Bilinmeyen Osmanlı Özet o simsek


Tanzimat devri ne demektir? 1839 tarihli Tanzimat Fermanının mahiyeti nedir? Osmanlı Devleti’nde hak ve hürriyetler hareketi ilk defa bu fermanla mı başlamıştır?



Yüklə 470,84 Kb.
səhifə5/11
tarix29.10.2017
ölçüsü470,84 Kb.
#19519
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11

Tanzimat devri ne demektir? 1839 tarihli Tanzimat Fermanının mahiyeti nedir? Osmanlı Devleti’nde hak ve hürriyetler hareketi ilk defa bu fermanla mı başlamıştır?

Tanzimat, yeniden düzenlemeler demektir. Osmanlı tarihinin 3 Kasım 1839 tarihli Gülhane Hatt-ı Hümâyûn’u veya Tanzimat Fermanı adı verilen ferman ile başlayan ve 1876 tarihine kadar devam eden devresine Tanzimat; 1876-1878 yılları arasındaki devresine I. Meşrûtiyet; 1878-1908 yılları arasında II. Abdülhamid’in tek başına idare devri (bazı tarihçiler tarafından istibdâd devri) ve 1908’den sonrasına ise II. Meşrûtiyet devri denmektedir.

Maalesef Cumhuriyet devri hukukçuları ve hususan hak ve hürriyetlerle alakalı çalışma yapanlar, Osmanlı Devleti’nde 1839’da ilan edilen Tanzîmât Fermanı’ndan önce insan hak ve hürriyetlerinden bahs edilemeyeceğini, çünkü ülkede tam bir mutlakıyetin hâkim olduğunu, çekinmeden söyleyebilmektedirler. Bunlara göre, Mustafa Reşid Paşa’nın gayretleriyle Padişah Abdülmecid tarafından ilan edilen Tanzîmât Fermanı veya diğer adıyla Gülhâne Hatt-ı Hümâyunu ile ilk defa can, mal ve namus emniyeti muhafaza altına alınmış ve hukuk devleti olma yolunda ilk adım atılmıştır.

Evvelâ şunu vuzuha kavuşturmak lazımdır: Osmanlı devleti, bir İslâm Devletiydi ve dolayısıyla insan hak ve hürriyetleri baştan beri kabul ve tatbik ediliyordu. Son dönemdeki bazı araştırmacıların iddia ettikleri gibi, batılı anlamda mutlakıyet hüküm sürmüyordu. Osmanlı Devleti’nin hukuk nizâmını İslâm Hukuku olarak görmeyenler ve onun hukukî mevzuatını Padişahın dudakları arasından çıkan hükümler şeklinde kabul edenler, bu hatayı, bilerek veya bilmeyerek işlemişler; ve Tanzimatı insan haklarının kabulü gibi göstermişlerdir. Halbuki, Tanzimat Fermanı, Asr-ı Sa’âdetten beri tanınan ve üzerinde hassasiyetle durulan insan hak ve hürriyetlerinin son dönem uygulamalarındaki bazı aksaklıkları dile getirmiştir.

Bir diğer önemli husus da, bu ve müte’âkip fermanların neşrinde Batılı devletlerin baskılarıdır. Onlar, özellikle İslâm Hukuku’ndaki gayr-i müslimlerle alakalı bazı istisnaî kayıt ve sınırlamaların kaldırılması istemişler; daha kısa bir ifadeyle, İslâm’dan uzaklaştırmaya muvaffak olamadıkları Osmanlı Devleti’ni, batılılaşma ve asrîleşme terâneleriyle kendi benliklerinden ayırmayı arzulamış ve Osmanlıyı söz konusu tanzimat ve fermanlara zorlamışlardı. Aslında, İslâm Hukukunda insanların temel hak ve hürriyetlerinin nasıl korunduğunu ve Osmanlı Devleti’ndeki perişanlığın, hak ve hürriyetlerin olmayışından değil, suiistimalinden ileri geldiğini onlar da biliyorlardı.

Hasılı, bu Ferman, İslâm Hukuk tarihinde bir hak ve hürriyetler bildirisi olmaktan ziyâde, tatbikattaki hataları, İslâm Hukukundaki hükümlere göre düzeltmeyi tavsiye eden icrâî bir emirnamedir. Avrupa devletlerinin baskısı ve zoru, fermanın sonundaki ifadelerden de açıkça anlaşılmaktadır.



Mustafa Reşid Paşa kimdir? Sadece Tanzimatçı mı yoksa mason bir din düşmanı mıdır?

Mustafa Reşid Paşa, 13 Mart 1800’de İstanbul’da dünyaya geldi. Modern anlamda Türk diplomasisini kurduğu söylenen Mustafa Reşit Paşa, 6 yıl kadar Hâriciye Nazırlığı yaptıktan sonra sadrazamlığa getirildi ve toplam 6 yıl kadar da Osmanlı Başbakanı olarak ülkeyi idare etti.

1839 yılında Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnunu bizzat okuyan ve yetiştirdiği Âli ve Fuad Paşalarla Tanzimatçı ekibin hocası olan Mustafa Reşid Paşa hakkında birbirine zıt iki ayrı fikir bulunmaktadır:

Birincisi: Mustafa Reşid Paşa, bütün Osmanlı Devleti tarihinin en büyük sadrazamı ve en büyük diplomatıdır. Devletin Padişah tarafından değil, yüksek bürokrasi tarafından idare edilmesi fikrini o gerçekleştirmiştir. Dört temel prensip onun hayatının gayesidir; İslâmiyet, Osmanlı Hanedanından bir Padişah, taht şehri olarak İstanbul ve resmî dil olarak Türkçe. Reşid Paşa’ya göre, dünyayı artık silah ve asker değil, diplomasi idare etmektedir. Burada muvaffak olabilmenin şartı da, devletin yetiştirilmiş bir ekip tarafından idare edilmesidir. Bu sebepledir ki, daha sonra Osmanlı Devleti’nin idarî hayatında mühim rol oynayacak olan Âli Paşa, Fuad Paşa, Cevdet Paşa, Ahmed Vefik Paşa, Safvet Paşa ve Şinasi onun kurduğu ekiptendir. Bunlara kısaca Tanzimatçılar demek mümkündür. Mehmed Ali Paşa’nın kılıcını kınına koyan, devleti Abdülmecid döneminde çok büyük tehlikelerden kurtaran ve en önemlisi de Tanzimat diye özetleyeceğimiz ıslâhatı yapan Reşid Paşa’dır.

İkinci görüş: Avrupalılarla içli dışlı olması, yeni ve Avrupâî usullere fazlaca taraftarlığı ve en önemlisi de iddialara göre, dinî meselelerde tam istikametli olmaması, Reşid Paşa’yı bazı dindar insanların nazarında makbul bir insan kılmıyordu. Yazara göre; Reşid Paşa’nın mason olduğu konusunda Masonların 1999 yılında yaptıkları açıklamalar, bütün tartışmaları sona erdirmiştir. Mustafa Reşid Paşa, maalesef masondur. Zaten akıbetinden Cevdet Paşa bile şüphelidir. Yine de masonların oyun yaptığı ve bu beyânda kasıtlı davrandıkları düşünülebilir.

Sultân Abdülaziz’in şahsiyeti hakkında kısaca bilgi verir misiniz? Onun intihar ettiği doğru mudur?

Sultân Abdülaziz, Haziran 1861’de ağabeyi I. Abdülmecid’in vefatı üzerine Osmanlı tahtına çıkmış ve halk tarafından Sultân Aziz diye anılmıştır. III. Selim, II. Mahmûd ve I. Abdülmecid’in Avrupa’yı taklid eden ve çevreleri tarafından suiistimal edilen hayatlarının Osmanlı Padişahları hakkındaki ortaya çıkardığı menfi imajı, Sultân Aziz yaşadığı müstakim hayatıyla telafi etmiştir. I. Abdülhamid gibi velayetine inanılan bir padişah olmuştur. İntihar meselesi, tamamen sefih bir hayat yaşayan Hüseyin Avni Paşa ve bir kaç serseri subayın tertibinden ibarettir.

Sultân Aziz, 4 Haziran 1876 tarihinde yani hal’ından 5 gün sonra, Hüseyin Avni Paşa’nın kiralık katilleri eliyle, kol damarları intihara benzeyecek şekilde kesilerek şehid edildi ve resmen intiharmış gibi gösterildi.

M. F. Gülen: Bana bir zaman birisi bir gazete küpürü gösterdi; iki elinin de damarları kesilmiş deniyordu. Orada yapılan yorumda, “Bir insan bir elini kesince diğerini kesemez” görüşü serdediliyordu; fakat unuttum ben o kaynağı, çok eski yıllarda.

Soru: Hocam, malum cenazeyi yıkayan imamın verdiği ayrıntılı bilgide vücudunda morluklar olduğu, dişinde kırık olduğunu ifade ediyor, Hüseyin Avni Paşa kolları dışında hiçbir yerini muayene ettirmiyor otopsi raporu hazılanırken?!.

M. F. Gülen: Demek ki onu önleyemiyorlar, cenaze yıkanıyor. Oysa cenazeyi bile yıkatmayabilirlerdi.

Maalesef, resmî olarak tutulan ölüm raporunda, son zamanlarda aklî dengesini bozduğu ve neticede intihar ettiği yazılarak mesele kamuoyuna böylece duyurulmuştur. Konu daha sonra çok tartışılmıştır. Çünkü tarih çarpıtılmış ve gizlenmiştir. Mesele incelendiğinde görülmektedir ki, olay intihar değil, açıkça Hüseyin Avni Paşa, Mithad Paşa ve arkadaşlarının işlettikleri bir cinayettir.



M. F. Gülen: Necip Fazıl, Sultan Abdülazizi anlatırken, onun pehlivan bir adam olduğunu, güreş de tuttuğunu söyler, onun için” tosunum” derdi. O da böyle bir devleti idare edecek kapasitede olmadığı görüşünü izhar ederdi. Herhalde biraz da onların tesirinden dolayı Abdülmecid ile Abdülaziz ile alakalı zihnimde şüpheler vardı. Bir gece rüyamda gördüm, valide de yanımda. Ben Mekke-i Mükerreme’de revakların ortasında bulunuyorum, ağlayarak anneme anlatıyorum: Abdülmecid ile Abdülaziz yaptırdı bunları diye. Sonra kalkınca o düşünceler kafamdan silinip gitti. Bu irademle silinip gitme değil yani, sanki içimde bir müzahrafat vardı, o andaki o şeyleri görerek aktı gitti. İlk tanımaya başladığım dönemde de Üstad’a karşı bir problemim vardı. O problemim de bir rüya neticesinde silinip gitti. Orada da kendim başka bir kürede yürüyorum, Venüs gibi, Merkür gibi bir kürede yürüyorum. Hiç kimse yok benden başka. Böyle sığırlar, koyunlar sürü sürü üzerime geliyorlar. Böyle bir dehşete daldım o esnada. Sonra o sırada Hazreti Üstad’ı gördüm, Hazreti Ali’yle yanyana duruyorlar. Hazreti Ali koynundan çıkardı bir tomar kağıt verdi ona. Kalkınca o duyguda kafamdan silinip gitti. Demek ki ihtiyacım varmış.

Yine bir gün bazı Osmanlı sultanlarıyla alakalı “Herhalde bazı kusurları vardı” dedim. Malum son Halife Abdülmecid, padişah falan değil son dönemde. Cumhuriyeti kurdukları zaman ayaklanmaların olduğu yerlerde milletin hissiyatını biraz teskin etmek, baskı altına almak için kabine değiştiriyorlar, bu sırada onu da sürüyorlar malum. Hazret Medine-i Münevvere’ye gidiyor. Ben bir gün vaaz ederken, O hazret gibi bazı sultanlara hafif dokundurdum. Sofranın başında yemek yiyorduk; o eski Çorum müftüsü Ahmet Efendi yanımızdaydı, Asker arkadaşım Yusuf Bey’in babası.. merhum Yozgatlı Ahmet efendi, orada böyle denk getirdi, bana hiç “Osmanlılar için naseza, nabeca sözler söyledin” demedi ama “O bir halife, o silsile-i zehebden bir padişah, buradan geçerken, böyle ben çehresine baktım, çehresi nurefşandı, ışıklı şulefeşandı, nur tele’lü ediyor gibi bir şey...” dedi. Böyle yumuşakça bir tembihte bulundu.

Allah onca zaman hizmet gördürmüş o insanlara. Siz şimdi gidip iki tane adama bir şey anlatınca Allah nezdinde bu meselenin bir kıymet-i harbiyesinin olmasını düşünür, böyle Cennet’e girmeyi düşünürsünüz. Bu adamlar uzun zaman alem-i İslam’ın şimalinde koskocaman bir dünyayı sıyanet etmişler. Bir insanın serhatlarda nöbet tutması bir saati bir sene ibadetse, bu adamlar ömürleri boyunca serhadda nöbet tutma vazifesi yapmışlar. Sadece bir kısım şahsi kusurlarına takılıp bakmamak lazım. Bazı şeylerde yanılıyoruz.

Genç Osmanlılar (Jön Türkler) Cemiyeti’ni kimler ve hangi gayelerle kurmuşlardır? Namık Kemal ve Ziya Paşa bu derneğe neden girmişlerdir?

Osmanlı Devleti’nde, Sultân Abdülaziz’e kadar, sadrazam, Şeyhülislâm, yeniçeriler ve benzeri gruplar arasında görülen muhalefet hareketi, Sultân Abdülaziz zamanında gayr-ı resmî olarak kurulan Yeni Osmanlılar veya Genç Osmanlılar Cemiyeti (Batılılar Jön Türkler demektedirler) adlı bir dernekle kurumsallaşmaya başlamıştır. Reşid Paşa, Âli Paşa ve Fuad Paşa’ların ıslâhat hareketlerini az bulan ve çoğu Avrupa’da tahsil görmüş olmaları hasebiyle daha da Avrupalılaşmak taraftarı olan gençler tarafından İstanbul’da 1865 Haziranında kurulmuştur. Ortak özellikleri, zenginlerin, paşaların ve entel ailelerin çocukları olan bu gençler, her ne yolla olursa olsun Namık Kemal’i Hâriciye Nâzırı ve Ziya Paşa’yı da Sadrazam yapmak istiyorlardı. Sonradan bu cemiyete asker ve siyasi simalar da girmeye başladı. Hürriyet ve meşrûtiyeti ağızlarından düşürmeyen ve milletten kopuk olan bu ekip, 1867’de Bâb-ı Âli’ye baskın teşebbüsünde bulundular ise de, Âli Paşa’nın önceden haber almasıyla, tasfiye edildiler. Bunun üzerine kurucularından bir çoğu Avrupa’ya kaçan Genç Osmanlılar Cemiyeti üyeleri, Mustafa Fâzıl Paşa’nın mali desteğiyle Avrupa’da teşkilâtlanmaya başladılar.

Kısaca, tam anlamıyla bir muhalefet partisi durumuna gelmişler; ancak muhalefetleri, yapıcı değil, hep yıkıcı olmuştur. Abdülaziz’in hal’ındaki bütün olumsuz işler, hep bu cemiyetin mensupları olan kimselere aittir. Gerçekten Genç Osmanlılar, Osmanlı Devleti’ne fikren bazı yenilikleri getirmişler ise de, 93 harbinin acı sonuçlarını hazırlayan siyâsi ekibin içinde yer almışlardır. Destekçilerinin Avrupa devletleri, mason locaları ve İstanbul’daki yabancı büyükelçiler gibi çevreler olması, bu hareketi tarif açısından önemli bir kriter olsa gerektir. Ayrıca askeri siyâsete karıştırmak da, bu ekibin kötü bir mirasıdır. Daha sonra da, bu ekip Jön Türkler olarak İttihâd ve Terakki Partisinin kurucuları tarzında yine karşımıza çıkacaklardır.

Sultân Abdülhamid zamanındaki mühim olaylar hakkında kısaca bilgi verir misiniz?

Sultân Abdülhamid Hân, Osmanlı Padişahları arasında en uzun süre tahtta kalanlardan biridir; bütün hayatını tam bir İslâm âlimi ve siyâset ve devlet adamı olmaya vermiştir. Babasının tabiriyle kuşkulu ve sükûtî oğul olan Abdülhamid, hayat tarzı itibariyle Sultân Abdülaziz’e benzeyen, şarklı, tam bir Müslüman ve tam bir Osmanlıdır; takva ve dindarlığı sebebiyle halk arasında veliyyullah olarak bilinmiştir. 31 Ağustos 1876’da V. Murad’ın yerine tahta çıkan II. Abdülhamid, dış ve iç düşmanların bütün gayretlerine rağmen, 27 Nisan 1909 yılına kadar Osmanlı tahtında kalmayı başarmıştır.

II. Abdülhamid, Midhat Paşa ve ekibini taltif ederek tahta çıkmış ve maalesef Meclis-i Mebusan’ın kapatıldığı Şubat 1878’e kadar da, idarede hep onların sözleri geçerli olmuştur. Neticede bu bir buçuk yıl kadar zaman, Osmanlı Devleti’nin çöküş ve hatta yıkılış yılları olmuştur.

Böyle bir dönemde, Osmanlı Devleti Midhat Paşa ve ekibinin ısrarıyla, 23 Aralık 1876 tarihinde I. Meşrutiyet’i (Taçlı Meşrutiyet veya 93 Meşrûtiyeti de denmektedir) ilan etti ve temel itibariyle 1960 yılına kadar yürürlükte kalacak olan ilk yazılı Anayasayı yani Kanun-ı Esâsî’yi ilan etti. Bundan cesaret alan, Midhat Paşa ve ekibi, ordunun harp istediğini, Rusya’nın yenileceğini ve İngiltere’nin Osmanlı Devleti’nin yanında harbe katılacağını iddia ederek, harp ilanına karşı olanları vatan hâini ilan ettiler. II. Abdülhamid bunlardan hiç birini kabul etmiyordu, ancak çaresizdi. Harp tekliflerini incelemek üzere Ocak 1877’de toplanan Meclis-i Meb’usân’ın 240 üyesinden 60’ı gayr-i müslim idi. Karar, harp ilanının lehine çıktı ve Osmanlı Devleti’ni yıkılışa götüren bu karar, büyük Rus-Osmanlı Savaşının yani halkın ifadesiyle 93 Harbi’nin başlamasına yol açtı. Fiilen Haziran 1877’de başlayan bu harb Ocak 1878’de Osmanlı Devleti’nin her şeyini kaybetmesiyle sonuçlandı. 93 felâketi Şubat 1878’de Meclis-i Meb’usân’ın kapatılmasını ve II. Abdülhamid’in ikinci saltanat devresinin başlamasını netice verdi. Kısaca 93 Harbi ve bunun acı meyvesi olan Berlin Muahedesi, II. Abdülhamid’in değil, onu başlangıçta kukla gibi kullanmak isteyen Midhat Paşa ve ekibinin eseridir. Abdülhamid’in tek başına idareyi almasının sebebi de budur. Yoksa devletin yıkılacağı kesindi.

1878-1909 arasında 30 yıl kadar süren bu devreye, II. Abdülhamid’in şahsî idare devri veya muhaliflerinin ve maalesef Cumhuriyet dönemi tarihçilerinden çoğunun ifadesiyle istibdâd devri (devr-i istibdâd) denmektedir.

Bilançoları çok ağır olan 93 felâketinin devleti yok edeceğini anlayan II. Abdülhamid, Meclis-i Meb’usân’ın bağımsız Ermenistan, Pontus ve Kürdistan gibi devletlerin kurulmasını tartıştığını görünce, Meclis’i fesh etti. Alman Devlet Adamı Bismark, “bir devlet millet-i vâhideden mürekkeb olmadıkça, meclisin faydadan ziyade zarar vereceğini” ifade ederek Meclisin feshini tasvip etmişti. Rus Çarı zaten memnundu. Durumdan rahatsız olan İngiltere, V. Murad’ı padişah ve Midhat Paşa’yı sadrazam yapmak için Genç Osmanlılardan Ali Suavi’yi tahrik ederek, tarihe Çırağan Baskını veya Ali Suavi Vak’ası olarak geçen elim olayı patlattı. 23 ihtilâlcinin ölümü ile sonuçlanan bu sonuçsuz darbe, II. Abdülhamid’i, hafiyye denilen gizli teşkilâtını kurarak idareyi daha sıkı ele almasına mecbur etti.



M. F. Gülen: O siyasi istihbarat servisi, Midhat Paşa tarafından kurulmuştu. Abdülhamid onun kurduğu teşkilatı ele geçiriyor.

İç buhranlarla perişan olan ve her iki cephede de mağlup duruma düşen Osmanlı Devleti, Yeşilköy’e kadar gelen Ruslarla, İntihar Andlaşması denilebilecek olan 3 Mart 1878 tarihli Ayastafanos Muahedesini imzaladı. Ancak düvel-i muazzama denilen İngiltere, Fransa ve Avusturya yani Almanya’nın bundan rahatsız olmaları üzerine, 4,5 ay sonra bu andlaşma yok sayıldı ve 13 Temmuz 1878’de Berlin Muâhedenâmesi imzalandı. Berlin Anlaşması, Romanya, Sırbistan ve Karadağ’a tam istiklâliyet vererek Osmanlı Devleti’ni Avrupa’dan tasfiye ediyordu. Bosna-Hersek Eyâleti Avusturya’ya verilirken, otonom bir Bulgaristan Prensliği kuruluyordu.

Berlin Muâhedenâmesinden cesaret alan Ermeniler, 1895-1896 yıllarında Doğu Anadolu’da katliamlara ve bağımsız bir Ermenistan kurma teşebbüslerine giriştiler. II. Abdülhamid, teşkil ettiği Hamidiye Alayları ile bu tehlikeyi bertaraf etti ve dâhiyâne denecek kadar mükemmel olan dış politikasıyla, büyük devletlerin işe karışmasına mani oldu. Dış güçlerin bu bölücü hareketlerini gören II. Abdülhamid, çareyi İslâm kardeşliğini bölgede takviye etmekte bulmuştur. Bu gaye ile 1891 tarihli Nizâmnâmeye göre, Şark’ta Osmanlı Devleti’nin İslâm kardeşliği politikasını Müslüman halka anlatmak; Ermenilerin oyunlarına gelmemek; merkezî otoriteyi tekrar temin etmek ve o bölgedeki insanları gönüllü vatan müdafileri olarak istihdam etmek gayeleriyle Hamidiye Alayları denilen mahallî askerî kuvvetleri tesis ve teşkil eylemiştir. Gerçekten bugün Doğuda Müslüman halk yaşıyorsa, hayatlarını Abdülhamid’in bu siyâsetine borçlu olduklarını tarihçiler açıkça ifade etmektedirler.

Ermeni isyanlarına karşı sert tedbirler alan II. Abdülhamid, bilhassa Fransa’daki Ermeniler tarafından Kızıl Sultân diye anılmaya başlandı. İttihâdcılar ve Cumhuriyet dönemindeki bazı sözde aydınlar da, aynen Ermeniler gibi, bu unvanı kullanmaya devam etti.

Bu arada; Filistin topraklarına kuvvet ile yerleşmenin imkânsızlığını gören Yahudiler, reisleri Theodor Herzl’i (1860-1904) Padişah’a bizzat göndererek, Filistin’e yerleşmek istediklerini ve eğer bu teklif kabul edilirse, Osmanlıya sadık vatandaş olacaklarını ve Osmanlı Devleti’ne milyonlarca altın yardım edeceklerini bütün dünya Yahudileri adına teklif etti. Bu çirkin teklifi şiddetle reddeden Abdülhamid, Ermenilerden sonra Yahudileri de karşısına aldığını bile bile şu cevabı verdi: “Ben bir karış dahi olsa toprak satmam; zira bu vatan bana değil, Osmanlı milletine aittir. Milletim bu toprakları kanlarını dökerek kazanmışlardır. Ne ile aldıysak, onunla geri veririz”.

M. F. Gülen: Bu sözü çok meşhurdur tarihte. Başka bir şey yapılabilir miydi yapılamaz mıydı bilemiyoruz. Bu türlü meselelerde benim kafama takılan şey, hadiselerin içinde olmadığımızdan dolayı, arka planlarıyla onları bilemeyeceğimiz hususu oluyor.

Soru: Ali Suavi’yi çözmek zor?

M. F. Gülen: Molla gibi biri, karakter bakımından da maceraperest. Cemil Meriç de onu yazmıştı, bir mollanın isyanı. Babıaliyi basması fiyaskoyla sonuçlanıyor, olacak şey değil. Abdülhamid’e isnad edilen hatıralarda, onların içinden Namık Kemal’i samimi buluyor. Öyle onların tesirinde kalmış bir insan olarak gösteriyor. Fakat diğerleri için aynı şeylerden söz etmiyor. Ziya Paşa bile, karbonari olarak anılan insanlardan.

Soru: Masonluğun bu kadar yaygın oluşu, mahiyetinin bilinmeyişinden mi?

M. F. Gülen: Bilinmeyişinden.. Bir de din adına çok kayıplarımız olmuş. Dinin ruhundan uzaklaşmışız. O zaman böyle doğrudan doğruya dine karşı çıkmamışlar, bugün bile yayılma durumu gösteriyorlar. Belli bir seviyeye geldikten sonra o yeminlerini, törenlerini yapıyorlar.

Medet Efendi; 50’li yıllarda 75-80 yaşlarındaydı, Abdülhamid’in yaveriydi. Abdülhamid’den sonra tımarhaneye atmış İttihatçılar. Erzurum’un yerlisiydi. Erzurum’da dersanede belli bir süre beraber kalmıştık. Alvar İmamı “Bu adam ermiş, fakat farkında değil” derdi onun için. Evine de gitmiştik, hakikaten Enderun’da yetişmiş, Enderuni bir hanımı vardı. Abid, zahid bir insandı, saçlı sakallı. Abdülhamid’i yakından biliyordu, oğlu da Merhum Menderes’in Kalem-i Mahsus müdürlüğünü yaptı.

Ermeni komitacıları ve milletlerarası siyonizmin temsilcileri, davalarına engel gördükleri II. Abdülhamid’i yok etmek üzere, terörist Belçikalı Jorris ile anlaştılar. 21 Temmuz 1905’de Cuma Selamlığında infilak eden bomba, Padişahı yok etmek için patlatılmıştı; ama Allah korudu.



M. F. Gülen: Tevfik Fikret ‘Ey şanlı avcı attın fakat vuramadın’ der kendi hükümdarına karşı.

Soru: O başka milletten mi?

M. F. Gülen: Yok, o zamanla ateist olmuş. Güzel şiirleri var, ordu-yu hümayunu alkışlıyor, bize ait değerleri destanlaştırıyor. Şiirleri de okunmaz gibi değil. Necip Fazıl beğenmezdi, ondan dolayı ta’n eder ve “Ramazan davulcusu” derdi ona.

Soru: Sırf Abdülhamid düşmanlığı mıdır bu kadar?

M. F. Gülen: Dine de düşman olmuş zamanla, zamanla ciddi bir din düşmanlığı da var, açık görülüyor. O Beşir Fuat gibi o dönemin aydınlarının, Celal Nuri Tarih-i Kadim sahibi gibi o dönem insanlarının kafaları karışık. İyi müslümanların bile kafalarının karıştığı bir dönem. Filibeli Ahmet’in kafası karışıyor, Hamdi Yazır’ın, Mehmet Akif’in kafası karışık. Öyle güzel insanlar bile çok şaşırtılıyor o dönemde. O Safahat’ta bir tane böyle Abdülhamid’in lehine bir mısralık bir şey görmedim ben. Safahat’la tanışmam ta ‘56’ı yıllara dayanıyor. Mehmet Akif gibi samimi, özü-sözü bir, tepeden tırnağa bizim milletimizden bir insan, imanla heyecanla dopdolu bir insan, fakat nasıl öyle bir tutum içine girmiş? Ona küsmüyor ve kırılmıyorum. Abdülhamid’i ne kadar seviyorsam onu da o kadar… Fakat demek ki bazen yanlış anlamalar oluyor. Günümüzde de olduğu gibi dolduruluyor insanlar...

Dış ve iç baskılara rağmen 30 yıl Osmanlı Devleti’ni büyük sıkıntılarla ayakta tutan II. Abdülhamid, bu idareyi devam ettirmek için bazı zecrî tedbirlere baş vurmak mecburiyetinde kalmıştı. Ancak bundan da önemlisi, Ermeni ve Yahudi meselesi yüzünden bütün basın ve Avrupa kamuoyu tamamen aleyhine geçmişti. Bu aşırı propagandalara rağmen, Müslüman halk, veli bildiği Padişaha itaat etmeyi ibadet telakki ediyordu. Ancak menfi güçlerin tahriki ile genç aydınlar ve askerler arasında, 93 felaketi ile memleketi sürüklediği uçurum unutularak, körü körüne bir Midhat Paşa hayranlığı yeniden başlamıştı. Yeni Osmanlılar veya Genç Türklerin fikirleri yeniden dirildi.



M. F. Gülen: Talat’ın hatıralarını okumuşsanız, orada dinine imanına dair bir şey yok. İkincisi de, ben ‘59’da Edirne’ye gittim. Onların hükmettikleri dönemde 14-15’e kadar, 18’e kadar hakim oluyorlardı. Kendisini tanıyan, orada posta memurluğu yaptığını bilen yaşlı adamlarla görüştüm, konuştum. “Burada sıradan bir PTT memuruydu.” demişlerdi. İttihad cemiyetine iştirak edince birden bire yıldızı parlıyor. Enver de saraydan Naciye sultanla evlenince onun da yıldızı parlıyor. Öbürü bazı eşkıyayı dağlarda bastırdığından dolayı onun da yıldızı parlıyor. Böyle bir şey. Bizzat kendisini tanıyan, o günlerde 70-80 yaşındaki insanlar vardı. Cami cemaatimden de insanlar vardı. Tanırlardı Talat’ı.

Soru: Suriye’deki halkın Cemal Paşa ile alakalı hatıraları hala canlı?

M. F. Gülen: Çok acıdır, maalesef koca bir Arap dünyasını küstürmüş, Lawrence’ın yaptığından daha fazla kötülük yapmış. Millet derdini anlatmak için gelmiş, ya kendi vurmuş ya da vurdurmuş orada, asmış berdar etmiş onları. Kocaman bir dünyayı düşman haline getirmiş.

Bozulmuş işte, o Jön Türklerin devamı. Yahya Kemal anlatıyor: Belli bir dönemde öyle bir Batı hayranlığı vardı ki, Fransa’da Paris’te değişik kimseler gördüm, orada seyyar satıcılık yapıyorlardı. “Paris’te bulunmak için değer, Paris’te bulun da seyyar satıcı ol” falan diyorlardı. Kaynağını unuttum. Yani böyle bir kompleks oluyor toplumda. Kimisi İngiltere’ye gidiyor, Anglosakson terbiyesiyle yetişiyor, o dönemde hala o Fransız ihtilalinin bıraktığı izler var. başkaldırma ruhu…

Soru: Abdülhamid’e karşı çok organize bir düşmanlık var?

M. F. Gülen: İçtekiler yapıyorlar. Tarihi tekerrürler devr-i daimi. Yalnız zamana göre, hadiselere göre işin rengi, şivesi değişiyor, ama aynı şeyler.

1890 yılında bir kısım Harbiye ve Askerî Tıbbiye talebelerinin teşebbüsü ile gizlice kurulan İttihâd ve Terakki Cemiyeti, II. Abdülhamid’in azlini gaye edinen bir hareket idi ve asker siyâsete yine karıştırılmıştı. Ermenilerin ortaya attığı Kızıl Sultân iftirası, bunlar tarafından da kullanılmaya başlandı. III. Ordudaki Tal’at Bey, Enver Bey, Niyazi Bey ve benzeri genç subayları da arasına katan İttihâd ve Terakki Cemiyeti, kazandığı gücü teröre transfer edecek kadar dengeyi kaybetti. Hareketlerine karşı koyanlara mürteci damgasını vuran İttihâd ve Terakkiciler, II. Abdülhamid’e temel hükümleri zaten yürürlükte olan Kanun-ı Esâsi’yi tamamen yürürlüğe sokmak ve Meclis’i açmak üzere baskı yaptılar. 23 Temmuz 1908’de II. Meşrûtiyet ilan edildi.

Bu iç kargaşadan istifade eden Bulgaristan ve Bosna-Hersek Osmanlı Devleti’nden tamamen ayrıldı ve İttihâdçıların ittihâd-ı anâsır fikrinin ilk acı meyvesi bu oldu. İttihâdçıların basiretsizlikleri yüzünden, 240 üyeli meclisin sadece 140’ı Türk olmak üzere Meclis-i Meb’ûsân 17 Aralık 1908’de açıldı. O mecliste Girid’in, Tesalya’nın ve Yanya’nın Yunanistan’a bırakılması gerektiğini ifade eden milletvekilleri bile çıkmıştır.

Bazı milletvekilleri, Doğu’da bir Ermeni Prensliğinin kurulması için teklifler vermişlerdir. Azınlıklar, demokrasi geldi diye devlete bağlanmadılar ve bilakis devlete isyan etmeye başladılar. Müslümanların kanına giren Sırplar, Bulgarlar, Ermeniler ve benzeri azınlıklar için af ilan edildi. İstanbul’da Ermeni ihtilâli yapıldı; ama suçlu Müslümanlar oldu. Bunu fırsat bilen İngilizler ve diğer Osmanlı düşmanları, Üçüncü Ordudan İstanbul’a sevk edilen avcı taburları tarafından 31 Mart Vak’ası denilen ihtilali çıkardılar. Kurulmuş askerler ve bunlara katılan hamallar gibi sıradan insanlar, şerî’at elden gidiyor diyerek devlete karşı ayaklandılar. İttihâdçıların hem Abdülhamid’den kurtulmak ve hem de muhaliflerini ve samimi dindarları ezmek için tertip ettiği bu olay, İstanbul’a gelen Hareket Ordusu tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı.

Neticede Meclis’i toplayan İttihadcı Tal’at Bey, 27 Nisan 1909 tarihinde, silah tehdidi altında Meclis’ten hal’ kararını çıkardı ve içinde hiç Müslüman Türk bulunmayan dört kişilik heyetle (Yahudi Emanuel Karaso, Ermeni Komitecisi Aram Efendi, Arnavud Es’ad Toptani Paşa ve Gürci Arif Hikmet Paşa) hal’ kararını II. Abdülhamid’e tebliğ ettirdi.


Yüklə 470,84 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin