Bilinmeyen Osmanlı Özet o simsek



Yüklə 470,84 Kb.
səhifə4/11
tarix29.10.2017
ölçüsü470,84 Kb.
#19519
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11

M. F. Gülen: Uydurulmuş şeyler.. işte biraz önce bahsettiğim tarihçi öyle yazıyor. Kutsal değil, müteal bir varlık değil, insan nihayetinde. Kösem gibi biraz da hırslı bir kadın var. Hırs başka, bazı yanlışlıklar yapma başka. Bugün idare eden insanlar içinde de beş vakit namazını kılan, uçakta bile namazını kaçırmayan insanlar var; fakat o kadar da çok güçlü hırsları var, hazımsızlıkları var. O kadında da öyle hırs var.. ve yeniçeri onun da başını yiyor. Kaçıyor saklanıyor, yüklüğe falan giriyor, bazı delikler varmış oraya saklanıyor. Ama yeniçerinin elinden kurtulamıyor. Şimdi öyle bir annenin hırsı söz konusu. Sonra saray basılmış elli defa. Osmanlı tarihinde çok önemli bir sima olan Hafız Paşa’yı çocuk hünkarın gözü önünde parçalamışlar. Bu hadiselerin iki tanesini yaşayınca delirir insan. Abisini öldürüyorlar, öbür abisini Genç Osman’ı mıncıklayarak öldürüyorlar. Yeniçeriler istihkak ettikleri şeyi buluyorlar, fakat öyle yapılmalı mıydı, yapılmamalı mıydı, ıslahı kabil miydi onun?

Bütün bu israflar, lüksler ve bunu takip eden haksızlık ve suiistimaller, Osmanlı Hazinesini, batırma noktasına getirince, vatandaşa yeni yeni vergiler konmaya başlanmıştır. Buna acı bir misâl olmak üzere, Telli Haseki’yi nikahlarken mehir olarak Mısır Hazinesini vermesini, onun isteği üzerine dairesini kürkler ve samurlarla döşetmesini zikredebiliriz. Nitekim bu hal, ulemanın ve ocak ağalarının isyanına ve neticede kendisinin şehid edilmesine sebep olmuştur.

Cevabın sonunda “Bunları bilmek, tarihten ibret almak için şarttır.” diyen yazar, suizanlara mani olmak için şunu da ilave etmektedir: Bu zevk ü safayı, kesinlikle bugünkü anlamda gayr-i meşru eğlenceler olarak anlamak doğru değildir. Meşru dairedeki keyfin suiistimali söz konusudur. Bu sebeple bazı batılı yazarların fırsatı ganimet bilerek anlattıkları gayr-i meşru eğlence tarzları yakıştırma ve iftiralardan ibarettir.

M. F. Gülen: O Lale Devri’nde de günümüzde anlaşıldığı şekilde bir bohemlik, bir hayvanilik yok. Fakat İslami yapıya göre çok aykırı şeyler var. O sadabat keyifleri, safaları.. o cismani aşk, meşkler.. o gün söylenen şeyler… Nedimler dünyası, Enderuni Vasıflar dünyası… Bunlar günümüzde gayet meşru sayılıyor. Onun için ona karşı da malum isyan oluyor, oraları yakıp yıkıyorlar, Sadabatı. Şimdi bir parçasını ihya etmişler de galiba bir parçası işgal. Yahya Kemal diyor ki, “O Sadabat kenarında kayanın üzerine en son oturup Enderuni Vâsıf’ın

Çözülme zülfüne ey dil-rübâ dil bağlayanlardan


Kaçınma âteş-i aşkınla bağrın dağlayanlardan
Düşer mi ictinâb etmek seninçün ağlayanlardan
Sirişk-i çeşmimin bak farkı var mı çağlayanlardan”


şarkısını söyleyen ben oldum.” Birkaç arkadaş gitmiştik oraya; dedim ki “Hayır üstad sen değil onu ben söyleyeceğim!” Taşı da bulduk. Bir arkadaş dedi ki -Allah selamet versin- “Hocam asıl şimdi oturup ağlamak lazım!” Hiç unutmam, 80 sonrasıydı.

Soru: Parça parça da olsa, hükümdarların anneleri veya kadınların rolleri?.. bu tür idareye talip olanların veya herhangi bir yerde olanların hanımlarının işlere müdahalesi..?

M. F. Gülen: İyi olduğu dönem de olmuş. Esas hanımın iyi olması önemli. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Hudeybiye Musalahası’nda Ümmü Seleme validemiz’in fikrini almamış mı? Aişe validemizle çok şeyi görüşmemiş mi? Hafsa validemize bir şey sormamış mı? Sorduğu kadın da olsa, çocuk da olsa bunda bir mahzur yok. Evet, önemli olan, o kadınların ruh kıvamı mevzuudur.

II. Osman’dan itibaren Osmanlı idaresinde kadınlar saltanatının başladığı ve bunun başını da Kösem Sultân’ın çektiği söylenmektedir. Bu iddiaların aslı nedir?

Yazara göre, maalesef bu iddiaların bir kısmı doğrudur. Kadınlar Saltanatı, çok zayıf da olsa Kanuni devrinde Hürrem Sultân ile başlamış ve IV. Mehmed’in Köprülü’leri iş başına getirmesine kadar devam etmiştir.

Bilindiği gibi, Mahpeyker Sultân, tüysüzlüğü yahut diğer hasekilerin (gözdelerin) önüne geçmesi sebebiyle Kösem Sultân diye adlandırılmıştır; I. Ahmed’in kadın efendisi, IV. Murâd ve I. İbrahim’in de annesidir. Asıl adı Anastasia ve babası da bir Rum papazı olan bu kadın, Osmanlı sarayına câriye olarak girmiş ve Müslüman olduktan sonra Padişah’ın kadın efendiliğine kadar yükselmiştir.

IV. Murad’ın birinci saltanat devresi yani IV. Murad’ın ismen Padişah olduğu, ancak devleti annesi Kösem Sultân ile Sadrazamlar, Şeyhülislâm ve benzeri devlet adamlarının yönettiği devre, 1623-1632 yılları arasında 8 küsur sene devam etmiştir.

Kösem Sultan, diğer oğlu I. İbrahim tahta oturunca, Valide Sultân sıfatıyla devleti idare etmeyi sürdürmüştür. Fakat Sultân İbrahim, hanımları daha etkili olmaya başlayınca, annesini dinlememiş; hatta onu Saray’dan uzaklaştırmıştır.

Kösem Sultân’ın devlet işlerini Padişah gibi yürüttüğü asıl dönem, torunu 4. Mehmed devridir. İslâm hukukunun aradığı şartların çoğunluğu bulunmadığı halde Osmanlı tahtına oturan 4. Mehmed, 1642 yılında dünyaya gelmiş ve 7 yaşına basmadan Padişah olmuş müstesna bir şahsiyettir. Ertuğrul Gâzî ve Osman Gâzî sayılmazsa, Kanuni’den sonra en uzun süre (39 yıl) tahtta kalan Osmanlı Padişahıdır. Kendisini devlet işlerinden uzaklaştırdığı için oğlunun idamına dahi göz yuman Kösem Sultân, 7 yaşındaki torununu tahta geçirmekle, istediğine kavuşmuştu. Ava merakı sebebiyle Avcı Mehmed de denen 4. Mehmed, saltanat yıllarının ilk döneminde, sadece şeklen padişah idi. Asıl işleri yürüten ise Valide Sultân sıfatıyla Kösem Sultândı. Sadrazamları bile tayin edip istifalarını kabul edecek kadar devlet işleriyle iç içeydi. 4. Mehmed’in annesi Turhan Sultân başta olmak üzere, herkes bu durumdan şikâyetçiydi. Kösem Sultan, gücünün zayıfladığını hissedince 4. Mehmed’i indirip yerine kardeşi II. Süleyman’ı tahta geçirme planlarına başladı; ancak plan duyuldu ve 11 yıldan fazla Nâibe sıfatıyla bir cihan devletini idare ettikten sonra, 3 Eylül 1651 gecesi, Padişah ve Turhan Valide Sultân’ın adamları tarafından boğularak öldürüldü. Artık Vâlide-i Şehîde veya Vâlide-i Maktûle diye anılır oldu.

Yazar, Kösem Sultanla alakalı sözlerini tamamlarken şunu da ilave ediyor: Bütün bu anlatılanlardan, Kösem Sultân’ın eski dinine geri döndüğü veya iyi bir Müslüman olmadığı gibi yanlış manalar çıkarılmamalıdır. Bütün bu anlatılanlar, kadınların da saltanata karşı ne kadar alakalı olduklarının delilleridir ve aynı zamanda Osmanlı Devleti’nde kadın dört duvar arasındaydı şeklindeki itirazlara karşı da müşahhas bir cevaptır. Bunun yanında Kösem Sultân, iyi bir Müslüman idi. Her sene hapishaneleri dolaşır ve borçtan tutuklu olanları kurtarırdı. Fakirlere her zaman yardım ederdi. Hayır eserleri arasında medreseleri, mektepleri, Dâr’ül-Hadisleri ve sebilleri bulunmaktadır. Saltanatı müddetince biriktirdiği servet ise, tamamen hazineye devredilmiştir.

M. F. Gülen: Demek ki bazılarının hükmetme ve idareye karışma hırsı oluyor.

Kösem Sultan’dan sonra 4. Mehmed’in annesi Turhan Sultân’ın devleti tek başına idare ettiği söylenmektedir. Bu da doğru mudur?

Kısmen doğrudur; ancak Hatice Turhan Sultân, Hürrem ve Kösem Sultân ile kıyaslanmayacak kadar iyi kalbli ve devletin selâmetini düşünen bir hanımefendidir. 1627 yılında Rus bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen, sonradan kadın efendiliğe yükselen Hatice Turhan Sultân, oğlu 4. Mehmed 7 yaşında Padişah olunca, Kösem Sultân ile olan Nâibelik mücadeleleri başlamış ve 1651 yılında Kösem Sultân boğdurulunca, tam 34 yıl Valide Sultanlık makamında kalmak üzere, Osmanlı Devleti’nin o zamanlar ikinci protokolü olan makama geçmiştir. Vâlide-i Muazzama unvanı ona aittir. Zira 1656 yılında devleti Köprülü’lere devredinceye kadar, tam manasıyla bir Padişah gibidir. Aziller ve tayinler artık onun hatt-ı hümâyûnu ile yapılmaktadır. Mührün üzerinde “Mazhar-ı Lütf-i Samed Vâlide-i Sultân Mehmed” yazılacak kadar iktidarı artmıştır. Çevresinin tesiriyle yanlışlıklar yaptığı da olmuştur; Kösem Sultân zamanındaki suiistimaller, kısmen de olsa onun zamanında da devam etmiştir. Fakat, onun iktidar hırsı yoktur; yetkilerini dört beş sene kullanmışsa da, Mimar Kasım Ağa ve benzeri basiret sahibi insanların tavsiyesi ile, devlet işlerini 1656 yılında tamamen Köprülü Mehmed Paşa’ya devretmiş ve kendisi de bütün vaktini, ibadet, dua ve hayra tahsis etmiştir.



1683 Eylül’ünde meydana gelen Viyana Bozgununun sebepleri neler olabilir? Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın kabahati var mıdır?

Her musibet bir cinayetin neticesidir ve bir mükâfatın da mukaddimesidir.



M. F. Gülen: Ahmet Akgündüz bey’in Risalelere vukufiyeti ifadelerine de yansıyor. Risalelerden çok güzel iktibaslar oluyor. Bu tesbit de onlardan biri.

O halde bu bozgun felaketinin de bir sebebi vardır. Bu sebebi, sadece, Kara Mustafa Paşa’nın bazı taktik ve şahsiyet kusurlarına yüklemek doğru değildir. Hadisenin olduğu günlerde Osmanlı Vak’anüvisi olan Silahdâr Mehmed Efendi bu noktayı çok güzel özetlemiştir. Onun görüşlerini de esas alarak bir iki noktayı açıklamakta yarar vardır.

1) Bu sefere katılan Osmanlı ordusunun maddi hazırlığı son derece mükemmel idi. Topuyla tüfeğiyle ve ordunun diğer donanımıyla düşman kuvvetlerine ezici bir üstünlüğü mevcuttu. Ancak asıl can damarını teşkil eden asker grubu, Allah’ın bu nimetlerine şükretmesini bilmemiştir. Hatta sefer sırasında askerin ve hem de Recep, Şaban ve Ramazan ayına rastlayan mübarek günlerde, nimetin şükrünü eda edecek yerde şımardıkları ve gayr-i meşru fiilleri işledikleri bizzat Osmanlı tarihçileri tarafından açıkça ifade edilmiştir. Bu arada, Kara Mustafa Paşa’nın fevkalade istikametli bir hayatı olduğunu hemen belirtelim.

2) Maalesef, kurmay heyeti, askerin çokluğuna ve intizamına bakarak gurura kapılmış ve hem Kırım Hanı Murad Giray ve hem de Erdel Kralı Mihal’in ikazlarına riayet edilmemiştir. Onlar Yanıkkale’nin fethedilerek Viyana’nın gelecek yıla bırakılmasını ısrarla tavsiye etmişlerdir.



M. F. Gülen: Bazı tarihçiler, bozguna Girayların sebebiyet verdiğini söylerler. Kendileri sadrazamlık beklediklerinden ve bu talepleri gerçekleşmediğinden hazımsızığa düşmüşler; oraya giderken de gönülsüzler. Onların neticeyi hesap edemeden yaptıkları ihmaller ve hatalar bozguna sebep olmuş. Yoksa Merzifonlu’nun stratejisi ve taktiği yanlış değil orada. Avrupalıların tam boğazını sıkacağı bir durumda arkadan hançerleniyor olabilir. İhanet mevzuu.. peygamber olacak ki Allah haber versin.. Merzifonlu ne bilsin.

3) Osmanlı ordusuna ve özellikle de yeniçeri ocağına vasıfsız insanların alınışları, ilk acı meyvesini Viyana bozgununda vermiştir. Çünkü askerin önemli bir kısmı, iş ciddiye binince, Viyana’ya gelinceye kadar elde ettikleri ganimetin ve servetin derdine düşmüşler ve asıl gazayı unutmuşlardır. Askerin çokluğunun değil, “ölürsem şehid kalırsam gazi” ruhuna sahip olmanın önemi burada anlaşılmaktadır.

4) Daha önceki gazalarda en büyük vasıfları, İslâm’ın tesbit ettiği usuller çerçevesinde harp etmek, insanların mal ve ırzlarına göz dikmemek olan Osmanlı askerleri, bu seferde geçtikleri yerlerde ciddi tahribatlar yapmışlar ve İslâm’ın bu ulvi düsturlarına tam riayet edememişlerdir.

5) Elbette ki bütün bunların yanında, maddi sebepler de vardır. Bunların başında iki ayı bulan muhasara sırasında askerin yorgun ve bitkin düşmesi, harbin esasını teşkil eden atların kısmen bakımsız kalmaları, komutanların taktik hataları ve nihayet Kırım Hanı’nın neticenin bu kadar vahim olacağını hesap edemeyerek Mustafa Paşa’ya ihanet etmesi bunlardan bazılarıdır.



M. F. Gülen: Kırım Hanı derken, buradaki Gazi Giray değil, o vefalı olmuş Devlet-i Aliyeye karşı. Ömrünü Yavuz Selim gibi at üstünde geçirmiş bir adam, karıştırmamak lazım; Kırım Hanları vardı ve Devlet-i aliyeye bağlıydılar.)

Lale Devri hangi dönemdir? Lale Devrinde yapılan eğlenceler nelerdir ve gayr-i meşru eğlenceler var mıdır?

Hem III. Ahmed ve hem de damadı ve sadrazamı olan İbrahim Paşa, sulha meyilli, sakin ve eğlenceli hayatı seven, mülayim insanlardı. Bu yaratılışları gereği olarak, 1718-1730 tarihleri arasında, ziyafetten ziyafete koşturdukları ve meşru dairede eğlenceli bir hayat yaşadıkları görülmektedir. Lale Devri değerlendirildiğinde şu manzara ortaya çıkmaktadır:

Lale Devri denilen bu dönemde, büyük masraflarla inşa edilen Kağıthane’deki Sa’dâbâd Köşkünde, Üsküdar’daki Şeref-âbâd’da, Beylerbeyindeki Bağ-ı Ferah Bahçesinde, Çırağan Bahçesinde ve benzeri çok sayıda saray ve bahçelerde, Padişah’ın da ara sıra katıldığı helva sohbetleri ve Lâle eğlencelerinin yapıldığı doğrudur. Hatta bu eğlencelerin bazılarına, meşru dairede kalmak şartıyla, sazendeler de davet edilmiştir. Lale eğlenceleri sebebiyle laleye düşkünlük artmış ve hatta lalenin 234 çeşidi yetiştirilmiştir. Padişahın buna özel önem verip ferman yayınladığı da doğrudur.

Ancak bu ziyafetleri anlatan tarih kitapları tetkik edilirse, helva sohbetleri, lale eğlenceleri ve diğer tertip edilen ziyafetlere, başta Şeyhülislâm olmak üzere, o devrin ilim, fikir ve edebiyat adamları da mutlaka katılmıştır. Şeyhülislâmın da içinde yer aldığı ziyafet ve eğlencelerin, gayr-i meşru olduğu düşünülemez ve zaten tarih kitapları bu eğlence ve ziyafetlerde neler yapıldığını bütün ayrıntılarıyla anlatmaktadırlar. Bu ayrıntıların içinde haram olan bir şey göze çarpmamaktadır.

Padişah ve sadrazamın meşru dairede de olsa, vaktinin çoğunu ziyafetler ve eğlencelerde geçirmesi, halk arasında, maalesef ahlaksızlığın yayılmasına ve eğlencelerin meşru daireden gayr-i meşru daireye kaymasına yol açmıştır. O halde Lale Devrinde İstanbul’da gayr-i meşru hayatın, diğer dönemlere oranla arttığı asla inkâr olunamaz. Mesela, eğlenceli ve ziyafetli hayatlar, halk arasında bazı gençlerin afyon ve esrar kullanmasına yol açmış ve meselenin çok ciddi bir noktaya ulaşmasından dolayı, Şeyhülislâmdan bu konuda fetva talebinde bulunulmuştur. Şeyhülislâm da verdiği fetvada, afyon ve esrar kullanmanın İslâm Hukukuna göre haram olduğunu, kullananların ve satanların sürgün ve para cezası gibi çok şiddetli ta’zîr cezaları ile cezalandırılmalarını, kullanılmasının helal olduğunu iddia ederek teşvikte bulunanların idam edilmesi gerektiğini ifade etmiştir.

Buna şunu da ilave etmek gerekmektedir: 1731 tarihli bir fermana göre, İstanbul’da kadınların giyim ve kuşamlarının gayr-i meşru fiillere yol açacak şekilde bozulduğu ve bu yüzden bazı çirkin hadiselerin meydana geldiği, bu sebeple İslama aykırı giyimlerin yasaklanması ve bunun yol açtığı ahlaksızlıkların önlenmesi için her türlü tedbirin alınması gereği hükme bağlanmıştır.



Patrona Halil isyanının mahiyeti nedir ve isyan neden çıkmıştır? Lale devri ile ilgisi var mıdır?

İran cephesinden Osmanlı Devleti aleyhinde haberler gelmeye başlaması üzerine, 1730’da Sadrazam İbrahim Paşa, İran Savaşı için Sultan 3. Ahmed’in bizzat sefere katılmasını arzu etmiştir. Ancak şahsiyeti ve alıştığı hayat itibariyle sefere hazır olmayan Padişah, buna gönülsüzdür ve red cevabı vermekte gecikmemiştir. Bunu fırsat bilenler, Sadrazamın, başta damatları olmak üzere, yakınlarını devlet kademelerine getirmesinden rahatsız olanlar ve bu dönemde yapılan eğlencelerin, ziyafetlerin gayr-i meşru olduğunu ileri sürenler, altı yedi aydır bu fitneyi ateşlemek için uğraşan bahriyeli bir nefer olan Patrona Halil ve arkadaşlarının önderliğinde, Bâyezid Câmiinin Kaşıkçılar Kapısı tarafında, “Şer’-i şerif üzere davamız vardır; Ümmet-i Muhammed’den olanlar dükkânlarını kapayıp bizimle gelsin” diyerek, tarihe Patrona Halil İsyanı diye geçecek olan kargaşayı başlatmışlardır.

Bu hadiseler sırasında Sadrazam iki damadı ile birlikte boğuldu. At Meydanında toplanan asiler bununla da yetinmediler; Padişah’ın feragat ederek yerine Sultân Mahmûd’un padişah olmasını istediler. İstekleri üzerine, III. Ahmed, Osmanlı tahtını yeğeni Sultân Mahmûd’a terk etti. Neticede 13 gün süren isyan 11 Ekim 1730 tarihinde son buldu. Önce sadrazamlığa göz diken Patrona Halil, devlet işlerinden anlamadığı ileri sürülerek Revan Seraskerliğine tayin edildi. Daha sonra Kasım 1730’da Sofa Köşküne davet edilerek katledildi ve onunla beraber olan isyan liderlerinden 18’inin cesedi III. Ahmed Çeşmesinin yanına atıldı.

Yazar bu soruya verdiği cevabı şu hüküm cümlesiyle bitirmektedir: Hadisenin, Lale devrinde yaşanan İslama aykırı hallerin bir cezası olduğu açıktır. Ancak Patrona Halil ve arkadaşlarının da, İslama hizmet düşüncesiyle değil, kendi şahsî kin ve menfaatlerini tatmin gayesiyle bu işe kalkıştıkları da gün gibi ortadadır. İbret alınırsa önemli bir olaydır.



III. Selim’le başlayan yenilik hareketlerinin esası nedir? Nizâm-ı Cedid ne demektir? III. Selim bu yeni düzenle neyi gaye edinmiştir?

Bir devletin iki temel vazifesi vardır: Birincisi, memleket içinde adaleti ayakta tutarak vatandaşların haklarını korumak ve ikincisi de, vatanın sınırlarını düşmana karşı savunmaktır. 1789 yılında III. Selim tahta çıktığında, Osmanlı Devleti, memleketin her tarafına yayılan derebeylik ve a’yânlar idaresiyle birinci vazifesini ve imzaladığı Küçük Kaynarca Andlaşması ile de ikincisini yapamaz hale gelmişti. Bütün bu bozukluklar, Lale Devrinden beri devam edip gidiyordu. I. Mahmûd, III. Mustafa ve I. Abdülhamid, bunların farkına varmalarına rağmen, yeniçeri engelinden dolayı istenilenleri yapamadılar.

Birincisini yapabilmenin şartı hukukî, idarî ve iktisadî hayata ait köklü ıslâhât yapmak ve ikincisini yerine getirmenin şartı da, artık savaş yapamaz hale gelen Osmanlı askerini yani kapıkullarını yeniden düzenlemek idi. İşte askeriye başta olmak üzere gemicilikten yargıya kadar değişik alanlardaki yeni düzenlemelere ve ıslâhâta nizâm-ı cedîd adı verildi. Bu düzenlemeler neticesinde yeniden tertip edilen ve Avrupa usulü eğitilen düzenli orduya nizâm-ı cedîd askerleri denmesi hasebiyle, bu tabirden birinci derecede bu ikinci mana anlaşılmaya başlandı.

III. Selim, Osmanlı ordusunun tamamen şirazeden çıktığını bildiğinden dolayı, Şubat 1793 yılında bütün lâyihaları özetleyerek bir Risâle’de toplatmış ve temel olarak şu kararları almıştır: a) Mevcut asker nizâmı yeniden düzenlenecek; b) Avrupa’daki eğitimli askerler benzeri yeni bir ordu kurulacak (nizâm-ı cedid askeri); c) Savaş teknikleri ve askerî eğitim yeniden tanzim olunacak. İşte nizâm-ı cedid denince ilk akla gelenler bunlar olmuştur.

Yazara göre; bu ıslâhât, aklı başında olan hiç kimse tarafından reddedilemezdi. Ancak uygulanmasında problemler çıkmış ve III. Selim’in tahtına ve canına mal olmuştur. Ayaklanan yeniçeri yamakları, Kastamonulu Kabakçı Mustafa adındaki bir neferi başlarına geçirerek, isyana başlamışlardır.

Bu isyanı durdurmak isteyen III. Selim’in Nizâm-ı Cedid’i ilga etmesi de, fayda sağlamamıştır. III. Selim tahttan indirilmiş ve şehid edilmiştir.



M. F. Gülen: Geriye adım atmak tehlikelidir aslında; madem öyle bir ihtiyaç ve talep var, o isteği yerine getirmek lazım.. hak ve adalet üzerine müesses ise onu gerçekleştirmek lazım... Hani günümüzdeki rical-i devlet için de aynı husus söz konusu. Milletin menfaati hesabına teşebbüs ettiğiniz bir işte geriye adım atarsanız mesele aleyhinize döner. O işin çok acı rövanşıyla karşı karşıya kalırsınız. Başta adımı çok isabetli atmak lazım. Hakkaniyet ve adalet edalı olması lazım atacağınız adımın. Sonra da geriye dönmemek lazım. O ince şair ruhlu, bestekâr bir adam, dolayısıyla kan dökmeyi istememiş.

Netice olarak, Nizâm-ı Cedid Islâhâtı, rejim değişikliği demek değildir, iyi bir başlangıçtır; fakat, güzel projeleri kendilerine vesile ederek servetlerini arttıran ve bunu gayr-i meşru yollarla yemeyi âdet haline getiren bir grup, Avrupalılaşma adı altında, hem meşru-gayr-i meşru demeden tam bir Frenk hayatı yaşamaya başlamışlar ve hem de hakir gördükleri halkı yeni yeni vergilerle perişan etmişlerdir. Bunu fırsat bilen bazı kimseler de, hiçbir zaman tasvip edilemeyecek olan çirkin isyan hadiselerine sebebiyet vermişlerdir. Maalesef olanlar, bazı menfaat gruplarının lehine ve ama devlet ile milletin aleyhine olmuştur. III. Selim’in bizzat Nizâm-ı Cedid askerinin başına geçip de âsileri te’dip ile devleti esasından ıslah ve tanzim etmesi mümkün iken, maalesef nezâket ve yumuşaklığı tercih etmesiyle ve karşılıklı hatalarla, bunca emekler sarf edilerek meydana getirilen Nizâm-ı Cedid bir anda mahvedilmiştir. O halde onu sadece Avrupalılaşmak olarak görüp “Nizâm-ı Cedide” körü körüne karşı çıkmak da, Nizâm-ı Cedidcilerin yaptıkları gayr-i meşru işleri tasvip edip onun muhaliflerini mutaassıp ve mürteci olarak takdim etmek de yanlıştır.



II. Mahmûd’un şahsiyeti, ailesi ve zamanındaki mühim olaylar hakkında kısa bilgiler verir misiniz? Yeniçeri ocağının lağvedilmesi olayına neden Vak’a-i Hayriye denmiştir?

28 Temmuz 1808 tarihinde Osmanlı tahtına sıkıntılı bir şekilde oturan II. Mahmûd, yaptığı ıslâhatla ve özellikle de Osmanlı Devleti’nin yüzünü batıya çevirmekle meşhurdur. Bazı tarihçiler onu Kanuni’den sonra en büyük padişah olarak vasıflandırırken, bazıları da batılılaşma yolundaki sadece şekilde kalmış teşebbüslerinden dolayı tenkit etmektedirler.



M. F. Gülen: Necip Fazıl da tenkit eder. Batı stilli eğitim.. “hazır ol”, “rahat”, “ayaklarını şöyle tut”, “selamı şöyle ver”, “bir-iki-üç-dört, git gel”... ‘. Mahmud’un bunlarla birşey yapılacağını zanneden safderun biri olduğunu söyler. Ama onu da bilmiyoruz biz, hakikaten öyle miydi? Batı denince, her şeyi kötü demek değildir. Onlar belli bir dönemde bazı hususlarda bizim önümüze geçmişler.

Soru: Avrupa’ya iştirak için bir taktik olabilir mi?

M. F. Gülen: Yok, öyle birlik, taktik falan yok. Avrupa değerleri o gün şimdiki gibi değil. Belki onların değişik yerlerde hakimiyetler tesis ettiklerini, müstemlekeler oluşturduklarını, koloniler kurduklarını, deniz yollarını işlettiklerini… görünce, onların sistemine karşı içinde bir hayranlık olabilir. “Biz de öyle yaparsak, başarılı olabiliriz” diye düşünmüş olabilir. Çok yadırgamamak lazım.

Soru: Bu kadar ardı ardına padişahların öldürülmesi çok kolay ulaşılabilir olduğunu gösteriyor. Kendilerinden öncekileri görerek tedbir alma gibi bir düşünce olmamış mı?

M. F. Gülen: Genelde toplumun ıslahı mevzuu var, ma’şeri vicdanın ıslahı mevzuu. Günümüzdeki problem de o, İslam dünyasının problemi de o. Seyyit Kutub’un hapishane hatıralarında yazdığı da o. Maşeri vicdan ıslah edilmeyince olmaz, ancak onunla problemlerin sayısı azaltılmış olur; güzergah emniyeti belli ölçüde sağlanmış olur. Yoksa herkes birbirinin kurdu olunca, Nizam-ı Cedid de olsa, Asâkîr-i Mansure-i Muhammediye de olsa, Cumhuriyet askeri de olsa ne yazar ki!.. O ayrı bir şey. Yer yer müceddidler geliyor, dini tecdid ediyorlar; yani o, dini yeniden duyurma demektir, kendi orijiniyle yeniden vicdanlara duyurma işi demektir. Öyle bir tecdide devlet yapısında da, toplum yapısında da ihtiyaç vardır. O olmayınca ıslahatlar hiçbir şey ifade etmez.

465 yıl boyunca Osmanlı Devleti’nin zaferden zafere koşmasında, Müslümanların can, mal ve ırzlarının korunmasında ve kısaca 24 milyon km2’lik Osmanlı diyarının fethedilmesinde büyük payı olan Yeniçeri Ocağı, tamamen çürümüştü. Yeniçeri ocağına yaklaşık 200 senedir vasıfsız insanlar toplandığından, bu ocağın kanunları ayaklar altına alındığından ve en önemlisi de yeniçeri ocağı askerleri, askerliği bırakıp siyâsete, servete ve sefâhete bulaştıklarından dolayı, son Rus Harbinde patır patır dökülmüşlerdi. Padişah da, devlet ricali de ve hatta yeniçeri ağaları da, artık bu teşkilâtın yürümeyeceğinde müttefik idiler.

II. Mahmûd zeki bir devlet adamıydı ve tarihten de ders almıştı. Bu teşkilâtı hemen kaldırmayı denemedi, tam 17 yıl sabırla bekledi. Bu süre içerisinde Yeniçeri ağalarından bazılarının gönüllerini fethetti, onları kendisine bağladı. Mayıs 1825’te Eşkinci Ocağı denilen eğitimli ve düzenli bir ordunun çekirdeğini teşkil etti. Gönüllü yeniçerilerden oluşan bu yeni askerler eğitime başlayınca, yeniçeriler âdetleri üzere kazan kaldırıp isyan ettiler. Fakat, artık yeniçeriler, yoğun propagandalarına rağmen, ulemâ da dahil bütün destekçilerini kaybetmişlerdi. 15 Haziran 1826 günü İstanbul’un fetih gününü hatırlatan bir gün oldu. Ayaklanan yeniçerilere karşı, II. Mahmûd, Sancağ-ı Şerifi, Sultân Ahmed Meydanına dikerek halkı itaate davet etti. Başta Şeyhülislâm ve Kazaskerler olmak üzere bütün ulemâ, devlet ricali ve yeniçeri dışındaki Kapıkulu Ocakları Padişahın yanında yer aldı. Halk ve asker yeniçeri ocağının bulunduğu Aksaray Meydanına geldiler ve binlerce yeniçeriyi katlederek ocağı tasfiye ettiler.

Padişah, meşveret meclisini topladı. Yeniçerilerin manevi dayanağı gibi görülen Bektaşî dergâhları kapatıldı ve ileri gelen şeyhleri sürgün edildi. Bu karar herkesin kabul ettiği bir karardı ve ittifakla vak’a-i hayriye (hayırlı olay) diye tarihe geçti. Yeni bir Osmanlı ordusu kurularak adına Asâkîr-i Mansûre-i Muhammediye adı verildi.

Bu kısa açıklamadan sonra, Yazar’ın bu dönemle alakalı düşüncelerini şöyle özetleyebiliriz: II. Mahmûd zamanındaki ıslâhat bir iki mesele dışında öze değil, şekle yönelik olarak yapılmıştır. Avrupa’nın ilim, fen ve teknolojisi alınacak yerde, giyim, kuşam ve diğer pek de güzel olmayan âdetleri taklid edilir hale gelmiştir. Bu yüzden yapılan ıslâhat, halk tarafından beğenilmemiştir. Damad Halil Rif’at Paşa’nın “Avrupa’ya benzemezsek, Asya’ya çekilmeye mecburuz” sözü yanlış tatbik edilmiştir. Devlet dairelerinde II. Mahmûd’un resimlerinin asılması, setre, pantolon ve fes giyilmesinin mecburi hale getirilmesi, hatta sadece yeniçeriler kullandı diye mehterin ve mehterhanenin ilga olunması ve sadâret ve sadrazam tabirleri yerine başvekâlet ve başvekil tabirlerinin kullanılmaya başlanması, bu basit ve öze yönelik olmayan batılılaşma örneklerindendir. Bu sebepledir ki, bütün ıslâhat hareketlerine rağmen, II. Mahmûd dönemi başarılar ve zaferler devri değil, tam manasıyla bir çöküş ve yıkılış devri olmuştur. (Çözülme) Kısaca Osmanlı Devleti, II. Mahmûd döneminde kendi yürüyüşünü terk etti; ama başkasının yürüyüşünü de öğrenemedi.


Yüklə 470,84 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin