Demirel ya da kendi gerçEĞİNİ Örtmenin siyasi tezahüRÜ Yazan Dr. Sıtkı karaca


Demirel Seçkin Olmaya Evrilmenin İnsanıdır



Yüklə 1,81 Mb.
səhifə8/20
tarix06.03.2018
ölçüsü1,81 Mb.
#44413
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   20

Demirel Seçkin Olmaya Evrilmenin İnsanıdır

Mosca’ya göre, siyasal ve toplumsal örgütlenme biçi-mi nasıl olursa olsun, her devletin bir siyaset sınıfı tara-fından ele geçirildiği bir gerçektir. Bu yönetici sınıf yasal iktidarını ve egemenliğini bir siyasal formül aracılığı ile kitleler nezdinde meşrulaştırır ve böylelikle, egemen olu-şunu rasyonalize ederek bu egemenliğini belirli ölçüde perdeleyebilir de. Yönetici sınıfın biçimlenip teşkilatlan-ma tarzı değişince siyasal formülün de değişmesi gerekir ve tersine olarak, siyasal formülün değişimi, idareci sınıfın da değişmesine yol açar.517 Mosca’nın ortaya attığı bu siyasal formül kavramı başka bir deyişle, siyasal formül gerçekte, ideolojik bir gerekçelendirmeden ibaret-tir ve yönetici sınıfın meşruluğunu sağlayan bir destek faktördür. Bu siyasal formüller ya da “hükümet etme formülleri” arasında “milliyetçilik”, “proletaryanın dikta-törlüğü”, “hukuk devleti” gibi kavramları saymak müm-kündür ve bunların tümü, Mosca’nın gözünde, birer içi boş kavramdan, aldatmacadan, hatta kendi deyimiyle, “hurafeden” ibarettir. Eğer yönetici sınıf demokratik ise açık bir toplumsal gruptur. Bu demektir ki, ortaya attığı ve onun hâkimiyetini sağlayan siyasal formülü benimse-yen herkesin teorik olarak yönetici sınıfa dâhil olması mümkündür.518 Ama Mosca, yönetici sınıfın bazı toplum-larda aristokratik eğilimler taşıyıp, kapalı bir grup teşkil ettiğine de işaret etmektedir.

Bize yakın örnekler verecek olursak, Türkiye’nin yönetici sınıfının ya da siyaset sınıfının açık bir grup olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü Türkiye’de yö-netici sınıfa dâhil olmanın önünde hiç bir hukuksal ya da sosyolojik engel yoktur. Bir yandan, “Çoban Süleyman” örneği, diğer yandan, Türkiye’nin siyaset sınıfının çoğun-lukla “Anadolu çocukları” tabir edilen, yani halk katmanlarından gelen insanlardan oluşması bu “sınıfın” açık bir grup olduğuna işarettir. Oysaki “iki yüz ailenin” yönettiği söylenen Şahlık dönemi İran’ındaki ya da şimdiki Arap yarımadasındaki devletlerin yönetici sınıfı bildiğimiz gibi, kapalı bir sosyal grup oluşturmaktadır. Ama bizim burada hatırlamamız gereken husus, tarihsel ve toplumsal gelişmenin ve bunun içinde, tabii ki siyaset olgusunun, Mosca’ya göre, yönetici sınıfın, toplumun elitlerinin açıklanabilir olmasıdır. Çünkü ona göre, siyasal dinamiği belirleyen iktidarda olan elitin, yani siyaset sınıfının fikirleri ve çıkarlarıdır. O halde, siyaset ekonomiye ya da başka toplumsal etkenlere bağımlı olmadığı gibi, bilfiil bağımsız bir olgu olarak ekonominin ve diğer alt-sistemlerin üzerinde belirleyici bir konuma da sahiptir.

Meseleye salt ampirik gözlem açısından bakıldı-ğında, gerek Pareto’nun “elitlerin dolaşımı”, gerek Michels’in “oligarşinin tunç yasası”, gerekse Mosca’nın başta “siyaset sınıfı” ve siyasal iktidarın örgütlenme üzerinde temellendiğine ilişkin tezi olmak üzere, bu analizlerin, hiç şüphe yok ki, sosyo-politik gerçekliği yansıttıklarını ileri sürmek mümkündür.519

Elit dolaşımı elitteki egemen tortunun değişimi demektir. Türkiye’nin siyasal kültürel yapısı ele alındı-ğında yöneticilerin Pareto’nun deyimiyle duygu ve düşüncelerinde temel reflekslerinin değişmeyerek aynı duyarlılıklar üzerine yapılandırıldığı görülecektir. Ege-men tortu olarak kutsallaştırılmış devlet düşüncesinin sürmesinde aynı siyasal reflekslere sahip yönetici ve bürokratlar silsilesinin varlığı “elitlerin dolaşımı” çözüm-lemesinin Türkiye için yetersizliğini ortaya koymak-tadır.520

Siyasetin Türk toplumunu belirlemede nisbi ağırlığı büyüktür ve demokrasiye geçtikten sonra da siyasal elitin sadece yöneticiliği değil aynı zamanda yönlendiriciliği de tartışılmaz bir biçimde etkin olmaktadır. Üstelik, yakın zamanlara kadar üst rütbe askerler ve kamu yöneticile-rinden oluşan iktidar eliti, toplumsal ve ekonomik geliş-menin sonucu olarak ekonomik gücün de eklenmesiyle, yani söz konusu elite büyük holding ve medya patronla-rının da dahil olmasıyla, Wright Mills’in tarif ettiği iktidar üçgeni bu ülkenin de siyasal gidişatına yön vermeye başlamıştır. Ne var ki, bu üçlü arasında onun A.B.D. örneğinde tarif ettiği karşılıklı bağlar ve uyum, kendi aralarında oluşturdukları koalisyon burada henüz oluşamamıştır.521 Türk siyasal kültürünün temelinde yatan kutsal devlet anlayışının sonucu olarak politik cemaatler devlet yönetiminde etkinliklerini sürdürmekte, kendile-rini devletle özdeşleştirmekte, elitlerin dolaşımı sürecin-de paradigmal bir değişim olmamakta ve egemen tortu değişmemektedir.522 Bu değişimin simgesi olduğunu iddia eden Demirel`in hem kendisi hem de avenesi bu tortulara zaman içinde evrilmiş ya da devrilmiştir.

Türkiye'de elitler tarafından politika sportif bir faali-yetten ziyade savaş olarak görülmektedir. Bu nedenle atan-mış elitlerin yönettiği devletin varolan üstün gücü, politikayı sıfır toplamlı bir oyuna dönüştürmektedir. Gerçekten Türki-ye’de devlet her şeye egemen olduğundan dolayı ona sahip olan her şeyi kazanmaktadır.523

Cumhuriyetin çok partili hayata geçişi de bir elitiçi çatışma sonucu olması Türkiye'de gerçekte politik olanın toplumsal olandan kopukluğunun göstergesidir. Bu bağ-lamda bakıldığında Cumhuriyetin gerçekleştirmeye çalış-tığı olgu kitlelerin siyasal katılım talebinden önce elitler arası mücadeleyi kurumsallaştırmak olduğu iddia edile-bilir.524 Ancak Cumhuriyet’in elit içi kurumsallaşmayı bile yeterince sağlayamaması, halka doğru genişlerken yani topluma nüfuzunu artırmaya çalışırken iktidar alanını kıs-kançlıkla koruma refleksini ortaya çıkarmıştır. Gerçekten de cumhuriyet, “ülkenin en ücra köşelerine” kadar ulaşmayı hedeflerken iktidarını toplumla paylaşmayı asla düşünme-miştir.525

Cumhuriyet tarihi boyunca devlet, eliti olarak devşire-mediği hiç kimseyi iktidar alanına sokmamakta kararlı davran-mıştır. İktidar alanının bu kadar kıskançlıkla korunması gerçekte, devletin politik olanı belirlemesi ile ilgilidir. Politik elitizm seçkinlerin demokratik seçilmişliğini zorunlu sayma-maktadır. Bu nedenle cumhuriyet'in kendini halka doğru genişletmesi, zorunlu olarak politik elitlerin demokratik seçil-mişliğine atıf yapmak anlamına gelmemektedir. Cumhuriyet tarihi boyunca plepyen küçük burjuva, devlet eliti olarak devşirilmiştir. Eğitim, küçük burjuvanın devlet eliti olarak devşirilmesinin en önemli aracı olmuştur. Olduğu haliyle devlet tarafından kabullenilmeyen kesim sadece ideal çerçe-veye uyduğunda politik alana dahil edilmiştir. Cumhuri-yetçilerin devleti (siyaseti) seçkinlerin meşgul olacağı alan olarak görmesi, devletin toplumsal olandan kopuk kalmasına, toplumda ve siyasal hayatta seçkinlerin sorgulanamaz bir hâkimiyet kurmalarına yol açmıştır. Politik elitizm seçkin-lerin demokratik seçilmişliğini zorunlu saymamaktadır.526

Daha öncede söz konusu ettiğimiz gibi parti genel başkanı olarak seçilen Demirel böyle bir görev için oldukça genç sayılabilir, üstelik Türk siyasetinde hâkim olan geleneksel asker kökenli bürokrat sınıfına dâhil değildi. Alt orta sınıf kır kökenli bir ailenin çocuğu ola-rak doğmuş, eğitimle statüsünü değiştirmiştir. Türk siyasetinde rol oynayacak sıradan vatandaş tipinin ilk örneğini teşkil etmiştir.527

Süleyman Demirel’in kendi ifadeleri ile: “Ben köy-den geldim. 31 yaşımda genel müdür, 41 yaşımda Baş­bakan oldum. Ama şunu gördüm: Elit tabaka, kendi dışından gelenleri, halk çocuklarını istemiyorlar. Aslında Türkiye’de olup bitenler, halk çocuklarıyla elit tabaka arasındaki mücadeledir.”

Muhaliflerinin halktan olmadığını ve kendisinin ise köylü kimliğini özellikle vurgulamak için:

“Bana, sen nereden çıktın diyorlar”, der. “Ben ara-nızdan çıktım, kıraç topraklardan geldim. Ben de yıllarca bir buğday tanesinin pe­şinden koştum, hâlâ koşuyorum”, diyecektir.528

Demirel, bunları 12 Eylül darbesinden sonra, gene-raller “mağduru” olarak gazeteci-yazar Nimet Arzık’a söylüyordu. Ellerinden çektiği, ikide bir tepesine dikilip koltuğundan düşüren generaller cun­tasını “elit” yerine koyuyordu.

Her neyse, cumhuriyetin kuruluş felsefesi olduğu ile-ri sürülen “imtiyazsız, sınıfsız kay­naşmış bir kitleyiz” sloganının altında yaşanan gerçekleri Süleyman Demi-rel’in ağzından dinleyelim:

Okulda her sınıf A, B ve C diye üç şubeye ayrılmıştı. A’yı, muntazam giyimli, kente alışık memur çocukları oluşturuyordu. B, orta halli esnaf çocuklarınındı. C, üstle-ri başları olduğu gibi köylü çocuklarınındı.”529

Hayatı boyunca elitten çektiğini ve elitin kendisini bir türlü içine sindiremediğini söyleyen Demirel’in, ge-leceğe ilişkin he­saplarını yaparken, yaptığı ilk iş elite karışma çabası olacaktı. Elit ara­sında yapay bir elit... Zaman zaman köylülüğü üstünden aksa da... Büyük ölçü-de düzen savunucularından oluşan seçkinlerin, zeki ve başarılı yenilikçileri aralarına kabul etmeleri büyük önem taşımaktadır.530 Demirel, DSİ müdürü olunca Ankara’nın elit muhuti ile iyi ilişkiler kuracaktır.531 Demirel’in yöne-tici elitliğe siyasetten önce Mosca’nın belirttiği mühen-dislerin elitlere yeni üyeler sağladığı zemin üzerinden geçiş yaptığı söylenebilir.532

Yeni seçkinlerin politik liderlerinin neredeyse istis-nasız burjuva olmaları ve ahlaki anlamda karakterleri çökmüş olan ama zekâları öyle olmayan eski aristokrasi sınıflarından çıkmaları da dikkat çekicidir. Bu durumu ortaya çıkaran şey ise, burjuva sınıfının en başarılı, yetenekli kesimlerini, kim olursa olsun düşmanlarının safına geçmeye mecbur eden burjuvanın kötü davra-nışıdır.533 DP’nin yönetici kadroları toplumsal köken açısından CHP’lilerden çok farklı olmaması534 ve ‘dörtlü takrir’le CHP’nden ayrılmaları bunu doğrulayan bir örnektir. DP ve AP hareketleri hatta MSP çizgisi, ANAP ve AK Parti örgütlenmesi Türkiye’deki siyasi, bürokrat, askeri ve aydın elitin kendi içine almadığı yeni elit aday-larının bir bakıma karşı tarafa geçiş hareketidir.

Osmanlı’da iktidarı fiilen yürüten onlar(asker ve bürokrat)dı, diye söze başlayan Demirel, “Şimdi bir de bunun içine halk dâhil oldu; kasketli, şalvarlı, eli nasırlı adamlar dâhil oldu. … Türkiye bunu kaldıramamıştır ve neticede 1960 çöküntüsüne gelinmiştir,” demektedir.535

Türkiye’nin elitinin, yani cumhuriyetin aydınlarının genellikle kasketli, şalvarlı, eli nasırlı, kişisini ülkenin idaresine ehil bulmaması, Türk halkının, kendini yönete-cek kimseleri tayinde ehliyet sahibi olmadığına, doğru kişileri seçecek yeteneğe sahip olmadığına inanması yatar.Demirel, bu sözleriyle kendisinin ve partisinin elit olmadığını ifade etmek istemiştir.536

Yaptıklarıyla söyle­dikleri arasındaki açıklar, hemen hemen dünya siyasal tarihinde rastlanamaz bir büyüklük-te olsa da, adının tarihsel sözlükteki yeri, en azın­dan “oportünist, haris ve itibara aç bir köylüydü” yorumuyla geç­melidir.537

Mosca’ya göre çok az gelişmiş, uygarlığa ancak ula-şabilmiş toplumlardan, çok gelişmiş ve en güçlü toplum-lara kadar tüm toplumlarda, iki sınıf insan görülür; Bir yöneten sınıf ve bir yönetilen sınıf. Demirel de Pareto ve Mosca’nın toplumları elitler üzerinden tanımlamasına uy-gun olarak, “Aslında, dünya kurulduğundan beri insan-lar, ‘yönetenler’ ve ‘yönetilenler’ diye ikiye ayrılıyor. Yani insanlar var, bir de onları yönetenler var” diyecek-tir.538

Bu ve diğer sözleri “yani insanlar var”dan “yöneten-ler var”a evrilme isteğini ele verir. Artık onun seçkinliği, ailece zenginliğin, yiyiciliğin yanında Beethoven dinle-yeceği bir konsere gidişi ile tescillenecektir. Demirel bir el hareketiyle ülkenin başkentinde 1997 yılında icra edi-len bir Batı klasik müziği konserinin siyasal arenaya dönüşebileceğini ve Türkiye ile, hatta siyasetle yakından uzaktan ilgisi bulunmayan bir besteci olan Beethoven’in Türk toplumunda umulmadık bir siyasal mesaj taşıyıcısı olabileceğini de göstermiş olacaktır. Zamanın her şeyi siyasallaştırabilen dehası Demirel’in de katıldığı Anka-ra’daki konser bir müzik şöleni olmaktan çıkmış siyasal nitelikli gösteriye dönüşüvermiştir. Olağandışı bir kala-balığın toplandığı hıncahınç dolu konser salonunda insanların “Türkiye laiktir laik kalacak” diye haykırmaya başlamalarının yanı sıra, Cumhurbaşkanı da dinleyicilere “İşte, Çağdaş Türkiye” diye seslenmiş ve böylece 200 yıllık ‘9. Senfoni’ Çağdaş Türkiye’nin ölçüsü haline geti-rilmiştir.539 Artık karşımızda halk çocuğu değil, seçkinle-rin müziğine de evrilen bir Demirel vardır.

Mehmet Barlas Sabah Gazetesi’nde “Demirel de “Seçkin vatandaş” rolünde... Artık o “9’uncu Cumhur-başkanı” kimliğinde “9’uncu Senfoni”de çağdaş uygar-lığı arıyor...” diye yazacaktı.540

Demirel’in yetiştiği ortama ve ailesi ile ilişkilerine baktığımız zaman, güçlü bir baba otoritesinin mevcudi-yetine ve Demirel’in de bu otorite ile uyumlu bir ilişki içinde olduğuna tanık oluyoruz. Nitekim bütün siyasal yaşamı boyunca da Demirel’in, asla “toplumsal otorite”yi karşısına almaması, mevcut yapıyı dönüştürmekten ziya-de, onunla uyumlu çalışmanın yollarını araması da, daha derinden baktığımızda, benzer şekilde ilişkilendirilebi-lir.541

Demirel’in iktidar olduğu dönemlerde genelde yöne-tici elitlerle çelişkiler söz konusu olmuştur. Özellikle askeri elitlerin Demirel iktidarıyla yani siyasal elitlerle arası çok parlak olmamıştır. Demirel askeri ihtilallere doğrudan karşı çıkmamış ve askerle karşı karşıya gelme-meye çalışmıştır. Buna rağmen askeri elitlerle çok uyum-lu çalıştığı söylenemez.542

Demirel’in seçkinler dediği kişilerde aslında halkın evladı olan ordu mensuplarıdır.543 Ancak onlar okurken artık seçkin sınıfına yüksel(til)miştir. Demirel gibi mason localarına girmesine, kabinede görev almasına gerek yok-tur. Demirel sanki buna içerlenir gibidir. Ordunun seçkin mensuplarıyla uzlaşma mı, teslimiyet mi olduğu tartışmalı bir ilişkisi vardır. Ancak bu da işe yaramayacaktır. İki muhtıra, bir açık darbe bir de Arcayürek’in tabiri ile “Sessiz Darbe” yiyecektir.

Aslında bu uzlaşma çabalarının hiçbir fayda verme-diğini 12 Mart Muhtırası ile anlayacaktır. Cumhurbaşkanı seçtirdiği Sunay’ın Asker’e karşı tavır alamadığını ve işe yaramadığını görecekti.544 Ve 1973 yılı Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde uzlaşmaz bir tavır gösterecektir. Artık maymunun gözü açılmıştır.

Ordu etkenini kulak ardı ettiği tek bir gün bile yoktu. Ne var ki, Ordu’nun kendi iç bünyesiyle ilgili çalışmala-rına hiçbir zaman karışmazdı. Silahlı Kuvvetlerin her dönemde güçlü olmasını yürekten istediği açık­tı. Dövizin bulunmadığı, hatta halkın günlük gereksinme­lerinin he-men hiç karşılanmadığı günlerde bile, Ordu’nun döviz gereksinimlerini “akaryakıt ödemelerinden önce” verme-ye çalışırdı ve... yapardı da.545 Ordunun talep ettiği her türlü teçhizat, silah, lojman, kışla ve eğitim olanaklarını bütçeler elverdiğince karşılamıştır.546

Ordu konusunun günlük tartışmalara girmesinden son derece rahatsız olurdu. 1971 öncesi, Kara Kuvvetleri Komu­tanlığına Orgeneral Faruk Gürler’in, Hava Kuvvet-leri Ko­mutanlığına da Orgeneral Muhsin Batur’un getiril-mesi söz konusu idi. Sonunda bu iki atama da gerçek-leşti.547

30 Ağustos 1970’de Kara Kuvvetleri Komutanlığına Orgeneral Faruk Gürler’in atanması, 12 Mart’a giden sü-reçte önemli bir adımdır. Ordu içinde sevilen bir general olan Gürler, müdahale hazırlığı ve beklentisi içerisinde olan grupların cazibe merkeziydi. Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç ise sert ve disiplinli bir asker olarak tanınmakla beraber ordunun politikaya karışması-na karşıydı.548 Ayrıca, kişiliğindeki “atılımcı” nite­likler de her yerde konuşuluyordu. Buna koşut olarak, da­ha ateşli genç bir insan, Muhsin Batur, Hava Kuvvetlerine geliyordu.

O günlerde yavaştan tırmanan söylenti, Ordu’nun bir müdahale öncesinde olduğu idi. Demirel’e “Âteşle baru-tun bir araya getirilmesi”nin kimi sakıncaları olup olma-dığını söylediğim zaman.

“Ne yapalım yani? Adamın hakkı ise, hakkında şu ya da bu söylenti var diye, hakkı olanın göreve getirilmesini ön­leyelim mi?...” diye terslemişti.549

Ordu yüksek kademesinde Ba­tur - Gürler işbirliğinin belirli bir tırmanışa doğru gideceği­ni hepimizden daha iyi biliyordu.550 12 Mart darbesinin itici güçleri, bir buçuk iki yıl sonra, Gürler ile Batur olacaklardı. Muhtıranın yazılıp Cum­hurbaşkanına değin uzanan sürecinde iki komutan belli başlı rolleri üstleneceklerdi.551

Neden o zaman 1976’da kara kuvvetleri komutanlı-ğına sırası geleni atamadın? 1993 yılında Muhittin Fisun-oğlu Paşanın kendi atanmasının yapılmamasına gösterdi-ği tepki için “Genelkurmay Başkanlığı, kuvvet komutan-lığı hatta ordu komutanlığı hak edilmez. İktisap edilir. Bu hükümetin işidir. Kim işine gelirse, hükümet onu getirir. Neden? Çünkü Meclis’e karşı Türk Silahlı Kuvvetleri’ni savaşa hazırlamak hükümetin işidir...” dedin mi?

Demirel’in siyasetçi olarak hiç mi yanlışı yoktu?552 diye soran Arcayürek, Vardı, diyecek sonra da müridlerin mürşidlerinin hatalarının olabileceğini söyleyip var olan hatalarda ise kem küm, hikmet… gibi bahane üretmesi gibi bahane üretecektir.

Cemal Gürsel’in sağlık raporu ile görevden uzaklaş-tırılması sonucu, 1965 seçimleri sonrasında tek başına iktidar gelen AP’nin “içinden” bir Cumhurbaşkanı seçti-rebilecek gü­cü vardı.

AP Meclis gruplarında, Demirel’in tersine başka rüzgârlar esiyordu. AP bir ihtilalin ardından gelen ilk büyük genel seçimde, iktidar olmuştu. AP’nin de DP gibi bir inancı vardı; bir bakıma çok da doğruydu: Cumhur-başkanı, sivil bir kişi olmalıydı.553 Ne var ki, bir hükümet başkanı olarak, sadece AP gruplarının nabzını elinde tutmakla görevli değildi. Henüz, bir Ordu imgesi tüm canlılığını koruyordu. Öylesine duyar­lı bir dönemdi ki, Ordu ile oy çokluğunu barıştırmadan ön­ce, bu denli du-yarlı bir konuda Ordu’nun da eğilimi saptan­madan bir karara varılırsa, birdenbire pek çok denge altüst olabilir-di.554

Siyasal kadrolardaki eğilimleri bilirken, kuliste, Ordu’nun bu konudaki eğilimlerini yokladı. Demokrasiye geçmiştik geçmesine; fakat Ordu, Çanka­ya’da “kendin-den birini” istiyordu.

Demirel siyasal “istişarelere”, yani araştırmalara, gö-rüş­melere başladı. İhtilalden yeni çıkmış sayılan, henüz beş yılını doldurmamış bir müdahaleyi hâlâ “kendi öz varlığı” gibi kabul edip gören bir Ordu’nun benimseye-meyeceği birini değil, tersine, Ordu’ya sıcak gelen bir kişiyi seçmek daha yararlıydı. Siyasal mantık bu noktaya varınca, Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay’ın adı ön plana geçmeye başladı.555

27 Mayıs’ta görev yapmış ol­masına, daha da ötesi “Silah­lı Kuvvetler Birliği” adlı cuntanın başında bulun-masına karşılık, 1961 seçimlerinden sonra orduyu yatış-tırmış, Albay Talât Aydemir’in iki darbe girişimini, rad-yolardan “Talât’ın üçbuçuk adamı” diye askerî bildiriler yayınlatarak önlemişti.556

Cevdet Sunay, 1965 seçimlerinden önce parlamento-ya mektup” yazıp, “Ordu’ya siyaset adamlarınca hakaret edildiğini” ileri sürmüştü. Bu mektup aslında bir “tehdit” içermekteydi. Ancak iktidarı uzlaşım ve paylaşım içinde sürdürebileceği inancı Sunay ismini öne çıkarıyordu. İkti-dara yeni sorunlar getirmeyecek insan, Sunay’dı. Demi-rel, aldığı raporlarda İsmet Paşanın, “doğru olur” diye­rek Sunay’ı onayladığını öğrendi. Milli Savunma Bakanı Topaloğlu, Genelkurmay Başkanı Sunay’ı da “yokla-mıştı”.

Demirel’e,

“Hevesli ve elverişli görünüyor,” dedi.

Bir askeri, bir Genelkurmay Başkanını TBMM’deki seçimle Cumhurbaşkanı yapmanın yöntemi araştırılıp bulun­muştu. Genelkurmay Başkanı Sunay, emekliliğini isteye­cek, Cumhurbaşkanı Vekili de kendisini “cumhur-başkanlığı kontenjanı”ndan “senatör” tayin edecekti. Senatör olarak yemin eden Sunay, ardından TBMM’deki oylama ile Cum­hurbaşkanlığına seçilecekti.557

Süleyman Demirel: “Başbakanlık’ta çalıştım. Mart ayı. Muayyen bir saat, 6,5–7 falan oldu. Ortalık kararmış-tı. Dedim ki, husu­si kalem müdürüme, “arkadan kimse gelmeyecek. Emniyet Müdürü dahil. Ben tek başıma gideceğim, nereye gittim, ne oldum, kimse bilmeyecek.” Sunay zaten Başbakanlığın arkasında Saraçoğlu evlerinde oturuyordu. Git­tim, beni karşıladı. Oturduk. Dedim ki, “Biz sizi Devlet Başkanı yapacağız.” Yani Sunay, benim emrimde, ama bak ben sana geldim, benim emrimde olan kişi olarak, sizin emrinize gireceğiz biz. Türkiye’nin menfaati bunu ge­rektiriyor. Sizden istediğimiz bir tek şey var: O da Türkiye’nin istikrar içinde yoluna devam etme-sine yardımcı olacaksınız. Sadece benim partim değil, başka partiler de sana oy verecek. Bunların hepsini ara-dık, öyle gel­dik. Dedi ki, “Şeref sayarım böyle bir görevi.” 558

CKMP Genel Başkanı Alpaslan Türkeş ise: “Genel-kurmay Başkanı’nın Cumhurbaşkanı adayı yapılmasını bir nevi siyasi rüşvet sayıyorduk”, diyecekti.559

AP üçüncü büyük kongresinde Demokrat(!) Demirel, Sunay’ı 28 Mart 1966’da Cumhurbaşkanı seçmekten baş-ka bir çaresi olmayışını “Türk demokrasisinin sıhhati bakımından mühim bir hadise olarak kaydetmekte” hiçbir sakınca görmemiştir.560 Demirel, Sunay’ı Cumhurbaşkan-lığı’na yollayarak orduyla partisi arasındaki husumete ve grubundaki ihtilâl korkusuna bir son verdiğini düşünü-yordu. Sunay’ı cuntalarla mücadele etmesi için istediğini yıllar sonra söyleyecekti.561 Ancak 5 yıl sonra bir başka Mart günü asker kapıya dayandığında bu hesabın boşa çıkacağı o anda kimsenin aklına gelmiyordu. Oysa 12 Mart için geri sayım o günlerde başlamıştı.562

18 Kasım 1964’te, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cev­det Sunay, Millet Meclisi Başkanına bir mektup gönder­mişti. Sunay, Millet Meclisi Başkanı Fuat Sirmen’e:

“...Kumandanları tezyif edici sözler ve yayınlar, ordu­da astın üste olan bağlılığını sarsmak istidadını gösterdiği gibi, bir planlı isyana sebep olacak mahiyet-tedir. Ayrıca Ordunun müttefik devletler nezdindeki iti-barını zedelemek­tedir. Bu durumdan sizin de müteessir olacağınızdan emi­nim”, diyordu.563

Bir Genelkurmay Başkanının, bağlı olduğu İsmet Paşa gibi bir Başbakanı da atlayarak, TBMM’ye bir mektup yazması, seçimle gelmiş millet temsilcilerini “şikâyet” etme­si, daha ileri giderek, kimi konuşmaların Ordu’da planlı bir isyana neden olacağını söylemesi, demokratik yönetimlerde eşine az rastlanır bir olaydı.

Sunay’ın parlamentoya yazdığı mektup, doğal olarak siyasal çalkantılar yaratacaktı.

Demirel, söyleşimizde, “İktidarın ilk görevi” dedi, “bir ihtilal döneminin yaralarını sarmak felsefesiyle siyasal dav­ranışlar yapmaktır.”

Seçimi, CHP dışında bir partinin kazanmasından, bu partiye “Ordu’ca iktidarın verilemeyeceği”nin yaygınlaştı-rılmasından sonra, yeni bir siyasal anlayış içinde Sunay’a kayılmıştı.

Demirel, “Bir ihtilal yapan Ordu’ya karşı ne hasımdık, ne de teslim olunması yanlısıydık” diyordu. “Türkiye’yi, kırgınlık ve dargınlıklardan arındırma­nın zorunlu olduğu yargısındaydık,” diye konuşuyordu. “Kısacası,” diyordu Demirel, “Türkiye’de geçmişte; kalan olayları bir yana bırakmaya, geleceği düzenlemeye yönelik bir seçimdi, bu seçim.”564 Demirel aslında kendi eylemlerinin doğruluğunu meşrulaştırmak için bu prensipleri a posteriori olarak yutarlar diye üretmektedir. Aslında bu olay, emekli Genelkurmay Başkanları için bir sonraki durağın Cumhurbaşkanlığı Köşkü olma geleneğini de başlatmıştır.565

Demirel, Savunma Bakanı Topaloğlu aracılığıyla, Genelkurmay Başkanı Sunay’a, gece saat 20.00’de evine gelip kendisini zi­yaret edeceğini bildirmişti.

Yanında kimse olmaksızın arabaya atladı, Namık Kemal Mahallesindeki Genelkurmay Başkanı Sunay’ın konu­tunun kapısını çaldı.

Sunay, iktidarın başını bekliyordu.

Orgeneral giysisi sırtındaydı.

Seçimin yöntemini, kuliste yapılan görüşmelerle kurulan ilişkileri kısaca özetledi.

Sunay, teşekkür etti.566

“...1964’te TBMM’ye mektup yazan Sunay’ın, 1966’da tek turda Cumhurbaşkanı seçilmesinin bir gerek-çesi vardı...” diyecekti, Demirel. 1965 seçimlerini kaza-nıp Başbakan olduktan sonra, Cumhurbaşkanı seçiminde iktidarını görünmeyen bir uzlaşı sonucu Orduyla paylaş-mıştır.567 Demirel’in, 1965’e kadar Ordunun içi cam kırığına dönmüştü. Yavaş yavaş yapıştırdık. Sunay radikal değildi, ılımlı idi, yeniden kanatmamak için işi itinalı ve dikkatli bir şekilde götürüyordu568 ifadelerine yansıyan strateji, AP açısından umulmadık noktalarda zaaf göstermişti. Hayal kırıklığının odağında Sunay bulu-nuyordu. Genelkurmay Başkanlığından Cumhurbaşkanlı-ğına getirilmesinde bir yandan Köşk’le sorunsuz ilişkiler yürütmek, diğer yandan orduyu kontrol altında tutmak amaçlanmıştı. Gerçekten de hükümeti sıkıntıya sokacak bir tutum almamış, Demirel’in söylemiyle 12 Mart’a kadar her konuda yardımcı olmuştu.569 Oysa bilmesine rağmen Muhtırayı önceden haber vermemesi Demirel’i adeta şoke etmişti. Ancak Demirel’in uzlaşma ile iktida-rını sürdürebileceğine olan inancı ve denge siyaseti 12 Mart’ta sona erdi ve hem ordu kanadı hem de Cumhurbaşkanı Sayın Sunay, Demirel’i hayal kırıklığına uğrattı.570 Uzlaşmanın daha doğrusu telsimiyetin yararsız-lığını görünce önce Cevdet Sunay’ın görevinin uzatılma-sına soğuk durdu. Sonra da, 1973’te Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunun en yoğun olduğu günlerde Orgeneral Faruk Gürler’in seçilmesine karşı net tavır koydu. Saatler süren Çankaya’daki baskıya direndi.

Türkiye’de, 1950 – 60 arası dışında, hiçbir dönemde, cumhurbaşkanları olağan koşullar içinde seçilmedi.

Sunay yüzeyde doğal biçimde cumhurbaşkanı olur-ken, aslında olağanüstü koşulların sivil yöneticileri zorla-masıyla seçilebildi.

Korutürk, çaresiz kalan sivil kadroların daha önemli so­nuçlara gidilmesini önlemek için “bir günde, bir saatte” bul­dukları adaydı. 1980 öncesinde sonuç alamamanın ne-denleri başkaydı: Kargaşa, sivil kadroların bir cumhur-başkanı seçememe yo­lundaki kimi kez insanı garipsen-direcek, kimi kez şaşkınlı­ğa götürecek davranışlarından kaynaklanıyordu.

Aslında, sürekli olarak istenilen sivil yönetimin “bir as­kerle” Çankaya’da bütünleşmesi, Türkiye’nin bu birle-şimden doğacak yöntemlerle yönetilmesiydi.571

1973’te de Genelkurmay Başkanı Gürler, Sunay’ı zorlayarak aynı yoldan Senato’ya girdi. Cumhurbaşkanı seçi­leceğine inanıyordu; daha doğrusu, bazı AP’li millet-vekillerin­ce buna inandırılmıştı. Ancak Sunay için olum-lu düzeyde işleyen bu yöntem, 1973’te Gürler için iste-nen sonucu vermedi.572

Türkiye’de “her zaman, her dönemde yalnız bir sorun, Çankaya sorunu” olduğuna inandığı, bu makama ar­tık, TBMM’den bir kişinin, partilerin dilekleri yönünde se­çilmesini istediği için Gürler’in seçilme yöntemine kar-şı çıkıyordu.573 1966 yılındaki CKMP, “Cumhurbaşkanlı-ğına giden yolun, Genelkurmay Başkanlığından geçeceği yolunda bir teamül başlangıcı, demokratik rejimin temel ilkelerine uygun düşmeyecektir” şeklinde bildiri yayınla-mışlardır.574 Bölükbaşı da “Genelkurmay Başkanı bu ma-kama getiriliyor. Ya bu yol olur da her Genelkurmay Başkanı kendisini müstakbel Cumhurbaşkanı görmeye başlarsa, böyle bir ‘veliahtlık’ müessesesi kurulursa, demokrasimizin yarını ne olur?”, diyordu.575 Demirel an-cak 7 yıl sonra bu gerekçe ile Gürler’in adaylığına karşı çıkacaktır. Bu ise görünüşte “isabetli bir tercihin isabetsiz sonuçları” olarak karşımızdadır.576

1980 öncesi Cumhurbaşkanlığı seçimindeki tutumuy-la, bu inancına ters düştüğü söylenebilirdi. Çünkü CHP ile bir isim üzerinde müzakereye bile yanaşmak istemi-yordu.577 Ecevit’in 80 öncesi dönemde cumhurbaş-kanı seçimi için anlaşma çağrısında bulunmasına578 ve CHP Genel Sekreteri Mustafa Üstündağ’ın çabalarına karşın Demirel’in görüşmeye yanaşmaması, diyalogu kabul etmemesi579 7 yıl önceki tavrına uygun değildir. Demirel hem seçimden önce hem seçim sürecinde Ecevit’ten gelen bütün uzlaşma önerilerini ters yüz ettiği gibi, azınlık hükümetine oylarıyla destek veren MSP ve MHP’yle birlikte ortak aday çıkartmaya da yanaşma-mıştır.

12 Eylül ihtilali kendisini iki temelde meşrulaş-tıracaktı. Birincisi sivil otoritenin terörizmi önleyeme-mesi, ikincisi TBMM’nin devletin başına bir cumhur-başkanı seçmekten aciz olmasıdır.580 Bunun esas müseb-bibi ise Demirel’dir. Demirel, daha sonra 1980 cumhur-başkanlığı seçimi üzerine yaptığı değerlendirmede, hiç esnek olmayan bir yol izlediklerini itiraf etmekte, fakat bunun “suç” sayılmasını yanlış bulmaktadır. Arcayürek’e gönderdiği mektubunda “Cumhurbaşkanı seçilememiş, Cumhurbaşkanı seçilsin diye, taraflar içlerine sinmeyen bir çözüme razı olmamışlarsa, bunu suç saymak fevka-lade yanlıştır”, diyecekti.581 Arcayürek’te “ancak, 1980 önce­si, başka bir şeydi, bambaşka bir şeydi…”582 diyecektir. Siyaseti düşman üretme çizgisinden çözüm üretme noktasına gelememiş Şeyh-i Ekberin mürid Arca-yürek tarafından savunulması nasıl olurmuş görün!

Türk demokrasisini aslanın ağzından aldıklarını” söyleyenleri, teslimiyetle uzlaşmayı karıştıran bu zihniyeti, 12 Eylül dönemin­de Demirel şöyle eleştiriyordu:

“Ne yapalım efendim. ‘Aslanın ağzından Türk de-mokrasisini alma­ya çalışıyoruz’ diyenler olacaktır. Bu gibiler, hep ‘ver, kurtul; teslim ol kurtul’ demişlerdir. Aslanı yaratan kendileridir. Milletin haklarını as­lanın ağzına koyup, hakkını hak olmaktan çıkarıp, lütuf haline getiren kendileridir. Sonra da aslanın yelelerini okşayıp rol yapmaya kalkar­lar. Adına akılcılık ve gerçekçilik derler. Hiçbir meselede mücadeleyi göze almazlar. Bu taifenin başardığı hiçbir işe rastlanmamıştır. Bunla­rın bir kısmı münafıktır. Bir kısmı fâcirdir. (günahkâr, rezil, yalancı) Bir kısmı muhbirdir. Bir kısmı fâsıktır (fesat karıştıran... Allah’ın emir­lerine uymayan) Mücadele bun-larla olmaz. El Münâfikun süresinde ‘Sen o münafıkları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, ne söylerse kulak verirsin. Sanki onlar direk olmuş kereste gibidir. Korku-ların’dan, her gürültüyü (askerin arkasından çıkan) kendi aleyhlerinde sa­nırlar. Onlardan sakın. Allah onları kahretsin’ deniliyor.”

Demirel’in bu cümlelerini, Zincirbozan mektupların-dan aldım.

Demokrasiyi sınırlamak için asker korkusunu öne sürenleri kıyasıya eleştiriyordu, o vakitler.583

Demirel, 12 Mart’ın Başbakanı Erim’i “Siyasi hayatı yıllık, aylık, günlük zik-zaklarla dolu, anti-demokratik zihniyeti malum, gönlü demokratik inanıştan mahrum, hiçbir davası bulunmayan, siyasi fırsatçı kontenjan sena-törü” diye niteleyecektir.584

Acaba bu sözlerle kimi anlatmış olabilirsiniz ki, Sayın Demirel?

Demirel’in elitlerle yaşadığı çatışma ve bu seçkinlerin içine girişinin dirençle karşılaşması aslında Türkiye’de acımasız oligarşik bir diktatörlüğün sürmesinden ve yeni-den yapılanmanın reddedilmesinden kaynaklanmıştır.585 Askeri ve sivil hâkim güçler iktidarı halka devretmemek konusunda hala bir direnç içerisindedir.586


Yüklə 1,81 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   20




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin