Bilinmeyen Osmanlı Özet o simsek


Yavuz’un Kürtleri katliama tâbi tuttuğu ve hatta onlar hakkında ağza alınmayacak ifadelerle dolu olan bir dörtlüğü olduğu doğru mudur?



Yüklə 470,84 Kb.
səhifə3/11
tarix29.10.2017
ölçüsü470,84 Kb.
#19519
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11

Yavuz’un Kürtleri katliama tâbi tuttuğu ve hatta onlar hakkında ağza alınmayacak ifadelerle dolu olan bir dörtlüğü olduğu doğru mudur?

Bu iddianın tam tersi doğrudur. Yani Yavuz olmasaydı, bugün Doğu Anadolu’daki ehl-i sünnet olan Kürtler, Şî’a’nın tasallutu altında olurlardı. Osmanlı Devleti’nin Doğu Anadolu ile alakası, 15. yüzyıla kadar uzanır. Ancak bölgenin Osmanlı Devleti’ne iltihakı, 1514’de kazanılan Çaldıran Zaferi’nden sonradır.

Henüz Trabzon Sancakbeyi iken Şia tehlikesini fark etmiş ve babasını İstanbul’da ikaz dahi eylemiş olan Yavuz Sultân Selim, Padişah olunca, şuurlu âlim İbn-i Kemal’in de yerinde ikazlarıyla, hem İslâm birliğini bozan ve hem de Doğudaki Sünnî Kürt ve Türkmen aşiretlerini rahatsız eden Safevî tehlikesini bertaraf etmeye azmetti. Allah’ın yardımıyla 1514 tarihinde kazanılan Çaldıran Zaferi ile, Şah İsmail’in Anadolu üzerindeki siyasî ve dinî emellerine son verildi. Bu mühim zaferin kazanılmasında tamamen Sünnî olan ve gazada Yavuz Selim’in yanında yer alan Sünnî Kürt ve Türkmen aşiret beylerinin de büyük rolü vardı. Bu bölgenin kendi başına kalmasının mahallî halkın güvenliği açısından tehlikeli ve Osmanlı Devleti’ne katılmanın siyasi, hukuki ve İslam birliği gibi her açıdan çok karlı olacağını idrâk eden Kürt ve Türkmen Beyleri, kendi meyil ve arzuları ile, Osmanlı Devleti’ne itaat etmenin zaruretini anlamışlardı. Büyük âlim İdris-i Bitlisî tarafından Padişah’a yapılan telkinler neticesinde, Doğu ve Güneydoğu bölgesinin tamamı, bir iki ay içinde Osmanlı Devleti’ne iltihâk etti. Yavuz Sultân Selim, bu büyük âlimi taltif etmek üzere kendisine bir ferman göndermiş, mektubunun başında Diyarbekir Vilâyeti’nin sulh ile fethine vesile olduğu için İdris-i Bitlisî’ye teşekkür etmiştir.

M. F. Gülen: Tarihte onların Şeyh Bitlisî ile bir anlaşması olduğu söylenir. O anlaşma dört asır da arızasız devam etmiş. Doğu ve Güneydoğu’da Batılılar halkın kafasını karıştıracakları ve yeniden fitneyi alevlendirecekleri güne kadar tam bir sulh ve huzur hakim olmuş.

Kanunî Sultân Süleyman’a Kanunî denmesinin sebebi nedir? Bazı kimseler, şer’-i şerifi terk ederek Avrupa’dan kanunlar almasından dolayı bu isimle yâd edildiğini söylemektedirler. Bu iddianın aslı nedir?

Sultân Süleyman’a “Kanunî” unvanının verilmesinin asıl ve birinci sebebi; Osmanlı Hukuk tarihinde, sınırlı yasama yetkisini kullanarak en çok ve en muntazam kanunların, Sultân Süleyman zamanında tedvîn olunmasıdır. Bir diğer sebep de, O’nun döneminde, kanunların hiçbir fark gözetilmeksizin herkese âdil bir şekilde tatbik edilmesidir.

Kanunî Sultân Süleyman, şerîata aykırı kanunlar hazırlatmamıştır; ancak şer’îliği tartışmalı olan bazı meselelerde, Ebüssuud gibi, büyük İslâm hukukçularının fetvalarına dayanarak ve İslâm Hukukunun kendisine tanıdığı sınırlı yasama yetkisini kullanarak, kanun hükümleri ortaya koydurtmuştur. İslâm Hukukunda râcih kavil vardır; mercûh kavil vardır. Sultân Süleyman, bazı konularda, asrın maslahatlarını da göz önüne alarak, Ebüssuud gibi âlimlerin kanaatiyle, mercûh yani zayıf olan görüşü, râcih yani kuvvetli olan bir görüşe tercih yolunu ihtiyar eylemiştir.

Bütün bunları yaparken de, şerîata karşı muhalefet olmaması için titiz davrandığı; manevî mes’ûliyetten kurtulmak gayesiyle, vefatı anında Ebüssuud’dan aldığı fetvaların kendisiyle beraber defnedilmesini vasiyet eylediği



M. F. Gülen: O menkıbedir ama, Kanuni gibi böyle şuurlu bir insanın yapabileceği türden bir şeydir. Yoksa o kağıtların orada manası olmadığı gibi Münkir-Nekir’in o kağıtları alıp okuyacak halleri de yok.

ve en önemlisi de kendi devrindeki kanunları kendisi değil, zamanındaki Ebüssuud gibi İslâm âlimlerinin hazırladığı da bilinmelidir. Bununla beraber, sayıları 200’ü geçen bu Kanunnâmeler, Osmanlı Hukuk sisteminin tamamı değildir. Belki %10’u bile değildir. Zira Osmanlı Hukuk sisteminin %90’ı, fıkıh kitaplarında ifadesini bulan şerî hükümler yani şeriattır. Kanuni döneminde de durum böyledir.



Mimar Sinan’ın Ermeni olduğu söylenmektedir. Mimar Sinan kimdir?

M. F. Gülen: Olsun ya, ne olacak.. siz Süleymaniye Camii’nde Ermenilik görüyor musunuz? Elli tane öyle eseri var.. Erzurum’daki Lalapaşa Camii de onun eseri, Lalapaşa tarafından ona yaptırtılmış. Edirne’deki Selimiye Camii, dünyada eşi-emsali olmayan bir şey.. M. Sinan ihtida etmiş, müslüman olmuş ve hayatının sonuna kadar bir arpa boyu ihanet etmemiş. Ecdad itibarıyla, bizler neymişiz eskiden; Şamanist mi Animist mi belli değil, ama elhamdulillah müslüman olmuşuz.

Farklı rivayetlere yer veren Yazar neticede kısaca şöyle diyor: Bize göre doğru olan, Sinan’ın, bir devşirme olduğu ve aslen Hıristiyan bir aileden gelse bile, sonradan Türkleşip samimi bir Müslüman haline geldiğidir. Er-Risâlet’ül-Mi’mâriyye’de Sinan-ı Kayserî diye anılmaktadır. 1585 tarihli Sinan’a ait bir vakfiyede ise, kardeşlerinden birini Kayseri’den getirdiği ve Müslüman yaptığı kaydolunmuştur. II. Selim’in, Karaman ve Kayseri’deki gayr-i müslimleri Kıbrıs’a nefyetmesi ile alakalı bir fermanı üzerine, Ağırnas Köyü mensuplarının bu karardan istisna edilmeleri için, Mimar Sinan, Padişah’a müracaat etmiş ve bu dilekçesi kabul edilmiştir.

1538 Kara Boğdan seferinde Prut Nehri üzerinde 13 günde bir köprü inşâ edince Padişah’ın takdirini kazanmış ve 1539 yılında da mimar-başı seçilmiştir. 35 yıl bu vazifede kalan Sinan, Osmanlı Devleti’nin her bölgesinde, şaşılacak bir sür’at ile sayısız eserler meydana getirmiştir. Kaynaklar, Mimar Sinan’ın 80 küsur Cami; 80 küsur Mescid; 57 Medrese; 22 Türbe; 7 Dâr’ül-Kurrâ; 17 İmaret; 3 Dâr’üş-Şifâ; 7 Su yolu kemeri; 8 Köprü; 35 Saray; 20 Kervansaray; 6 Mahzen ve 48 Hamam inşâ ettiğini çok az farklarla nakletmektedirler.

Hasılı; Sinan’ın nesli nereden gelirse gelsin, o kabiliyete sahip çıkarak onu “Koca Sinan” yapan Osmanlı Devleti’nin ilme ve teknolojiye saygı duyan zihniyetidir.



M. F. Gülen: Masanın başında oturup sadece proje üretseniz, yine de bunları yapamazsınız. Fakat Sinan bizzat nezaret etmiş. Bir de eskiden beridir arz ediyorum, şimdi statikle alâkalı elde hiçbir yazılı metin mevcut değil. Bu nasıl bir dehadır ki, bütün projeler kafasında. O Sultan Selim Camii’ne bakacak olursanız; o kadar geniş kubbe, kenarlarda sadece sütunlar vardır, merkez-kaç her zaman mukadderdir. Ayasofya’yı yapanlar bunu tam hesaplayamamış olacaklar ki, Mimar Hayreddin gelmiş, takviyede bulunmuş. Evet, insan M. Sinan’ı anlamakta zorlanıyor, adamın kafası makine gibi bir şey, o projeler yazılı değil, hepsi kafasında.

Celâlî isyanları hakkında bilgi verebilir misiniz? Sizce bunların sebepleri nelerdir?

Celâlî, Celâl’e mensup demektir. Yavuz Sultân Selim zamanında Bozok’ta 1519 yılında isyan eden Kızılbaş Şeyh Celâl’in isyanı üzerine, daha sonra meydana gelen isyanlara hep Celâlî isyanları ve âsilere de Celâlîler denmiştir. O halde, celâlîliği, geniş anlamda, devlete isyan yani bağy veya “hurûc ales-sultân” diye de isimlendirebiliriz.

Celâlî isyanlarını iki ayrı safhada incelemek mümkündür: Birinci safhada, Safevi Devleti’nin himayesinde, bir mezhep mücadelesi tarzında başlayan ve daha ziyade İran’ın tahrikleri sonucu Osmanlı Devleti’ne fırsat buldukça isyan eden Şi’î Türkmenlerin hareketleridir. Bunlara Alevî veya Kızılbaş isyanları da denmektedir. Bu manada en önemli isyan II. Bâyezid devrinde Antalya taraflarında başlayan Şahkulu isyanı idi. Çaldıran Zaferi bu tip isyanları ortadan kaldırmaya yetmedi ve 1519’da Yavuz tarafından bastırılan Şeyh Celâl isyanı ile, artık memnun olmayan kitlelerin hareketine adını veren olay meydana gelmiş oldu.

İkinci safha ise, Osmanlı Devleti’nin hukukî, sosyal ve iktisadî hayatının bozulması ve bunun neticesinde devlet teşkilâtında kayırmaların, baskıların, zulümlerin ve rüşvetin artması üzerine, bu sebeplerden biriyle devlete kırgın olanlar ile daha evvel Celâlî isyanlarının temelini teşkil eden mezhep mücadelesinin birleşmesi safhasıdır. İşte bu noktada devletin idaresinden hoşlanmayan gruplar, bu öfkelerini ortaya koymak üzere bir çıkış yolu aramışlar ve maalesef devlete baş kaldıran her reisin arkasında yer almaya başlamışlardır. Bunlara Safevi devletinin tahriklerini ve seferlerde alınan kötü neticeleri de ekleyince, Osmanlı Devleti’nin en az 200 yılına damgasını vuran Celâlî isyanları ortaya çıkmıştır.



Kuyucu Murâd Paşa kimdir? Neden Osmanlı tarihinde zulmün kötü misâli olarak gösterilmektedir?

Peçevî, bu büyük devlet adamını, “Bu ol vezir-i azamdır ki, Memâlik-i Âl-i Osman’ı eşkıyadan temizlemişdir ve 500 yıl önce Şeyh-i Ekber Hazretleri (Muhyiddin-i Arabî) “Kuyucu Koca” diye ona işaret ile kitabına yazmıştır” şeklinde kısaca anlatmakta ve daha fazla izahın gerekli olmadığını ilave etmektedir.



Aslen Hırvat olan bu devlet adamı, Anadolu’daki eşkıyayı katletmiş ve katlettiği eşkıyayı kuyuya attırdığı için de Kuyucu lakabını almıştır. 90 yaşına kadar istikametli bir hayat yaşamış ve Padişah’ın Baba iltifatına mazhar olmuştur. Bir asra yakın Osmanlı Devleti’ni alt üst eden Celâlî isyanlarını Murad Paşa sona erdirmiştir. Tarihlerin kaydettiğine göre, Kuyucu Murad Paşa’nın üç sene süren bu eşkıya temizleme hareketi sırasında, 50.000 küsur eşkıya öldürülmüştür. Elbette ki bunlar arasında masum olanlar da vardır ve bulunabilir. Ancak aleyhteki ithamlar tamamen, mezhep taassubundan kaynaklanan ve tek taraflı olan abartmalardır.

M. F. Gülen: Resmî tarih de öyle diyor; onu zalim, gaddar, hattar, önüne geleni öldüren, sonra kuyulara atan bir adam olarak anlatıyor. Sanki şimdilerin anti-terör timi, Güneydoğu’daki faili mechuller, asit kuyuları filan… Maalesef…

Farklı bir anlatım tarzı olmuş Bilinmeyen Osmanlı.

Soru: Kitapın sistematiğinde, hep böyle şüpheli, netameli sorular ve konular alt alta getirilip arka arkaya sıralanınca, nsanların zihninde olumsuz bir şey bırakma ihtimali de olabilir mi? Arada olumlu mevzular da sıkıştırılabilir mi kitabın sistematiğine?

M. F. Gülen: Olumsuz şeylere cevap veriliyor; Risalelerden çok nakillerde de bulunuyor, risale felsefesi var Yazar’da. Aslında bâtıl çok tasvir edilmeden, öbür şeylere hafif işarette bulunduktan sonra, mesela diyelim Yavuz, II. Bayezıd cennetmekan, bir Kanuni.. yaptıkları şeyleri, adam 46 sene devletin başında.. cihan devleti.. yabancıları bile imrendiriyor. Bu güzel şeyler anlatılabilir. Bir de kitabın içine değişik hadiseler sıkıştırılınca, diyelim burada 20 tane negatif hadise var, biz bunların hepsini birden görünce ‘Osmanlı devletinde de böyle kargaşa varmış…’ demeden kendimizi alamayız. Oysa ki bilmiyoruz, günümüzde bir haftada dağda bu kadar hadise oluyor. Birleşmiş Milletler içinde, silahlı kuvvetler olarak kaçıncı sıradasınız, mekanize birlikleriniz var, uçaklarınız var, fakat bir sürü hadise oluyor. Zannediyorum, bugün cereyan eden hadiselerin bir haftalığı, bütün Osmanlı dönemindekilere denktir. Üstad bir yerde işaret ediyor; değişik zamanlarda atılmış tükürüklerin hepsine birden bakınca insanın midesi bulanır. Oysa ki bir asırda bir tane adam bir yere bir tükürük atmış.. Osmanlı döneminde bir tane mi, iki tane mi recm olmuş zinadan dolayı. Şimdi altı asırı düşünecek olursanız… Günümüzde aile, hassasiyet, mahremiyet, kıskançlık falan yüzünden her gün o kadar oluyor, o kadar kadın-erkek ölüyor. Televizyonu her açtığınızda, -bağışlayın- ‘bilmem kiminle ne yaptı, sonra sokağın ortasında vurdu, sonra babasının mezarında kafasına kurşun sıktı.’ türünden haberler duyuyorsunuz. Her gün benzer haramiliklerle, hadiselerle karşılaşıyorsunuz. İşte bu üst üste yığma da böyle... Tabii kitapların azizliği…

Soru: Tarihî hadiselerin aynıyla değil de misliyle tekerrür ettiğini buyurmuştunuz? Bu misliyeti anlamak nasıl olacak?

M. F. Gülen: Biraz şartlar ve konjonktür tesirli olur, onlara yeni renkler, özellikle de kendi rengini katar. Yoksa her şey benzer şekilde devam ediyor. Bugün yapılan mezalim, ya da bir 27 Mayıs’ta yapılan mezalim, bütün Osmanlı döneminde yapılan mezalime denktir. 27 Mayıs’ta, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de olan şeyleri düşünün; mesela binlerce genç, o vahşet yuvası Guantanemo hapishanesinde yapılan zulümlere denk bir mazlumiyete Türkiye’de, Türkiye hapishanelerinde maruz kaldı. Hem milliyetçi hem de solcu gençler.. bir gizli güç onları zıt fikirler olarak sokağa saldılar, kıran kırana girdi o gençler birbirlerine, sokaklar kan seylaplarıyla doldu.. sonra tuttu onları hapishanelerde işkencelerle kırdılar, birer birer öldürdüler. Çok kısa, 4-5 senelik bir dönemde binlerce insan zulüm gördü. Ve hiçbir mantığı da yoktu o meselenin. Hiçbir problemi halletmedi. 27 Mayıs’ta ne oldu; darbe yaptılar, insanları içeri aldılar, üçyüz küsur milletvekilini adi eşkiya gibi, ahırda yatırır gibi yatırdılar. İnsanların tabii ihtiyaçlarını bile görmelerine fırsat vermediler. O hatıralarda vardı, Merhum Menderes’e yapılanlar. Bu rezaletler dünya milletlerinin gözünün içine baka baka yapıldı. Tarih affetmez onu, Allah da affetmez. Fakat şimdi, ihtilale teşebbüs etmiş 3-5 tane insan içeri atılınca kıyamet koparılıyor. Üniforma dinlemeden, adamlar orada kanunları ayaklar altına alıp çiğniyorlar. Hukuka başkaldırıyor, asiyi müdafaa ediyorlar açıktan açığa. Hepsi rezalettir bunların. 27 Mayıs da gördüm ben, 12 Mart da. 12 Mart’ın gadrine uğradım, hapis yattım, 12 Eylül’de de altı sene kaçtım. Altı sene, size kolay gelir. Bir yere girip ‘burada kalacağım’ diyorum; kapının önünde bir tıkırtı olunca, ‘arabayı hazırla, kaçalım buradan’ diyorum. Altı sene yurtsuz, yuvasız.. kışın ortasında karın içine gömülüp kaldığımız yerler oldu. Namazı da öyle bir yerde kılıyorduk. Dile kolay. Ama benimki o diğer arkadaşlara göre hafif kaldı. Şimdi, güya asayiş ve nizamı temin adına yaptılar bütün o mezalimi. Niye Osmanlı nizam-ı alem adına evlatlarını öldürdüğü zaman çok görüyorsunuz? Kaç tane öldürülmüş adam var? Hepsini toplasanız 15 tane yapmaz, altı asır.. Binnabi’nin (Malik bin Nebi) ifade ettiği gibi, İslam’ın şimalinde altı asır İslam’ı korumuş bir devlet. Onun sevabı öyle büyüktür ki, o devlet hudutta nöbet tutuyor gibi, saati seneler hükmüne geçecek sevap kazanmıştır. Ağza kolay. Zamanımızda bir haftada yapılan mesavi bütün Osmanlı dönemine dağıtılsa mukabil gelir ona.

Hâile-i Osmaniye adı verilen Genç Osman olayını kısaca özetler misiniz?

Hâile-i Osmaniye, yeniçerilerin kazan kaldırarak II. Osman’ın canına kıydıkları büyük musibet demektir ve Osmanlı tarihinin en acı olaylarından biridir. Şubat 1618’de 14 yaşındayken tahta geçen ve Genç Osman diye de anılan II. Osman, Arapça, Farsça, Latince, Yunanca ve İtalyanca bilecek kadar iyi yetişmiş ve Fâris yahut Fârisî mahlaslarıyla şiir yazacak kadar da edib idi.

II. Osman bazı sahalarda ıslâhat yapmak ve bu ıslahata tamamen bozulmaya başlayan kapı kulu ocaklarından başlamak niyetindeydi. Hatta Halep, Şam ve Mısır beylerbeylerine emirler göndererek Padişah’a sadık yeni bir ordu teşkili için gizliden gizliye hazırlıklara başlamıştı.

Bunu haber alan ve isyan etmek için bahane arayan askerler, Genç Osman’ın Hacca gitmek isteyişini suistimal ettiler. Kayınpederi ve Şeyhülislâm olan Es’ad Efendi, II. Osman’a, “Padişahlara hac lâzım değildir; oturup adl eylemek evlâdır. Caiz ki, bir fitne zuhur eyleye.” demiş; verilen bu fetvayı tasdik eden Aziz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri de, Sultan’ın fetvaya uyması için ciddi ikaz eylemişti. Fakat, Genç Osman’ın hacca gitme ısrarı devam edince, askerler, bunu fırsat bilip ayaklandılar ve etrafı yıkıp döktükten sonra Bâb-ı Hümâyun’dan içeri girdiler.

Soru: Burada fetva mı haklı, Genç Osman mı haklı?

M. F. Gülen: Genç Osman’ın gençliği var. Yapacağı şeyi söylememeliydi; stratejiler, planlar söylenmez. Hazret sesli düşünmüş orada biraz.

Soru: Hac hususundaki fetva?

M. F. Gülen: Hac hususunda.. Osmanlı padişahları gitmemişler. O koskocaman bir dünya; kendilerine göre ve o zamanki şartlara uygun istihbarat ağları var onların. Kendisi merkezde oturmayınca her şeyi bilemez. Belli kulakları vardır, ta Roma’ya, Viyana’ya kadar kulakları vardır onların. O gün muhavere, muvasala da atlarla, develerle, katırlarla oluyor. Böyle bir dönemde bir hacca gitmek altı ay sürecek. Altı ay devletin merkezinden uzaklaşma orada kargaşaya sebebiyet verir. Hayr-i kesir için şerr-i kalil irtikab edilir, düsturuna uyarak…

Sultân Mustafa’ya zorla bî’at gerçekleştirdi ve tahttan indirdikleri II. Osman’ı Orta Camiye getirdiler. Burada yeni Sadrazam olan Kara Davud Paşa’nın talimatıyla kemend ile boğmaya yeltendiler ama muvaffak olamayınca Yedikule’ye götürdüler ve maalesef Davud Paşa’nın nezâretinde orada Mayıs 1622’de şehid ettiler.



IV. Murad’ın şahsiyeti hakkında farklı dedikodular yayılmaktadır. Sefîh ve içkici olduğuna dair iddialar hakkında ne dersiniz?

IV. Murad’ın sefâhet içinde ve içkici olduğuyla alakalı iddialar tamamen iftiradır ve hiçbir temel tarih kitabında, böyle bir şey kaydedilmemiştir.



M. F. Gülen: Adam sigarayı yasak etmiş, sigara içenleri adım adım takip ediyor; kıyafet değiştirip yeraltında gizli meyhaneleri basıyor.

Bu iddia ve iftiraların arkasında da ondan çok korkmuş ve ölümüne ziyadesiyle sevinmiş olan Batılı ülkeler vardır. Zira, Hammer’in ifadesiyle, “4. Murad’ın idaresi sayesinde Osmanlının ömrü yarım asır uzamıştır.” 4. Murad, Osmanlı tahtında 16 yıl kalmış, validesinin niyabeti ile geçen ilk 8 sene anarşi yılları olmuş ama o, iktidarı bütünüyle ele aldıktan sonra hem asayişi sağlamış hem de bizzat katıldığı Revan ve Bağdad Seferleri neticesinde 1639 yılında Bağdad’ı İran’ın elinden alıp yeniden Osmanlı Ülkesine katarak Fâtih-i Bağdad unvanını kazanmıştır.



M. F. Gülen: Altı ayda yapmış bu işi, Revan köşkü de vardır malum. Şecere-i Numaniye’de Muhyiddin ibn-i Arabi ona da işaret ediyor; tabii o imaları anlamak zordur da, fakat ifade diyor altı ayda Revan’a gidip geleceğini.

İstanbul’da 1633 yılında çıkan ve İstanbul’un yaklaşık beşte birini yakıp yıkan büyük yangın üzerine, bunu da bahane eden IV. Murad, tütün ekmeyi ve tütün içmeyi yasaklamıştır. Ancak bununla kalmamış; Şeyhülislâmdan aldığı fetvayla, çıkarılan yasağa uymayanları, devlete isyan etmiş kabul edip katletmeye başlamıştır. IV. Murad, tütün yasağı ile yetinmemiş; o devirde zorbaların, işsizlerin ve eşkıyanın toplantı yerleri haline gelen kahvehaneleri de hem kapatmış ve hem de yasağa rağmen içki içip sarhoş olanları gerekli cezalarla cezalandırmıştır; bazı tarihçilere göre, bütün Osmanlı arazilerinde yaklaşık 20.000 eşkıyayı ortadan kaldırmıştır. Elbette ki bu tasfiyeler sırasında bazı mazlumlar da zulme maruz kalmış olabilir.

IV. Murad’ın dehâsı, derin zekâsı, korku hissine tamamen yabancı olması, her türlü meşakkate tahammül etmesi ve güçlü kuvvetli yapısı orduyu büyülemiştir.

M. F. Gülen: O Reşat Ekrem Koçu’nun ifadesine göre, diyor ki 90 okkalık bir adamı bir eliyle, 90 okkalık bir adamı da diğer eliyle kaldırıyor.

Soru: Bazı mazlumların zulme maruz kalmış olabileceğinden bahsetmesine gerek var mı?

M. F. Gülen: Herhalde bazıları öyle iddia ediyor; bazısı çok masumdu, mazlumdu.. o arada onlara da olan oldu. Allah’ın adet-i sübhaniyesinde de öyle yani, zelzele oluyor, zalimlerin yüzünden mazlumlar da felakete uğruyor. Mazlumlar Cennet’e gidiyor, zalimler Cehennem’de cezalarını buluyor. Erzincan ve İzmir zelzelesi münasebetiyle Üstad Hazretleri yazdığı o risalede aynı şeyi söylüyor.

Tarihçilerin naklettiğine göre, attığı ok, tüfek mermisinden uzağa düşerdi ve Hammer’in ifadesiyle attığı ciridin delmeyeceği madde yoktu.

Bazı tarihçilerin hicrî 1.000 yılından sonra gelen Padişahların en büyüğü kabul ettikleri ve dedesi Yavuz Sultân Selim’e benzettikleri Sultân Murad, çok ağır şartlarda çocuk yaşında tahta geçmesine rağmen, Osmanlı Devleti içerisinde huzur ve asayişi sağlamış; dışarıya karşı korkutucu şevkette bir devlet, cihanın en büyük vurucu kuvveti halinde düzenlediği bir ordu ve ıslâh edilmiş bir maliye bırakmıştır. Onun talihsizliği arkadaşlarının ve sonra da sadrazamlarının liyakatsizliğidir. Nâimâ der ki: “Çocukluğunda örnek bir hâkân hayatı yaşayan IV. Murad, gençliğinin ilk yıllarından itibaren hevâ ve heveslerini tahrik eden kötü arkadaşları yüzünden (haramlara girmemekle beraber) rütbesine lâyık olmayan bazı işlere teşebbüs eyledi. Sohbetlerinde -Yavuz’da olduğu gibi- hep ehl-i kemal bulunsaydı, selefleri olan Padişahları unuttururdu ve bu zamana kadar onun gibi bir Padişah görülmezdi”.

M. F. Gülen: O tarafını da bilmiyorum, sefihlerle birlikte düşüp kalktığına dair bir şey bilmiyorum.

IV. Murad’ın kendi döneminde uçma denemeleri yapan Hezarfen Ahmed Çelebi’yi idam ettirdiği söylenmektedir. Acaba doğru mudur?

İdam iddiası doğru değildir; ancak sürgün edildiği doğrudur. Hezarfen Ahmed Çelebi uçma tasarısını ilk gerçekleştiren bir bilgin olarak havacılık tarihinde yerini alırken, planörcülüğün de öncülüğünü yapmış oldu. Çünkü o, bir planörcü gibi rüzgarın esişini dikkate almış ve uçuşunu ona göre gerçekleştirmişti. Bu başarısını gören halk ona “bin fenli” mânâsında “Hezarfen” lâkabını taktı.

İlk önce Ok Meydanından kısa mesafeli dokuz deneme yaptı; hepsinde de başarılı oldu. 10.da Lodos rüzgarının da yardımıyla bir kuş gibi uçup İstanbul Boğazını geçti, Üsküdar’daki Doğancılar’a indi. Onun bu başarısından hoşlanan Sultân IV. Murad, kendisine bir kese altın verdi. Maalesef bu ihsanına rağmen, Sultan’ın “Böyle kimselerin bekası caiz değil” dediği ve Cezâir’e sürgün edilen Hezarfen’in orada vefat ettiği Evliya Çelebi’nin kayıtları arasındadır.

İdam edildiği ve deryaya atıldığı iddiası asla doğru değildir.



Füzenin kâşifi kabul edilen Lagarî veya Lagrî Hasan Çelebi’nin de idam edildiği veya Şeyhülislâm Yahya Efendi tarafından engellendiği söylenmektedir. Bu doğru mudur?

Lagari Hasan Çelebi, füzeciliğin atası sayılmaktadır. Füze ile uçan ilk Türk’tür. 1633 yılında 4. Murad’ın kızı Kaya Sultân’ın doğduğu gece yapılan şenlikler sırasında füzeyle uçma hünerini gösterdi. Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde hadiseyi şöyle anlatır:

“Murad Hân’ın Kaya Sultân isimli kızı dünyaya geldiği gece akika kurbanı şenliği oldu. Bu Lagarî Hasan, elli okka barut macunundan yedi kollu bir fişek îcad eyledi. Sarayburnu’nda Hünkâr huzurunda fişenge bindi ve şakirtleri fitili ateşlediler. Lagarî, “Padişahım seni Huda’ya ısmarladım. İsa Nebi ile konuşmağa gidiyorum” diyerek semaya fırladı. Yanında olan diğer fişekleri ateşleyip rûy-u deryayı çırağan eyledi (denizin yüzünü aydınlattı). Fişeng-i kebirinin barutu kalmayınca zemine doğru inerken kartal kanatlarını açarak Sinan Paşa Köşkü önünde deryaya indi ve padişahın huzuruna geldi. Zemini bûs ederek, “Padişahım, İsâ Nebî sana selam söyledi” diyerek şakaya başladı. Bir kese akçe ihsan olunup 70 akçe ile sipahi yazıldı.”

Bu konudaki en önemli kaynak olan Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde ne Hezarfen’in ve ne de Lagarî Hasan Çelebi’nin, bu ilmî buluşlarından dolayı idam edildiklerine dair bir kayda rastlanmamaktadır. Hatta tam tersine, bunların taltif edildiklerine dair izahlar vardır.



I. İbrahim’e Deli İbrahim denmektedir. Gerçekten deli midir? Sultân İbrahim devrinin tam zevk ü safa devri olduğu ve bunda da Telli Haseki başta olmak üzere Saray Kadınlarının rolü bulunduğu söylenmektedir. Bunlar doğru mudur?

Sultân I. Ahmed’in Mahpeyker Kösem Sultân’dan 1615 yılında dünyaya gelen çocuğu olan I. İbrahim, 24 yaşında 1640 yılında ağabeyi IV. Murad’ın vefatından sonra geride kalan tek Osmanoğlu olarak tahta oturdu. Maalesef, kendisi diğer Osmanlı Padişahları derecesinde tahsil ve terbiyesini tamamlamamıştı.



M. F. Gülen: Bazıları çok ağır şeyler söylüyorlar; “Yeniçeri kıyam ettiği zaman bir kedi gibi ürküyor, titriyordu, pencereden bakıyordu.” diyorlar. O Reşat Ekrem Koçu da öyle anlatır. Bu da doğru mu değil mi, sağlam mı.. belli değil? Abisi kadar iradeli olmayabilir, bunlar ne derece doğru bilemiyoruz. Batı’da vakanüvislerin görüşlerine göre tarihin sağlam temellere dayandırılmasına karşılık bizde öyle bir şey olduğu söylenemez. O güne göre Evliya Çelebi’nin yaptığı şeyleri hafife almamak lazım da, fakat Evliya Çelebi sebep-sonuç, illet-malul münasebeti içinde tarih yazan bir tarihçi değil, seyyah daha ziyade. Hatta Mesudi Murûcu’z-Zeheb (Altın Çayırlar)’ında bundan daha tutarlı şeyler bahseder, bundan çok evvel. O Pendname’sinde Sefername’den daha tutarlıdır.

Zira hayatını zindan gibi olan kendi dairesinde geçirmiş; dört ağabeyinin idamına şahitlik ettiği gibi, II. Osman ve IV. Murad zamanlarında cereyan eden acı olayları da bizzat yaşamıştı. Bütün bunlar, vücudunda bazı arızalara ve hatta tarihçilerin nakline göre şiddetli bir migrene yol açmıştı.

Devrinin şartları göz önüne alındığında, Sultân İbrahim’in muhakemesinde ve idrâk melekelerinde bir bozukluk olmadığını uzmanlar belirtmektedirler. Acılı geçmişi, iyi bir eğitim görmemiş olması, şahsiyetinin oturmayışı ve bunlarla birlikte sorumluluk duygusunun fazlalığı, onu bu hale sokan sebeplerdir. Psikotik ve deli değildir. Zaten hekimler de elem-i asabî teşhisini koymuşlardır ki, bu hastalık, aklı bozan cinnet türünde bir hastalık sayılmamaktadır. Şu halde Deli İbrahim isnadı yanlıştır. I. İbrahim’in mütevazı, sade-dil, hırs ve gururdan uzak, elmas gibi yüreği olan ve hassas yapıda bir insan olduğunda tarihçiler müttefiktirler. Her zaman hatalarını kabul eden bir şahıstır.

Tahta geçtiğinde kendisinden başka Osmanlı Hanedanına mensup erkek çocuk mevcut değildir. Halk, asker ve özellikle de saray, I. İbrahim’in erkek çocuğu olmasını şiddetle arzu etmektedirler. Bu sebeple, Valide Sultân başta olmak üzere, çevresi, zaten hayatı sıkıntılı olan Sultân İbrahim’in, meşru dairede de olsa, çok sayıda câriye ile beraber olmasını teşvik etmişlerdir ve onu ister istemez kadınların dümen suyuna sürüklemişlerdir. Başta Telli Haseki olmak üzere, Hasekileri ve Saray’daki musâhibeleri, ona istediklerini yaptırır hale gelmişler; bu da devlet içinde çok büyük israflara, karmaşaya, suiistimale, rüşvet alıp vermeye ve hatta bazen da zulme sebep olmuştur.

Yazara göre, I. İbrahim’in önemli bir talihsizliği de, annesi ve Valide Sultân olan Kösem Sultân’ın varlığıdır. Biraz önce saydığımız olumsuzlukların başında da, maalesef bu kadın bulunmaktadır. Önceleri, annesinin ihtirasını bildiği için, Topkapı’dan Eski Saray’a göndererek bu dertten kurtulmak istemiştir. Ancak muvaffak olduğunu söylemek mümkün değildir.

Padişah olmadan evvelki stresli hayatın da tesiriyle, onda samur merakının aşırılığı ve bu yüzden samur vergisi koyması, mücevherli kayıklar yaptırması ve doğruluğu şüpheli olmakla birlikte sakalının tellerine inciler dizdirmesi gibi garip davranışları bulunduğu söylenmektedir ki, bu sebeplerle onun dönemine Samur Devri bile denmiştir.



Yüklə 470,84 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin