(Demirel o zamandan itibaren-bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsine kadarki süreçte faşizmi tehlike olarak görmemiştir.)
Yunan işgali ülke için ne ise, rejim düşmanlığı da aynıdır. Arasında ayrım yoktur. Her ikisi de düşman. Her ikisine karşı da silahlı kuvvetler görev yapacaktır. Sayın Cumhurbaşkanım, nasıl olur?.. Silahlı Kuvvetler iktidarın ‘aleti sayılırsa’ -ki Sayın Gürler böyle söyledi- yapılacak işin bizimle ne ilgisi var?.. Yunan işgal etse, bu Adalet Partisi iktidarının sorunu mu sayılacak?.. Bu, Cumhuri-yetin sorunu değil mi?.. Hemen ifade ediyorum: Silahlı Kuvvetler beni korumuyor. Devleti, anayasayı, rejimi koruyor. Bu yapılmazsa, o zaman Cumhuriyetçi genç su-bay, “ne oluyor?” demez mi?.. Komutanlar ne durumda kalır o zaman?.. Olay genişletilmesin, cephe küçük tutul-sun. Üniversite kapatma işi Fransa’da da oldu. Yetki, zamanın hükümetine verildi…. Sayın Batur, “sosyal olay”ların nedenini, toplumun geri kalmışlığına bağladı. Yönetici, öncü olmak durumundadır. Kredi dağılımındaki adaletsizlik üzerinde duruldu. Zengini daha zengin et-mekten söz edildi. ‘Teşvik’ önlemlerini kınadı. Ve sonra, önlemin ulusal olmasını istedi. Kendileri bundan ne anlıyorsa, ortaya koysunlar...
Yeni bir ihtilal olacağı söylentileri ve varsayımları artık siyasal gündemimizdeydi. MGK’daki bu tartışma-larla konuşmaların yanı sıra, AP grubunda bile, bir ihti-lalin geleceği kuşkusuna dayalı konuşmalar yapılıyordu.
MGK, gelişigüzel yayılan tartışmaların ortasınday-ken, AP grubu, “iç politika ve rejimle” ilgili genel görüş-me yapıyordu. 674
Haziran 1970’lerde yapılan bu konuşmalarda, Aydın Yalçın’ın, Demirel’i suçlayan sözleri üzerine, başbakan şunları söylüyordu:
“...Neden, niçin ihtilal olacak?.. Menderes yaptık-larından ötürü asılmış değildir. Yaptıklarından ötürü ası-lan, hükümettir. İşte biz, hükümeti rayına oturtmaya çalı-şıyoruz. Menderes, ihtilali biliyordu. Üç gün önce kendi-sine söylenmişti. Onu basiretsizlikle suçlayanlara söylü-yorum: Menderes ne yapabilirdi?.. Önlemi ne olacaktı?.. Silahlı Kuvvetlere karşı önlem olmaz. Önemli olan Silahlı Kuvvetlerin siyasete karışmasını gelenek durumu-na getirmemektir.
Biz, artık ihtilal bekçiliğinden usandık. Kim milletin elinden neyi alacaktır?.. Bir millet, dışa karşı ‘istiklal’ içinde olacak, kendi içinde esir diye düşünülebilir mi?.. Bir millet sürekli olarak kendi ordusunun korkusu içinde yaşayabilir mi?...” 675
Demirel MGK’daki konuşmasında bazı konulara değinir:
Türk Silahlı Kuvvetlerini disiplin içinde tutmak neyi gerektiriyorsa onu yapalım. Anayasa değiştirilmesi gere-kiyorsa, onu da Meclisin önüne, kamuoyunun önüne geti-ririz. Askeri Şûra’nın üzerinde birleştiği bütün tasarılar Meclislerden geçmiş yasalaşmıştır.676
27 Mayıs öncesi yönetimine “Haksızlık yapma, basına kısıtlama koyma, zulüm yapma” deniyordu. “İdare zalim, idare keyfi” savı yapılıyordu. İhtilal, hürriyetleri boğmak isteyenlere karşı yapıldığını ilan etti. Bugün ise, tamamen tersinedir. En çok hürriyetin, en geniş hürri-yetin bulunduğu bir zamandayız. Bugün hürriyetsizlikten değil, anarşiden yakınma var.677
Millet Meclisinde Nihat Erim, partisi adına yaptığı konuşmalarda, öğrenci hareketlerinin “masum isteklerle” bezenmiş olduğunu vurguluyordu. Gençleri eleştirmek değil kutlamak gerektiğini söylüyordu.678
Başbakana göre ise, bu olaylar “masum istekleri” aş-mış, siyasal bir sonuç çıkarmaya yönelen, hatta bir ordu müdahalesini kışkırtan, hatta komünizmin ülkeye gelme-sini isteyen davranışlara dönüşmüştü.
21 Haziran 1968 günü Millet Meclisinde CHP adına Nihat Erim, konuşmaya şöyle başlıyordu:
“... Öğrencilerimizin, gençlerimizin son günlerde giriştikleri boykot ve işgal davranışlarını görüşmeye baş-larken, hemen şunu söylemeliyim ki, gençlerimizin bu davranışında biz takbih edecek, ayıplanacak hiçbir nokta görmemekteyiz.679
Erim, “kimi çevrelerde gençlerin kışkırtıldığı, siyasal kimi isteklere araç edildiği biçimindeki söylentilerle yazıların” gerçeği yansıtmadığını vurguluyordu.
İktidar, sütten ağzı yanan insanlara egemen duy-guyla, 27 Mayıs’tan önce üniversitelere gönderilen polis-lerle başlayan olaylar zincirini, o günlerden sonraki suçlamaları unutmamış gibiydi.680
Demirel: “Açıkça söyleyeyim: Bir Yassıada ‘fobi-si’nin içinde değiliz. Bununla şunu amaçlıyorum. Elimde bir karar var burada. Üniversitenin bahçesine giren polisi, özel amaçla girdi diye Yassıada mahkemesi hapse hük-metmiştir...”
Erim: “... Sayın Başbakan konuşmasında, anarşiden, huzursuzluktan, huzur gereksiniminden tekrar tekrar söz ettiler. Elbette bir ülke için kötülüklerin en kötüsü kuşku-suz, anarşidir. Elbette bir ülkede en güzel şey huzurdur. Ama, bugün Türkiye, bir anarşi tehlikesi karşısında mıdır?.. Türkiye’de böyle bir tehlike var mıdır?..
İşgal suç mu, değil mi?, diye sıkıştırıyorlar. Ben hu-kuk fakültesinde bundan çok yıl önce profesörlük ettim. Tek parti dönemi idi ve o tek parti döneminde de kamu hukuku okuturdum. Derste şunu söylerdim: ‘Yönetenler yönetilenlere zulmederler ve bu zulüm sürekli biçim alırsa sosyal anlaşmayı bozmuş olurlar. Sosyal anlaşmayı yönetenler bozduğuna göre, yönetilenlerin ayağa kalkma-sı bir hak olur.’ Ben, bunu tek parti yönetiminde Ankara Hukuk Fakültesinde söyledim, kitabıma da yazdım, hiç-bir soruşturmaya da uğramadım...”
Böylece, Prof. Erim dolaylı biçimde, yönetimin zu-lüm yaptığını dokundurmuş oluyordu. Başbakan Demirel de bu mantığı, “... yasaya karşı olayların onaylanması, kışkırtılması...” olarak görüyordu.
Ve... Tarihin ibret verici sahifelerinden biri, bir iki yıl sonra, gene Nihat Erim’in kaleminden yazılıyordu.681
12 Mart Muhtırası’ndan sonra Nihat Erim, defalarca ucundan kaçırdığı ve “büyük bir hevesle yıllardır bekle-diği”, ancak CHP’de artık başka isimlerin ön plana çıkmasıyla geri planda kaldığı bir dönemde altın tabak içinde sunulan başbakanlık koltuğuna oturmuş bulunu-yordu.682 Prof. Nihat Erim,683 5 Nisan 1971’de, kurduğu hükümetin programı müzakere edilirken şöyle diyordu:
“... İnsanlar parlamentoda muhalefette iken başka türlü, daha rahat konuşurlar. Devlet sorumluluğu altına girdiği zaman, devlet dosyalarını incelediği zaman başka türlü konuşurlar.
Birinci görevimizin, ülkede huzuru ve sükûnu sağla-mak olduğunu gayet iyi biliyoruz. Böyle devlet olmaz. Böyle üniversite özerkliği olmaz. Uygar bir ülkede, kürsüde, geniş kürsü özgürlüğü içinde Mao’yu, Che Guevera’yı övsün, kimi isterse övsün. Ama karşılığında kapitalizm de övülsün. Ona zorla engel olmak yok. Soka-ğa çıkıp ‘eylem yapıyorum’ diye cam kırmak, kurşun-lamak yok. Bunu yapan devleti karşısında bulacaktır. Bunun yanında öğrencilerin sorunları olabilir. O sorun-ların üzerine eğiliriz, çözümlerini ararız. Ama illa ‘ben devrim, ihtilal yapacağım’ diyene ben devletin boynunu uzattırmam. ‘Seni öldüreceğim’ diyeni, ben daha önce öldürürüm. Bunun hiç şakası yoktur...”684
Üniversite olaylarında “Gençler yerden göğe kadar haklıdır’ demişlerdir. Bunu diyenler sonradan bu gençleri tedip etme görevini üzerine alacaklardır. İlahi adalettir bu.’685 Adına da “Balyoz Harekatı” diyeceklerdir.
Erim’in, incelemeler neticesinde tedhişçi örgütlerin dış bağlantılarla hareket ettiklerini, bunların masum gençlik hareketleri olmadığına dair açıklamaları, AP’nin en temel argümanları arasındaydı. Demirel, olayları uluslararası komünizmin bir tertibi olarak görmekteydi. Siyasi iktidarın zaafına, çözülmemiş sosyal ve ekonomik sorunların varlığına dayandırmanın, onların haklı görül-mesine yol açtığını, böyle bahaneleri ortadan kaldırılsa bile yenilerinin ardına sığınmak suretiyle hareketlerin devam edeceğini savunuyordu.
Demirel’le adeta özdeşleşmiş olan “bu anayasa ile hükümet edilmez” fikrinin neredeyse aynısını, Başbakan olduktan sonra Erim, farklı kelimelerle ifade edecekti.686
Demirel de o güzel benzetmesiyle olayı anlatmak-tadır; “…bir Nihat Erim geliyor başa… Sanki her dakka başkalarının lafını aktarıyormuş gibi, kovadan kovaya laf değiştiren: “Bu Anayasa ile ülke yönetilebilir”.
“Bu Anayasa lükstür”.687
Bana da Yahudi’nin “Bari dinime söven müsülman olsa”, sözünü söylemek vacip oldu.
Bir de hukuçu aydınına bakalım. 61 Anayasasının mimarlarından Hüseyin Nail Kubalı’nın ise Muhtıra’dan dört gün önce Milliyet gazetesinde yayınlanan yazısında 27 Mayıs Anayasasını dokunulmazlığı(nı) temel prensip olarak belirtirken sonradan-zoru görünce s.k.- değişiklik taraftarı olduğunu söyleyecektir.688
Siyasetçisi, hukukçusu böyle de Askeri farklı mı?
12 Mart 1971 tarihinde verilen bu muhtıranın önce-sinde, “ODTÜ, dün bir savaş alanına döndü” haberi, gazetelerde sekiz sütuna manşet verilirken, Başbakan Süleyman Demirel, “sıkıyönetim söz konusu değil” diyordu (Cumhuriyet, 6.3.1971). Başbakana bu sözleri söyleten, bir ay önce yapılan Millî Güvenlik Kurulu top-lantısında, kurulun asker üyelerinin, Demirel’in Ankara ve bazı illerde sıkıyönetim ilanı isteğine karşı çıkmış olmaları gerçeği olsa gerekti. Bir ay önce, sıkıyönetim ilanına karşı çıkan generaller, 11 Mart’ta, olayları önle-mede hükümetin yetersiz kaldığını açıklıyorlar, 12 Mart’ta da, bir muhtırayla, rejime müdahale ediyorlar-dı.689 12 Mart Erim Hükümeti, ikibuçuk ay önce Demi-rel’in sıkıyönetim ilanı isteğine karşı çıkan generallerin baskısıyla sıkıyönetim ilan edecekti.690
İlk başlarda gerçekten “masum öğrenci olayları” görüntüsü veren olaylar, biçim değiştirmişti. Olaylar, bir yandan “AP’den kurtulmak” amacına yönelmiş, öte yan-dan Ordu kışkırtmasına varmış, daha ötelere açılışın bir anahtarı haline gelmişti.
Millet Meclisinde öğrenci olaylarıyla ilgili görüşme-ler başlarken, 46 fakülte ve yüksekokuldan bir bölümün-de işgal, dört yüksekokulda da boykot sürdürülüyordu. Daha sonra da sık sık yapılacağı gibi “Neredesiniz çocuklar?” yayınlarının başladığı ve ihtilale çağrı yapıl-dığı günlerdi.691
1970 bütçesinin oylamasında AP’li 41 milletvekili, kendi hükümetlerinin bütçesine “kırmızı oy” verdi. Demirel, Köşke çıktı. İstifasını sundu. Sunay’ın Demi-rel’e yeniden görev vermemesi bekleniyordu. Umutlar tersine çıktı, Demirel, gene başbakan olarak Meclise döndü.692
1970’lerde, artık Ordunun yüksek kademesi işin içine girmişti. Batur’un çıkışları, Ordu karargâhlarında yapılan toplantılar, hele Kuvvet Komutanlıklarında -bir ara da yoğun biçimde Hava Kuvvetlerindeki- yapılan toplantılar günlük konuşmalardandı.693
Demirel, Cumhurbaşkanı Sunay ile yalnız kaldığı bir gün, kuşkularını, kaygılarını artık dile getirdi.
Sunay, Cumhurbaşkanlığı görevi kendisine önerili-rken Demirel’e, bu tür devinimlere karşı çıkacağını söy-lemişti, güvence vermişti. Ayrıca TBMM’ de seçildikten sonra, yemin de etmişti. Rejimi koruyacaktı. Hatta, Tağ-maç’ın MGK’de “Altımız bizi sıkıştırıyor” diye yakın-malarından sonra, bir gün Demirel’e, “altına egemen ola-mayan komutan olamaz,” diye yüksek perdeden de konuşmuş, Tağmaç’ı eleştirmişti.
Sunay, MİT Müsteşarı Fuat Doğu ile Başbakana bir başka haber daha göndermişti:
“Söyleyiniz Süleyman Beye, merak etmesin. Ben yeminime sadığım.”694
Belki bu gelişmeler nedeniyle, belki de Cumhurbaş-kanından aldığı bu güvenceyle Demirel, cuntasal devi-nimlerle girişimlerin bir yerde atlatılacağı, örneğin Cemal Tural’ın Genelkurmay Başkanlığından alınması gibi bir yeni davranışla, sorunların önemli bölümünün çözüleceği kanısındaydı.
Oysa, 12 Şubat 1971 günü Bursa’da Tofaş tesisle-rinin açılış töreninde bulunan Cumhurbaşkanı Sunay, verilen öğle yemeğini yarıda kesmiş, otomobiline binip Eskişehir’e gitmişti.
Sunay’ın sessiz sedasız çıkıp gitmesi yadırgandı.
Olacak iş değildi. Ülkenin Cumhurbaşkanı ve komu-tanlar, Başbakan’ın yemeğinde aniden sofradan kalkıp, “sis basıyor” diyerek oteli terk ediyorlardı. Demirel, kuş-kulanıp Meteoroloji’yi arattı. Hiçbir yerde sis emaresi yoktu. Bunun üzerine Eskişehir’e haber uçuruldu. Sunay ve komutanların izlenmesi istendi. Sunay, Eskişehir Hava üssü’nde komutanlarla darbe toplantısındaydı.
Demirel’in içine bir kurt düşmüştü. Cumhurbaşka-nının garipsediği bu davranışının altında ne yatıyordu; niçin birdenbire Eskişehir’e gitmişti? Görünen ve söyle-nilen neden, Eskişehir’de askeri bazı tesisleri gezecekti. Ama, öteki komutanların da Eskişehir’e gitmelerinin akla uygun bir açıklaması yoktu.
Bu davranışın üzerinden beş gün geçmişti. Adını bir türlü öğrenemediğim bir “kişi” gelip, Demirel’e,
“...Eskişehir’de anlaştılar...” dedi.
Böylece Başbakan, Cumhurbaşkanının müdahaleyi yapacak güçlerle, “anlaştığını” öğrenmiştir.695
Demirel, artık tümüyle yalnızdı. O güne değin, devle-ti korumak, demokrasiyi yaşatmak için sürekli olarak Başbakanın yanında yer aldığı gözlenen, hatta kimi söy-levleri, demeçleri ve devinimleri bu yüzden muhalefetçe kınanan Sunay, Ordu yüksek kademesiyle birleşiyordu. Eskişehir anlaşmasının özünde, Sunay’ın Cumhurbaşkan-lığı süresini bir yıl uzatma kararının da bulunduğu sonra-dan ileri sürülecekti.
Demirel artık herkesçe bilinen günün manzarasına değinerek söze başladı: “Birtakım yeni belirtiler ve söy-lentiler var, Sayın Cumhurbaşkanım” dedi. Sunay, çalış-ma masasının gerisinde koltuğa oturmuş, bir elini yanağına dayamış dinliyordu. Demirel,
“...Cumhurbaşkanlığı görevini size, bu tür sorunları bilen birisi olarak, bunlara karşı çıkacağınızı ve hükü-mete de yardımcı olacağınızı düşünerek, inanarak öner-miştim,” dedi.696
Bir Başbakan, 1969’da Cumhurbaşkanına gidiyor, Genelkurmay Başkanının yönetime el koyacağına dayalı bilgiler aldığını, bu “devlet sorununu hızla çözmenin” gerekliliğini vurguluyor.
Cumhurbaşkanı, Başbakandan gelen bu isteği yadsı-mıyor.
Tersine, bir iki saate sığdırılan bir zaman içinde ha-zırlanan kararnameyi imzalıyor. Genelkurmay Başkanı, bu görevinden alınıp başka bir göreve atanıyor.697
Bu örneği yaşayan bir Başbakanın, 1970’deki darbe girişimleri karşısında aynı Cumhurbaşkanının, benzeri bir tutum izlemesini beklemesinden daha doğal ne olabilirdi ki?.. Ayrıca, Cumhurbaşkanı, devletin demokratik düze-nine, sorunların üstesinden demokratik düzen içinde gelinmesine yanlı olduğunu sürekli söylemektedir. Öyle davranacağını da kanıtlamıştır.
Ve sonra, bir gün Başbakan, Cumhurbaşkanının müdahaleyi yapacak güçlerle, “anlaştığını” öğrenmiştir.
Ve… Sonra, aynı Başbakan, 12 Mart 1971 gününü yaşayacaktır. Milletvekilleri ile senatörler duygularını açıkça belli etmiyorlardı. 12 Mart günü saat 13.00’te devlet radyolarından okunan “Ordu muhtırası” nedeniyle ne yapacaklarını, nasıl karşı çıkacaklarını, hiç değilse bu davranışı ne biçimde eleştireceklerini bilememenin dur-gunluğu Milletvekili ve Senatörlerin çehrelerine yansı-yordu. Ordu’dan böyle bir davranışın gelmesi Savunma Bakanı Topaloğlu’nu, ötekilerine oranla daha da sarstığı belli oluyordu.
Topaloğlu, istifa etmiş bir hükümetin üyesiydi. Ne var ki, “yenisi kuruluncaya değin, eski hükümetin görevi sürdürmesi”, Çankaya Köşkünce istenilmişti. Topaloğlu, imzalanması gerekli olan yazıların içeriğini öğrenmek istemedi, bir soru yöneltti subaya:
“Başbakan imzaladı mı?..” Subay “Evet,” dedi. Topaloğlu’nun önüne konulan yazı, kimi subayların emekliye ayrıldıklarını gösteriyordu.
12 Mart Muhtırasını hazırlayan dört generalin “9 Martçılar” diye bilinen grubun hazırladığı radikal metni, yumuşatarak ilan ettiği iddia edilmiştir. 16 Mart’ta da 2 Tümgeneral, 2 Tuğgeneral, 1 Tuğamiral, 8 Albay bu gru-bun (9 Martçıların) üyesi olduğu gerekçesiyle emekliye sevk edileceklerdi.698 Emeklilik işleminin altındaki imza-lar Muhtırayla istifa etmiş hükümet mensuplarına aitti.699 Bu komutanların tasfiyesi 12 Mart müdahalesinin, Hükü-meti devirip reformları uygulamak isteyen sivil ve askerî radikallerin faaliyetlerine son vermek için tasarlanan bir önleyici darbe olduğu şeklindeki yorumları güçlendir-mektedir.700
Sonradan öğrendik ki, bu listeleri içeren yazılar, ilk önce Demirel’e götürülmüş. O da, “getirin imza edeyim,” demişti. 701
Fakat, 12 Mart muhtırasının açıklandığı, kimi subay-ların emekliye ayrıldığı sıralarda ordu muhtırasına değin gelen dizi olayların, cunta devinimlerinin, bu kadar dar bir kadro içinde ele alınıp yorumlanamayacağını hemen herkes biliyordu.
Daha sonraları, askeri savcının da öne sürdüğü gibi, kimilerine göre, 12 Mart öncesinin cunta devinimleri ta 1963’lere değin iniyordu, öteki kimi bilgilere göre ise, bu devinimler, özellikle 1965’ten sonra başlayıp, 1969 yılın-dan sonra hızla yayılıp gelişmişti.702
5 Mart 1971’de, Başbakan Demirel, Cumhurbaşkanı Sunay’a “... Sokağa ‘dur’ diyemiyoruz, çünkü bir yerden cür’et alıyor. Ordu içinde bir iktidar kavgasından kaygı duyarım. Bu kavga Genelkurmay Başkanlığı ve sonunda sizin oturduğunuz koltuğun kavgasıdır...” derken, elbette kimi istihbarata dayanıyordu.
Arcayürek’in genişletilmiş komuta heyeti toplantısının başladığı 10 Mart 1971 günü, Tercüman gazetesinde bir yazısı çıkar.
“Yazıda, komutanların ‘gidişe dur’ demek için, mek-tup ya da muhtıra yoluyla hükümetin çekilmesini isteye-ceklerini işliyordum. Komuta heyetindeki yüksek rütbeli subayların aralarında yaptıkları toplantılarda bu sonuca vardıklarını açıkça belirtiyordum. Ne var ki, yazının öteki bölümünde, bu tür müdahalenin ‘anayasanın komutan-larca çiğnenmesi’ ile eşanlamda olacağını da vurguluyor-dum.”
Demirel, yavaş bir sesle, yazısını okuduğunu, yazı-sındaki bilgilerle devletin istihbarat güçlerinin yazdıkla-rının uyuşmadığını söylemiş. Onlara göre, Orduda her-hangi bir durum yokmuş.
Demirel’e, “Sizin istihbarat örgütlerinden aldığınız bilgileri bilemem, bildiğim bir şey varsa, bir müdahale, ya mektup ya da muhtıra biçiminde bugün yarın geliyor,” dedim. Hayretle yüzüme baktı. Bana mı yoksa devletin örgütlerine mi inansın, kararsızlık içindeydi. “Ben,” de-dim, “aldığım bilgileri yazdım. Doğruluğuna da inanı-yorum.”
Arcayürek iki gün gibi kısa bir süre sonra haklı çıkacaktı. Yıllar sonra, Demirel’in MİT’ten yakınma-larına tanık olacaktı.703
Askeri idare, 12 Mart 1971 yılında hükümete muhtıra vermiştir. 12 Mart’ta emir komuta zinciri içerisinde, baş-ta Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç olmak üzere Kara kuvvetleri komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur ve Deniz Kuvvetleri komutanı Oramiral Celal Eycioğlu’nun hazırladığı muhtırada, parlamento ile hükü-met tutum ve icraatlarının ülkeyi anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içerisine soktuğu, bu durumdan silahlı kuvvetlerin ciddi ölçüde rahatsız olduğu ve bu rahatsızlığı doğuran sorunların kısa zamanda gide-rilmediği taktirde, Türk Silahlı kuvvetlerinin Türkiye Cumhuriyeti’ni koruma ve kollama görevini yerine geti-receği bildirilmektedir.704 Genelkurmay Başkanı Tağmaç sıkıntılı ve muhtıra konusunda rahat değildi. Genelkur-may Başkanı Tağmaç: “12 Mart Muhtırası’nı imzalarken ağladığımı herkese, beni küçültmek maskadıyla yaymış-lar. Evet, muhtırayı imzalarken ağladım. Ben asker oca-ğında yetiştim. Bizim gözlerimizden kolay kolay yaş akmaz. Kendimizi düşünmeyiz. Bizi memleketin atisi ilgi-lendirir. 27 Mayıstan sonra Silahlı Kuvvetleri kışlasına iade için büyük gayretlerin içinde bulundum. Muvaffak olduk diyebilirim. Ama ah cuntacılık... Bunların iliğine işlemiş. Hangi mevkiye gelirse gelsinler ondan vazgeç-mezler. 12 Mart Muhtırası çok daha ağırdı. Benim ısra-rım sonucu bu hali aldı. Muhtırayı imzalarken ağlıyor-dum. Hukukun dışına çıkıyorduk”705, diyecekti.
12 Mart 1971 günü sabah saat 11.00’de, Demirel’in telefonu çaldı, karşısında MİT Müsteşarı Korgeneral Fuat Doğu vardı. Doğu, Sunay’ın istifasını vermesini istedi-ğini iletti. Fuat Doğu, Ordunun müdahale kararı aldığını kısaca anlattı:
“Bu nedenle, öyle uygun görüyorlar. Süleyman Bey bir an önce bunu yapacak olursa, daha iyi olacak, diyor-lar,” diye de ekledi.706
Demirel, Sunay’ı arar. “Cumhurbaşkanı, “olaylar beni aştı, istifaya zaruret var, sağlık vaziyetinden olursa, daha uygun olur, dedi.” 707 Sunay’ın teklifini Demirel ret edecekti. “Sağlık nedeniyle istifa edemem, bunu yapa-mam. Yapabileceğim şudur: Derhal Parlamentoya gide-rim. Güvenoyu isterim. Güvensizlik oyu ile hemen düşe-rim. Yeter ki, siz muhtırayı bir süre durdurun, radyodan açıklanmasını engelleyin” dedi Sunay’a.
Amacı şuydu: Hiç değilse, demokratik rejim içinde çekilmek, Ordu darbesiyle düşüp, geleceğe* ipotek koy-mamak! Ama, daha sonraki yıllarda kulaklarında sürekli çınlayacak olan Sunay’ın sesi, her umudu kesti, attı:
“... Beni de devreden çıkardılar, Süleyman Bey!..”
Olay, bitmişti.708
“MUHTIRA İLE ANAYASA VE HUKUK DEVLE-Tİ ANLAYIŞINI BAĞDAŞTIRMAK MÜMKÜN DE-ĞİLDİR. Bu durum muvacehesinde Hükümetin istifasını saygı ile arz ederim.” “İstifa mektubunu ben dikte ettim.” diye yazmıştı, Arzık’ın kitabında Demirel.709
“12 Mart 1971 Cuma günü saat 17.00 sularında Demirel’in yazdığı istifa mektubunu Devlet Bakanı Turhan Bilgin Başbakanlık kapısında bekleyen gazete-cilere okumuş, Başbakan istifasını Sunay’a kendisi götür-meyerek bir protesto gösterisi olarak Müsteşar muavini ile göndermiştir.710
Arcayürek olaylar esnasında Demirel’in kendisiyle görüştüğünü anlatmakta ve onun teslimiyet gerekçelerini söylemektedir. Aynı gerekçelerin Sayın Sunay içinde geçerli olduğunu atlamaktadır. Zaten Demirel, Sunay’ın gerekçesini 28 Şubat sürecinde bol bol kullanacaktır.
Arcayürek; “Beni, Başbakanın çalışma odasına aldı-lar. Demirel, ‘Ne dersin, ne yapılabilir bu ortamda?’ ‘Ben olsam, muhtırayı dikkate almam, istifa da etmem, parla-mentoya giderim’ dedim. Elini başında gezdirdi: ‘İyi ama’ dedi. ‘Bilgi aldık, muhtıra da açık. Eğer istifa etmezsem Parlamentoyu da kapayacaklar, yönetime tümüyle el koyacaklar.’ Sonra, ağır ağır, ‘Parlamentonun kapatılmasından yana olamam. İstifa edeceğim, mektup da hazır,’ diye konuştu. ‘Sonrası Allah kerim,’ diye bir de eklenti yaptı.”711
Muhtıra aynı gün saat 12.55’te Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına ulaştırılmış, Genel Kurulda Denizli milletvekili Hasan Korkmazcan “Sayın Başkan, Meclis böyle bir yazıya muhatap değildir”, Aydın milletvekili Yüksel Menderes de “Muhatabı başbakandır” diyerek muhtıranın mecliste okunmasına karşı çıkmışlardır.712
Korkmazcan yıllar sonra bir söyleşide: “Meclis’te Cumhurbaşkanlığı tezkeresi ya da Başbakanlık tezkeresi okunur. Ordu tezkeresini okutmak Anayasa ve İçtüzük hükümlerine aykırıdır, dedim.” diye anlatacaktı.713 Bir başka Demokratik Parti’li Kadri Erdoğan’ın milletvekil-lerine konuyla ilgili görüşlerini açıklama fırsatı verilmesi, aksi halde parlamento’nun manevi bir eza altında yok olacağı şeklindeki söz isteğini ise oturum Başkanı aynı düşüncede olduğunu fakat İçtüzük hükümleri gereğince sunuşlarda bu tarz bir tartışmanın mümkün olmadığını ifade ederek reddetmiştir.714
Cumhuriyet Senatosunda, Başkan Tekin Arıburun askerlerin muhtırasına karşı çıkmış ve muhtırayı senato genel kurulunda okutturmamıştı.715
Demirel bu durumu “Bir Cumhuriyet’e ve Parla-mento’ya bir kişi, iki kişi sahip çıkarak bir yere varamaz-sınız. Gönül ister ki herkes ayağa kalksın. Bir kişi çıkı-yor. Esas mesele muhalefetindir. Tek ses yok ki arkamda güç yok. Nasıl gideceğim güvenoyuna? Yani bir de güvensizlik oyu alıp, kendimi muhtıranın hedefi olmak-tan çıkarıp, Meclis’in hedefi mi olayım?” sözleriyle değerlendirmektedir.716 Arcayürek ve Bulut tarafından ak-tarılan ifadeler kendi içinde çelişki taşımaktadır.
Meclis’te bulunan parlamenterler ayağa kalkama-mıştır. 28 Şubat’ta benzer görüntüler olacaktır. Erbakan MGK kararlarını Meclise getirmek istemiştir. Ancak Millet Meclisinde bulunan parti grupları, millet iradesine yapılan müdahalelere aldırmaz tavır aldılar. Millî irade-nin temsilcisi olması gereken yüce Meclis, millî iradenin devre dışı bırakıldığı yerde, hükümetten hesap sorma yerine, kendine sığınmaya çalışan hükümetten kaçıyor ve konuyu meclise getirme girişimlerine şiddetle karşı çıkıyor.717 Başbakanlıktan bir kararnamenin kurye ile gönde-rilmesi karşısında kıyameti koparan Meclis Başkanı, millî iradeye tanklarla balans ayarı yapılmasına hiç aldır-mıyor, Kalemli’nin hassasiyeti silah karşısında sus pus oluyordu.
Orta Asya gezisinden dönen Meclis Başkanı, alel-acele Genelkurmay Başkanını ziyaret ederek, ne ilgisi varsa, gezi raporunu omuzu kabarık yıldızlı bir kişiye veriyordu.718
12 Mart dönemi’nde, hükümetler milli iradenin temsil edildiği meclislere değil, bir başka güce, Silahlı Kuvvetler’e dayanıyordu. Meclisler yerinde duruyorlardı, ama siyasi güç Silahlı Kuvvetlerin elinde bulunuyordu. Bu durum da, Hükümetlerin meclislere değil Silahlı Kuvvet-ler’e hesap vermesi gereğini doğuruyordu. Zaten, hükü-metler meclislerde sorunlarla karşılaştığında komutanlar devreye giriyor, meclisler geri adım, atmak zorunda kalı-yorlardı.719 Bu durum da Demirel’in parlamentonun açık kalması için istifa gerekçesini doğrulamamaktadır. Çün-kü Meclis kapatılmayan ancak iradesini özgürce kullana-mayan bir parlamentoya dönüşmüştür.720
AP’li Ahmet Çakmak, 12 Mart döneminde Demi-rel’in uyarma ve murakebe vazifemizin gereği diye yaptı-ğı konuşmaya sahiplenecek ve komutanları eleştirecekti:
“Kendilerini ulusal iradenin ‘tecelligahı’ Türkiye Büyük Millet Meclisi üstünde gören ‘devlet memuru sıfatındaki kimi komutanların’ açık ve kesin tutum ifade eden demeçleri, korumaya çalıştığımız ‘biçimsel’ de olsa demokratik rejim ve parlamento için son ağır darbeyi teşkil etmiştir.” 721
Aslında bu konuşma, Demirel’in parlamentonun açık bırakılması bahanesinin anlamsızlığını “biçimsel” olduğu vurgusu ile ilan etmektedir.
Sıkıyönetim komutanları kanuni çerçeve itibariyle Başbakana bağlıydı. Üskül, bu hususta birbirine zıt iki anlayışın varlığına değinmektedir. Erim’de temsil edildi-ğini söylediği birinci anlayışta, sorumluluk yüklenildiği gibi aynı zamanda sıkıyönetim mercilerine emir verme yetkisi de sahiplenilirken; Erim’den sonra Başbakanlığa getirilen Ferit Melen’in temsil ettiğini belirttiği ikinci anlayışta ise başbakanın sıkıyönetim komutanlarına emir verme yetkisinin olmadığı şeklinde bir yorumun varlığına işaret etmektedir.722 Nihat Erim TBMM’ye değil, Silahlı Kuvvetler’e dayanan bir başbakandır. Ancak sıkıyöne-timin 3. kez uzatılması görüşülürken, Nihat Erim’in yap-tığı konuşma dikkate şayandır: “Genelkurmay Başkanlığı da Başbakanlığa bağlıdır, Sıkıyönetim komutanlıkları da Başbakanlığa bağlıdır, her ikisinin de sorumlulukları benim üzerimdedir, yani Başbakan’ın üzerindedir.” Nihat Erim, sıkıyönetimin uygulanması ile ilgili şikâyetlerin Silahlı kuvvetler üzerinde olumsuz etki oluşturmaması için bu konudaki sorumluluğu üzerine almak için bu şekilde konuşma zorunluluğu hissetmiş olabilir. Nihat Erim’in aksine, daha önceki başbakanlar sıkıyönetim komutanlarına karışma yetkisini kendilerinde görmüyor-lar, sorumluluktan kaçmaya çalışıyorlardı. Hatta kendi-sinden sonra başbakanlığı devralan Ferit Melen, sıkıyö-netimin uzatılması TBMM’de 11. kez görüşülürken, aynı konuda şunları söylüyordu: “Muhterem arkadaşlar, sıkı-yönetim, Hükümete bağlı bir teşkilat değildir. Sıkıyönetim, Hükümetin emrinde bir kuruluş da değildir... Sıkıyönetim komutanı vazifesini yaparken Hükümete değil, kanunumuzda, Başbakan’a karşı sorumludur. Başbakan’a sorumlu olmak başkadır, Başbakan’ın emirlerine tabi olmak başkadır. Bu farkı bilmeniz lazımdır...” Sıkı-yönetim makamlarına emretme yetkisini kendisinde gör-meyen başbakanın, sıkıyönetim makamlarının siyasal iktidara ortak olmasını kabullendiği anlaşılıyor.723
Üskül, birinci anlayışın bir denetleme eğilimi, ikinci anlayışın ise tabi olma eğilimi taşıdığını belirtmektedir. Ancak Erim’in sahip olduğu iddia edilen anlayışın da her zaman sıkıyönetim faaliyetlerine hâkim olmadığı açıktır. Erim hükümetlerinin sıkıyönetimi yönlendirmek nokta-sında tayin edici bir rol oynadığı söylenemez. Bunu sıkı-yönetimin ilk ilanından itibaren gözlemlemek mümkün-dür. Cumhuriyet ve Akşam gazetelerinin kapatılması ve yazarlarının tutuklanması karşısında Erim’in girişimle-rinin sonuçsuz kalması bir ilk örnek niteliğindedir. Elrom olayından sonraki tutuklama furyasının önlenmesinde karşılaşılan güçlükler hükümet iradesinin etkisizliği yönündedir. Sıkıyönetim–hükümet ilişkilerindeki kopuk-luğun çarpıcı bir örneği aralarında Mahir Çayan’ın da bulunduğu THKP-C ve THKO’luların Maltepe Askeri Cezaevinden firarı olayıdır. Kazdıkları tünelden, 29 Kasım günü akşam, 5 tutuklu firar etmiş ancak haberi hükümet, sıkıyönetim yetkililerinden değil, en az bir gün sonra bir haber ajansı vasıtasıyla almıştı. Üstelik haber üzerine aradığı Genelkurmaydaki sıkıyönetim bürosun-dan, Siyasi İşlerden Sorumlu Başbakan Yardımcısı sıfa-tıyla Başbakan adına bu alandaki gelişmelerden birinci dereden sorumlu olan Koçaş’ın aldığı yanıt, böyle bir olayın gerçekleşmediği yönündeydi. Ancak ikinci bir aramada, ısrar üzerine, o da gayri resmi bilgi mahiyetinde haber doğrulanmıştı. Yani haber ajanslarına konu olmuş bir gelişmeden bile sıkıyönetim makamları, hükümeti ısrarla haberdar etmiyordu.724
Türk sanayi kalkınmasının büyük ölçüde dışa bağım-lı olması büyük bir sorun teşkil etmekteydi. Bir alt yapı kurulamamıştı ve ithalata bağlı olduğu için fiyatları kont-rol altında tutmak oldukça güçtü. Müdahalenin gerçek-leştiği 12 Mart 1971’e gelindiğinde, Türk ekonomisi on yıl öncesinden çok farklı bir görünüm çizmekteydi. Kök-lü ve kalıcı reformlar yapılamamasına karşın zirai üreti-min niteliği dahi değişime uğramıştı. Makine ile tarım yapılan toprak miktarı %30’a ulaşmıştı.725 İç Pazar kendi-sine dar gelmeye başlamış ve dış fırsatlar arayışına gir-mişti. Ancak dengesiz kalkınmanın yol açtığı enflasyon ivme kazanmaya devam etmiş ve bunu sosyal ve rahat-sızlıklar izlemiştir. 1958 ve 1960’da iki kez devalüasyon yaşanan Türkiye’de bunları 27 Mayıs müdahalesi izlemiştir.
1970 Ağustosu’nda ise ülkenin dış ticareti yine tıkanmış ve Demirel Hükümeti de devalüasyona mecbur kalmıştı. Türk lirası %66 oranında değer kaybederken 1 dolar 9 liradan 15 liraya çıkarılmıştı. Bunları şeker, ben-zin ve diğer zamlar izlerken tepkiler ve huzursuzluklar çığ gibi büyüyordu. 1971’de Türk ekonomisi çıkmaz bir sokakta idi ve çıkmak için köklü reformlara ihtiyaç duy-maktaydı. Muhtıranın birinci maddesinde de müdahale için öne sürülen gerekçeler arasında “sosyal ve ekonomik huzursuzluklar” önemle vurgulanmaktaydı.726
“Yollar Yürümekle Aşınmaz”
1969 yılından sonra gelişen toplumsal olaylar, boy-kot, işgal, yürüme ve toplantı eylemleri gün geçtikçe artmıştı. Demirel ise bu gelişmeleri ve kendisine yönel-tilen eleştirileri Türk siyaset literatürüne geçmiş olan o ünlü sözüyle değerlendiriyordu: “Yollar yürümekle aşın-maz.”727 Demirel “Yollar yürümekle aşınmaz” sözünün, “Türk demokrasisinin kilometre taşı” olduğunu “... 1968 öğrenci hareketleri ile başlayan kıpırdanma, daha çok, ‘toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının kullanılması istikametinde (yönünde) idi. Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı’nın (demostrasyon hakkı) İnsan Hakları Beyana-mesi’nin sıraladığı haklardan birisi olduğu, sessiz milyonların müstemlekeciliğe (sömürgeciliğe), istibdada, zulme, diktatörlüğe, haksızlığa karşı kullanabilecekleri en önemli vasıta (araç) bulunduğunun pek çok emsali (örneği) vardı.
Ülkemizde gerek Cumhuriyet öncesinde, gerekse 1950 sonrasında, öğrenci hareketleri, sokak hareketleri hep siyasi mihraklara (odaklara) dayanmış ve sonunda, iktidarlar, rejimler, sıkıntıya düşmüştür. Onun için, ‘toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı’nın kullanılması, daima mazi (geçmiş) ile illiyet rabitesi kurulmasına ve gelecek için kaygılanmaya sebep olmuştur.
1961 Anayasasının 1971 değişiklikleri ile tanzim edilen nüshasında (düzenlenen sayısında), 28’inci mad-dede; ‘Herkes, önceden izin almaksızın, silahsız ve saldırısız toplanma veya gösteri yürüyüşü yapma hakkına sahiptir,’ denilmektedir. Önceden izin alınmayacak ama, silahsız ve saldırısız olacak. Şartlar (koşullar) budur... 728
Esasen, bu hakların ve hürriyetlerin muzır (zararlı) şeyler olduğu farzedilse, (varsayılsa), Anayasada yer almazdı.
Bu hak ve hürriyetlerin kullanılmasında, limitler aşılmış, birtakım münasebetsizlikler, hoş olmayan şeyler meydana gelmiştir. Ancak, limitlerin hiç aşılmayacağı düşünülürse, Güvenlik Kuvvetleri, Ceza Kanunları, Mahkemelere lüzum olmazdı. Bu haklar ve hürriyetler, ‘gayra (başkasına) zarar vermeyecek’ şekilde kullanılsa, tabii ki, çok iyi olurdu.
Medeni âlem, ‘hakkın suiistimalini ve gayrın zararını kanun himaye etmez’ diyor. Medeni âlem dahi, yani, açık rejimin, hukukun oturduğu ülkeler dahi, hakkın suiisti-malinden ve gayrın zararından söz ediyor, fakat haktan vazgeçmiyor.
Bizim hukuk devleti, demokrat, Cumhuriyet, hürri-yetçi demokrasi anlayışımız; kanunları kemâliyle hâkim kılmak (yasaları eksiksiz uygulamak) olmuştur. Bunun birinci gereği; haklar ve hürriyetler, tümü ile kullanı-lacaktır, ikinci gereği ise; ortada suç varsa, suçu ve suçluyu tayin (ortaya çıkarmak) iktidarın değil, bağımsız mahkemelerin olacaktır. Devlet, sadece iktidardan ibaret değildir. Buradan iktidara düşen; suç ve suçluyu tesbit ve mahkemelere intikal ettirmektir (geçirmektir). Aslında bu görev dahi, bağımsız savcınındır. İktidar, bütün bunların işlemesini tabii ki, takip edecektir (izleyecektir).729
1968 senesinin yazında, Adalet Partisinin Ankara İl Kongresinde, Büyük Sinemada bir delege, kürsüye gelip; ‘yürüyüşlerden şikâyetçi’ oldu. Bunlara ‘mani’ olunma-sını istedi.
Topkapı olayları, Yeşilhisar olayları, Geyikli olay-ları, Yassıada’da bir iktidarı suçlamak için kullanılmıştı. Aynı şeyler olmamakla beraber, duyulan rahatsızlıkta bir benzerlik vardı.
Ben, Adalet Partisi Genel Başkanı ve Başbakan ola-rak, bu delegeye cevap vermek durumunda kaldım. Bu delegeye cevap verirken, kaygı duyan herkese de cevap vermiş oldum.
‘Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı’nın aziz bir hak olduğunu, bunun, bizim iktidarımızda kullanılmış olma-sından rahatsız olmamamız gerektiğini, çünkü; bizim, sadece bizi memnun eden şeylerin değil, haklı ise, doğru ise, bizi rahatsız eden şeylerin de savunucusu olduğu-muzu’ ifade ettim.
‘Toplantı ve gösteri yürütüşü hakkı’nın kullanılma-sından tedirgin olarak, bu haktan vazgeçilemeyeceğini, şayet vazgeçilmeye kalkılırsa, birçok haklardan vazgeçil-mesi lazım geleceğini, böylece, sağlanacak huzur ve sükûnun, milleti susturmak olacağını, bizim sessiz mil-yonların değil, konuşan milyonların Türkiye’sini idareye talip olduğumuzu’ sözlerime ekledim.
‘Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı’nı savunurken, onun suiistimalini (kötüye kullanılışını) savunmadığımı’ da ifade ettim… Sokaklar yürümekle aşınmaz! Ne sokak senin ne taban.730… Hakkın özünü savundum. Bundan rahatsız duyulmasını taaccüple (şaşkınlıkla) karşıladığımı söyledim. Ve muhataplarıma (karşımdakilere), bu hislerimi ifade edecek şekilde niçin kaygı duyuyorsunuz? Yürümek isteyen, bırakın yürüsün... Yollar yürümekle aşınacak değil ki!.. Bırakın adam Anayasal hakkını kullansın... mealinde sözler söyledim… Türkiye’de sulh ve sükûnun, can ve mal güvenliğinin, her şeyi ve herkesi susturarak değil -ki o, Roma Sulhu olur- hak ve hürriyet-leri tümü ile kullanarak, hukuk devletini ve meşru nizamı (yasal düzeni) işleterek sağlanması gerektiğine ve sağla-nabileceğine hep inanmışımdır.731
Hür ve demokrat Türkiye’de haklar, göstermelik değil, kullanılmak için mevcut olacaktır. …Haklar, suiis-timal edilmiş veya yanlış kullanılmışsa, onlardan vazgeç-mek yerine, onları savunmaya devam etmek, ama suiisti-malinin karşısına çıkmak, suiistimal edenlerin, kanun çerçevesinde yakasına yapışmak, hukuk devletinin gere-ğidir. Aranan, hukuk devletini yaşatmaktır. Aranan, hak ve hürriyetlerden vazgeçmek değil, onları yaşatmaktır. Bu düşüncelerle; ‘Yollar yürümekle aşınmaz!..’ sözünün değerinin iyi anlaşılması gerekir. Aslında bu söz, Türk demokrasisinin kilometre taşıdır…”732
Dostları ilə paylaş: |