Demirel Her Şeyi İstismar Edebilmiştir
İmralı’da yatan Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın cenazelerinin başka bir yere aktarılması.830
Bu konu, Türkiye’nin 1960’tan sonraki yaşantısında zaman zaman gündeme getirilecekti. Hâlâ bir çözüme ulaşmamış olan bu sorun, örneğin Özal iktidarı dönemin-de, DP’nin siyasi mirasına sahiplenmeyen bir iktidar tarafından devlet töreni ile çözülecekti.831
Menderes’in avukatı ile Menderes’in büyük oğlu Yüksel Menderes cenazeleri istediklerini bildirdiler.
Yüksel Menderes;
“Babam muhterem başbakanın yaşadığı sırada en çok sevdiği, özen gösterdiği yer, İstanbul’daki Eyüp Sultan Camii’dir. Biz, aile olarak muhterem başbakan beyefen-dinin cenazesinin buraya gömülmesini istiyoruz” dedi.832
Başbakan Demirel’in önüne zorlu bir sorun geli-yordu. Bir yandan vicdanının sesine uymak istiyordu. Yıllardır İmralı gibi bir adada bir yana atılıp bırakılmış, çok sevip saydığı bir kişinin, kişilerin cenazelerinden doğan manevi bir yükümlülük altındaydı. Öte yandan, yasalar, sivil yönetimin sorumluluğu.
Sürekli olarak yayımlanan haberlerde İmralı’dan alı-nacak cenazelerin büyük bir törenle ilk önce Saraybur-nu’na bir motorla getirileceği bildiriliyordu. İmralı Adasından Sarayburnu’na değin yüzlerce, belki de binler-ce motor cenazelere eşlik edecekti. Sarayburnu’ndan son-ra, büyük bir tören yapılacak, cenazeler Eyüp Sultan Ca-mii’ne değin eller üzerinde götürülecekti. Orada yeniden toprağa verilirken, bu törenler doruğa çıkacaktı.
Bu tür bir törenin yapılması olasılığı, ortalığı biraz daha karıştırdı. Mareşal Çakmak’ın cenaze töreninde İstanbul’un hangi koşullara sürüklendiğini bilenlerin tepkileri bir yana; asıl kışkırtma, başka yönden geliyordu. Böylesine bir tören, 27 Mayıs’a karşı bir başkaldırma, 1961 Anayasası ile kurulan düzeni yıkıp kabul etmeme anlamına gelecektir. Gündüz ve geceler boyu sürüp giden bu tartışmaların yalnızca siyasal kulislerde değil, Ordu bünyesinde de geliştiğini görebilmek için falcı olmaya hiç gerek yoktu.
Demirel, konuşmak zorunluluğunu duydu. Ve Demi-rel’ce de konuştu: “... Naaşların nakli etrafında sürdürü-len çok yönlü tartışmanın...” yanlış bilgilere ve gerçek-lere dayandırıldığını söylüyordu. “Ölüleri diriltmek ola-nağına kimse sahip değildi”... Ama, “ölülerden rahatsız-lık duymaya da yer yoktu.”833
Demirel, “Naaşların nakli sorunuyla, 1960 ihtilalini ve onun sonuçlarını şu veya bu şekilde biribirine karıştır-mak yersiz bir davranıştır,” diyor; “olayı, sadece Türk yasalarına göre naaşların ailelerine verilmesi ve nakli ölçüsünde tutmak gerektiğini” vurguluyordu.834
Demirel’ce bir üslup; ne şiş yansın ne kebap ya da suya sabuna dokunmadan meseleyi mecrasından uzak tutma… Askerlerin itirazına karşı koyamayan Demirel “Hükümetin vazifesi memleketi karma karışık etmek değildir” diyerek Menderes ve arkadaşlarının yirmi sene daha İmralı adasında kalmasına sebep olmuştu.835
Fakat, Yüksel Menderes’in “aile adına” öne sürdüğü koşul, “muhterem başbakan beyefendinin” özellikle Eyüp Sultan Camii’nin yanına gömülmesi ile ilgiliydi.
Cenazelerin gömülmesi için aileler tarafından seçilen alan, mezarlık değildi. Eyüp Sultan Camii’nin duvarı dibindeki bu küçük bir toprak parçasının mezarlığa bağlanabilmesi için Belediye Meclisinin aldığı karar da yeterli değildi. Yasalar gereği, “anıtlar kurulunun bu yön-de bir karar vermesi” gerekiyordu. Eğer anıtlar kurulu, o toprak parçasını mezarlığa ekleyecek olursa, ailelerin istemine uygun olarak gereken yapılabilecekti.
Bu arada, CHP’li Belediye Başkanı Haşim İşcan, Belediye Meclisinin kararı üzerine Danıştay’a başvurdu.
Ve... Danıştay, İstanbul Belediye Meclisinin kararını bozdu.
Üç aile, “bir karış toprağı ölülerimize çok gördüler” yargısıyla, istemlerini yinelemediler.836
2006 yılının kadir gecesi arifesi gündüzünde 28 Şubat’çılarla birlikte Demirel içkili ve yemekli bir toplantı yapar. Demirel’le beraber siyaset yapmış olan Amasyalı bu duruma pes demiştir. Ve sonunda yıllar boyunca inançlı kesimlerden oy isteyen Demirel’in Ramazan günü öğle yemeğinde 28 Şubatçılarla toplantı yapmasının, akşam da İstanbul Sanayi Odası’nın iftarına katılmasının kabul edilemeyeceğini belirten Amasyalı, bunları kamuoyuyla paylaşmak istediğini söyler.837 İsmail Hakkı Amasyalı, Süleyman Demirel ile ilgili şu iddialar-da bulundu: “Her vesile ile Kur'an'dan ayetler, Peygam-berden hadisler okuyarak manalar vermek sureti ile inançlar üzerinden siyaset yapan Demirel, halkın iradesi ile oluşan parlamentoyu demokrasi dışı yöntemlerle tasfi-yeye çalışan 28 Şubat darbesinin temsilcilerine 27 Nisan 2007 tarihinden öncesine rastlayan Ramazan Günü Kadir Gecesi arifesinde İstanbul'da bir otelin teras katında kır-mızı ve beyaz şarapların ikram edildiği öğlen yemeği vermiştir. Bu yemekte bulunanlar arasında 28 Şubat darbesinin temsilcisi eski bir ordu komutanı, cumhur-başkanı seçimi öncesi verilecek muhtıranın içeriğini bir brifingle Demirel'e ve o masada bulunanlara sunmuştur. Aynı gün akşamı da İstanbul Sanayi Odası'nda Kur'an ve dualarla iftar programına iştirak edilmiştir.838
İktidarı İçin Toplumu Kamplara Bölme
Schmitt’e göre, bir ilişkinin siyaset içerip içerme-diğinin, bir olayın siyasal olup olmadığının bir kıstası var: Bu kıstas ise, ahlakta iyi ve kötü iken, estetikte güzel ve çirkindir; politikaya gelince de dost ve düşman kıstasıdır.839 Dost ve düşman ayrımının işlevi, bir bağın ya da ayrılığın, bir birleşme ya da ayrışmanın en uç yoğunluk derecesini ifade etmektedir.840 Schmitt, siyaset ilişkisinde buyruk/itaat yani iktidar olgusunun da var ol-duğunu kabul ediyor ama ona göre, siyasetin özgüllüğü-nü başka bir zeminde aramak daha doğrudur. “Siyasal eylem ve saikleri açıklamakta kullanılabilecek özgül siyasal ayrım, dost-düşman ayrımıdır.”841 Schmitt’e göre “dost-düşman ayrımı ortadan kalkarsa, siyasal yaşam da ortadan kalkar.”842 Siyasal düşmanın ahlaki açıdan kötü, estetik açıdan çirkin ya da ekonomik anlamda rakip olması gerekmez; hatta siyasal düşmanla iş yapmak avantajlı bile gözükebilir.843
Siyasal olarak nitelendirilebilecek bir ilişki türünde var olan dost/düşman ilişkisi siyaseti teşhis etmede en belirgin özellik, ilişkinin dost/düşman çerçevesinde var olması siyaseti tanımlayan esas kıstastır. Schmitt’in bu “dost-düşman-şeması”, belli bir duruluğa, basitliğe ve çekiciliğe sahiptir. Gerçekten de böyle bir şema bütün siyasi sistemlerin güncel deneyimini oluşturur. Aynı zamanda böyle bir şema siyasi süreçleri ve kararları sadece bu süreçlerde yer alan kuvvetleri dikkate alarak yapıldığı için, “değer yargılarından” bağımsız olarak ana-liz eder.844 Bu nedenledir ki, siyaset yapanın (kişi, kurum ya da her hangi bir insan grubu) dostunu ve düşmanını teşhis edebilmesi ve dost ile düşmanı ayırt etme yetene-ğine sahip olması gerekmektedir.845 Siyasette asıl olan, her türlü ahlâki ve hukuksal mülâhazalar dışında düşmanı belirleyebilmektir ve bu düşmana karşı taarruza geçebil-mek veya onun taarruzuna karşı savunma imkânlarına sahip olabilmektir.
Schmitt’e göre düşmanın gerçek bir tehdit teşkil etmesinin de pek önemi olmadığı gibi ahlaki açıdan kötü, estetik açıdan çirkin ya da ekonomik anlamda rakip olması gerekli değildir. “[düşmanı teşhis etmek için] onun bir yabancı, bir öteki olması ve nihayet onunla önceden saptanmış genel normlar vasıtasıyla ya da taraf-sızlığı tespit edilmiş bir üçüncü şahsın hakemliğiyle çözülmesi mümkün olmayan çatışmaların meydana çık-ma ihtimalinin var olması yeter”.846 Zira, taraflar arasında fiili bir çatışma patlak verdiğinde ancak çatışmada taraf olanlar gerekli kararı almak durumundadırlar. Birinin varlığının diğerininkini yok etme potansiyeli taşıyıp taşı-madığına taraflar kendileri karar vereceklerdir. Ve dostu düşmandan ayırt etmek için sezgi ve siyasal içgüdü sahi-bi de olmak lâzım gelmektedir. Düşmanın düşman oldu-ğunu bilmek için onun estetik ya da ahlâki değerlere sahip olup olmamasının da önemi yoktur. Gerçekten de, ahlaken kötü olanın, estetik bakımdan itici olanın ya da ekonomik açıdan zararlı olanın mutlaka düşman olması gerekmez. Tıpkı ahlaki kriterler açısından iyi olanın, es-tetik açıdan güzel, ya da ekonomik açıdan faydalı olanın da siyaseten dost olarak tanımlanmasının gerektirmediği gibi. Çünkü Schmitt’in siyaset anlayışında, kavga bir şey uğruna ya da bir şeye karşı değil, dost bilinen kişi(ler) adına ya da düşman olarak belirlenen kişi veya kişilere karşı güdülen bir kavgadır.847
Siyaset dost/düşman ayırımı üzerine bina edilmiştir ve bu ayırım üzerinde temellenen siyaset her an “medya-na” inmeye hazırdır. Düşmanı caydırmayı başaramayan ya da caydırma gücünü kullanmak istemeyen bir siyaset sahibinin karşısında bir tek şık kalmıştır: düşmanı ezmek. Düşmanı ezebilmek için kendisinin de yok olmasına neden olabilecek kapışmaya, yani savaşa hazır olmalıdır. Hazır olmalıdır, çünkü bilmelidir ki, “öteki” bundan kaçınmayacak ve hücum etmek için fırsat kollayacaktır. Karşı taraf, bizim meşhur “su uyur, düşman uyumaz” misali, saldırıya geçmek için her zaman hazır olacaktır ve fırsat kollayacaktır.848
Dost düşman karşıtlığının siyasetin kriteri olarak belirlenmiş olması siyasetin tehlikeli ve ürkütücü bir alan olduğunu ister istemez düşünmemize yol açabilmektedir. Siyasetin “ateşten gömlek” olduğuna ilişkin imgeler ve Osmanlı döneminden bildiğimiz ölüm cezasına “siyaset” denilmiş, “siyaseten katl” denilmekle idam cezası anlatıl-mak istenilmiştir.849 İdam cezalarının uygulandığı alana “siyasetgâh” denilmiş olması, Türk toplumunun bu konu-da daha da duyarlı olmasına yol açmıştır. Ama gerçek o ki, Schmitt’in analizi siyasal düşmanın yok edilmesine cevaz veren bir görüşün kabulüne yol açmaktadır. Bu görüş uzantısında, düşmanı yok etmekten kaçınmanın kabul edilebilir bir tek nedeni olabilir ki, o da düşmanla antlaşma yapmanın daha yararlı olacağına ilişkin bir kanaatin uyanmasıdır. Aksi takdirde, diyor Schmitt, düşman siyaset gereği elenmesi gereken bir unsurdur ve ondan geri kalan da bizzat kendisi elenmeye hazır olmalıdır.850
Schmitt’in gözünde siyasetçi de, tıpkı modern Tanrı’nın biz ve onlar, kurtarılanlar ve lanetlenenler ara-sında belirgin bir hat çizmesi gibi dostlar ve düşmanlar arasında derin ayrım çizgisi çeken kişidir.851 Schmitt’in siyasette dost/düşman ilişkisini temele alan yaklaşımını Türk siyasetinde en iyi kullanan Sayın Demirel’dir. Siya-sal yaşamı sürekli bir savaş, sürekli bir karşıtlık gibi anla-mıştır, Demirel.852 Schmitt’in dediği gibi düşmanın kişisel nefret uyandırması ve gerçek tehdit oluşturması da gerek-li değildir.
Düşman olmadan Siyaset olamazdı. Siyaset bu dost-düşman ayrımına bağlıdır. İçerikler değişebilir, ancak ayırımın kendisi baki kalmak zorundadır. Ayrıca düşman sadece dış düşman olmak zorunda değildir. İç düşman da seçilebilir. Siyaset alanı kendine başka bir alanı (din, mil-liyet vs) dost düşman ayırımını uygulama alanı yapmak üzere kullanabilir. Nihai otorite olan devlet hem kendi vatandaşlarından hayatlarını feda etmelerini ister hem de düşmanın hayatına son verir. Devletin başı (lider) düşmanı tespit eder ve milleti harekete geçirir.853
Demirel, siyasi iktidarı için toplumu cepheleştirici politik bir yaklaşımda bulunmaktan kaçınmamıştır.854 İnsanda var olan saldırganlık eğilimi toplumsal bütünleş-meyi sürekli tehdit ettiği için topluluklar içeride ihtilafı ve toplumsal çözünmeyi engellemek için büyük çaba sarfederler. Bu grupları bir arada tutma yöntemlerinden biri ise düşmanlık dürtüsüne bir çıkış noktası sağlamak-tır. Bu ise bir topluluk içindeki saldırganlık eğiliminin diğer topluluklara yöneltilmesi yoluyla olur. Dışarıya yönelmiş düşmanlık içeride dostluğun pekiştirilmesine katkıda bulunur.855 Demirel toplulukların bir arada tutul-ması için gereken düşmanlık oluşturma işini şahsi ikbal ve iktidarı için kullanmaktan çekinmemiştir. Demirel için 60-70’li yıllar boyunca karşısındaki cephenin komünist olup olmaması hatta komünizme karşı olmasının bile önemi yoktur. İktidarının her safhasında ve girmiş olduğu bütün seçimlerde sol tehlikenin büyüklüğünü koz olarak kullanmıştır.856 Adeta ülke çok yakın bir altüst oluş ve komünist devrim tehlikesiyle yüz yüzeymiş gibi Demirel hükümetlerinde isterik bir hal aldı. 1965 yılında seçimler yaklaşırken AP bütün ülke çapında “Kızıl tehlike” paniği yaratmaya başladı.857 Komünistler yok edilmesi gereken düşman bir unsurdur. Onunla işbirliği yapmayan, iktida-rına destek ve payanda olmayan kim varsa komünist ve vatan haini idi. 1973 seçimleri sonrasında AP Meclis Grubu toplantısında Demirel; “Milletin sola teslim etmediği iktidarı kim sola teslim ederse, iki cihanda vebal altındadır. Sol ve komünizmle mücadele edenler solu iktidara getirenlerden kıyamete kadar davacı olacak-lardır” diyordu.858 Turan Güneş’in dediği gibi “yaratmaya çalıştığı fobinin dayanağı gerçek dışıdır.”859 Taha Akyol’a göre de I. MC, cephe mantığı ve solun karşısında baraj oluşturmak gibi bir negatif duyguyla kurulmuştur.860 Bu cepheleşme binlerce genç insanın ölümüne ve ülkenin kaynaklarının heba edilmesine yol açacaktı. Düşmanın kişisel nefret uyandırması ve gerçek tehdit oluşturması gerekli olmadığı için aynı Demirel, suçladığı kişilerle daha sonra kişisel iktidarı için işbirliği yapabilecektir. Hatta bu düşmanlığı kendisi körüklememiş gibi, İnönü Vakfı’nda 23 Aralık 1991 tarihinde “Düşmanlıklar oluyor… halk ortada hiçbir sebep yokken birbirine düşürülüyor” diyebilecektir.861
Demirel’li Adalet Partisi’nin yürüttüğü seçim kam-panyası, heyecanlı antikomünizm sloganlarına ve İslâm’a dayanıyordu. Demirel’in 29 Haziran Samsun konuşması temayı belli etti: “Biz komünist düşmanıyız. Komü-nizmle yılmadan mücadeleye kararlıyız... Biz aşırı sol cereyanlarla mücadeleye kararlıyız... Nüfusumuzun %98’i Müslüman olduğu için komünizm Türkiye’ye giremez. Kendimize Müslüman bir millet diyebilmeli-yiz.”
Bu propagandalara karşı CHP’liler Cumhurbaşkanı Gürsel ve Başbakan Ürgüplü’ye başvurdular ve şöyle dediler: -“Adalet Partisi lideri ve Başbakan Vekili Demirel’in sorumsuz bir şekilde ortalığa yaymaya devam ettiği solculuk ve komünizm suçlamaları, halkı düşman kamplara bölüyor. Ülkeyi bir iç savaşa sürüklenmekten kurtarmak için, acilen müdahale etmenizi öneririm...”862
Demirel siyasi hayatının hiçbir döneminde husumet-düşmanlık- siyasetinden ne yazık ki vazgeçememiştir.863 Demirel, yarattığı kavga ortamından o kavganın sonuçları olan iki darbeyle nasibini almıştır. Başka deyişle darbe-leri hazırlayan, onun güttüğü kavgacı siyasettir yargısı abartılı sayılmamalıdır. Ektiği kavga rüzgârlarını, doğal olarak da darbe ve müdahale fırtınaları şeklinde biçmiştir.864 12 Mart’ın Başbakan yardımcısı Koçaş Demirel’i kast ettiği bir konuşmasında: “milletin köylere, camilere varıncaya kadar, mezhepleri, siyasi düşünceleri nedeniyle düşman kamplara bölündüğünü, her türlü siyasi ve kişisel çıkarını yürütebilmek için milletin böyle birbirine düşürülmesinde fayda uman gafiller”865 olduğu-nu söyleyecekti.
1965 Ekimindeki seçimlerden 1980 başlarına ve dolaylı etkileriyle de 1990’lara uzanan, sokak cinayet-leriyle, idamlarla, ağır uzun süreli hapislerle, faili meçhul cinayetler ya da aranan kayıplarla, işsiz bırakılmalarla, yurt dışına kaçmalar ve sürgün yaşamında yitip gitme-lerle kısacası kan, gözyaşı ve yoksullukla geçen dönemin tek sorumlusu bugün ne kadar unutulmuş gibi görünse de Demirel’in güttüğü cepheleşme siyasetidir. Gereksiz ve gerçekte mevcut olmayan düşmanlar yaratarak birliği sağlamayı amaçlayan bu cepheleşme siyaseti Türkiye’yi ileri götürmemiştir; ekonomisinin olası hızını düşürmüş, siyaseten de geriletmiştir. Demokratikleşme hareketinin ikinci aşaması diye düşünebileceğimiz, 1960 sonrasından yüzyılın sonuna uzanan yaklaşık 40 yıllık dönem, o cepheleşme siyasetinin doğal sonucu olan ve Ordu içinde bile sağcı-solcu ayrımını kışkırtarak yarattığı tehlikelerin gölgesindeki anlamsız kavgalarla yitirilmiştir.866
Diğer yandan, Schmitt’in siyaseti tanımlamak için ortaya koyduğu kritere göre, öyle anlaşılıyor ki, bir top-lumda siyasal bir alanın var olması için mutlaka “yabancının” ya da “ötekinin” de var olması şarttır. Ve bu öyle bir “yabancı”dır ki, onunla anlaşabilmek için ortak herhangi bir zemin bulmak da imkânsızdır. Onunla hiçbir alanda ortak olmak ya da buluşmak mümkün değildir, çünkü üzerinde anlaşma sağlanabilecek ortak normlar yoktur. Yabancı, kelimenin tam anlamıyla bir yabancıdır. Yabancıyla paylaşılan herhangi bir ortak değerler sistemi yoktur, çatışmayı önleyecek herhangi bir ortak ideal yoktur, onunla üzerinde mutabakat sağlanabi-lecek hiç bir şey yoktur. O, bize “ya ben, ya o” dedirten, düşman olarak bellediğimiz varlıktır.867
Düşman, siyasal olanı aşan biçimde başta ahlaki olmak üzere diğer kategoriler bakımından da aşağılan-mak ve insanlıkdışı bir yaratık olarak tanımlanmak zo-rundadır. Ancak bu yaratık artık sadece uzaklaştırılması gereken bir tehlike, ait olduğu yere gitmeye zorlanacak bir düşman olmaktan çıkar, nihai biçimde bertaraf edil-mesi gereken bir düşmana dönüşür.868
Türkiye’deki 28 Şubat sürecinde ordunun Türk halkına tavrını belirleyen ve bir genelkurmay başkanının ağzıyla “bin yıl süreceği” ifade edilen halkı düşman ola-rak tespit edilerek yürütülen siyasetin temellendiği düşünce Schmitt’in yaklaşımından alındığı izlenimini vermektedir.
12 Eylül Döneminin Demirel’i
Siyasal yaşamı sürekli bir savaş, sürekli bir karşıtlık gibi anlaması Demirel’e, bu kez de 12 Eylül 1980’de, üstelik siyasal hakları da elinden alınarak ve partisi kapa-tılarak daha da pahalıya malolacaktı.869
1980 öncesi krizi; hegemonya krizi, devlet krizi (temsil krizi, kurumsal kriz ve rasyonalite krizi), ve birikim krizi boyutlarıyla yaşanan bir organik kriz olarak görülebilir.870
Ordu 80 öncesi giderek şiddetlenen ‘anarşi ve terör’den somut hükümetleri değil, ‘Anayasal kuruluşlar’ dediği devlet aygıtının tümünü sorumlu tutmaktadır. Bu nedenle 80 yılının Ocak ayında Cumhurbaşkanına verilen uyarı mektubunu siyasi iktidar muhatap almamıştır. Ana-yasal kuruluşların görevlerini yerine getiremediği, tam tersine her birinin devletin acze düşmesine katkıda bulunduğu bir ortamda ordu, kendini devletin ve resmi ideolojinin tek temsilcisi olarak görmeye başlar.871
12 Eylül darbesi, geleneğin yeni duruma göre icadında çok başardı olmuştur. Darbenin başarısının temel nedeni müdahalenin yaygın bir meşruiyet göreceği ana kadar beklenmiş olmasıdır. “Şaşırtıcı olan darbenin gerçekleş-mesi değil, bu kadar geç gelmesidir. Darbe fikrinin bir yıl boyunca olgunlaştırıldığı ve ayrıntılı planlarının çok önceden hazırlandığı biliniyor”. Bu uzun ve gizli hazırlanış süresi sonradan, darbecilerin sıkıyönetim zamanında ülkedeki siyasi şiddeti durdurabilecek iken, bir darbenin kaçınılmaz olacağı son noktaya kadar bekleme stratejisi izlediği yolundaki iddialara yol açmıştır.872
Türkiye’deki darbelerin hepsi, “sivil politikacıların yarattığı pisliği temizlemek” amacıyla belirli ve kısa sayı-lacak bir süre için iktidarı devralan, ekonomik ve toplumsal yapılar üzerindeki nüfuz ve denetimleri sınırlı olan “muhafız rejimler” türüne uygundur. 80 darbesi bu anlamda en muhafazakâr ve statükocu darbe olarak beliriyor. 60’lı yıllarda asker ve sivil aydınlar arasında daha radikal bir toplumsal modernizasyon ve kalkınma arayışı çerçevesinde kurulan kırılgan ittifak, 20 yılın sonunda yerini tamamen ordunun üst kademesi ile kurulu toplumsal-ekonomik düzen arasındaki güçlü uzlaşmaya terk etmiştir.
12 Eylül darbesi bir muhafız rejimdir. Ancak toplumsal, siyasal yapılara nüfuz etme ve dönüştürme gücü oldukça yük-sektir. Çünkü amacı sadece mevcut kargaşaya son vermek değil, aynı zamanda geleceği de belirlemektir. Meclisi ve tüm partileri kapatması, tüm örgütsel yaşamı ve özellikle sol hareketi şiddetle ezmesi, Anayasal ve yasal düzenle-meleri yapması nedeniyle geleceği de belirlemiştir.873
24 Ekim 1961’de, Çankaya’da Genelkurmay Başkanı ile Kara, Deniz, Hava Kuvvetleri Komutanları, Jandarma Genel Komutanı ile 1. 2. ve 3. ordu komutanlarının da hazır bulunduğu toplantıda bir araya gelen parti liderle-rinin imzaladıkları ve Çankaya protokolü diye anılan anlaşma ile politik partilerin Cemal Gürsel’in cumhur-başkanı seçilmesine yardım etmeleri, emekli inkılâp subaylarının Silahlı Kuvvetlere geri dönmemeleri ve DP’lilerin aflarının geciktirilmesi kararlaştırılmıştır. Çankaya protokolünün yapılmasından sonra Cemal Gürsel, cumhurbaşkanlığı seçimlerine tek aday olarak katılmış: seçim sırasında Meclis
Dostları ilə paylaş: |