Bilinmeyen Osmanlı Özet o simsek


Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında toplumu ve özellikle esnafı harekete geçiren Fütüvvet ve Ahi Teşkilatı ne demektir?



Yüklə 470,84 Kb.
səhifə9/11
tarix29.10.2017
ölçüsü470,84 Kb.
#19519
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11

Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında toplumu ve özellikle esnafı harekete geçiren Fütüvvet ve Ahi Teşkilatı ne demektir?

Ahî teşkilâtı, fütüvvet teşkilâtının Türkler tarafından geliştirilen ve özellikle Anadolu’da yayılmış bulunan bir şeklidir. Moğol istilası ve bazı iç isyanlar sebebiyle Müslüman Türklerin birliği bozulmuş ve halk önemli ölçüde tedirgin olmuştu. İşte böyle bir buhran döneminde halkı birbirine sevdiren ve yeniden birliği kuran manevî liderler ortaya çıkmıştır. Mevlâna, Yunus Emre ve Ahi Evran da bunların ileri gelenleridir. Ahi Evran esnafın birlik ve beraberliğini, zaviye ve tekkeleri birer meslek kuruluşları haline getirerek bu görevi ifa etmiştir. Müslüman Türkler, genellikle bekâr gençlerden san’at ve meslek sahibi olanların bir araya gelerek kendilerine reis tayin ettikleri şahsa ahi adını vermişler ve bu cemiyete de eskiden olduğu gibi fütüvvet demişlerdir. Fütüvetnâmelerden öğrendiğimize göre, bunların da toplantı yerleri tekke ve zaviyelerdir. 740 maddeyi bulan fütüvvet nizâmnâmeleri vardır.

Sanat ve ticâret erbabının tarikatı demek olan fütüvvet ve bunun Türklerdeki özel şekli olan Ahiliğin yanında, bozuk fikirli Şiîlerin Müslüman Türkler arasında yaymaya çalıştığı ve bunlara benzeyen melâmiliği de burada sadece zikredelim.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: OSMANLI HUKUK SİSTEMİ VE DEVLET

Osmanlı hukuk sistemi çok hukuklu bir hukuk sistemi midir yoksa hukuk birliği mi hâkimdir?

Osmanlı hukuk tarihinde kabul edilen Hanefi görüşüne göre, eşya, borçlar ve ticaret hukukunda gayr-i müslim teb’aya da şer’î hükümler uygulanır. Ancak onlara göre mal kabul edilen domuz ve şarap gibi şeylerin hukukî muamele konusu olabilmesi gibi istisnaî haller vardır. Aile hukukunda ise, isterlerse İslâm hukuk nizâmına, istemezlerse kendi hukuk nizâmlarına tabi olurlar.

Cezaî hükümlerin yer bakımından tatbiki konusunda, İslâm hukukçuları farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. İslâm Hukuku cihanşümul bir hukuk sistemidir. Ancak uygulamada, bazı istisnalar bulunmakla birlikte İslâm ceza hukukunda tam mülkîlik sistemi esas alınmıştır. Ebu Yusuf ve diğer İslâm hukukçularının savunduğu bu görüşe göre, İslâm ülkesinde işlenen bütün suçlara, failinin dinine ve cinsiyetine bakılmaksızın İslâm ceza hukuku tatbik edilir. Dolayısıyla Müslümanlar, zimmîler ve müste’menler aynı cezaî hükümlere tabidirler. Bu genel kaidenin istisnaları elbette vardır.

Evet, Osmanlı Hukuku çok hukuklu bir sistem değildir. Belki din ve vicdan hürriyeti gereği, gayr-i müslimlere belli hukuk alanlarında daha serbest hareket etme imkânı verilmiştir. Bu serbestlik, çok hukukluluk olarak anlaşılınca ve gayr-i müslimler tarafından suiistimal edilince, Tanzîmât sonrasında buna karşı tedbirler alınmıştır.



Batılıların Pax Ottoman dediği Osmanlı barışı ve hoşgörüsü ne anlama geliyor?

Batı literatüründe Pax Ottoman olarak ifade edilen kavram, Osmanlı Devleti’nin hükümferma olduğu çağlarda dünya barışına olan katkısı anlatılmak için kullanılır. Devrinin süper gücü olduğu halde bu gücü dünya barışının sağlanmasında kullanan Osmanlı’nın geniş bir coğrafyada tesis ettiği barışın ne anlama geldiği gün geçtikçe daha iyi anlaşılmaktadır.



M. F. Gülen: Hakikaten öyle.. 24 milyon kilometrelik bir alanda, ikiyüz milyona yakın insan, hep öyledir, tarihçiler ittifakla “onbir milyon saf kan Türk var o bölgede” derler. Ağza kolay, bire yirmi insan ve çok farklı farklı kültürlerden gelmiş. Düşünün Seyyidina Hazreti Ali dönemini, herc ü merc olmuş Üstad’ın ifadesiyle, o farklı kültürlerden gelmiş insanlar birbirine girmiş. Fakat bunu çok küçük arızalarla atlatmışlar. Bütün Osmanlı dönemini okudunuz burada, o isyanlar misyanlar, bir ayda Türkiye’de cereyan ediyor. Ben hatta bir araştırmacıya diyecektim, bütün Osmanlı döneminde olan büyük-küçük hadiseleri böyle kronolojik olarak bir sıralasınlar, bir de günümüzde Türkiye’de bir ayı takibe alsınlar. Ne kadar hadise oluyor bakalım? Altı asırda cereyan eden hadiselere muadil olduğu görülecektir. Mahrem hadiseleri de katmamak lazım bu meseleye; fuhuş, bohemlik, kumar... Değişik yerlerde gayr-ı ahlaki şeyler oluyor. Yuva çatırdıyor, kırılıyor... Bunlara giremeyiz, düşmanlarımız bile olsa bunları biz haram sayarız; bunun dışında medyaya dökülen olaylar itibarıyla bir araştırma yapılsa... Böyle atıp tutuyorlar “Osmanlı’da şu şunu yaptı, bu bunu yaptı” filan diye… Onları tezkiye edip, mukaddes, münezzeh, müteal falan görmüyoruz, insan nihayet. Küllün nas hattaun…. İnsanların hepsi hataya açıktır, her insan hata yapar. Ancak mukayese yapılınca anlaşılacaktır Osmanlının azamti. Hodri meydan bugün bütün İslam dünyası için de söz konusu, İslam dünyası kabul edilen coğrafya da söz konusu.

Zira Balkanlar, Karadeniz sahilleri, Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyası bu gün siyasal dengelerin ve uluslararası barışın giderek bozulduğu mekanlar haline geldi.

Balkanlardan çekilen Osmanlının boşluğu doldurulamamış, bu bölge iyice balkanlaşmıştır. Balkanlaşma terimi bölünmüşlüğü, parçalanmışlığı ve siyasi kaosu ifade etmek için kullanılan siyasi bir kavramdır. Terim bütün anlamını Osmanlının bölgeden çekilmesi ile ifade edecektir. Geniş Arap dünyası Osmanlı bayrağı altında yaşadığı huzurlu günlerini hiç bir zaman tekrar yakalayamamıştır. Arap toplumuna batının İsrail’i hediyesi Osmanlının zafiyete düşmesi ve bölgeden çekilmesinden sonraya rastlar. Osmanlı Medine fukarasına Anadolu içlerinden ve Mısır’dan vakıflar kanalıyla yardım akıtırken, surreler gönderirken son yüzyıl içerisinde çöreklenen batının tek gayesi vardı bölgede: sömürü ve petrol. Osmanlının çekilmesinden sonra geniş Arap coğrafyası cetvelle taksim edilerek batı emperyalizminin sömürüsünü kolaylaştıracak siyasi haritalar oluşturuldu. Barış da Osmanlı ile beraber tarihe karıştı.

Osmanlı, Avrupa, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da bir denge unsuruydu. Etnik yapıları ve dinleri farklı toplum pek çok kesimin taleplerinin buluştuğu ortak bir noktaydı. Kilise ile camiinin yan yana durduğu bir üst kültürü tesis etmiş idi Osmanlı. Bu üst kültürün tesisi “İlahi Mesuliyet”e dayanıyordu.

Kısaca Pax Ottoman demek, bütün insanları Allah’ın kulları kabul eden İslâm Hukukunun Osmanlı Devleti tarafından uygulanması demektir.

M. F. Gülen: İşte o manada, sadece o manada biz, neo-Osmanlıyız.

Soru: Abdülhamit döneminde çekilen fotoğrafta Filistin-İsrail o bölgede sadece birkaç asker idareyi devam ettirmiş.

M. F. Gülen: Her yer öyle, kocaman Kırım’da belki onların bir tabur askeri var. Bir kere baş kaldırmışlar, serkeşlik yapmışlar, oraya gönderilen bir serdar tarafından yeniden istirdat edilmiş. Orada güvenin, muvazenenin teminatçısı, temsilcisi olduklarından dolayı büyük problemlerle karşılaşmamışlar. Kaldı ki o fitleme her zaman olmuş. Birilerine gitmiş demişler ki “Siz Arapsınız, müslümanlık Arapların içinden çıkmış, ne işiniz var sizin bu Asya’dan gelen barbar kavimlerle, onların vesayetinde yaşıyorsunuz.” Yerinde o kullanılmış, yerinde ırk mülahazası öne çıkarılmış, fakat onların orada sergilediği o mükemmellik, öyle bir şuur altı müktesebat haline gelmiş ki, bugün bile arkadaşlarımız gittikleri yerlerde o krediyi kullanıyorlar, “Osmanlının torunları” deniyor. Fakat maalesef, sonraki dönemlerde oralara yapılan hiçbir şey yok; bir selam bile fazla görülmüştür.

Osmanlı Devleti laik bir devlet midir? Osmanlı Hukuk sistemi deyince ne akla gelmelidir? Kanunnâmeler, laik hukukun meyveleri değil midir? O zaman Kanunnâmelerin tanzim ettiği hukuk dalları nelerdir? İslâm Hukukundan ayrı bir hukuk sistemi var mıdır?

Osmanlı hukukunun iki önemli şaşmaz bilgi kaynağı olan kanunnâmelerin ve şer’îye sicillerinin tahlilinden şu inkâr edilemez neticeler ortaya çıkmaktadır:

A) Osmanlı kanunnâmeleri, sadece ve sadece idare hukuku, istisnaî olarak bazı anayasa hukuku konuları, eşya hukukunun mîrî araziye ilişkin konuları, askerî hukuk, malî hukuk, ceza hukukunun ta’zîr suç ve cezaları konusu ve bazı istisnaî özel hukuk konularına dâir hükümler ihtiva etmektedir. Mezkûr konularda hükümler sevk ederken varsa şer’î esasları kanunlaştırmakta, ülül-emre havale edilen mevzularda ise, kamu yararı örf ve âdet gibi talî kaynaklar göz önüne alınarak düzenlemelerde bulunmaktadır.

B) Şer’iye sicillerinin tetkiki, bize Osmanlı Devleti’nin şahsın hukuku, aile hukuku, miras hukuku, borçlar-eşya ve ticâret hukuku ile devletler hususî hukuku ile alakalı özel hukukun bütün dallarında; kamu hukukundan usûl hukukunun tamamı, ceza hukukun % 80’i, mâlî hukukun çoğunluğu, devletler umumî, idare ve anayasa hukukunun ise genel esaslarında şer’î hükümlerin esas alındığını göstermektedir. Bu saydığımız kısım, hukuk nizâmının yaklaşık % 85’ini teşkil eder.

Osmanlı hukukundaki mevzuat hükümleri iki kısımdır:

Birincisi; Doğrudan doğruya Kur’ân ve sünnete dayanan ve fıkıh kitaplarında tedvin edilmiş bulunan hükümlere şer’î hükümler, şer’-i şerif veya şer’î hukuk denmektedir. Osmanlı hukukunun % 85’ini bu hükümler teşkil eder. Bu sebepledir ki, Molla Hüsrev’in “Dürer ve Gurer”i ile İbrahim Halebî’nin “el-Mülteka”sı Osmanlı Devleti’nin medeni kanunu olarak görülmüştür. Şer’î hukukun kaynakları iki kısma ayrılmaktadır: a) Aslî kaynaklardır ki, edille-i şer’îyye olarak da bilinir ve Kur’ân, Sünnet, İcmâ’ ve Kıyas olmak üzere dört tanedir, b) Talî kaynaklardır ki, maslahat, örf-âdet kaideleri, ıstıslâh, istihsân, eski hukuk nizâmları, sahabe kavilleri ve benzeri kaynaklardır.

İkincisi; şer’î hükümlerin tanıdığı sınırlı yasama yetkisine veya içtihad esasına dayanılarak, özellikle malî hukuk, toprak hukuku, ta’zîr cezaları, askerî hukuk ve idare hukukuna ait hukukî düzenlemeler ve temelini örf-âdet, âmme maslahatı gibi talî kaynaklar teşkil eden içtihadî hükümlerdir ki, bunlara da örfî hukuk, siyâset-i şer’iye, kanun, kanunnâme ve benzeri isimler verilir. Bunlar da şer’ esasların dışına çıkamayacağı için, İslâm hukukunun dışında bir hukuk nizâmı olarak kabul edilemez.

İslâm Hukukunda ve dolayısıyla Osmanlı Hukukunda Devletin sınırlı yasama yetkileri var mıdır? Devlet, mevcut şer’î hükümleri kanun haline getirebilir mi? Bunun tarihte misâlleri var mıdır?

Osmanlı Hukukunda Devletin yasama yetkisi, birinci planda, fıkıh kitaplarında mevcut olan şer’î hükümleri, tatbikatta kolaylık olması için, tedvîn ederek kanun haline getirmesidir. Buna Devletin yasama yetkisi demekten ziyâde tedvîn faaliyeti demek daha uygun olur. Bu tür faaliyetlere küllî iki misâl verelim:

Birincisi: Fıkıh kitaplarındaki şer’î hükümleri, hiç değiştirmeden olduğu gibi kanun maddeleri haline getirmektir. 1081/1670 tarihli Kandiye Kanunnâmesi ve 1116/1704 tarihli Hanya Kanunnâmesi, tamamen fıkıh kitaplarının Kitâb’ül-Cihâd bölümlerinin Bâb’ül-Cizye v’el-Harâc mevzularında yer alan harâc ve cizye ile alakalı şer’î hükümlerin tedvîn edilmiş şeklinden ibarettir. Tanzimat’tan sonra hazırlanan Mecelle, Hukuk-ı Aile Kararnamesi ve bir kısım kanunlar da, buna ait misâller arasında yer almaktadır.

İkincisi: Fıkıh kitaplarında zikredilen, ancak kısmen değiştirilerek ama özüne dokunulmayarak tedvîn olunan kanun hükümleridir. Osmanlı Kanunnâmelerinin yarısı bu manada hükümler ile doludur. Mesela mîrî arazi, aslında harâcî arazidir. Bu çeşit arazilerin tasarruf şekli, âmme maslahatına göre devletçe tanzim olunmuş ise de, bu arazilerden alınan ve Osmanlı Hukukunda rüsûm-ı şer’îyye denilen bütün resimler, sadece isim değişikliği ile fıkıh kitaplarındaki esaslara uyularak tanzim olunmuşlardır.



Osmanlı Devleti’nde resmî mezhebin Hanefi mezhebi olduğu ve diğer mezhep mensuplarına hiç hak tanınmadığı iddia edilmektedir. Bu iddialar doğru mudur?

M. F. Gülen: Yahu yapmayın birader, o kadar ekrad şimdi Şafii mezhebinde gidiyor. Kim onlara ne dedi, Başbakan söylediği için söyleyeceğim ben de, kimin tavuğuna kışt dendi.

İslâm hukukçuları, ülül-emrin, mevcut mezheplerden birini resmî mezhep olarak ilan edeceğini, kabul ettiği resmî mezhebin içerisinde herhangi bir görüşü diğerine tercih edebileceğini, hatta Tanzimat’tan önce çok az örnekleri bulunsa da, diğer mezheplerdeki bir görüşün zamanın şartlarına ve âmme maslahatına daha uygun olduğu düşüncesiyle mahkemelerde tatbik edilmesini emretme selahiyyeti bulunduğunu kabul etmişlerdir.

Osmanlı Devleti’nin ekseri ahalisi Hanefi’dir ve kadılar da Hanefi mezhebi ile hükm etmek üzere memurdurlar. Bununla beraber Irak, Mısır, Hicaz ve Yemen gibi bölgelerde başka mezheplere mensup Müslüman ahali de vardır. Başka mezheplere mensup Müslümanlar arasında meydana gelen ve kendi mezhepleri çerçevesinde fasledilmesi uygun görülen dava ve meselelerde, eğer o mahalde kendi mezhebinden bir kadı yoksa, bunlar mensup bulundukları mezhep âlimlerinden bir âlimi hakem tayin ederler. Bu âlim bunların mensup olduğu imamın mezhebine göre karar verir. Sonra Hanefi kadı onu tasdik ve tenfiz eyler. Eğer kendi mezhebinden kadı varsa, ona mürâcaat eder. Ayrıca Sultân (ülül-emr) bazı meselelerde başka mezheplerin görüşüne göre karar verilmesini istediği takdirde, bu emrine itaat etmek de vâcibdir.

Soru: Kadılar bütün mezhebleri biliyorlar gibi mi?

M. F. Gülen: Belki ana meselelerini bilirler, detayları bilemeyebilirler, fakihler bile. Mesela Vehbe Zuheyli dört mezhebe göre o fıkıh kitabını yazmış, görüyorsunuz orada, daha evvel de biz okumuştuk onu arkadaşlarla, detaylara ait meselelerde bizim son fukahanın tercih ettiği kavilleri bilemiyor. Yani insanın ufku yetmeyebilir detayı bilmeye; bazıları kendi mezhebindeki detayları dahi bilemeyebilir.

Soru: Yine o fotoğraflarda görmüştük, Kabe’nin etrafına mekan tahsis etmişler mezheb mezheb Osmanlılarda?

M. F. Gülen: Her şeyi tasvip etmek doğru değil. O doğru değil. Kabe kalblerin müşterek çarptığı bir yer olmalı, ayrı ayrı minberler, mihrablar olmamalı. Onlar yaptılar diye her şeyi tasvip etmek doğru değil.

Osmanlı Devleti’nde zikrettiğimiz cevaz görüşünden hareketle, hem hukukî birlik ve istikrarı bozmamak ve hem de hukukî hayatta ihtiyaç duyulan yenilikleri yapabilmek için, kadılar istedikleri hukukçunun görüşüyle hükm etmekten men’ edilmiş ve Hanefi mezhebinin en sahih görüşüne göre hükm etmekle mükellef tutulmuştur.



Osmanlı Padişahlarının hak ve yetkileri nelerdir? Sınırsız yasama, yürütme ve yargı yetkileri var mıdır?

Osmanlı Devlet şeklini tam anlamıyla Batıdaki monarşik devlet şekillerine benzetmek mümkün olmadığı gibi, Osmanlı padişahlarını da batılı kral ve diktatör hükümdarlar gibi görmek mümkün değildir. Zira Osmanlı padişahları sadece icra konusunda âmme maslahatı ile kayıtlı ve sınırlı geniş yetkilere sahiptirler. Yasama yetkileri yine şerî hukukun tanıdığı ölçüde mevcuttur. Devletin, padişahtan ve padişah ailesinden ayrı hukukî bir varlığı vardır.

Osmanlı padişahları, Yavuz Selim’den itibaren hem sultan ve hem de halifedirler, yani İslâm âleminin reisidirler. Padişah, saltanat itibariyle otuz milyonu idare ediyorsa, hilafet itibarıyla 300 milyona başkanlık etmektedir. Saltanat kanadını sadâret, hilafet kanadını ise Şeyhülislâmlık temsil etmektedir. Halife olmaları hasebiyle, halifelere tanınan hak ve yetkilere de sahiptirler.

Osmanlı padişahlarının sınırsız bir yasama yetkisi yoktur. Sadece mevcut şerî hükümleri kanun hale getirebilir. Padişah, yürütmenin başıdır. Her çeşit idarî kararlar ve tanzimî tasarruflar onun tasdikinden geçer. Başta sadrazam ve vezirler olmak üzere, biraz sonra göreceğimiz idarî teşkilâtta yer alan yüksek devlet memurlarını tayin yetkisi de padişaha aitti. Halifenin yetkilerinden birinin de yargı gücünü kullanmak veya kullandırmak olduğunu biliyoruz.

Bununla beraber, Osmanlı padişahları, sahip oldukları sınırlı yasama yetkisi ile yürütme ve yargı yetkilerini kullanırken lâ yüs’el değillerdir. Evvelâ, her çeşit tasarrufu, şer’î hükümlere uygun olmalıdır. Padişah’ın görevi, İslâm hukukunun hükümlerini icra etmekten ibarettir. İslâm Hukuku padişaha, şer’î hükümlerin icrası dışında bir imtiyaz tanımamıştır.

Soru: Yani bir kâtili affedemez.



M. F. Gülen: Hayır affedemez.

Soru: Bugünkü daha kötü, bir kâtili affedebiliyor?

M. F. Gülen: Evet, Daha başka spekülasyonlarda, irtikaplarda bulunanları da affediyorlar.

Padişahın şahsının diğer insanlardan tek farkı, onun Müslümanların temsilcisi olarak icra yetkisine sahip olmasıdır. Bu icra yetkisi de İslâmî esasların çizdiği sınırların çerçevesinde söz konusudur.

İkinci olarak, Padişahın tasarruflarını sınırlayan diğer bir husus da, kamu adına yaptığı her tasarrufun âmme maslahatı ile kayıtlı oluşudur. Mecelle’nin tabiriyle “Raiyye, yani tebe’a üzerinde tasarruf maslahata menûttur”. Bu sebeple padişahlar ile tebe’a arasındaki münasebet, İslâm hukukçuları tarafından yetim ile vasisi arasındaki münasebete benzetilmiştir.

Osmanlı devlet şeklini Batıdaki anlamıyla mutlakıyet olarak vasıflandırmak mümkün müdür? Şayet doğru değilse, İslâm’ın tavsiye ettiği şûra esasına ri’âyet edilmiş midir?

İslâm’ın tavsiye ettiği belirli bir devlet şekli yoktur. Devletin işlerinin yürütülebilmesi için öngördüğü bir “şûra meclisi” vardır. Devlete ait önemli işlerin bir danışma meclisinde karara bağlandıktan sonra yürütülmesini emreden Kur’ân âyetleri ve hadisler, gayet kesin ve açıktır. Hazreti Peygamber (aleyhissalatu vesselam) ve Râşid halifeler devrinde bu esas uygulanmıştır. İslâm hukukçuları, “şûra meclisinin” kurulmasının devlet başkanı için kesin bir görev mi yoksa tavsiye edilen bir esas mı olduğunda fikir ayrılığı içindedirler. Tarih boyunca bazı sultan ve halifelerin bu esasa uymadığı göz önüne alınarak, kesin dinî bir görev olmadığı düşüncesi yerleşmiştir. Ancak Kur’ân’ın bu müesseseye verdiği önem ortadadır.



Yürütmenin başı olan Padişahların tayin usulleri ve saltanatın verasetle intikali meselesi İslama göre izah edilebilir mi?

Bilindiği gibi Osmanlı Padişahları, 1517 tarihinde Yavuz Sultân Selim’in halife ilan edilmesiyle, sultan unvanının yanında halife unvanlarını da kullanmışlardır.



M. F. Gülen: Kullanmışlar mıdır bilmiyorum, ben halife ünvanını kullandıklarını bilmiyorum. O paye verilmiş de kendilerini çok öyle göstermemişler. Abdülhamid bu meseleye sığınmış, âlem-i İslam üzerinde müessir olabileceğini düşünmüş, fakat kopmalar da başladığı için çok kâr etmemiş. O mübarek ünvanı kendi siyasetleri adına bir payanda gibi kullanmayı düşünmemişler, şeklinde anlıyorum ben onu. Çünkü hiçbirine bir şey denmiyor. Kim böyle yeryüzünde halife ünvanlarıyla yad edilmiş?

Bu sebeple Osmanlı Padişahlarının tayin usulleri, halifelerin tayin usulleriyle yakından ilgilidir.



Dört halifeden sonra halife tayininde câri olan usulün veliahdlık, yani mevcut halifenin veya sultanın kendinden sonra gelen halife veya sultan adayını belirlemesi usulü olduğunu biliyoruz. Ancak veliahdlık usulünün meşru’ olabilmesi için bazı şartlar aranır. Bunlardan en önemlisi, veliahdın, kendisini tayin edenin usûl veya fürûundan olmamasıdır. Fakat bazı İslâm hukukçularının, halife veya sultanın babası yahut çocuklarından birini de veliahd tayin edebileceğini caiz görmeleri, uygulamada saltanat ve hilâfetin verasetle intikalini ortaya çıkarmıştır.

M. F. Gülen: Hazreti Ali, Hazreti Hasan’ın olmasını istememiş. Sonra millet seçmiş, intihab etmiş onu, Medine halkı. O dördü bu mevzuda fevkalade hassasiyetle dinin emirlerine riayet etmişler. Tek bir şekli de yok o meselenin. Ne intihablar birbirine benzer, ne idare şekilleri birbirlerine benzer. Hz. Ebu Bekir’in intihabı meselesi Sakifetü Beni Saide’de.. Hz. Ömer’in intihab şekli farklı, Hz. Ebu Bekir efendimiz namzet gösteriyor, halk evet diyor. Hatta evet demeden Hz. Ali efendimiz öne atılıyor, “Eğer Ömer diyorsan ben şimdiden evet diyorum” diyor, Rafızilerin kulakları çınlasın. Hz. Osman döneminde, Hz. Ömer efendimiz farklı bir şey uyguluyor; altı tane namzet gösteriyor, Abdurrahman b. Avf’ı tavzif buyuruyor, kendi oğlunu da kapıcı olarak tayin ediyor, onları test ediyor, onların hissiyatlarını alıyor, Hz. Osman üzerinde duruluyor. Hz. Ali efendimiz de Hz. Osman efendimiz şehit edilince, Medine halkı tarafından seçiliyor, ittifak olmuyor. Muaviye kendi başına kalıyor Şam’da. Bu açıdan da böyle muayyen bir şekil yok bu işte. Önemli olan intihab mevzuu, gösterilen adayları intihab mevzuu.

Soru:O da bir manada asırlara göre esneklik mi sağlıyor?

M. F. Gülen: Evet, belki de Cenab-ı Hakk’ın takdiri, bazı zamanlarda konjonktüre göre o şekil uygulanabilir, bazı dönemlerde diğer şekil uygulanır. Ama şimdi Suud’da veliaht, birini tayin ediyor, gözüne kestiriyor, kendisine en yakın, emrine amade olacak insan, o aynı zamanda bir iki bakanlığa da bakıyor. Şimdiki belli zaten, Abdullah’tan sonra gelecek insan belli, öyle bir şey yapıyorlar. Osmanlılarda da kendi evlatlarını yapmışlar. Bu tam şer’i midir, değil midir, ama selefleri var bunların, kendilerinden evvel kurulmuş ne kadar İslam devleti varsa, hepsinde mesele öyle gitmiş. Harzemlilerde, İlhanlılarda Karahanlılarda… Selçuklularda, Eyyubilerde, Memluklarda. Sonra Osmanlıda da öyle gitmiş.

Soru: Şianın imam seçişine göre, Ehl-i sünnetin tercihi daha pratik?

M. F. Gülen: Evet, onlarınki çok sırlı, bir gün yerin altından bir adam çıkacak, sizi idare edecek.. öyle bir bekleyiş. Hüccetiye mülahazasıyla kızıl kıyamet kopacak her yanda, şimdilerde olduğu gibi, ondan sonra insanların canları tam gırtlaklarına gelecek, ızdırar haliyle Allah’a dua edecekler, Cenab-ı Hakk da gökten bir tane mehdi indirecek... Oysa ki Türkiye’de hazır inmiş mehdiler var. Birini alıp kullansalar olur. Türk milleti velud bir millet, çok doğuruyor, her köşede bir tane mehdi var. Her tarafta yüzbin mehdi eyler nida. Mehdilik iddiasındaki bir adama soruyorlar, “İran’ı nasıl buluyorsunuz?” “Çok iyi buluyorum çünkü onlar da mehdi intizarındadırlar” diyor.. adamın kıstası bu, kriteri bu, mehdi intizarındaysalar tamam. “Fethullah hocayı nasıl buluyorsunuz?” diyorlar; “O da iyi bir adama benziyor, çünkü mehdiye zemin hazırlıyor” diyor, güya kendisine zemin hazırlanıyor.

Soru: İşaret buyurmuşsunuz, Sızıntı’nın kapağında dörtlüğü o şekilde yorumluyor, İnternet’te Youtube’da var. Kapağı gösterip “Bak bu beni işaretliyor” diyor.

M. F. Gülen: Öyle mi, farkına varmadan benim kerametim olmuş  bir bakayım hele.. Allah Allah.. vallahi bazı kimseler ne konuşacaklarsa bugünü, yarını elli sene sonrasını hesap ederek konuşmaları lazım, su-i tevile, su-i tefsire uğrar. Üstadımız ne diyor, istismar ediyorlar. Bunlar, böyle ayakları yerde düz kul olmaya razı olmayan, Allah’tan razı olmayan kimselerin mülahazalarının ifadesi. Ne güzel, Allah bizi karınca gibi yaratmış, emekleyip duruyoruz. Karıncaya da Allah bazen çok büyük işler yaptırtır. Bu ne haddini bilmemezlik, hafizanallahu ve iyyaküm.

İslâm hukukçuları, hilâfetin veraset yoluyla intikalini caiz görmemekte, ancak ehil olmak şartıyla baba veya oğlun veliahdlığını meşru’ görmektedirler. Birden fazla veliahd tayin edilmesinin caiz olup olmadığı da hukukçular arasında tartışmalıdır.

Osmanlı Devleti’nin askerî ve idarî açıdan asıl teşkilâtını kazandığı dönem, Orhan Bey zamanıdır. Orhan Bey’le kurulan Osmanlı Hanedanı içinde devlet reisinin seçimi, II. Murad’ın hükümdarlığına kadar nüfuzlu şahsiyetlerle beylerin ellerindeydi; ancak Osmanlı ailesi dışında hiçbir ailenin o makamı elde etmesine müsaade olunmamıştır. I. Murad, beylerin kararıyla babasının yerine hükümdar olduğu gibi, Yıldırım Bayezid de yine aynı şekilde o makama getirilmiştir. Osmanlı Devleti’ndeki beylerin, yani bir çeşit ehl-i hal ve’l-akdin hükümdarlar üzerindeki hüküm ve nüfuzu, Fâtih Sultân Mehmed’in İstanbul’u fethine kadar devam etmiştir. Saltanat devri asıl Fâtih’le başlamıştır.

Fâtih’in Kanunnâmesiyle ortaya koyduğu ve tarihçilerin amûd-u nesebî yani saltanatın babadan oğula intikali usulü, I Ahmed (1012/1603) devrine kadar devam etmiştir. I. Ahmed devrinden itibaren saltanatın aile içindeki en yaşlı erkek çocuğa intikali esası benimsenmiş ve böylece kardeş katli meselesi de kapanmıştır. Bu kanun, Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar uygulanmıştır. Sultan Yavuz’dan itibaren saltanat vasıflarına hilâfet unvanını da katan Osmanlı padişahları, kendilerini, her açıdan İslâm âlemine uydurmak ve hilâfet hükümlerine uymak mecburiyetinde hissetmişlerdir.



M. F. Gülen: Bana sorulsaydı; “Veliaht olarak göstereceğiniz kimseler hususunda, bir taraftan halkın, bir taraftan ulemanın, bir taraftan darül askerin mülahazaları alınarak bir tanesi seçilsin, o Fatih kanunnamesine de meydan verilmesin. Öyle bir intihab...” derdim. Bir kısım ta’n u teşniin de önünü alırdı. Çünkü adalet-i izafiye diyor Hazreti Üstad, Fatih’in nizam-ı alem için Kanunnamesine adalet-i izafiye diyor. Adalet-i mahza uygulanabildiği kadar uygulanmalı bence. Yarısı bile olsa uygulanmalı onun. Mutlak adalet çok önemlidir. Ama geçmiş gitmiş o, biz hüsn-ü zan ederiz, yaptıkları hayırları, hasenatı kötülüklere racih; ettikleri iyilikler, İslama omuz vermeleri meselesi, varsa hatalarına keffaret olabilecek mahiyettedir.

Yüklə 470,84 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin