Birkaç gün sonra vefat ettiği haber alındığında, ilçe, adeta büyük bir sessizliğe büründü. Hiçbir ölüm, insanları bu kadar etkilememiş ve üzmemişti. En yakın-larını kaybetmek bile kendilerine bu kadar koymamıştı… Tüm ilçe halkı büyük bir üzüntü yaşadı. Uzun zaman boyunca insanlar onu unutamadı. Gülümsemeyi ve eğlenmeyi unutur olmuşlardı. Bu gün bile, ondan bahsederken hüzünlenili-yor, davranışları ve söylemlerini hatırlandıkça, yüzler bir gülümseme ile aydın-lanıyor, daha sonra hüzüne ve karanlığa gömülünüyordu …
Muhacir ağabeylerimizden şu sıralar İstanbulda ikamet etmekte olan Servet ağabeyimiz, oradaki üst düzeyde lokallerde, bazen arkadaşları ile yaptıkları briç karşılaşmalarında, devamlı üstün gelmektedir. Arkadaşları “ Yahu Servet bey sen bu oyunu nerede öğrendin Allah aşkına? Seni bir türlü alt edemiyoruz” çıkışlarına Servet ağabey “ Ben bu briç kültürünü Doğanşehirdeki Kristal Kah-vehanesi’nden almışım arkadaş.” demekle, Kristalin ünvanını taa İstanbullara kadar taşımıştır.
Kristal Kahvehanesinin şamatası, eğlenceleri bunlarla sınırlı değildi. Damın üzerine su dolu kova ile çıkan biri, aşağıdaki arkadaşının üzerine boca ederdi suyu. Islanan kişi hemen taarruza geçer. Bir kovalamacadır başlardı.Tabii bu arada gürültü patırtı ziyadesiyledir. Sonuçta bir köşede sıkıştırıp yakaladığı arkadaşını, sürükleye sürükleye kahvehanenin yanındaki çeşmeye kadar getirip, kürünün içine basıverir ve “ Hıı nasılmış, dayansana !... Adamı işte böyle ıslatır-lar tamam mı ?”… Her gösteride olduğu gibi, insanlar bu gösteriyi kaçırmaz, zevk duyarak izlerlerdi…
Doğanşehirde daha birçok kahvehane hizmet yapmıştır. Mesela H.Ahmet Yalvaç’ın, Kamil Kuru’nun, Cecel Ahmet ve Hacı kardeşlerin, Hacı Çavuşların Osman Canpolat’ın Kahvehaneleri sayılabilir. Sonraları daha bir çok kahvehane daha açılmışsa da hiçbiri Kristal kadar uzun ömürlü olamamıştır. Bu arada “Yüksek Kahvehanesi”ni de unutmamak gerek. Çünkü bu kahvehane, memur- ların ve kalbur üstü insanların bir arada bulundukları bir yerdi. Oraya sivil insanların girdiği, oturup sohbet ettiği pek görülmemiştir. Zamanla o da özelli- ğini kaybetmiştir.
DOĞANŞEHİRDE İLK SİNEMA
Hazır yeri gelmişken bir çocukluk anımı anlatmakla işe başlayalım. İlçeye gezici bir sinema gelmiş. Ben henüz çocuk yaştayım. Sinemanın ne olduğunu bilmiyorum. Cecel Hacı dayının kahvesinin önü çok kalabalık. Merak ederek yaklaştım. Herkeste büyük bir heyecan. Bilenler bir şeyler anlatıyor. Parası olanlar 10 kuruş verip içeri giriyor. Parası olmayanlar ise dışarıdaki afişlere bakım yorum yapıyorlar. Ben de merak dayanılmaz bir hal almıştı. İçeri girmeye can atıyorum, ama 10 kuruşum yok. Hemen eve doğru koşup babamı aramaya başladım. Babam, aksi yok ortalıkta. O yana, bu yana koşturuyorum, babamı bulamıyorum. Sonunda babamı buldum. Bizim evin ahırında hayvanların yem-liklerini onarmaktalar. Hemen yanlarına sokuldum “ Baba, baba! sinema gelmiş, 10 kuruş verki sinemaya gideyim” dedim heyecanla. Babam ceplerini karıştırdı ve zorla bir 5 kuruş bulup çıkarıverdi. Ancak bu kadarı yeter mi? Babamla bera-ber orada çalışmakta olan Çenço Mahmut amca da umutsuzca ceplerini karış-tırmaya başladı. Ne ise o da bir delikli 2,5 kuruş bulup bana uzatıverdi. Bu kada-rı kafi gelmiyordu ama, başka da mümkünü yoktu. 7,5 kuruşu alıp koşarak sinemanın oynadığı Cecel Hacı dayının kahvehanesinin önünde (Bu günkü Gözde Marketin olduğu yer) buldum kendimi. Soluk soluğa, kapıda duran ada-ma: “ Amca benim 7,5 kuruşum var, beni de alır mısın içeri? diye sordum. Adam: “ Haydi olsun, gir içeri” diyerek elimdeki parayı aldı. Ben büyük bir heyecanla içeri daldım. Duvardaki perdede iki adam belirdi ve akabinde bir yazı “THE END”. Elektrikler yandı. Herkes büyük bir gürültü ile dışarıya çıkmaya başladı. Tabii ki ben de istemeyerek de olsa, çıkmak zorunda kaldım. Meğer fil-min sonuna yetişmişim. O kadar çok arzu etmeme ve elimdeki parayı da verme-me rağmen, filmi izleyememenin ezikliği, burukluğu ve üzüntüsü içerisinde evin yolunu tutmuştum.
Yıllar sonra, yine Cecel’lerden Ahmet dayının yukarıdaki kahvehanesinin yerine, sinema açılacağını duydum. Sevincimden uçar gibiyim. Artık bir zaman önce, sevinci kursağımda kalan film izleme zevkimi tatmin edebilecektim. Kalı-cı bir sinema olması da ayrıca beni mutlu kılıyordu. Sinemayı bizim muhacir-lerden Hakkı Çavuş açıyor. O memleketin güngörmüş, itibarlı kişilerinden. Oturmasını, kalkmasını, yürümesini ve konuşmasını bilen, her türlü yeniliğin önder kişisi. Hummalı bir çalışma ve düzenleme var içeride. Her gün gelip çalış-maları izliyor, ne zaman faaliyete geçecek diye merakla bekliyoruz. Bu merak ve heyecan, sadece bende değil tüm ilçe insanlarında mevcut. O dönemler sine-ma, insanların tek eğlence kaynağı. Yediden yetmişe herkes büyük ilgi ve heye-can duyuyor.
Nihayet o büyük gün geldi. Oynayacak filmin afişi asılmış, anonsu yapılıyor. İlçede ilk sinema faaliyete geçiyor. Oynayacak ilk film “Kore’de Türk Süngü- sü”. O günün heyecanını unutmam mümkün değil. Sadece ben değil, tüm ilçe halkı heyecan içinde. Ücret 30 kuruş. Herkes gündüzden parasını hazırlamış ak-şamı sabırsızlıkla beklemekte. Nihayet akşam olup da sinemaya dolup ve elek-trikler sönüp film başlayınca, heyecan doruk noktasındadır… Salonda çıt dahi çıkmıyor. Filmi soluksuz izliyoruz. Sonuçta, film bitiyor ve lambalar yanıyor. Gözlerimiz karanlığa alışmış. Gözlerimizi ovalıyarak ışığa alıştırmaya çalışı-yoruz. İçimizden “ Keşke film bitmese de sabaha kadar devam etse” diye geçi-rerek evin yolunu tutuyoruz.
Sinema sadece bizim ilçede değil, tüm ülke coğrafyasında çok önemli bir yer tutmaktadır. O, tüm halkın tek eğlence kaynağı. Artık sinema ile yatıyor, sinema ile kalkıyoruz. O gün için konuşulan tek konu, seyredilen filmin kritiğidir. Her gün sinema afişlerinin bulunduğu yere gider, filmin değişip değişmediğini kont-rol eder, şayet yeni bir film afişi asılmışsa, arkadaşlara ve ilgi duyanlara haberi ulaştırırdık. Şayet yeni bir film gelmişse sevinçten uçar, birbirimize müjde ve-rirdik. Hemen sinema ücreti olan 30 kuruşu tedarik etmenin yollarını arardık. Eğer parayı temin etmişsek, sevinç ve heyecanla akşam olmasını beklerdik. Ve eğer parayı temin edememişsek ki genelde böyle olurdu. O zaman sıkıntı ve stres dolu anlar yaşardık. Filmlerin güzel ve kötü oluşu, insanlarda bıraktığı acı-ma hissi ve döktürdüğü göz yaşı ile ölçülürdü. İyi bir film için “ Çok acıklı idi. Ağlaya ağlaya bir hal olduk” denirdi. Bu gibi ifadeler o film için, bir referans olurdu. Herkeste o filmi izlemek kaçınılmaz bir istek halini alırdı.
Sinemanın afişlerini elinde bir megafonla, her zaman için Mılla dayı taşır, ilçenin hemen hemen her yanını dolaşır “ Bu akşam Sevim Sinemasında yeni güzel bir film var, duyduk duymadık demeyin haa!” diye anons eder, bizler de arkası sıra onunla birlikte dolaşır, sırtındaki tahtaya yapışık film afişini ince- lerdik. Çoğu kez yeni film hakkında Mılla dayıdan bilgi alırdık. O her defasında aynı sözleri tekrarlar “ Çok eyi film, çok eyi film. Ceyhanda gördüm Ceyhanda gördüm “ diyerek filmin bir yerde reklamını yapardı.
Bir gün, sinema ücreti 30 kuruşu temin etmişim. Akşamı iple çekmekteyim. Sevincim ve heyecanım doruk noktasında. Sarı yirmi beş kuruş elimde, küçücük beş kuruşu ağzımın içinde çevirip durmaktayım. Caminin abdest alınan yerine oturmuş hem serinlemeye çalışıyor, hem de vakit geçiriyorum. Derken ağzım-daki 5 kuruşu yutmayayım mı? Bunun üzüntüsünü ve telaşını yaşarken elimdeki 25 kuruşu da kurnanın deliğine düşürdüm, akıp gitti… Adeta dünyam karar-mıştı. O andaki üzüntümü ve çektiğim sıkıntıyı, kelimelerle anlatmak mümkün değildi. Akşamleyin sinemada film seyretme hayalim bir anda yok olup gidi-vermişti …
Yazın havalar ısınınca, sinema yazlık kısma taşınırdı. Ancak bu durum beleş- çilerin işine yarardı. Dam başlarına, ağaç üzerlerine tüneyenler bedavadan film izlemeye çalışırlardı. İşin farkına varan sinema sahibi Hakkı Çavuş onları kova-lar hem de söylenirdi. Bir gün kör Hanifi ve birkaç çocuk ağaca tırmanıp film izlerken Hakkı Çavuş tarafından fark edilirler. Diğer çocuklar atlayıp kaçıp kur-tulurlarken, Hanefi ağaçta asılı kalmıştır. Gözleri görmediği için çabucak ineme-miş ve yakayı ele vermiştir. Hakkı Çavuş’un: “ Oğlum haydi diyelim ki diğerle-rinin gözleri görüyor, kaçamak film izliyorlar, peki, sen hangi gözle film izli-yorsun?” dediğini şimdilerde bile hatırlıyor ve gülümsüyorum.
Sinema sahibi Hakkı Çavuş’un oğlu Suat Sevim’i kıskanırdık. Onun yerinde olmayı çok isterdik. O bir zaman sonra sinema ve makinesi ile ilgili her seyi öğ- renmiş, her türlü sorumluluğu da üzerine almıştı. Zira babası ona artık güven duyuyor, o da bu konumunu devam ettirmenin haklı gururunu yaşıyordu. Suat, kendini doğal olarak kasıyor, pek kimse ile laubali olmuyordu. Üstün bir görev yaptığının bilincinde kendini kasarken, diğer yaşıt çocuklar ona gıpta ediyor ve kıskanıyorlardı. Zamanla ilçede daha birkaç sinemanın faaliyete geçmesi ile bir- likte hem Sevim Sineması ve hem de Suat, ilgi odağı olmaktan uzaklaşıyordu …
İlçeye gelen filmler genelde yıpranmış olurdu. Bu nedenle iki de bir film şeri- di kopar, ışıklar yanar ve şerit onarılmaya çalışılırdı. Bu anlar en zevksiz anlar olurdu. Herkes tepkisini bir şekilde gösterir ve söylenir dururlardı. Bütün bu olumsuzluklara rağmen sinemaya gitmek ve film izlemek zevkimiz asla ötelen-mezdi. Ortaokula başladığımız yıllardı. Okul müdürümüz Musa Tüzün bizlere göz açtırmıyor. Gece sinemaya gitmek yasak. Devamlı evde ders çalışmamız is-tenirdi ve devamlı olarak da takibata uğrardık. Ancak uygun bir film geldiğinde, okul olarak bir öğretmen gözetiminde sinemaya gidebilirdik. Bu da çok nadiren gerçekleşirdi… Bir gün Türkçe öğretmenimiz Fahri Alpay bizlere ders anlat-makta, bizler ise o günlerde oynamakta olan filmin hayalini kurmaktayız. Birden duraklayan hocamız mütebessim bir çehre ile “ Çocuklar sizleri sinemaya götü-reyim ister misiniz?” demesin mi! Hemen hep bir ağızdan: “ Evet hocam, evet hocam. Sinemaya gidelim hocam. Nolursunuz hocam” diyerek bir uğultudur koparıverdi. Aniden suratı asılan hocamızın ağzından dökülen şu cümleler biz-lerin hevesini bir anda alıp götürmüştü. “ Ulan hergeleler, sabahtan beri ders anlatırım, hiçbiriniz beni dinlemezsiniz. Nasıl ki sinemadan bahsettim hemen diriliverdiniz. Sinema minema yok size. Haydi çıkarın kağıtları yazılı sınav yapacağım!” …
DOĞANŞEHİRDE İLK ELEKTRİK
Doğanşehirde ilk elektriğin kullanıldığına şahit olmadım. Söylenenlere göre 1940 lı yılların başlarında uyduruk bir santral kurularak elektrik sağlandığını, ihtiyaca pek cevap veremediği için de vazgeçildiği ifade olunmaktadır. Bu sant- ralin varlığından haberdarım. Karşıyaka’ya inerken, dere içerisinde, şimdiki ha-mam kalıntısının olduğu yerde bulunan küçük bir bina idi. Merkez Atatürk İlk-okulunun ve sağlık ocağının yanından geçen küçük bir arıkdan gelen su ile ça-lıştırılıyormuş. Ahmet Taplı’nın evinin yanındaki beton havuzda biriken su, santral binasına hızla akıp, türibünü döndürüyor ve fazla gücü olmayan elektrik, böylece üretiliyormuş.
1950 li yılların ortalarına doğru ki, ben o zamanları gayet iyi hatırlıyorum. Sürgü yolu çıkışında elektrik santraline su sağlayacak olan betondan bir su savağı inşa edildi. Burası, biz çocukların uzun süre çimmek ve yüzmek için kullandığımız, vaktimizin çoğunu zevk içinde geçirdiğimiz bir alan olmuştu. Burada depolanan Sürgü Çayı’ın suyu, beton kanallarla, şu anda mezbehane olarak kullanılan sant-ral binasına taşınıp, binadaki türibünlerin döndürülmesi birlikte elektrik üretimi-ne geçildi… Elektrik direkleri daha önceden dikilmiş, lambaları takılmış ve ev-lere, iş yerlerine elektrik tesisatı döşenmiş ve her şey hazır hale getirilmişti …
Filanca tarihte elektrik verileceği insanlara anons edildi. Herkeste büyük bir heyecan, özellikle biz çocuklar merak içerisinde, sabırsızlıkla beklemekteyiz. Nihayet o an gelip çattı. Akşam karanlığı bastırmış, bizler sokaklara dökülmüş, heyecanla elektriklerin yanmasını büyük bir heyecanla beklemekteyiz. Nihayet birden elektrik akımı verilip lambalar yanınca, her taraf gündüz gibi aydınlık oluverdi. Sevinçten havalara uçuyor, çığlıklar atıyoruz. Bir dakika dolmadan lambalar büyük bir gürültü ile patlayıp dağılmaya başladı. Her taraf tekrardan zifiri karanlığa gömüldü. Bu seferki karanlık, gözlerimiz kuvvetli ışığa maruz kaldığı için, çok daha yoğun olarak hissedildi. Hevesimiz kursağımızda kalmış, kendimizi bir anda boşluk içerisinde bulmuş ve çok üzülmüştük. Akım fazla geldiği için lambaları patlatmıştı. Ne ise birkaç gün sonra işler yoluna kondu. Lambalar düzenli olarak yanmaya başladı. Eskiden, akşam olduğunda hemencek yatıp uyuyan bizler, elektriğin ışığında gece yarılarına kadar eğleniyor, adeta uyumayı unutuyorduk. Zamanla, yosunların kanal ağzındaki demir ızgaraları tıkayıp suyun akışını engellemesi ve zamanla fazla kullanım ve elektriğin yeter-siz kalması nedeniyle, kesintiler ve kısıtlamalar olunca, homurtular yükselmeye başlamıştı. Uzun süre bu şekilde, randımansız devam eden elektrik sistemi, Ke-ban Barajının devreye girmesi ve enterkonnekte sistemine geçilmesiyle birlikte sistem oturmuş oluyordu … Sadece aydınlanma değil, tüm araç-gereçlerin çalışmasını sağlayan elektrik, tüm insanlık için büyük bir nimet değil midir? Elektriğin nasıl yararlı bir icat olduğunu her geçen gün daha iyi anlaya-bilmekteyiz. Bu konu ile ilgili bir anıyı sizlerle paylaşmak isterim… Bir gece vakti bir taziye evindeyiz. Aniden elektrikler sönüverdi. Karanlık içerisinde sessiz, sakin ve sıkıntılı bir şekilde otururken, bir süre sonra elektrik gelince, herkes derin bir oh çekti. Büyüklerimizden biri de: “Allah şu elektriği icat edenden razı olsun” deyince, bir başkası sert bir şekilde: “ Bir gavura Allah razı olsun denmez, günaha giriyorsun” dedi. Hiç kimse, ben de dahil, nedense o anda bir şey diyemedik. Ama bu içime dert olmuştu. Aradan uzun bir zaman geçti. Başka bir yerde cami içinde dini söylemlerde bulunan cami imamı, bu konu ile ilgili olarak aynı sözleri sarfetti. Bu kez imama itirazda bulununarak: “ İnsanlık yararına büyük bir hizmette bulunan birine, kim olursa olsun, “Allah ondan razı olsun” demenin ne gibi sakıncası olabilir? Nihayetinde çalışmış, bu arada ilim yapmış, insanlık yararına hizmette bulunmuş, Allah da böyle bir yararlı hizmeti karşılığında, ona bu imkanı vermiş, ne var bunda?” demem üzerine, imam sö-zünde ısrarcı oldu. İşi uzatmamak ve havayı germemek için susuverdim. İçim rahat değildi. Bu duruma bir açıklık getirme gereğini duyarak, konuyu şehrin müftüsüne açtım. O da aynı doğrultuda bir açıklama getirdi. Dini konularla ilgili, yazıları, ilmühalleri ve de Kuran-ı Kerim’in meallerini sık sık takip ede-rim. İslâm derki: “ Çalışanla çalışmayan, bilenle bilmeyen bir değildir.” İslâm peygamberi Hz.Muhammet ise: “ Bir alimin, ilim yaparken harcadığı zaman; bir müslümanın, ibadet yaparak kullandığı zamandan daha kıymetlidir” dediğine göre, Yüce Allah, bu adamdan niye razı olmasınki?. Adamın uzun bir araştırma sonunda bulduğu elektriğin, ışığından, onun yardımı ile çalışan her türlü araç ve gereçten azami şekilde yararlanıyoruz. Ama, Allah’ın rızasını ona çok görürüz. Hem sonra Yüce Allah, kimden razı olup olmayacağını bize mi soracak? Sonra da geri kalmışlıktan dert yanarız. Elin beğenmediğimiz gavuru, icat ettiği her yeni şeyi bizlere satıp kazancına kazanç katarken, bizler ise tüm maddiyatımızı, onların imal ettiklerini, büyük bir iştahla satın alarak harcıyoruz. Onlar gibi çalışıp, böylesine önemli projelere imza atmak, aklımızdan bile geçmiyor. Gü-nah ile kendimizi terbiye ediyoruz …
Elektrik yokken, aydınlanmak için insanlar ne yaparlardı? Belli bir yaşın üstündekiler bilirler. İlk önceleri, honi şeklinde idare lambaları( Bir adı da sanı- rım “şinanay”dı) kullanılırdı. Yanarken çıkardığı is’ten sakınmak için, her evde mutlaka bulunan ocakların içine yerleştirilirdi. İs’in dumanı baca deliğinden çı-kıp gitsin diye. Sonradan şişe camlı, haznesinde gazyağı ve fitil bulunan lam- balar kullanıldı. Bu sıralar varlıklı evlerde daha çok ışıldayan lüks lambaları boy gösterdi. Sonradan, gazyağı yerine, gaz kullanıldı ve derken bu günlere gelindi.
İLÇEDE İNSANLARIN UĞRAŞLARI ve ALANLARI
Ticarete pek yatkın olmayan muhacirler, memleketteki uğraşları olan çiftçilik ve hayvancılığa devam etmişlerdir. Bu arada bazı maharetli insanlar marangoz-luk, dokumacılık ve el mahareti gerektiren uğraşları da devam ettirmeye çalış-mışlar ve bu konulardaki maharetleriyle çevre insanlarının dikkatlerini çekmeyi başarmışlardır. Çevre insanları; ilk kağnı arabasını, tırpan gibi o zamana göre orijinal ve işlevsel aletleri, un öğüten su ile çalışan değirmenleri, dini konuları ve derin bilgilere sahip hoca, hafız ve mollaları, muhacirler buraya geldikten sonra tanımışlardır.
Yeri gelmişken Hacı Kasım’dan bahsedelim. Hacı Kasım, iyi bir marangoz ve çok iyi tırpan sallayan maharetli bir kişidir. O zamanlar, çevre insanları ekin- lerini orak yardımı ile binbir zorlukla ve uzun zamanda dererlermiş. Tırpanı ilk defa muhacirlerde görmüşlerdir. Hacı Kasım, bir gün sırtında tırpanı ile tarlaya giderken, ağaç gölgesinde yemek yemekte olan kadınlı erkekli bir grup insana rast gelir. Kendisini yemeğe davet ederler. “ Sağolun, karnım tok, ama sofranın hatırı kalmasın diye bir iki lokma alayım bari” der Hacı Kasım. İnsanların ısrarı üzerine çömelip bir iki lokma alıverir. İçlerinden biri: “ Hemşerim o sırtında taşıdığın ne olaki” sorusuna karşı: “ Buna bizim orada tırpan derler, siz nasıl ki orakla ekin biçersiniz, biz de bu iş için bunu kullanırız” der Hacı Kasım. Bu ko-nuşmalar sürerken çalışanlar, yorgunluklarını atmak için biraz kestirmeye baş-larlar. Bu arada ağaç gölgesinde dinlenmekte olan Hacı Kasım, bari çekip gitmeden şunlara bir faydam dokunsun diyerekten, tırpanını masatla keskin-leştirerek ve girişir ekine. Diğerleri uykudan uyanmazdan önce, Hacı Kasım eki-nin bir altından girmiş üstünden çıkmış ve çekip gitmiştir… Irgatlar uyanınca, ekinlerin tümünün biçilmiş ve yere düzgün bir şekilde serili bir vaziyet görürler, gözlerine inanamaz ve hayretler içinde kalırlar. “ Bu işi yapsa yapsa demin bizimle konuşan adam, o elindeki aletle yapmıştır başka ne olaki? Allah ondan razı olsun, bizi bu sıkıntıdan kurtardı. Yoksa biz bu kadar insan bu kadar ekini akşama kadar bitiremezdik” derler … Irgatlar evlerine döndüklerinde olanları herkese anlatırlar. İnsanlar anlatılanlara pek inanmazlar ama meraklarını da ye-nemezler. Ertesi günler, Hacı Kasım nerede ekin biçiyorsa öğrenir ve yanına varırlar. Nasıl ekin biçtiğini gözleri ile görüp olaya şahit olurlar. Hacı Kasım elindeki tırpanı her sallayışta, iki metre karelik alanı dümdüz etmektedir. Hacı Kasım, artık insanların ilgi odağı olmuştur. Her gün insanlar gelip kendini ve tırpanının marifetini ilgi ile ve hayranlıkla izlemektedirler.
Peki, kimdir Hacı Kasım? 93 muhacirlerindendir. Oğlu olmamış, üç kız baba- sıdır. Kızlarından biri Hanife; Abdurrahman Durdu’nun annesi, Kamil ve Zihni Durdu’nun ninesidir. Diğer kızlarından Fatma; Mahmut Okçu’nun annesi, Hasan ve Kadir Okçu’ların nineleri, Cihan ise; Mustafa Yerlikaya’nın annesi, Abuzer Yerlikaya’nın ninesi, Miktat Çavuş’un eşidir.
Hacı Kasım yaşlanmaya yüz tuttuğunda, bari ölmeden Hac farizamı yerine getireyim deyip, yaya olarak yola koyulur. Gidiş o gidiş. Bir daha haber alı-namaz Hacı Kasım’dan. Allah Hac’ını kabul etsin. İnsanlar o nu, hiçbir zaman unutamazlar ve rahmetle anarlar …
Molla Şamil de, Hacı Kasım gibi maharetli bir insandı. İlkel usullerle de olsa Viranşehirde ilk olarak dokumacılıkla uğraşan kişidir. Muhacirlerin büyük bir kısmı onun dokuduğu eşyaları kullanmışlardır. Peki kimdir bu Molla Şamil? Şimdi de onu tanımaya çalışalım. Molla Şamil; Posof-Golihal’den gelme bir muhacirdir. Aldığı sıfattan da anlaşılacağı üzere bir din bilgini ve aynı zamanda da iyi bir dokumacıdır. Şahin ailesinden Şakir Ağa ve Elmas’tan olma Nazime ile evlenmiştir. Şakir Ağa’nın damadı, aynı zamanda da kayınço’ sudur. Şöyleki; Şakir Ağa, eşi Elmas ölünce Molla Şamil’in bacısı Vahide ile evlenmiş ve bu evlilikten Hacı Ali, Mustafa, Hüseyin ve Gülperi dünyaya gelmiştir. Şakir Ağa’ nın ilk eşi Elmas’tan da Nazire, Nazime ve Mürüvvet adlarında üç kızı vardır. (Geniş bilgi “Şahin” ailesinde)
Molla Şamil’in Nazime ile olan evliliğinden Ayşe Fatma (İsmail Doğan’ın eşi, Abdülkadir- Zeki ve Ali Doğan’ın anneleri)- Ayşe (Halil İbrahim Şahin’in eşi, Nebi Şahin’in annesi) ve Hacı Memet(hafız)- Süleyman ve Pamuk Şahin kızı Seyhat ile beraberliğinden, Münevver dünyaya gelmiştir. Münevver de Kamil Kuru ile evlenmiştir.(Geniş bilgi “Kuru” ailesinde.) Molla Şamil’in bir de Ab-dülkadir adında erkek kardeşi vardır. Abdülkadir, Sevim ailesinden Zeliha ile evlenmiş bu evlilikten Pembe( Hakkı Çavuş, Emine ve Yeter’in anneleri ) ol-muştur. (Geniş bilgi “Sevim”ailesinde.)
VİRANŞEHİRDE YAPILAN DÜĞÜN ve BAYRAMLAR
Muhacirlerin insani özelliklerinden bahsederken, anne-baba ve çocuklar ara- sındaki iletişimin yanlışlıklarını vurgulamıştık. Demiştik ki; anne ve babalar ço- cuklarına olan sevgilerini belli etmezler, çünkü etraflarındaki büyükler tarafın-dan hoş karşılanmayacağını bilirler. Ne gariptir ki böylesine anlamsız bir tavır, toplumun içine bir veba mikrobu gibi sokulmuş, insanları şaşkın ve ne yapamaz bir duruma sokmuştur. Bu konu ile ilgili bibim (halam)in bana anlattığı şu il-ginç anekdotu, konunun önemine binaen kısaca anlatmak isterim.
“ Bir gün baktım içeriden babanın(Yusuf Taştan)heyecanlı, sevinçli ve sevgi ifa-de eden sesleri geliyor. Çok merak ettim. Ben Yusuf’un bu haline hiç şahit ol-mamıştım. Kapıyı aniden açınca, çocuk yaşta olan seni, sevip okşadığını ve dışa-rıya akseden seslerin de sana gösterdiği sevgiden kaynaklandığını anladım. Ulan ne yapıyorsun? demem üzerine utanıp makat(sedir)ın altına gizlendi ve uzun süre oradan çıkamadı”. Düşünüyorum da, kendisinden iki yaş büyük olan kız kardeşinden bu kadar çekinen ve utanan babam, daha büyük insanlar huzurunda neler yapardı acaba?... İşte toplumdaki yaygın olan bu yargıya tipik bir örnek.
Bu halet-i ruhiye içerisinde yetişen ve büyüyen çocukların, ilerde nasıl zorluk- larla karşı karşıya kalacaklarını kestirmek her halde zor olmasa gerek. Buradan hemen konuya girelim. Her genç(erkek olsun kız olsun) in gönlünde bir aslan yatar. Karşı cinse bir sevgi akışı, insanın fıtratında vardır. Yüce Allah’ın insan- lara bahşettiği en önemli ve en güzel bir özelliktir bu. Toplumdaki sevgiye da-yalı bu olumsuz algı, insanların ilerdeki mutluluklarına da engel olabilmek- tedir. Hiç bir kız ve delikanlı ilgi duyduğu birine, utandığı ve çekindiği, toplu- mun katı kuralları nedeniyle, yaklaşamamakta ve açılamamaktadır. Onun içindir ki evlilik olayları gençlerin değil de, anne-baba ve büyüklerinin girişimleri neti-cesinde gerçekleşmektedir. Büyükler, kimi münasip görmüş se onu alırlar verir-ler. Gençlerin bu konuda söz hakkı yoktur. Gençler de bunu bildikleri için, kaderlerine razı olurlar.
Duymuş olduğum ilginç bir olayı sizlerle paylaşmak isterim. Fırıncılık yapan “Durak” ailesinden Süleyman dayı ki, fırında pişirdiği ekmeklerin kokusu hala burnumdadır, Dakko Rukiye ablaya vurgundur gençliğinde. Utandığı ve mahalle baskısından çekindiği için, ona yaklaşamamaktadır. Bir gün onu, evinin önünde ekmek pişirirken görür.Yanında da kimsecikler yokturdur. Kendi kendine: “ Ulan Süleyman, fırsat bu fırsat. Bu durumu değerlendirmen gerek” diyerek, hemen eve koşar. Yeni ve temiz elbiselerini giyer, saçını başını tarar, aynanın karşısında kendini bir eyice süzer ve tamam der. Dükkandan küçük bir hediye almayı da ihmal etmez. Sağı-solu kollayarak, ekmek pişirmekte olan yavuklusu Rukiye’ye yaklaşır. Rukiye, kimseler fark eder diye tedirgindir. Süleyman “ Gız pişirdiğin ekmekler de ne güzel kokuyor, bir tane de bana uzatır mısın?” diye sorar. Rukiye ekmeği kendine uzatır. Ekmeği almak için eğilen Süleyman, kaçı-rıverir gayri ihtiyari. O anda olan olmuştur Süleymana!. Utancından yerin dibine girmiştir adeta! Ekmeği almadan, hediyesini de vermeden, koşar adım oradan uzaklaşarak, kendisini cezalandırmak adına, evlerinin ahırına kapatır ve üç gün boyunca dışarı çıkmaz. Bu olay Rukiye ile evlendikten bir zaman sonra, bizzat Süleyman tarafından, kahvehanede arkadaşlarına anlatılmış ve tabiî ki kahkaha-larla gülünmüştür …
KIZ İSTEME ve EVLİLİKLER
Evlilik çağına gelmiş olan gençlerin evlendirilebilmeleri için, erkeklerin mut- lak surette askerliklerini yapmış olmaları gerekir. Askerliğini yapmayana asla kız verilmez. Bazı gençlerin yaşlarını büyütüp bir an evvel askere gitmek iste- melerinin temelinde bu yatar. Büyükler oğullarına alacakları kızı gözlerine kes- tirmişlerdir. Bir gün kararlaştırılır, kız evi haberdar edilir. Birkaç itibarlı kimse- ler de alınarak, genellikle bir tepsi baklava ve bir iki ufak hediye ile birlikte kız evine varılır. Karşılıklı hoş beşten sonra konu açılır.Ya ekipte bulunan itibarlı kişi, ya da bulundurulmasına özen gösterilen cami imamı söz alarak, Allah’ın emri ve Peygamberin kavli ile kızı isteyiverir. Kız tarafının kararı bellidir ama, yine de usulen “ Kızımızın fikrini de alalım, bilahare fikrimizi bildiririz” derler. Bu arada gelin adayının pişirdiği kahve içilir, oğlan tarafının getirmiş olduğu tatlının ikramı yapılır. Sonunda müsaade istenerek kalkılır. Uzun sürmez, kız tarafı olumlu mesajını oğlan tarafına bildirir. Nişan ve düğün hazırlıklarına baş- lanır.
Dostları ilə paylaş: |