Dün gece nasıl uyuyakaldığımı pek hatırlayamıyorum. Köpeklerin aniden havlamaya başladığını ve Bay Renfield'in bu odanın altında bir yerlerde olan odasından, çok heyecanlı bir şekilde dua ediliyormuş gibi tuhaf sesler geldiğini hatırlıyorum. Sonra her yeri bir sessizlik kapladı, o kadar derin bir sessizlikti ki beni ürküttü; kalkıp pencereden dışarı baktım. Her yer karanlık ve sessizdi, ay ışığının yarattığı siyah gölgeler, sanki kendilerine özgü sessiz bir gizemleri varmış gibi görünüyordu. Tek bir şey bile kıpırdamıyordu; her şey ölüm ya da kader gibi korkunç ve sabitti; bu yüzden, çimenlerin üzerinde algılanamaz bir yavaşlıkla eve doğru gelen ince bir sis tabakasının kendine has bir sezgisi ve canlılığı varmış gibi geldi. Sanırım, düşüncelerimin başka yönlere dağılması bana iyi geldi, çünkü yatağa geri döndüğümde üstüme bir uyuşukluk çöktüğünü hissettim. Bir süre öylece
-467-
uzandım, ama uyuyamadım, bu yüzden yataktan çıkıp tekrar pencereden dışarı baktım. Sis yayılıyordu ve şimdi eve o kadar yaklaşmıştı ki, sanki gizlice pencerelere sokuluyor-muş gibi kalın bir örtü halinde duvara yaslanmıştı. Zavallı deli adam her zamankine göre daha çok gürültü çıkarıyordu ve dediklerinden tek kelime anlamasam da bir şekilde ses tonunda tutkulu bir yalvarma olduğunu seçebiliyordum. Sonra bir boğuşma sesi geldi ve bakıcıların onunla ilgilendiklerini anladım. O kadar korkmuştum ki, yatağa girdim ve örtüleri başımın üzerine kadar çekerek parmaklarımla kulaklarımı tıkadım. O sırada biraz bile uykum yoktu; en azından ben öyle sanıyordum; ama uyuyakalmış olmalıyım, çünkü rüyaları saymazsak, sabah, Jonathan beni uyandırana kadar neler olduğuna dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Sanırım, nerede olduğumu, üzerime eğilenin Jonathan olduğunu hatırlamam biraz zaman ve çaba gerektirdi. Rüyam çok garipti ve uyanıkken düşünülenlerin rüyalara karışmasına ya da rüyalarda devam etmesine tipik bir örnekti.
Rüyamda uykuda olduğumu düşünüyor ve Jonathan'ın dönmesini bekliyordum. Onun için çok endişeleniyordum ve kıpırdayacak gücüm yoktu; ayaklarım, ellerim ve beynim ağırlaşmıştı, öyle ki, hiçbir şey normal hızıyla ilerlemiyordu. Bu yüzden huzursuz bir şekilde uyuyor ve düşünüyordum. Sonra havanın ağır, nemli ve soğuk olduğunu fark etmeye başladım. Örtüleri yüzümden kaldırdım ve şaşkınlık içinde çevremdeki her
-468-
şeyin loş olduğunu gördüm. Jonathan için yanık bıraktığım, ama kıstığım gaz lambası sisin içinden minik, kırmızı bir kıvılcım gibi görünüyordu. Anlaşılan sis yoğunlaşmış, odaya dolmuştu. Sonra aklıma yatağa girmeden önce pencereyi kapatmış olduğum geldi. Bundan emin olmak için yataktan çıkacaktım, ama üzerimdeki kurşun gibi bir ağırlık, kollarımı ve bacaklarımı, hatta irademi bile bağlamış gibiydi. Kıpırdamadan yatıp bu duruma katlandım; o kadar. Gözlerimi kapadım, ama hâlâ gözkapaklanmın arkasından görebiliyordum. (Rüyaların bize oynadığı oyunlar ve aynı şekilde bizim de kurduğumuz hayaller müthiş şeyler.) Sis gittikçe daha da yoğunlaştı ve artık içeri nasıl girdiğini görebiliyordum; çünkü bir duman gibi -ya da kaynayan suyun beyaz buharı gibi- pencereden değil, kapının aralıklarından içeri doluyordu. Gittikçe daha da yoğunlaştı, ta ki, odada buluttan bir sütun oluşturana kadar ve sütunun tepesinde, gaz lambasının ışığının kırmızı bir göz gibi parladığını görebiliyordum. Bulutsu sütun artık odanın içinde dönmeye başladığı için benim de beynim dönmeye başladı ve sisin içinden İncil'deki şu sözler geldi; "Gündüzleri buluttan, geceleri ateşten bir sütun."* Acaba bu ruhani sözler, uykumda bana yol mu gösteriyordu? Ama bu sütun hem gündüzden hem de geceden oluşuyordu; çünkü ateş kırmızı gözün içindeydi ve düşününce, bu göz ilgimi yeniden çekti; ona bakarken ateş bölündü ve sisin içinden üzerime iki kırmızı göz gi-
* Bkz. Hicret, 13:21-22.
-469-
bi parlamaya başladı, tıpkı Lucy'nin yamaçtaki anlık dalgınlığı sırasında, batan güneşin ışınlan Azize Meryem Kilisesi'nin pencerelerine vurduğu zaman söylediği gibi. Birden içimi büyük bir korku kapladı, çünkü Jonathan, ay ışığı altında dönen sisten o korkunç kadınların vücut bulduğunu görmüştü ve rüyamda bayılmış olmalıyım, çünkü sonra her şey kapkaranlık oldu. Bilincimi kaybetmeden önce hayal gücümün bana gösterdiği son şey, kurşuni beyaz bir yüzün sislerin arasından bana doğru eğildiğiydi. Bu tür rüyalara karşı dikkatli olmalıyım, çünkü fazlası, insana aklını kaçırtabilir. Onları endişelendirmekten kork-masaydım, Dr. Van Helsing ya da Dr. Se-ward'dan beni uyutacak bir ilaç yazmalarını isterdim. Şu anda böyle bir rüya gördüğümü bilmek benim için duydukları korkuyu artıracaktır. Bu gece kendi kendime uyumaya çalışacağım. Eğer uyuyamazsam, yarın gece bana bir doz kloralidrat vermelerini isteyeceğim; bir kez kullanmanın zararı olmaz ve iyi bir uyku çekmemi sağlar. Dün gece beni öyle yordu ki, hiç uyumasam daha az yorulurdum.
2 Ekim, gece 10- Dün gece uyudum, ama rüya görmedim. Çok derin uyumuş olmalıyım, çünkü Jonathan'ın yatağa geldiğini bile duymadım; ama uyumak beni dinlendirmedi, çünkü bugün kendimi son derece halsiz ve keyifsiz hissediyorum. Dün bütün günü okumaya çalışarak ya da uzanıp kestirerek geçirdim. Öğleden sonra Bay Renfield beni görmek istemiş. Zavallı adam çok nazikti ve yanından ayrılırken elimi öpüp Tann'dan beni kutsa-
-470-
masını diledi. Bu, nedense beni çok etkiledi; onu düşündüğüm zaman ağlamaya başlıyorum. Bu da dikkatli olmam gereken yeni bir zayıflık. Jonathan ağladığımı bilse perişan olurdu. O ve diğerleri akşam yemeğine kadar dışarıdaydılar ve hepsi çok yorgun geldiler. Onları neşelendirmek için elimden geleni yaptım ve sanırım, bu çaba bana faydalı oldu, çünkü ne kadar yorgun olduğumu unuttum. Yemekten sonra beni yatmaya gönderdiler ve hep beraber sigara içmeye gittiler; böyle söylediler, ama ben, gün boyunca neler olduğunu birbirlerine anlatmak istediklerini biliyordum; Jonathan'ın tavırlarından anlatmak istediği önemli bir şeyler olduğunu görebiliyordum. Olmam gerektiği gibi uykulu değildim, bu yüzden yatmaya gitmeden önce Dr. Se-ward'a, önceki gece iyi uyuyamadığımı söyleyerek bana bir uyku ilacı vermesini rica ettim. Büyük bir nezaket göstererek benim için bir yudumluk bir ilaç hazırladı ve çok hafif bir ilaç olduğu için bana hiçbir zararının dokunmayacağını söyledi... İlacı aldım ve hâlâ bana uzak duran uykunun gelmesini bekliyorum. Umarım, yanlış bir şey yapmamışımdır çünkü uykum gelmeye başlayınca içimi yeni bir korku sarıyor: Bu şekilde, kendimi kolaylıkla uyanma gücünden yoksun bırakarak budalalık etmiş olabileceğim korkusu. Uyanmayı isteyebilirim. İşte uyku geldi. İyi geceler.
-471-
YİRMİNCİ BÖLÜM
JONATHAN HARKER'IN GÜNLÜĞÜ
1 Ekim, akşam - Thomas Snelling'i Beth-nal Green'deki* evinde buldum; ama ne yazık ki, herhangi bir şey hatırlayacak durumda değildi. Beklenen ziyaretimle bir bira kazanma olasılığı kendini fazlasıyla göstermiş ve alışılmış sefasına çok erken başlamıştı. Ama terbiyeli, ezik bir insan gibi görünen karısından onun, iki arkadaşın sorumlu olduğu Smollet'in asistanı olduğunu öğrendim. Böylelikle arabayla, Walworth'a gittim ve Bay Joseph Smollet'i evinde, üzerinde bir gömlekle çay tabağından akşamüstü çayı içerken buldum. Nazik, akıllı bir adam, iyi, güvenilir bir işçi olduğu açık ve aklı başında. Kutularla ilgili olayı hatırladı ve pantolonun arka tarafındaki esrarengiz bir yerden, köşeleri kıvrılmış muhteşem bir defter çıkararak kalın bir kurşunkalemle yazılmış, yan silinmiş hiyeroglif notlardan bana kutulann gönderildiği yerleri söyledi. Carfax'tan aldığı altı kutuyu, Mile End New Town, Chicksand Caddesi, 197 numaraya, diğer altı tanesini Bermondsey'deki** Jamaica Geçidi'ne teslim etmiş. Eğer Kont bu korkunç barınaklarını Londra'nın her yerine
* Londra'nın doğusundaki endüstri bölgesi. ** Londra'nın güneydoğusundaki bir semt.
-473-
yaymayı hedeflemişse, bu mekânlar seçilmiş ilk teslimat adresleri olabilirdi, böylece daha sonra ayrıntılı olarak dağıtılabilirlerdi. Bunun böyle yöntemli bir şekilde yapılması, bana kendisini Londra'nın iki yakasıyla sınırlandırmayacağını düşündürdü. Şimdi kuzey kıyısının en doğu ucuna, güney kıyısının doğusuna ve güneye yerleşmiş bulunuyordu. Kuzey ve batı bölgeler de şeytani planının dışında tutulmayacaktı elbette -hele Kent Merkezi* ve modern Londra'nın tam göbeği olan güneybatıyla batı bölgeleri. Smollet'in yanına geri döndüm ve Carfax'tan başka kutu taşındığını bilip bilmediğini sordum.
Şöyle cevap verdi:
"Eh, patron, bana çok iyi davrandınız -ona ykanm altın vermiştim- ve ben de size bütün bildiklerimi anlatacağım. Dört gece önce, Pincher's Sokağı'ndaki Tavşan ve Tazı Meyhanesi'nde, Bloxam adında bir adamın, ortağıyla birlikte Purfleet'teki eski evde, ender rastlanır, çok tozlu bir iş aldıklarını söylediğini duydum. Buralarda o tür işlerden pek çıkmaz ve Sam Bloxam'in size bir şeyler anlatabileceğini düşünüyorum." Ona bu adamı nerede bulacağımı sordum. Bana adresini bula-bilirse, bir yarım altın daha kazanacağını söyledim. Bu yüzden çayının kalanını bir dikişte bitirdi ve çevrede araştırmaya başlayacağını söyleyerek ayağa kalktı. Kapıda durdu ve şunları söyledi:
"Bakın, patron, sizi burada bekletmemin
• Londra'nın merkezindeki, genellikle bankacılık ve finan-sal alanlarla anılan özerk semt.
-474-
bir anlamı yok. Sam'i kısa sürede bulabilirim de bulamayabilirim de; ama zaten bu gece size pek bir şey söyleyecek halde olmayacaktır. Sam kafayı çekmeye başladığında farklı biri olur. Bir zarfın üzerine adresinizi yazıp bir de pul yapıştırıp bana verirseniz, Sam'in nerede olduğunu öğrenir ve bu gece size postalarım. Ama sabah erkenden peşine düşseniz iyi edersiniz, yoksa onu yakalaya-mayabilirsiniz; çünkü önceki gece ne kadar içmiş olursa olsun, Sam genelde erkenden evden çıkar."
Bu çok uygundu, bu yüzden çocuklardan biri, bir peni ile bir zarf ve kâğıt almak ve paranın üstü de kendinde kalmak üzere dışan fırladı. Geri döndüğünde zarfın üzerine adresimi yazıp pul yapıştırdım ve Smollet yine, Sam'i bulduğu zaman adresi yazıp bunu bana göndereceğine söz verince ben de evin yolunu tuttum. Bir şekilde iz üstündeyiz. Bu gece yorgunum ve uyumak istiyorum. Mina derin derin uyuyor ve biraz fazla solgun görünüyor; gözleri ağlamış gibi şişkin. Zavallı sevgilim, olanlar konusunda karanlıkta bırakılmanın onu üzdüğüne hiç şüphem yok ve bu da benim için ve diğerleri için iki misli endişelenmesine sebep olabilir. Ama bu en iyisi. Sinirlerinin bozulmasındansa, bu şekilde bir hayal kırıklığı yaşayıp endişelenmesi daha iyidir. Doktorlar, onun bu korkunç işten uzak tutulması konusunda ısrar etmekte kesinlikle haklıydılar. Kararlı olmak zorundayım, çünkü bu sessizlik yükü özellikle benim sırtımda. Ne olursa olsun, ona bu konuyu
-475-
açmamalıyım. Aslında, bu o kadar da zor bir görev olmayabilir, çünkü kendisi de bu konuda ketum davranıyor ve ona kararımızı açıkladığımızdan beri Konttan ya da yaptıklarından hiç bahsetmiyor.
2 Ekim, akşam - Uzun, yorucu ve heyecanlı bir gün oldu. İlk postayla üstüne adresimi yazdığım zarf geldi; içinde kirli bir kâğıt parçası vardı. Kâğıdın üzerinde bir marangoz kalemi ve çarpık bir el yazısı ile şöyle yazılmıştı:
"Sam Bloxam, Bartel Caddesi, Çölmekçi-ler Meydanı, Korkrans, 4 numara, Walworth. Mavini sorun."
Mektup daha ben yataktayken geldi ve Mina'yı uyandırmadan kalktım. Yorgun, derin uykuda ve solgundu; hiç iyi görünmüyordu. Onu uyandırmamaya karar verdim ama bu yeni araştırmadan döndüğümde Exeter'e geri dönmesi için gerekli düzenlemeleri yapacaktım. Sanırım, aramızda ve karanlıkta yaşarken değil, kendi evimizde, ilgisini çekecek günlük işleri varken daha mutlu olur. Dr. Seward'i yalnızca çok kısa bir süre için gördüm ve ona nereye gittiğimi söyleyerek bir şeyler bulur bulmaz geri döneceğime ve onlara anlatacağıma söz verdim. Walworth'a gittim ve biraz zorlukla da olsa Çömlekçiler Meydanı'nı buldum. Bay Smollet'ın imla hatası beni yanıltmıştı; çünkü Çömlekçiler Meydanı yerine, Çölmekçiler Meydanı'nı sormuştum. Ama meydanı bulduktan sonra Corcoran'ın pansiyonunu bulmakta hiç güçlük çekmedim. Kapıya gelen adama 'mavin'i sorduğumda başını iki yana salladı ve şöyle
-476-
dedi: "Onu tanımıyorum. Burada öyle biri yok; kör olasıca hayatım boyunca hiç öyle birini duymadım. Burada ya da herhangi başka bir yerde öyle birinin yaşadığını hiç sanmıyorum." Smollet'in mektubunu çıkardım ve meydanın adının yazılışından çıkardığım ders beni yönlendirebileceği için bir daha okudum. "Siz kimsiniz?" dedim.
"Ben maavinim," dedi. Hemen doğru yolda olduğumu anladım; imla hatası yine beni yanıltmıştı. Yarım penilik bir bahşiş 'mu-avin'den bilgi almamı sağladı ve önceki gecenin birasının etkisini Corcoran'ın pansiyonunda uyuyarak atan Bay Bloxam'in sabah beşte Poplar'daki* işine gitmek üzere çıktığını öğrendim. Bana tam olarak nerede çalıştığını söyleyemedi, ama "yeni yapılan bir depo" olduğu konusunda belirsiz bir fikri vardı ve bu yarım yamalak ipucuyla Poplar'a doğru yola çıktım. Böyle bir binayla ilgili tatmin edici bir ipucu bulana kadar saat on iki oldu ve bu ipucunu da birkaç işçinin öğle yemeklerini yediği bir kahvehanede buldum. İçlerinden biri Cross Angel Caddesi'nde yeni bir "soğuk depo" binası yapıldığını söyledi ve bu da "yeni yapılan depo" tarifine uyduğu için hemen o caddeye gittim. Aksi huylu kapıcı ve ondan daha aksi olan ustabaşıyla -ikisi de kesenin ağzını açmam sayesinde yatıştılar- yaptığım bir görüşme sonunda Bloxam'in izini buldum. Özel bir konuda ona birkaç soru sorma ayrıcalığını bana verirlerse, ustabaşına günlük yevmiyesini öde-
Londra'nın doğusundaki endüstri ve taşımacılık bölgesi. -477-
meye hazır olduğumu söylemem üzerine Bloxam'i çağırttılar. Konuşması ve tavırları kaba olmasına rağmen epeyce zeki bir adamdı. Bana vereceği bilginin karşılığını ödeyeceğime söz verip bir kısmını da önceden verince bana Carfax ile Piccadilly'deki bir ev arasında iki yolculuk yaptığını ve bu evden dokuz büyük kutu -"büyük, ağır kutular"- alıp bu amaç için kendisinin kiraladığı bir at arabasıyla Piccadilly'deki eve götürdüğünü söyledi. Ona Piccadilly'deki evin numarasını söyleyip söyleyemeyeceğini sordum; buna karşılık olarak şunları söyledi:
"Eh, patron, numarayı unuttum, ama kısa bir süre önce yapılmış olan büyük, beyaz kilisenin ya da işte her neyse onun, birkaç ev yanındaydı. Tozlu, eski bir evdi, ama körola-sıca kutuları aldığım evdeki tozun yanında hiç kalırdı."
"İkisi de boşsa, bu evlere nasıl girdiniz?"
"Purfleet'teki evde beni bekleyen bir ihtiyar vardı. Kutuları kaldırıp arabaya koymama yardım etti. Allah canımı alsın ki, şu ana kadar rastladığım en güçlü adamdı ve bu beyaz bıyıklı ihtiyar o kadar zayıftı ki, gölgesi bile yok sanırdınız."
Bu sözler beni nasıl da heyecanlandırdı!
"Ama işte, sanki çay torbalanymış gibi kutuları bir uçlarından tuttuğu gibi kaldırıyordu; ama ben kutuların kendi tarafımdaki uçlarını kaldırana kadar oflayıp pufluyordum ki, hiç de kuvvetsiz bir adam değilimdir."
"Piccadilly'deki eve nasıl girdiniz peki?" dedim.
-478-
"Orada da o adam vardı. Herhalde yola çıkıp benden önce oraya varmıştı, çünkü zili çaldığımda gelip kapıyı açtı ve kutuları salona taşımama yardım etti."
"Dokuzunu da mı?" diye sordum.
"Evet, ilk seferde beş, ikincisinde dört tane vardı. İnsanı susatan bir işti ve eve nasıl döndüğümü hatırlamıyorum bile." Sözünü kestim:
"Kutuları salonda mı bıraktın?"
"Evet, büyük bir salondu ve içinde başka bir şey yoktu."
Daha çok şey öğrenebilmek için kesenin ağzını açtım.
"Sende anahtar yok muydu?"
"Ne anahtar ne de başka bir şey kullandım. Yaşlı adam kapıyı açtı ve ben gittikten sonra kapattı. Son seferi hatırlamıyorum, ama bu bira yüzündendi."
"Ve evin numarasını da hatırlamıyorsun, değil mi?"
"Hayır, efendim. Ama bulmakta hiç zorlanmazsınız. Yüksek bir bina, önünde kemerli bir veranda ve kapıya çıkan yüksek merdivenler var. O merdivenleri biliyorum, birkaç kuruş kazanmak için kapıya gelen üç aylakla beraber kutuları içeri taşımak zorunda kaldım. Yaşlı adam onlara birer şilin verdi; ama onlar daha çok koparabileceklerini gördükleri için daha fazla istediler, ama adam içlerinden birini omzundan yakaladı, neredeyse merdivenlerden aşağı fırlatacaktı ve sonunda hepsi küfrederek kaçıştılar." Bu tarifle evi bulabileceğimi düşündüm ve verdiği bilgiler için dostumun parasını ödeyerek
-479-
Piccadilly'ye doğru yola çıktım. Bana acı veren yeni bir deneyim edinmiştim: açıkça ortadaydı ki, Kont toprak sandıklarını tek başına taşıyabiliyordu. Eğer öyleyse, zaman çok kıymetliydi, çünkü şimdi dağıtımın belli bir miktarını yapmış olduğuna göre istediği zaman, hiç şahit bırakmadan bu işi tamamlayabilirdi. Piccadilly Circus'ta* arabadan indim ve batıya doğru yürüdüm; Junior Constitutional'ı** geçince tarif edilen evi buldum ve Drakula'nm kendisi için seçtiği yeni inin bu olduğuna ikna oldum. Ev, uzun süredir hiç kimsenin yaşamadığı bir yere benziyordu. Pencereler tozla kaplanmış, panjurlar kaldırılmıştı. Bütün çerçeveler zamanla kararmış ve demirlerin üstündeki boya neredeyse tamamen soyulmuştu. Balkonun önünde son zamanlara kadar büyük bir ilan tahtası asılı olduğu belliydi; ama kabaca sökülüp atılmıştı. Tabelayı tutan direkler ise hâlâ duruyordu. Balkonun parmaklıklarının arkasında, yerinden sökülmüş birkaç levha durduğunu gördüm, kenarları beyaz görünüyordu. İlan tahtasını parçalanmadan önce görmek için neler vermezdim, çünkü bana evin kime ait olduğu konusunda bir ipucu verebilirdi. Carfax'i araştırıp satın almamla ilgili tecrübelerimi hatırlıyor ve evin eski sahibini bulabilirsem, eve girmenin de bir yolunu bulabileceğimi düşünmeden edemiyordum.
* Stoker'ın zamanında Londra'daki, tiyatroların, kulüplerin, otellerin ve alışveriş merkezlerinin bulunduğu semt. ** Piccadilly, No:101'deki Muhafazakârlar Kulübü.
-480-
O an için Piccadilly tarafında öğrenilecek ya da yapılacak hiçbir şey kalmamıştı; o yüzden başka bir şey öğrenip öğrenemeyeceğimi görmek için evin arka tarafına dolandım. Pic-cadilly'deki evler genellikle boş olmadığından sokak hareketliydi. Çevrede gördüğüm bir iki seyis ve bakıcıya boş ev hakkında bildikleri bir şey var mı, diye sordum. İçlerinden biri evin geçenlerde satın alındığını duyduğunu, ama kimin aldığını bilmediğini söyledi. Bununla birlikte, son günlere kadar "Satılık" tabelası üzerinde kalmıştı ve evi satan emlak-çılar, Mitchell, Oğullan ve Candy bana bir şeyler anlatabilirdi. Tabeladaki şirket isminin bu olduğunu sanıyordu. Aşırı hevesli görünmeyi ya da bana bilgi veren adamın çok fazla şey bilmesini ya da tahmin etmesini istemedim, bu nedenle sakin bir tavırla ona teşekkür ederek oradan ağır ağır uzaklaştım. Artık hava kararıyordu ve bir sonbahar gecesi çöküyordu, bu yüzden hiç vakit kaybetmedim. Berkeley'deki bir adres defterinden Mitchell, Oğullan ve Candy şirketinin adresini öğrenir öğrenmez, Sackville Caddesi'nde-ki* ofislerine gittim.
Benimle ilgilenen beyefendi çok nazik tavırlı, ama aynı derecede ketum biriydi. Bana Piccadilly'deki evin -görüşmemiz boyunca evden "malikâne" diye bahsediyordu- satıldığını söyledikten sonra işimizin bittiğini düşündü. Ona evi kimin satın aldığını sorduğumda gözlerini faltaşı gibi açtı ve cevap vermeden önce birkaç saniye bekledi.
• Piccadilly Circusun batısında. -481-
"Satıldı, bayım."
"Beni bağışlayın," dedim aynı nezaketle, "ama o evi kimin aldığını öğrenmek için özel bir nedenim var."
Tekrar duraksadı, ama bu duraksama daha uzun sürdü ve kaşlarını da daha çok kaldırdı. "Satıldı, bayım," diye kısaca cevap verdi yine.
"Kuşkusuz benim bu kadarını bilmemde sakınca görmezsiniz," dedim.
"Ama görüyorum," diye cevap verdi. "Mitchell, Oğulları ve Candy'de, müşterilerimizin bilgileri kesinlikle emin ellerdedir." Adam su katılmamış bir erdemlilik kumkumasıydı ve onunla tartışmanın bir faydası yoktu. Onunla kendi dilinden konuşmanın en iyisi olacağını düşünerek şöyle dedim:
"Müşterileriniz, bayım, sırlarını saklamakta bu kadar kararlı muhafızları olmasından mutludur. Ben de profesyonelim." Burada ona kartımı uzattım. "Bunu meraktan sormuyorum; Lord Godalming için çalışıyorum; kendisi son zamanlarda satılığa çıkarılmış olan bu mülk hakkında bilgi almak istiyor." Bu sözler işin rengini değiştirdi. Şöyle dedi:
"Elimden gelse, size yardımcı olmak isterdim, Bay Harker; özellikle lord hazretlerine yardımcı olmak isterdim. Bir zamanlar, kendisi henüz Saygıdeğer Arthur Holmwood iken onun için bir daire kiralamak gibi küçük bir iş yapmıştık. Eğer lordun adresini almama izin verirseniz, bu konuyu Ev'e danışırım ve bu gecenin postası ile lord hazretlerine bilgi veririm. Kendisine gerekli bilgiyi verebilmek
-482-
için ilkelerimizi bu kadar esnetebilirsek, bu bizim için bir zevk olur."
Düşman değil, bir dost kazanmak istiyordum, bu yüzden ona teşekkür ettim ve Dr. Seward'in adresini verip ayrıldım. Artık karanlık olmuştu ve ben de hem yorulmuş hem de acıkmıştım. Aerated Bread Company'de* bir fincan çay içtim ve bir sonraki trenle Purf-leet'e döndüm.
Herkesi evde buldum. Mina yorgun ve solgun görünüyordu, ama neşeli ve canlı görünmek için cesurca çaba gösterdi. Ondan bir şeyler gizlemek zorunda olduğumu ve huzurunun kaçmasına yol açtığımı düşünmek yüreğimi burktu. Tanrı'ya şükür ki, toplantılarımızın dışında kalmanın ve ona güvenme-yişimizin verdiği acıyı hissettiği son gece olacak bu. Onu bu uğursuz işimizden uzak tutma kararlılığımı korumak için bütün cesaretimi toplamak zorunda kaldım. Her nasılsa, bunu biraz daha kabullenmiş gibi görünüyor; ya da bu konu artık ona tiksindirici gelmeye başladı, çünkü kazara bahsinin geçmesi bile onu ürpertiyor. Kararımızı zamanında verdiğimize memnunum, çünkü böyle bir duygu, gittikçe artan bilgimizle birlikte, onun için bir işkence olacaktı.
Bugün öğrendiklerimi, baş başa kalana kadar diğerlerine anlatamazdım; bu yüzden akşam yemeğinden sonra -biz bize olsak bile görünüşü kurtarmak için biraz müzik dinledik- Mina'yı odasına götürdüm ve yatması için yanından ayrıldım. Zavallı kızcağız, bana
Çay dükkânı zinciri.
-483-
karşı her zamankinden daha fazla şefkat doluydu ve gitmeme izin vermeyecekmiş gibi sıkı sıkı sarıldı; ama konuşulacak çok şey vardı ve odadan çıktım. Tann'ya şükür ki, artık olanları konuşmuyor olmamız, aramızdaki hiçbir şeyi değiştirmedi.
Tekrar aşağı indiğimde diğerlerini, çalışma odasındaki ateşin çevresinde toplanmış bir halde buldum. Trende günlüğümün o kısmını yazmıştım ve edindiğim bilgileri tam olarak aktarmanın en iyi yolu olduğu için onlara günlüğü okudum; bitirdiğimde Van Hel-sing şunları söyledi.
"Bugün iyi iş çıkarmışsın, dostum Jonathan. Kayıp kutuların izini bulduğumuz kuşku götürmez. Eğer hepsini o evde bulursak, o zaman işimizin sonuna yaklaşmışız demektir. Ama başka eksik varsa, onları da bulana kadar aramaya devam etmek zorundayız. Sonra, son darbemizi indireceğiz ve o alçağı avlayıp gerçek ölüme göndereceğiz." Bu arada hepimiz sessizce oturuyorduk; Bay Morris aniden: "Söyleyin! Peki, o eve nasıl gireceğiz?" diye sordu.
"Diğerine nasıl girdiysek!" dedi Lord Go-dalming çabucak.
"Ama Art, bu farklı. Carfax'a girdik, ama vakit geceydi ve bizi koruyacak duvarlarla çevrili bir park vardı. Gece ya da gündüz, Piccadilly'deki bir eve gizlice girmeye kalkışmak çok farklı olacaktır. İtiraf ediyorum, o emlakçı budalası bize bir anahtar bulmadıkça içeriye nasıl gireceğimizi bilemiyorum; belki de sabah emlakçının mektubunu alın-
-484-
ca öğreniriz." Lord Godalming'in kaşları çatıldı, ayağa kalkıp odada dolaşmaya başladı. Biraz sonra durdu ve sırayla hepimize bakarak şunları söyledi:
"Quincey haklı. Bu hırsız gibi evlere girme işi ciddileşmeye başladı; ilkini iyi atlattık, ama şimdi zor bir işle karşı karşıyayız. Kont'un anahtar sepetini bulmadığımız sürece."
Sabah olmadan doğru düzgün bir şey yapılamayacağından ve en azından Lord Godal-ming, Mitchell's şirketinden haber alana kadar beklemek daha iyi olacağından kahvaltı vaktinden önce herhangi bir adım atmamaya karar verdik. Uzun bir süre oturup sigara içtik, meselenin çeşitli yönlerini tartıştık; ben de günlüğümü tamamlama fırsatı buldum. Çok uykum var, yatmaya gideceğim...
Son bir satır daha. Mina derin derin uyuyor ve soluk alıp verişleri de düzenli. Alnında, sanki uykusunda bile düşünüyormuş gibi küçük kırışıklar oluşmuş. Hâlâ çok solgun, ama sabahki kadar harap görünmüyor. Sabahın bütün bunları düzelteceğini umuyorum; Exeter'de, evde kendini toplayacaktır. Ah, ne kadar uykum var!
Dostları ilə paylaş: |