Ehl-i Marifet:
Tasavvufî bir terimdir, "Marifet Ehli" demektir. Tasavvufta;
1- Şerîat
2- Tarîkat
3- Hakikat
4- Ma'rifet adıyla dört mertebe vardır.
Arapça bir kelime olan ma'rifet'in mânâsı "bilmek" tir. İlim ile ma'rifet farklı şeylerdir. İlim yalnız bilmekten ibarettir. Ma'rifet ise, bir şeyi tefekkür, eserin hakîkatını göz önüne getirip, hâline göre çâre düşünmektir. Tarikat yolunda ilerleyenler, gizli amellerini düzeltmeleri neticesinde kalplerinde bir saflık ve berraklık doğar. Bunlar se-bebiylejcevnî hakikatler, güzel ve çirkin ameller, Allah'ın zâtına ve sıfatlarına ait hakikatler ve bilhassa Allah'la kul arasındaki muameleler kalbe zahir olur, perde sayılır, kalp bunları görmeye başlar. Bu inkişâfa, yâni perdenin kalkmasına ma'rifet, inkişâf sahibine de "arif veya "Ehl-i Ma'rifet" denir.
Ehl-i Suffe 207
Ehl-i Sünnet:
Sünnet ehli. Hz.Peygamber'in söz ve fiillerini kendilerine dini bir yol kabul eden, dinin tartışmalı konulannda sadece Kur'an ve Sünneti başvuru kaynağı olarak benimseyen kimselerin oluşturduğu mezhepler grubu veya topluluk. Ehl-i sünnet, peygamberimizin sünnetine bağlananlara, ehl-i cemaat ise, ashabın yaşayış ve görüşlerini izleyenlere denilir. Bu ikisi arasında birfarklılık olmadığı için giderek ikisi birleşmiş ve ehl-i sünnet ve'l-cemaat şeklini almıştır. İslam alimlerine göre sükunet, İslam toplumunun oluşması için Allah tarafından indirilen Kur'an'ın, insan hayatında uygulanmasını gösteren somut bir örnek olarak Hz. Peygamber'in bütün yaptıklarını ve söylediklerini kapsar (konuyla ilgili olarak bkz. Sünnet maddesi). Bu durumda Kur'an ile birlikte Hz. Peygam-ber'i de örnek almak gerektiği açıkça ortadadır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de:
"Allah, önceleri açık bir şaşkınlık içinde olan inananlara, Allah'ın âyetlerini okuyan, kötülükten arındıran, kitabı (Kur'an-ı) ve hikmeti öğreten ve size daha bilmediğiniz pek çok şeyi de öğreten bir peygamber gönderdi.”208 buyurulmaktadır. Bu âyetteki hikmet kavramı müfessirler tarafından ittifakla sünnet' şeklinde yorumlanmıştır. Bir başka âyette ise şöyle buyurulmaktadır:
"Peygamber size neyi verdiyse onu alın. Neyi yasakladıysa ondan da kaçının.” 209Sahabe-i Kiram için de:
"İlk iman eden, en ön safta bulunan muhacirlerle ensar ve onlara iyilikle tabi olanlardan Allah razı olmuştur.210 buyurulmaktadır. Hz. Peygamber Efendimiz de çeşitli hadis-i şeriflerinde ümmetine, ashabının yolunu izlemelerini tavsiye etmiştir. Öte yandan Resûlullah fitne ve sapıklığın zaman içinde yaygınlaşacağını ve İslam ümmetinin yetmişüç fırkaya ayrılacağını, bunlardan sadece bir topluluğun kurtulacağını bildirmiştir. Kendisine, kurtulacak olan bu topluluğun (fırka-i naciye'nin) kimler olacağı sorulunca ise, bir rivayete göre 'benim ve ashabımın yolunu izleyenler' şeklinde, bir rivayete göre de 'cemaat' şeklinde cevap vermiştir. Ayrıca bir başka hadiste de "Benim ümmetim sapıklık üzerinde bir araya gelmez" buyurulmuştur.
Nitekim, Hz. Osman'ın hilafeti devrinden sonra başlayan fitne ateşi, müslümanlar arasında siyasi ve imani konularda pek çok tartışmalar ortaya çıkarmıştır. İşte bu devirde sahabilerin ve sorumluluk sahibi müslüman alimlerin büyük bir kısmı orta bir yol tutarak özellikle siyasi konularda aşın taraf olmamaya özen göstermişler; böylece müslümanların bir'cemaat'halinde birliğini korumaya çalışmışlardır. Bu oluşumun ilk temsilcileri arasında Abdullah bin Ömer, Hasan Basri, Ebu Hanife ve İbrahim en-Nahai gibi kimseler sayılabilir. Zaman içinde hem siyasi tartışmaların artması, hem de yeni fethedilen ülkelerde bulunan yahudi, hıristiyan ve putperest kültürleriyle karşılaşılması çok sayıda sapık fırkanın ortalığı kaplaması sonucunu doğurdu. Bunlardan kimisi başta hulefa-i raşidin olmak üzere bir kısım sahabeye dil uzatmaya kadar işi vardırırken, diğer bazı guruplar kader, büyük günah işleyenlerin durumu, ehl-i kitabın durumu, hatta Kur'an-ı Kerim'in mahluk olup olmadığı gibi konulara kadar uzanmışlardır. İşte ehl-i sünnet yolunun ilk temsilcileri bu noktada Kur'an ve Sünnet ile bu ikisinden çıkarılacak akli delillere dayanarak İslam ümmetinin doğru ve orta biryol üzerinde birleşmesine gayret etmişlerdir. Giderek bu çabalar bazı farklılıklarla sistemleşmiştir. Buna göre Hz. Peygamber ve ashabının yolunu izleyen, hakkında nass ve sahabe görüşü olmayan tartışmalı bazı konularda ise yorum yapmaktan kaçınan topluluk selefiye adım alırken; temelde Kur'an ve sünnete dayanmakla birlikte sapıkların görüşlerini çürütmek için bunlardan akli deliller çıkaran ve kendi aralarında da ufak tefek ihtilaflar bulunan diğer iki ehl-i sünnet ekolüne de Maturidiye ve Eşariye denilmiştir. Bunun yanında fıkhi konularda da ehl-i sünnet içerisinde bulunan farklı mezhepler ortaya çıkmıştır. Fakat gerek fıkhi gerekse itikadi ehl-i sünnet mezheplerinin temel özellikleri birdir. Buna göre onların tamamı, Kur'an ve sünete dayanmış, birtakım yorum farklılıkları bulunmakla birlikte birbirlerini küfür vb. aşın suçlamalarla itham etmemiş ve sağlam, orta bir yol izlemişlerdir.
İmarn-ı Azam Ebu Hanife, Fıkh-ı Ek-ber isimli eserinde ehl-i sünnet inancım özlü bir şekilde derlemiştir. Gerek Ebu Hanife'nin gerekse diğer önde gelen alimlerin ana hatlarını belirlediği ehl-i sünnet inacı şu çerçeve içinde görülebilir: Yüce Alİah, var olan her şeyin yaratıcısı, insanların Rabbi ve kulluk edilmeye layık tek ilahür. Onun varlığı zaman ve mekan bakımından sonsuzdur. Eşi, benzeri yoktur, doğmamış, doğurulmamıştır. O, Hz. Adem'den itibaren Hz. Muhammed'e gelinceye kadar pek çok peygamber göndermiş ve bunlara Cebrail aracılığı ile vahy etmiştir. Bir müslüman için bütün kemal sıfatlarıyla birlikte Allah'a, gönderdiği peygamberlere, meleklere, kitaplara, ahirete ve kadere inanmak şarttır. Bu ve bunların kapsadığı konulara iman, dil ile ikrar ve kalp ile tasdik şeklinde gerçekleşir. Ameller konusunda ise ehl-i sünnet alimleri arasında ihtilaflar vardır. İmam Malik, İmam Şafii ve bazı selef alimleri amelin imandan bir parça olduğunu ileri sürerken, Ebu Hanife ve diğer alimler amelin İmandan bir parça veya rükün olmadığını ve amellerin imanı artırıp eksiltemeyeceğini belirtmişlerdir. Bununla birlikte iman ile amel arasında sıkı bir ilişki vardır ve iman etmekle er geç cennete gireceği kabul edilen müminin, işlediği amellerden dolayı mükafat veya ceza alacağı bildirilmiştir. Ehl-i sünnet alimlerinin, bazı sapık görüşlerinin ileri sürdüğü büyük günah işleyenlerin kafir olacağı konusuna bakışları da şöyledir: Büyük günah işleyen mümin kafir olmaz, ancak asi olur. Yine ehl-i sünnete göre insan cüz'i iradeye sahiptir. Bu irade ile belirli ölçü vesınırlariçindeAllah'ıniz-niyle serbesttir. Bu irade kendisine teklif edileni seçip seçmeme, dilediğini yapıp yapmama imkanı tanıdığı için sorumluluk yüklenmesine ve dolayısıyla yaptığı işler sonucunda ceza ve ödül karşılığı görmesine sebep olur.
Kısaca özetlemek gerekirse, ehl-i sünnet yolu, ifrat ile tefritin, cebr ile kaderciliğin, ümitsizlikle aşın güvenin, ümit ile korkunun ortasındadır. Kitap ve sünnete dayanan bu yol İslam ümmetinin çoğunun üzerinde birleştiği yoldur. Nitekim bir rivayete göre Hz. Peygamber, toprağa düz bir çizgi çizmiş ve çizginin üzerine elini koyarak "İşte bu Allah'ın yoludur" buyurmuş, ardından da o çizginin sağına soluna çizgiler çizerek "Bunlar da tefrika yollarıdır," buyurmuştur. Görülüyor ki Peygamber Efendimiz, dinde sağa sola sapmalara işaret etmiş doğru yolun ortadaki ehl-i sünnet yolu olduğunu belirtmiştir. Umulur ki, bir başka hadis-i şerifte işaret buyurulan 'fırka-i naciye' de budur.
Dostları ilə paylaş: |