İKİNCİ BÖLÜM: OSMANLI DEVLETİNDE SOSYAL HAYAT VE HAREM
Harem ne demektir? Batılı bir kısım yazarların Harem’le ilgili kitapları hakkında neler söylenebilir? Bunlar gerçekleri yansıtıyor mu?
Harem, girilmesi yasak olan yer manasınadır. Mekke-i Mükerreme’nin sınırları belli yerlerine ihramsız girmek yasak olduğundan Harem-i şerif denildiği gibi, hem Mekke ve hem de Medine’ye gayr-ı müslimler giremediğinden dolayı her ikisine birden haremeyn adı verilmektedir.
Aynı manadan hareketle, kadınların ikâmet ettikleri ve yabancı erkeklerin girmesi yasak olan yerlere harem adı verildiği gibi, yabancı erkeklere haram olan kadınlara da harem denmektedir. Osmanlı zamanında evler ve devlet adamlarının konutları demek olan saraylar, haremlik ve selamlık diye ikiye ayrılmıştı; girilmesi yasak olan harem kısmı kadınların ikâmetine tahsis edilmişti.
M. F. Gülen: Tasavvuf ıstılahında Zat-ı Uluhiyetle alakalı, bikemu keyf fakat gayr-ı muhat dediğimiz, haremgah-ı ilahi denmiş, haziratu’l-kuds’e haremgah-ı ilahi denmiş. Sadi de Gülistan’da, tam doğrusu aklımda kalmamış olabilir de, Der harem-i harem mahrem neşevet… ‘Allah’ın haremgah-ı subhanisine sen mahrem olamazsın, ağyar düşüncesinden sıyrılmadıktan sonra’.der. Yani Zat-ı uluhiyete ait öyle bir harem kabul edilmiş orası, ulaşılamaz. Herhalde daire-yi Zat-ı Baht, bikemu keyf, tasavvurlar, taakkullar, tezekkürler dünyası içinde.
İşte Osmanlı Padişahlarının hanımlarına harem denildiği gibi, bunların yaşadığı mekânlara da Padişah Haremi veya Padişah Evi manasına Harem-i hümâyûn adı verilmişti. Aslında Osmanlı Devleti tarihinde Padişahın evine Dâr’üs-Sa’âdet yani sa’âdet evi adı verilmekteyse de, Harem-i hümâyûn yahut sadece Harem kelimesi kullanılmıştır.
Yabancıların haremle alakalı yazdıkları eserler, çok kere hayal mahsûlüdür; kulaktan kulağa gelenlerin yazı ve resimle ifadesinden başka bir şey değildir. Onlar, hareme hayal yuvası, karanlık ve sırlar âlemi şeklinde yaklaşmışlardır. Asıl hazin nokta ülkemizde yetişen Cumhuriyet dönemi yazarlarının da, belgelere dayalı bir ilmî araştırma yapmak yerine, bu yabancı yazarları aratmayacak şekilde ve onların yazıp çizdiklerini aynen taklid ederek yazılar kaleme almalarıdır.
M. F. Gülen: Cemil Meriç merhum, oryantalistlere karşılık müstağribler derdi, müsteşrik’e karşı müstağrib derdi. Yabancıların pek çoğu, -belki insaflıları vardır onların içinde, sayıları az değildir- ayıbımızı, kusurumuzu, dine ait meselelerimizi, diyanete ait, din adamına ait meseleleri, hükümdarlarımıza ait meseleleri böyle biliyormuş gibi teşrii etmişler.. bizimkiler de onlardan alıyorlar.
Cumhuriyet döneminde haremle ilgili olarak kaleme alınan kitaplarda yer alan veya kapaklarını teşkil eden gayr-i meşru resimlerin tamamı, batılı ressamların hayal ürünleridir. Osmanlı Padişahlarını bu uydurma resimlerle itham etmeye kalkışan Batılı yazarlar, kendi krallarının nasıl gayr-i meşru hayat yaşadığını çok iyi bilmekte ve Padişahları da kendi krallarına kıyaslamaktadırlar.
M. F. Gülen: İyi bir ipucu yakalamış, alemi nasıl bilirsin, kendin gibi. Başka milletleri nasıl biliyorlar, kendileri gibi. Osmanlı devlet adamlarını nasıl biliyorlar, kendi kralları gibi...
Aslında, harem bir mekteptir. Harem mektebinde yetişen cariyeleri iki gruba ayırmak icabedecektir:
Birinci Grup, asıl haremin ve Padişah ile ailesinin hizmetlerini gören cariyeler grubudur ki, haremde sayıları bazan 400’e - 500’e ulaşan cariyelerin %90’ını bunlar teşkil etmektedir; bugünkü kadın hizmetçi grubundadırlar ve bunlar aldıkları belli ücretler karşılığında harem’de hizmet etmektedirler. Bunların, haremin ve Padişah ailesinin hizmetlerini ifa dışında her hangi bir şekilde Padişah ile aile hayatları mevzubahs değildir.
İkinci Grup ise, Padişahın ailesi arasında yer alan gözdeler, ikballer ve kadınefendiler grubudur. Osmanlı Padişahlarının bazan dört kadınla evlenmek sınırına riâyet ederek nikâh akdi ile evlendikleri ve bazan da nikâh akdi yapmadan beraber yaşadıkları ve ancak ümm-i veled statüsündeki yani çocuk sahibi oldukları kadın veya Kadın Efendi denilen cariyeler vardır. Bunların sayıları, en fazla sekize çıkmıştır. Ayşe Osmanoğlu’na göre bunların çoğu nikâh ile alınmaktadır. Nikâh ile alınması, evlenilen kadın, câriye de olsa, aynı anda dört kadından fazla olanı haram haline getirir. Dört adedine ulaşılınca ancak birisinden boşandıktan sonra diğerini nikahlayabilir. İkballer, Padişahların beraber karı-koca hayatı yaşadıkları ve ancak genellikle çocuk sahibi olmadıkları cariyelerdir ki, bazan Şeyhülislâm’ın nikâh akdi icra etmesiyle nikâhlı olarak eş tarzında ve bazan da nikâhsız câriye eş statüsünde Padişahların zevceleri tarzında hayatlarını sürdürürlerdi.
Osmanlı Padişahları, nikâhlı eşleri olmamalarına rağmen, Kadın Efendileri arasında fıkıh kitaplarında izah edilen kasm yani eşler arasında kalbî muhabbet dışındaki bütün muamelelerde adaleti gözetme prensibine azami derecede riâyet ederlerdi ve buna nöbet denirdi.
Bu arada şunu da belirtmeliyiz ki, başta Penzer olmak üzere, Batılı yazarlar, Padişahın ikbal ve Kadın Efendilerinin içlerinden tesbit edildiği peyk, gözde veya has odalık cariyelerin teminini ve seçilişini, öylesine gayr-i meşru tarzlarda ve öylesine kötü şekillerde tavsif etmişlerdir ki, bunların verdikleri bilgileri, ne bir Osmanlı Tarihi ve ne de arşivlerdeki belgeler tasdik etmektedir, gerçekle ilgisi olmayan yalanlardan ibarettir.
İslâm Hukukunda hür bir kadın ile mahrem kadınlar ve cariyelerin avret mahallerinin farklı olması, fıkıh kitaplarında cariyelerin kol, ayak, yüz ve başlarına efendilerinin bakabilmesi şeklindeki hükmün yer alması, meseleyi bilmeyen çevreler tarafından akıl almaz şekilde tahrif edilmiştir.
Harem mevzuunu çok uzun ele alan; İslâm hukukunda üç dört çeşit mahremiyet kavramının bulunduğunu, cariyelerin efendileri yanında sadece el, kol ve başlarını açarak dolaşabileceklerini, bunun da iş zaruretinden meydana geldiğini; yoksa, Sultanın önünde havuza girme gibi şeylerin asla caiz görülmediğini anlatan yazar; itham ve iftiralara da cevap verme sadedinde mevzuya özetle şöyle devam ediyor:
İslâm Hukuku kitaplarında mesele “Nazar” başlığı altında incelenmektedir. Bu hükümlere göre, dinen avret mahalli kabul edilen yerlere bakılması, zaruret hali dışında haramdır. Zaruret halinden kasıt, doktor, sünnetçi, ebe, kan alan veya iğne vuran hemşire gibi insanların, zaruret miktarını tecâvüz etmeyecek derecedeki nazarlarıdır.
İşçi statüsündeki cariyelerin hür kadınlardan farkı, onların mahrem kadınlar gibi kabul edilip yüzü ve ellerinin yanında başı, saçları, gerdanlık altı açılmamak şartıyla göğsü, diz altı ve kollarının caiz görülmesidir. Cariyelerin durumunu erkeklerin durumuna benzeten görüşün fıkıh kitaplarında yeri yoktur ve böyle bir tesbit doğru değildir. Bu hükmü bilmeyenlerin, cariyelerin avret yerleri farklıdır diyerek, Padişahların onları çırılçıplak oynattığı iddialarını ileri sürmeleri, tamamen uydurma ve iftiradır ve İslâm Hukukunu bilmemek demektir.
M. F. Gülen: Bu kadar açılması bile şık değil. Cevap verirken bile Üstad’ın bâtılı tasvir etmeme yolunu seçmeli. O şeyler de kat’i değil, 400 tane falan olduğu.. en azından orada meseleyi mübhemiyete, mechuliyete bağlamak üzere onlarca olabilir.. koskocaman bir saray, orada birkaç yüz tane insan bulunuyor. Onlara hizmet etmek için, işlerini görmek için onlarcayı geçer biraz.. yani farkına varmadan yabancılar karşısında psikolojik bir yenilginin ifadesidir bunlar.. kompleksin ifadesi. İlle böyle objektif olacağım diye.. müdafaa öyle olmaz. Hazreti Üstad’ın risalelerde yaptığı gibi olur.
Hadımlık dinen caiz midir? Osmanlı Padişahları zorla insanları hadım ettirmiş midir? Hadımlar, Osmanlı haremindeki kadınlarla içli dışlı mıydılar?
Bilindiği gibi, hadımlık veya bir diğer ifadeyle tavâşilik, doğuştan veya sonradan yapılmış bir ameliye yüzünden erkeklik özelliğinin kaybedilmesi manasını ifade etmektedir. (İğdişleştirme) Hisâ veya ihtisâ olarak adlandırılan hadımlık İslâm hukukunda caiz görülmemiştir. Hatta bütün Osmanlı Şeyhülislâmları hadımlığın caiz ve meşru bir fiil olamayacağına dair kesin fetvalar vermişlerdir. Padişahlardan paşalara kadar Osmanlı Devlet adamları, insanları asla hadım etmemişlerdir. Ancak, hadım olarak önceleri Macarlar’dan, Almanlar’dan ve Slavlar’dan; daha sonra da Afrika’dan getirilen köleleri, evlerinde ve bu arada Harem’de istihdam etmek üzere satın almışlar ve hizmetçi olarak kullanmışlardır ki bu haram değil, sadece mekruhtur. Bununla beraber, İslâm’ın hükümlerine uyularak, hadım olan hizmetçiler, Harem’in antresinin dışında serbest dolaştırılmamışlar ve asıl Harem’e ihtiyaç halinde ancak izinle ve ailenin nezareti altında alınmışlardır.
M. F. Gülen: Bu aslında orada nadiren olmuşsa da, bir yönüyle onlar atılmış, itilmiş insanları erkekliğini, cinsiyetini kaybetmiş insanları alıp onure etmek demektir. Bu insanlar sarayda çalışacaklar, bu önemli bir espri, bir iyilik düşünülmüş onlar için. Aadam zaten yıkılmış. Bazıları önemsemeyebilir o meseleyi, fakat genelde objektif olarak bakınca insanların binde 999’u öyle olmayı çok önemli görebilir. Şimdi böylesine yıkılmış bir insanı alıp onure etmek önemli. Bir de emin, her şeye rağmen emin olma meselesi. Meselenin çok yönüyle ele alınması lazım.
Diğer taraftan, erkek kölenin kadın efendisiyle durumu, yabancı bir erkeğin yabancı bir kadınla olan durumu gibidir. Bu arada hadım olan erkekler de, tıpkı sağlam erkekler gibi kabul edilir. Ancak erkeklik duygusu tamamen ortadan kalkan hadım erkeklerin, kadınlarla ihtilâtının caiz olduğunu söyleyenler de vardır. Osmanlı Hareminde az da olsa bazı devirlerde harem ağalarının hareme girip çıkmalarına müsaade edilmesi bu içtihada dayanmaktadır. Ancak genelde bütün hadımları diğer erkekler gibi kabul eden görüş tatbikatta esas alınmıştır. Bu konuyu Batılı bir yazar şöyle tasvir etmektedir:
“Doktorlardan başka hiç bir erkek hareme ayak basamaz. Onlar bile Padişahın özel izniyle ve harem ağalarının eşliğinde girerler. Hasta kadın ve çevresindekiler, uzun şallara bürünürler. Doktor nabzına bakmak isterse, hastanın bileği bir tülle örtülür; dilini veya gözlerini görmek istiyorsa -yüzün kalan kısımları tamamıyla örtülü olmak şartıyla- gösterebilir. Kızlar ağası bile haremdeki kadınlardan birine dikkatlice bakamaz.”
M. F. Gülen: İşte böyle insaflılar da var bunların içinde, bunlar doğruyu aksettiriyor. Osmanlı hassasiyeti… O bazı resimler bile Batılılardan alınma, Mihrimah sultan, Kösem Sultan, Safiye Sultan veya Hürrem Sultan’ı bunlar kendilerine göre resmetmişler. Fotoğraf deği resim, uydurma şeyler.
Bir zaman Fransız sarayında Osmanlı’nın çepkenli, yelekli filan tasvirleri ve taklitleri de olmuş. Bugünkü kompleksimizle Batılıları taklit ettiğimiz gibi, Osmanlı da taklit ediliyormuş orada, derler.
Osmanlı sarayında musiki ziyafetlerinin yapıldığını rivayet ediliyor. Bu konuyu aydınlatır mısınız?
Osmanlı Hareminde ve evlerinde, bazı İslâm Hukukçularının verdiği fetvalara dayanılarak, ud, keman, def, çalpara, ney ve tanbur gibi sâz ve müzik âletleri çalınmıştır. Osmanlı toplum hayatının bu konuda, Hanefi hukukçuların görüşlerini değil, Şafii hukukçuların görüşlerini fiilen tatbik ettikleri söylenebilir.
Osmanlı Tarihi boyunca, son zamanlardaki bazı eğlenceler dışında, sazendelerin ulvî duyguları teşvik eden ilahiler okudukları, bunlara uygun ud ve ney gibi sazları çaldıkları, gayr-i meşru denebilecek olayların pek nâdir meydana geldiği, Saray hâtıralarından anlaşılmaktadır. Bazı kitaplarda tasvir edilen, eğlenceler, çalgılı ve sazlı âlemler ise, tamamen hayalidir.
M. F. Gülen: Belki Osmanlının son dönemlerinde olmuştur. Müşahedeye binaen Şinasi Hisar’ın Boğaziçi Mehtapları’nda o sazendeler, saz çalmalar, şarkı söylemeler var. Kendisi de öyle düşünen kimselerden bir tanesidir. Fakat o müşahedelerini anlatıyor. Çocukluğundan itibaren kendi dönemi açısından… Abdülhamid cennet-mekanın dönemiyle başlıyor biraz.
Harem halkının ve Osmanlı toplumunda her zaman dışarıya çıkamayan aile efradının yeknesak olan hayatını değiştirmek için, meddahlar, karagözler ve orta oyuncuların gösteri yaptıkları ve harem halkının kendi aralarında bekiz, kös ve sürme oynadıkları bilinmektedir. 19. asırda bunlara dama, tavla ve domino da eklenmiştir. İskambil ise, hareme asla girmemiştir.
M. F. Gülen: İmam-ı Şafii hazretleri gibi bazı fukaha satrancı mübah gördüklerinden, son Osmanlı ulemasından da satranç oynayan olmuş. Hatta tekerleme söylerler: “Ebahanifeten satranca fehuve şâfiun” diye bir tekerleme vardır. “Bir genç santrancı bana mübah kıldı ki o şafiidir.” demektir. Kelimeler birbirine iletilerek konuşulunca Eba Hanife ile ilgili birşey deniyormuş gibi olur. Fakat cümlenin aslı“Ebâhanî feten satranca fehuve şâfiun” Hamdi Yazır çok zeki olduğundan oynadığı herkesi yenermiş satrancta. Belki öyle bir yarış olabilir. Fakat katiyen bu türlü şeylerde para karşılığı oynama, yenince rakibinden bir şey alma, işi kumara çevirme haramdır. Zekayı geliştirmek için belki… Ben hiç anlamazdım da hapishanedeyken komunistler satranç oynarlardı. Bir iki defa uzaktan baktım, bazı şeyleri ileri götürüyorlar, bazılarını geri getiriyorlar. Bazıları birinin yanından geçerken o devriliyor… Fakat onlar da para karşılığı oynamıyorlardı da, sonuç bazen kavgaya müncer oluyordu. Bir gün birbirlerine tekme-tokat girdiklerini hatırlıyorum. Sen hile yaptın falan diye… Ala külli hal, biz kaldırdık, koyduk onların hepsini bir tarafa, bizim ibâha dairemiz gitse gitse, uzansa uzansa, dağılsa dağılsa en çok naatlara, tevhidlere, münacatlara kadar gider. Allah celle celaluhu değişik enstrümanların çıkarabileceği sesleri insan gırtlağına emanet etmiştir, az terbiye görünce o gırtlak, hemen her enstrümanın sesini çıkarabilir. Şurada ezan okuyan insan var, o akşamları bir hüzzam çekiyor ki adam, bayılırsınız. Ne lüzumu var bilmem ne yapacaksınız. Bizim ibâha dairemiz oraya kadar gidiyor; orada -Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle- kollarını makas gibi açarak, “burası çıkmaz sokak” diyor. Birileri bunu yapıyorsa böyle, onları müsamaha ile karşılamak, belki emr-i bil maruf, nehy-i anil münker kategorisi içerisine girer. Fakat günümüzde onlar detay sayılır. Onlara takılıp kalıp da bazı kimseleri uzaklaştırma doğru değildir. Kendi hassasiyetlerinizi yaşamanız ayrı, başkalarından da aynı hassasiyeti ya da yaşam tarzını beklemek ayrıdır.
Osmanlı Devleti’nde batılı anlamda sosyal tabakalaşmadan ve sosyal sınıflardan söz edilebilir mi?
Osmanlı Devleti’nde batılı anlamda sosyal tabakalaşma ve sosyal sınıflar oluşmamıştır. Pek çok tarihçi ve sosyolog bu konuda fikir birliği içerisindedir. Batıda görülen serf-senyör, proleterya-burjuvazi şeklinde bir tabakalaşma Osmanlı toplumu içinde vücut bulmamıştır. Mevcut durumu ne bir sınıf sistemi, ne bir kast ne de feodal sistem olarak tanımlamak mümkün değildir.
Batıda oluşan sosyal tabakalaşma ve sosyal sınıfların, Osmanlı Devleti’nde gelişememesinin sebebi, İslâmi toplum ve mülkiyet anlayışıdır. Türk-İslâm değer hükümleri, toplumda tabakalaşmayı şekillendirmiştir. İstismarı önleyici, iddiharı yasaklayıcı, diğergam ve dayanışmacı prensipler ve sermayenin belirli ellerde toplanmasını engelleyen ilke ve uygulamalar farklı bir tabakalaşmaya neden olmuştur. İslâmi anlayış, toplumda yönetici olanları yönettiklerinden sorumlu tutmuş, bu nedenle yönetici-yöneten arasındaki ilişki bir tahakküm değil, bir sorumluluk ilişkisi şeklini almıştır.
Kanuni dönemini inceleyen Albert Howe Lybyer, haklı olarak belki de yeryüzünde Osmanlı yönetim kurumu kadar büyük çaplı ve cüretkar bir başka deneme yapılmadığını, koyun sürülerine çobanlık eden ve karasabanın ardında koşan çocukları alıp, onları saraya erkân ve prenslere eş yaptığını söylüyor.
Böyle bir yönetim anlayışına sahip Osmanlı Devleti’nde ferdin toplum içindeki yeri soy asaletine dayanmıyordu. Dolayısıyla kan bağına bağlı olarak süregelen bir seçkinler sınıfının varlığına da rastlanılmamaktadır. Devlet, eski Türk aşiret aristokrasisini ve feodal yapıları tamamen bertaraf etmiş, siyasi iktidarı etkileyebilecek toprak asilleri ve büyük sermaye sahipleri gibi iktisadi güçlerin oluşmasını engellemiştir.
Fâtih’ten itibaren yüksek askeri ve bürokratik görevlere toplumsal tabanları olmayan devşirmelikten yetişme kişiler getirilerek, devlet mekanizması içerisinde soyluluk geleneğine dayalı bir yapılanma önlenmiştir. Köle asıllı olduğu halde kabiliyet ve ehliyeti sayesinde askeri ve bürokratik alanda en yüksek kademeye çıkabilmiş pek çok kimse olmuştur. Mesela, 1561 yılında sadrazamlığa yükselmiş olan Ali Paşa Dalmaçyalı bir devşirmeydi. Ali Paşa şahsi kabiliyet ve liyakati sayesinde bu makama gelebilmiş idi. Bu gelişme devletin gittikçe merkezi ve anonim bir karakter almasında da rol oynamıştır. Soy asaletinin belirleyiciliği açısından sadece tek bir istisna vardır; hâkimiyeti elinde bulunduran aile olmaları itibariyle Osmanoğulları’na ayrıcalık tanınmıştır.
Soru: Osmanlılarda harem mevzuu çok tenkit edilen hususlardan biri olmuştur.
M. F. Gülen: Bizde yatak odası çok muallâ ve mukaddestir. Zira soy orada mayalanır ve gelişir. Aile en has mahremiyetiyle orada teşekkül eder. Onun içindir ki, bizde yatak odası açılmaz ve misafir buyur edilmez. Değil bir yabancı, oraya evdeki diğer fertler dahi istedikleri zaman giremez. Oranın o kadar hususiyeti vardır ki, aldığımız terbiye gereği, biri bizi alsa, tekrim ve teşrif gayesiyle orada yatırmak istese biz yine yatmayız. Hâlbuki ne olur? O da diğer yatak odaları gibi bir yatak odasıdır. Bizde işte her şey bu denli farklıdır ve edep bu denli gelişmiştir. Bu mânâda harem sadece Osmanlı’ya mahsus değildir. Hepimizin hanesinde böyle bir harem vardır. Bundan dolayı atalarına taş atan adam, başına çalacağı taşı yanlışlıkla başka tarafa atmaktadır.
Osmanlı’daki harem biraz daha özel bir mânâ taşımaktadır. O da haremin herkese açık olmaması, bir kısım saraylarda görüldüğü üzere âdeta surlarla çevrilmiş bulunması gibi hususiyetlerdir. İşte Topkapı Sarayı: Harem, saray sakinlerinden olan kadın ve cariyelerin, meşru dairede eğlenebilecekleri, tenezzüh edebilecekleri ve dinlenebilecekleri bir boşluğa açılan ve dış dünyaya, oraya has mahremiyeti muhafaza için, kapalı duran büyük bir bina. Bu şekildeki tanzimden gaye, kadınefendi ve cariyelerin bakışlarına uygunsuz herhangi bir şeyin ilişmemesi ve dıştan gelecek şeylerden korunmalarıdır. Haremdeki kadınlar, İslâmî ölçüler içinde, meşru dairedeki zevk ve safalarını orada yaşıyor ve yine orada meşru zevk ve lezzetlerden istifade ediyorlardı. Dışa bakmıyor ve erkek olarak sadece kendi efendilerini ve mahremlerini görüyorlardı. Esasen bu, saraya mensup erkekler için de geçerliydi. Onlar da, bu yüksek surların arkasında, helâl dairesindeki zevk ve lezzetlerle iktifa ediyor; eğer surlar arkasında yaşamak kalebentlik ise, eşleriyle böyle bir hayatı paylaşıyorlardı. İşte harem, işte siz, gidip görebilirsiniz. Eğer bunu tenkit ediyorlarsa, yine tenkit edecek şeyi bilmiyorlar demektir.
Haremde çok kadın bulunduğunu tenkit ediyorlarsa, o babta da diyeceklerimiz var:
Evet, Osmanlı padişahlarından, iki veya üç kadınla evlenenler olmuştur, bu doğrudur. Diyeceğimiz bir şey de yoktur, olamaz da. Batılı ve onun düşüncesi ne bir esas, ne de her şeydir. Bir zamanlar başka türlü düşünmüştür. Şimdi, çok evliliği “poligami” deyip ayıplamaktadır. Yarın da, bugününü ayıplayacaktır.
Sonra, bu mevzuda sözü kim söylemesi gerekiyorsa o söylemiştir. Cenâb-ı Hak bir erkeğin -şartlarını haiz olduktan sonra- dört kadınla evlenebilmesine ruhsat vermiştir. Bu ruhsatı kullananlar yalnız Osmanlı padişahları değildir ki, tenkit edilsinler. Başta Efendimiz, sahabe-i kiram ve dinde en büyük saydığımız kimseler ve daha niceleri... Bunlar arasında gecelerinde iki yüz rekât namaz kılan, gündüzlerinde de savm-ı visalle ömrünü geçiren pek çok kimse var idi ki iki üç kadınla evli bulunuyorlardı. Demek ki dinin ruhsat verdiği bu mevzuu dile dolamaya kimsenin hakkı yok. Meselenin bu yönünü, kısmen de olsa, Allah Resûlü’nün çok kadınla evlenmesi hususunu arz ederken ifadeye çalıştığım için bu kadarla iktifa edeceğim.
Harem derken akıllara takılan ve tenkit gören hususlardan biri de, cariyeler mevzuudur. Cariyeler, harplerde esir alınan kadınlardır. Müslümanlar bunları evlerine alıyor, terbiye ediyor, onlara, insanlığın kemaline giden yolları gösteriyor ve yine onları aziz birer misafir gibi koruyorlardı. Maddî ihtiyaçlarını tekeffül etmenin yanında mânen de görüp gözetiyorlardı; eğer Müslüman olursa, çoğu kere onu salıveriyordu, dilerse onu istifraş ediyor ve eğer ondan bir çocuğu olursa, zaten “ümmü’l-veled” (beyin çocuğuna ana olma) hâline geliyor ve hürriyete kavuşma yollarından biriyle hürriyete kavuşuyordu. İstifraş meselesine gelince, bu durumun da kendine göre şartları vardır. Önce kendi cariyesi olacaktır. Sonra bu cariye evli bulunmayacaktır. Ayrıca onda başkasının da hissesi olmayacaktır gibi birçok kayıtlarla bağlandıktan sonra istifraş edilebiliyordu.
Meseleyi kendi nezaketi içinde ele almak gerekirse: Cariyenin bir ortak mal olma yönü vardır ve işte efendi onun bu yönünü kaldırarak ona kısmî bir hususiyet verir. Yani onu bir cihetle orta malı olmaktan sıyanetle saygı değer hâle getirir. Bir cihetle de onun için hürriyete giden kapıları açar. Düşünün bir de bunlar saraylara alınır ve kendi evlerinde bulunmayan bir izzetle tekrim edilirse buna hangi akıl sahibi itiraz edebilir.
Günümüzde esirlere ve mahkumlara yapılan muameleleri görüyoruz. Bir hayvan sürüsü gibi ahırlara doldurulan bu insanlar en bed ve iğrenç muamelelere tâbi tutulmakta ve arşa yükselen feryatlarından sadistçe zevk alınmaktadır. Daha geçenlerde, Filistinli bir gence nasıl muamele edildiğini bütün dünya gördü. Batılının toplu katliamları ise hepimizin malumudur. Onların bu hunharca davranışlarını bilip gördükten sonra, tenkit ettikleri hususa bakıyor ve şöyle demekten kendimizi alamıyoruz: Bu insanlar, insanlığın ne demek olduğunu, insanca muamelenin nasıl yapıldığını bir türlü havsalalarına sığdıramadıklarından, İslâm’ın insanca muamele emrini anlayamıyorlar. Anlayamadıklarından dolayı da bilmeden “İnsanlığı, insanca davranmayı” tenkit ediyorlar. Doğrusu böyle bir cehalet urbası, Batılıya tepeden tırnağa yakışsa da ben, onların içimizdeki uzantılarına bunu bir türlü yakıştıramıyorum. Biraz da hayretim bundan kaynaklanıyor...
Onlar harpte bizden esir alırken biz ne yapacağız? Onları geldikleri gibi bir daha silâhlansınlar, semirsinler ve bize hücum etsinler diye geriye mi göndereceğiz? Yoksa onlar istedikleri kadar bizi esir etsinler, bizim mürüvvet anlayışımız buna mânidir mi, diyeceğiz. Bu biraz fazla aptallık olmaz mı? Hem, karşı tarafa caydırıcı hiçbir müeyyide tatbik edilmeyecekse, niçin harp edilsin? Niçin binlerce insan öldürülsün? Kimisi dul, kimisi yetim kalsın. Mademki baştan bütün bunlar göze alınıp harbe giriliyor, herkes neticeyi işin başında kabul etmiş demektir. Ve esir düşmek de bunlardan biridir. Esire yapılan muamele İslâmî prensiplere göre olursa, daha insanî bir yaklaşım olmaz mı? Öyleyse onlar bizden esir aldıkları gibi biz de onlardan esir alacağız. Şimdi, aldığımız bu esirleri ne yapacağız? Onları salıverecek miyiz, yoksa öldürecek miyiz? Hayır; onları Müslümanlar arasında taksim edeceğiz. Böylece Müslümanların evlerindeki mânevî atmosfer, onları İslâm’a karşı yumuşatacak. Arada ferdî dostluklar olacak ve hiç zorlanmadan bir müddet sonra hepsi bu insanî muamele karşısında eriyecek ve İslâm’a dehalet edecekler. İşte o zaman Müslüman’ın mürüvveti ortaya çıkacak. Kendi dinini din olarak seçmiş bir Müslüman kardeşini esaretten kurtarmanın yollarını araştıracak. Köle azat etmenin İslâm’a ait değer ve kıymeti bir taraftan ona teşvikçi olacak, bir taraftan da işlenen suçlarda ceza olarak öngörülen birinci şart köle azat etmek olduğu yerlerde meselenin o yönü işlettirilecek ve ardı arkası kesilmeyen yollarla köleler hürriyete kavuşturulacak.
Biz esirlerimize insanca muamele eder ve onları insanlığa giden yolda eğitmeye çalışırız. Dünya ve ukbâ muvazenesini korumasına yardımcı oluruz. İslâm’a girmesi için elimizden geldiğince birer şefkat havarisi olur ve onu koruruz. Zaten sarayda da yapılanlar bunlardı. Onlara, bir taraftan insanlık aşılanıyor, diğer taraftan da birer kadınefendi muamelesi gösteriliyordu. Orada bulunup da, saraydan memnun olmadığı için kaçmaya yeltenen kaç misal gösterilebilir? Hayır, böyle bir misal göstermek mümkün değildir.
Dostları ilə paylaş: |