeyiz. Osmanlı devri gibi bu devrinde bu türlü meseleleri hakkında en mühim kaynak olması icap eden ve bizce mevcudiyetleri bilinen arazi tahrir defterleri ve bunlarla ilgili kanunların, herhalde Osmanlılardan çok önce, Selçuklu arşivinin mahvolması dolayısıyla, elimize geçmemiş olması bizi en esaslı kaynaklardan mahrum bırakmıştır. Bundan başka bu devirde Türkiye’de yazılmış fıkıh kitaplarının, toprak hukukunda yapılan bu mühim değişiklikten bahsetmeleri ve kaynak bakımından daha iyi bir durumda bulunmamız beklenebilirdi. Fakat bizim tetkik etmek imkânını bulduğumuz bu gibi eserlerde, maalesef, bu hususa dair bir malûmata rastlayamadık. Bu keyfiye, herhalde, fıkıh ulemâsının bu yeni sistemi nazarî İslâm hukukunun çerçevesi içerisinde kabul etmemiş olmalarıyla kabili izahtır. Filhakika Karahanlı Pîr Mehmed, Zübdetü’l-fetâa adlı eserinde (Hicrî 964) mîrî toprakların Türkçe “tapu” ile beyini câiz gördüğü halde zamanın ulemasının bunu fadis telâkki ettiğine dair kaydı bu bakımdan dikkate şayandır.5 Bu münasebetle bu türlü kaynaklardan pek ümitli olmayacağımızı söylemek mümkündür. Bununla beraber eldeki vesikaların, teferruattan sarfınazar, Selçuklu Türkiye’sinde mîrî toprak sisteminin câri olduğunu ispata ve esaslarını meydan koymaya kafi geleceği kanaatindeyiz. İleride, her an elde edilmesi mümkün olan, yeni vesikalar ile yeni araştırmaların bizi iyi neticelere görütebileceği de muhakkaktır.

İşaret ettiğimiz Osmanlı devri hukuki vesikaları, Rumeli ile birlikte Anadolu topraklarının da hususî mülkiyet değil devlet mülkiyeti (mîrî) hükümlerine tâbi olduğu ifadede müttefiktirler. Büyük Selçuklu İmpatarorluğu’nun İslâm ülkelerinde müteber bulunan toprak hukukunu kabul etmeleri mecburiyeti gibi Osmanlıların da, kendilerinden önce bir İslâm ülkesi haline gelen, Anadolu topraklarında kurulmuş içtimai ve hukukî esasları alt üst edecek bir harekete girişmiş olacaklarını düşünmek imkansızdır. Filâkika, hocam Fuad Köprül’nün tetkikleriyle esasları ispat ve bizim araştırmalarımızla da daha birçok hususlarıyla teyit edildiği, üzere, Selçukluların bir devamı olduğu anlaşılan Osmanlıların, Anadolu’da yaptıkları fetihlere dair tarihi kaynaklar onların bu taraflarda ilhak ettikleri memleketlerin mevcut kanunlarını, toprak idaresini ve tımarlarını aynen eski nizamında bıraktıklarını veya bunları iktibas ettiklerini müttefik olarak göstermektedir.6 Osmanlı İmparatorluğu’nun mevcut içtimai nizamı muhafazada ne kadar itina gösterdiğinin bariz bir delili de ilhak edilen bu topraklarda, sadece, mevcut olan tımar idarelerini değil, çok kere, halkın alışkın olduğu eski tımar sahiplerini bile yerlerinde bırakmış olmasıdır.7 Binaenaleyh bu zihniyetle hareket ettiğini daha birçok misalleriyle bildiğimiz imparatorluk, miri toprak rejimini kendisi icat etmemiş; bilâkis bu rejime tâbi topraklar üzerinde kurulmuş ve bu gibi topraklar eski teşkilâtıyla bünyesine almış ve Selçukluların Anadolu’da kendilerine mîras bıraktığı bu sistemi, yeni fethedilen, Rumeli topraklarına nakil ve teşmilden başka bir şey yapmamıştır. Esasen kanun-nâmelerin Rumeli gibi Anadolu topraklarının da “Hind-i fetihte ne öşriyye ve ne de harâciyye kılınıp temlik olunmuştur; arz-ı mîrî demekle marûftu” ifadesi de dikkate şayandır. Gerçekten “Hin-i fetihte” ibaresiyle, Müslüman bir ülke olması dolayısıyla, Osmanlıların Anadolu’daki arazi ilhaklarının bahis mevzuu olmaması, bununla Selçuk fetihlerinin kastedilmiş bulunması icap eder. Uçlarda teşekkül eden ve yeni fetihlerde bulunan beyliklerin de mîrîleştirme hususunda aynı tarzda hareket ettiklerini söyleyebiliriz. Bu muhakeme tarzı bizi, mîrî toprak rejiminin Osmanlılara Selçuklulardan geçtiği kanatine ve bu hususu araştırmaya sevketti.


Yüklə 8,92 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   63   64   65   66   67   68   69   70   ...   178




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin