BİNİCİLİK
234
235
BİNİŞ
soruşturmada "Osmanlı temaşa hayatında mümessil ve mümessilelerden birinciliği kime verirsiniz" sorusuna gelen yanıtlarda, birinci Eliza Binemeciyan, ikinci de Raşit Rıza olmuştu.
Bibi. Ahmet Fehim Bey'in Hatıraları (haz. H. K. Alpman), ist., 1977; M. N. Özön-B. Dür-der, Türk Tiyatrosu Ansiklopedisi, ist., 1967; M. And, 50 Yılın Türk Tiyatrosu, İst., 1973; And, Meşrutiyet; And, Tanzimat; M. Ertuğrul, Benden Sonra Tufan Olmasın, İst., 1989; Nutku, Darülbedayi; Ö. Nutku, Dünya Tiyatrosu Tarihi, L, İst., 1985; (Sevengil), Türk Tiyatrosu, I.
RAŞİT ÇAVAŞ
BİNİCİLİK
Modern anlamda binicilik sporunun İstanbul'a gelişi 1910'lu yıllara rastlamaktadır. 22 Mart 1913'te kumlan Sipahi Oca-ğı'nın Harbiye Mektebi binasının bahçesinde, bugünkü Harbiye Orduevi'nin bulunduğu yerde yaptırdığı kapalı manej, Türkiye'de binicilik sporunun ilk faaliyetine sahne oldu. Araya giren I. Dünya Savaşı sırasında Sipahi Ocağı'nm faaliyetleri mecburi bir duraklama dönemi geçirdikten sonra İstanbul'un işgali sırasında da birkaç kişinin gayretleriyle sür-dürülebildi.
Binicilik sporuna ancak Cumhuriyet' in ilanından sonra önem verilebildi. Bu arada Sipahi Ocağı da varlıklı üyelerinin desteğiyle canlanma gösterdi. İstanbul'da ilk atlı yarışmalar, bu kulüp tarafından Harbiye Mektebi'nin bahçesinde düzenlendi ve kalabalık bir seyirci topluluğu tarafından izlenmeye başladı. Ancak binicilik masraflı bir spor olduğundan bunun bir kulübün maddi imkânlarıyla gerektiği şekilde yürütülemeyeceği de belli oluyordu. Ayrıca kulüpçe düzenlenen atlı yarışmalarda daha çok subay binicilerin varlık göstermeleri de dikkat çekiyordu. Bu nedenle binicilik sporunun ordu tarafından yürütülmesi uygun görüldü. Bu önemli görev, İstanbul'da bulunan Süvari Mektebi'ne verildi. Bu okul, müdürü Yarbay Cevdet Bey'in (Bilgisin) öncülüğünde Türk bi-
nicilik sporunun temelim oluşturdu. Cevdet Bey, 1930'da okulda binicilik sporuna hevesli sivil gençler için de ücretsiz kurslar açtı. Müdür yardımcısı Binbaşı Saim Bey (Önhon) ile öğretmenler Avni (Bağana), Vehbi (Savaşır), Ahmet Nuri ve Tahsin (Yazıcı) beyler bu girişiminde Cevdet Bey'e yardımcı oldular. Cevdet Bey, 1932'de Uluslararası Binicilik Federasyonu'na üyelik başvurusunda bulundu. Bu müracaatın kabul edilmesiyle Türk binicilerine uluslararası temasların kapısı açıldı.
Cevdet Bey, Türk binicilerinin başına Fransa'dan Albay Albert Tatton adında usta bir hocayı getirtmişti. Türk binicileri, modern binicilik sporunun teknik yanlarını bu değerli hocadan öğrendiler, buna kişisel yeteneklerini ve cesaretlerini kattılar ve kısa zamanda güçlü bir ekip ortaya çıktı. Türk binicileri, 1932' de Uluslararası Nice (Fransa) Konkurhi-pikleri'ne katıldılar. Bu yarışmalarda beklenenin çok üstünde varlık göstererek başarılar elde ettiler. Bu arada Teğmen Saim Bey (Polatkan), kazandığı bir ikincilik ve bir üçüncülük ile Türk bayrağını iki kez şeref direğine çektirdi.
Türk binicileri, 1932-1939 döneminde Avrupa'da katıldıkları uluslararası konkurhipiklerde büyük başarı kazandılar. Özellikle Kara Cevat (Gürkan), Sarı Ce-vat (Kula), Saim (Polatkan) ve Eyüp (Öncü) beylerden oluşan dörtlü ekip Avrupa'da "Atatürk'ün Süvarileri" adıyla ün yaptı. Yurtdışında kazanılan başarılar yurtta binicilik sporuna karşı ilginin de artmasına yol açtı. Süvari Mektebi' nin İstanbul Ayazağa'daki yarışma alanı yaz aylarında hemen her hafta yapılan yarışmalara büyük bir meraklı kalabalığı çekmeye başladı. Türkiye'nin en seçkin binicileri bu alanda yetiştiler. İstanbul, Türk binicilik sporunun merkezi oldu. Bu ilk dönemin bir başka olayı da 1933' te İstanbul'da, Taksim Stadı'nda Bulgaristan ile yapılan milli yarışma oldu.
Araya giren II. Dünya Savaşı ile bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de
binicilik sporu duraklama geçirdi. Savaş sonrasında yeniden başlayan uluslararası temaslarda asker binicilerimiz başarılarını sürdürdüler. Bu arada 1959'da Binicilik Federasyonu başkanlığına getirilen ilk sivil olan Nejat Eczacıbaşı'nın kişisel çabası sonucu organize edilen ve İstanbul İnönü Stadı'nda binicilik dünyasının en seçkin binicilerinin de iştirakiyle yapılan Uluslararası İstanbul Konkurhipikleri, Türk binicilik sporuna ayrı bir renk kattı. 1950'li yılların sonunda Türk ordusundan süvari sınıfının kaldırılmasıyla ordu bu spordan uzaklaştı. Bundan sonra sivil binicilerin dönemi başladı. İstanbul'da Sipahi Ocağı, Atlı Spor ve Galatasaray kulüpleri binicilik faaliyetini sürdürdüler. 1968'de İstanbul' da düzenlenen Balkan Binicilik Şam-piyonası'nda Türk milli takımı iki altın madalya kazandı.
CEM ATABEYOĞLU
BİNİŞ
Padişahın, gezi ya da ziyaret amacıyla saraydan ayrılıp İstanbul civarında bir yere gitmesi. "Biniş-i hümayun", "teşrif-i şahane" de denmiştir. Denizyoluyla yapılanlara "bahren biniş-i hümayun" ya da "bahren teşrif-i şahane" denildiği gibi, değişik kıyafetle ve geçilen yerlerde tanınmayacak görünümde yapılan binişlere de "tebdil binişi" denmekteydi. Ayrıca, atlı binişler için "esb-süvâr", saltanat kayığıyla yapılanlar için "zevrak-sü-vâr" deyimleri kullanılıyordu.
Türkçe bir deyim olan biniş sözcüğü "binmek" fiilinden türemiştir. 16. yy'da padişahlar, İstanbul'un çevresindeki av alanlarına, örneğin Halkalı'ya, Belgrad Ormanı'na, kalabalık atlı gruplarla gidip avlanmakta ve dinlenmekteydiler. 17. yy'da ise padişahların, kente daha yakın mesirelere dinlenmek ve eğlenmek için günübirlik gidip dönmelerine de biniş dendi. Bu gelenek Abdülaziz dönemine (1861-1876) değin sürdü. II. Abdülha-mid (hd 1876-1909) ise hükümdarlığının ilk yıllarında araba ile binişlere çık-
Kâğıthane'de askeri at yarışları. Resimli Kitap, S. 22 (1910) Gözlem Yaymc^hk Arşivi
Biniş-i hümayunla Eyüp'e gelen padişahın -{
Mihrişah
Valide Sultan
Sebili önünden
geçişi.
Allom'un
deseninden
gravür, 19. yy.
Ara Güler fotoğraf
arşivi
ti. Fakat daha sonra Yıldız Sarayı'ndan ayrılmadı. Biniş geleneği de unutuldu.
16. yy'dan 19. yy'a değin süren biniş geleneği, İstanbul'un imarı, çevresinde bakımlı mesire alanlarının oluşması, buralara biniş kasrı ya da biniş köşkü denen güzel yapıların inşa edilmesi bakımından önemli yararlar sağladı. 18. yy' da, özellikle de Lale Devri'nde İstanbul' un Haliç ve Boğaziçi semtleri baştan başa biniş alanları görünümünü almıştı. Başta Kâğıthane olmak üzere, Silahdara-ğa, Karaağaç, Büyükdere, Beykoz, Tokat Bahçesi, Alemdağ başlıca biniş menzilleriydi. Biniş geleneği III. Selim (hd 1789-1807) ve II. Mahmud (hd 1808-1839) dönemlerinde son parlak çağını yaşadı. Da-vutpaşa'da, Yıldız'da, Göksu'da, Dolma-bahçe'de, Baltalimam'nda, Maslak'ta, Zin-cirlikuyu'da, Kalender'de, Bebek'te yeni biniş kasırları yapılırken çevre düzenlemeleri gerçekleştirildi. İstanbul kültüründe özel bir yeri olan bahçe, hasbahçe sahaları bakıma alındı.
Bayram, selamlık ve arz günleri dışında, padişahların sık sık biniş yapmaları olağandı. Binişlerde, resmi törenler-dekine benzer önlemler alınmaz; bu tür gezilerin bir alay-tören görünümü vermemesine özen gösterilirdi. Hattâ, halkın duymaması için önlemler alınırdı. Çünkü, biniş gidişi ve dönüşünde, çoğu kimse padişahın önüne yatarak ya da uzaktan seslenerek yardım ister, yakınmalarda bulunurdu. Bu tür durumlarda, salma çuhadarları, şikâyeti olanları Paşa Kapısı'na götürürler, yardım isteyenlere de maiyette bulunan hazinedarlar bir miktar para verirlerdi. Hem çevreyi daha iyi gözlemleyebilmek, hem birtakım
isteklerle rahatsız edilmemek için padişahlar, genellikle sarayın biniş kapısı denen çıkışlarından tanınmayacak kıyafetlerde çıkarak tedbil binişi yapmayı tercih etmekteydiler. Bununla birlikte çoğu zaman da padişahın gücünü, görkemini kent halkına göstermek amacıyla biniş-i hümayunlar düzenlenmesi de ihmal edilmemekteydi. 16. yy'da deniz binişleri "bastarda" denen saltanat gemileriyle yapılmakta iken 17. yy'da padişahın görkemini dışa yansıtmak için saltanat kayıkları kullanılmaya başlandı. Düzenlenen binişlerin özelliğine ve padişahın isteğine göre de gezilere sadrazam, yeniçeri ağası, imrahor ağa, çavuşbaşı vb görevliler de katılıyordu. Biniş, bir veya iki gece kalınmak üzere düzenlenmişse ko-naklanacak yerde önceden otağ ve çadırlar, seyyar saray mutfağı kurulur, erzak götürülürdü. Bazen de Boğaziçi sırtlarm-daki köşklere veya Boğaziçi, Haliç kıyılarındaki yalılara biniş düzenlenir, akşama kadar eğlenildikten sonra dönülürdü. Boğaziçi'nde başlıca biniş yerleri Tokat Bahçesi, Kandilli Bahçesi, Mirgûn Bahçesi, Kalender ile Sultaniye idi.
Biniş-i hümayun tertibinde çıkışlarda padişah mevsime uygun giyinip süslenir, halkın hayranlığını ve kendisine duyulan saygıyı artıracak tarzda sorguçlu kavuk, mevsim kürkü giyer, kalabalık bir biniş maiyetiyle saraydan ayrılırdı. Atla yapılan binişlerde başçuhadar padişahın yağmurluğunu, ikinci çuhadar, kırmızı kese içindeki pabucunu, üçüncü çuhadar çizmelerini taşırdı. Solakbaşı, atının dizginim tutar, salma çuhadarları ve hazinedarlar halkla ilgilenirlerdi.
Güvenlik, ulaşım kolaylığı, rahatlık
bakımından çoğu kez denizyolundan binişler tercih edilmekteydi. Bahren biniş-i hümayunlarda, sabah erkenden hareket edilirdi. Önde, içoğlanlarının bindiği san-daliye denen altı büyük kayık eskortluk yaparken, arkadaki tek kayıkta tülbenda-ğası ayakta olarak padişahın sorguçlu bir sarığını sağa sola eğip kaldırarak bu hareketle padişahın selamını ve iltifatını bildirmiş olurdu. Bunun arkasındaki yan yana iki kayıktan birinde mirahur ağa, diğerinde saray ağası, yüzleri geriye dönük ilerlerlerdi. Sağda ve soldaki iki kayık süratle bir ileri bir geri gidip gelir; içlerindeki dev yapılı, kollan sıvalı, elleri değnekli, palabıyıklı hasekiler ayakta, ve düzenli birer sıra halinde "Savulun! Sandal, geri var! Siya!" diye hep bir ağızdan gürlerler, bu toplu ses Boğaziçi'nde korku uyandırır, tekneler, kayıklar, balıkçılar sağa sola hızla uzaklaşıp gözden kaybolurlardı. Padişaha özgü iki kayıktan daha büyüğü "kancabaş" denen, on üç çifte, diğeri bunun bir benzeri olan "kır-langıç"tı. Padişah kancabaşta, kıç taraftaki kırmızı çuhadan, sırma saçaklı saye-ban ya da tak altında otururken bostan-cıbaşı arkasında ayakta olarak dümen tutar, üç musahip de karşısında önlerine bakmış vaziyette saygılı otururlardı. Kayığın iki yanında birer sıra halinde hamlacılar (kürekçi bostancılar) bembeyaz giysileri, sırma işlemeli kırmızı yelekleri ile ayakta ve ahenkle kürek çekerlerdi. İkinci kayık kırlangıç da kancabaş gibi özenli, üç fenerli köşkü gümüş direkli, sırma işlemeli perdeli, gümüş kafesli, küpeştesi yaldızlıydı. Kancabaşın baş tarafında bostancı haseki ağası, ortada iki yanda çuhadar ve rikâptar ağalar ayakta
Dostları ilə paylaş: |