İlkeden Değil Çıkardan Çıkan Dostluklar
Machiavelli, Kardinal Rovere’nin Cesare Borgia’nın babası tarafından Roma’dan yıllarca uzak tutulmasına rağmen Papa seçilebilmek için sessiz kalışını, duygularını saklamasını ibretle izler.
Siyasal bir çıkmazdan bir anlık çabayla, bir darbede çıkabileceği günlerde, bize ters düşen öylesi bir tutum içine girerdi ki, nedenini bir türlü anlayamazdım. Belki çevresindekiler de benzerleri duygularla yargılara sürük-lenir, içinden çıkamadıkları bir bulmacanın koşullarında bocalar kalırlardı. Ama, öylesine direnç gösterir, öylesine direnirdi ki, Demirel’i, o konuda kamuoyunun mantığına koşutlamak olanaksızlaşırdı.587
Kırıldığı ya da haksızlığa uğramış duygusuna kapıl-dığı kişiyle kısa süre sonra yan yana gelince, bir iki gün öncesinin olayından hemen hiç söz etmezdi. 1980’den sonra, iktidarı sırasında kendisini “amansız” biçimde eleştiren gazetecilerin hepsiyle çok yakın, dostça konuş-muştu.588
Siyasi yasaklar kalkıncaya kadar Çankaya’nın adı, Demirel’in ağzında ‘864 rakımlı tepe’dir. Cumhuriyet Gazetesinden Yalçın Doğan bir gün Demirel’e sorar: “Sizi, gün gelir Çankaya Köşkü’ne davet ederlerse, çık-maz mısınız?”
Demirel, -ok gibi- fırlar: “Asla, dağa çıkarım, Çankaya’ya çıkmam!” Gün gelir, DYP Genel Başkanlı-ğını devraldıktan sonra Demirel’in ilk işi tıpış tıpış Sayın Evren’in huzuruna varmak olmuştur. Sayın Evren’e “herif” dedikten sonra inkar edip, teyp kaydı olduğu söylenince “Valla billa, öyle demek istemedim!” deme-sine şaşırmamak lazım.589 Çünkü bahse konu olan nev-i şahsına münhasır Demirel’dir.
Bir (darbeci) Cumhurbaşkanı Meclis’e geldiğinde Cumhurbaşkanlığı makamına saygı gereği ayağa kalkma-yan kişi, daha bir kaç ay önce DYP Genel Başkanı seçilince aynı kişinin temsil ettigi Çankaya’daki makamı-na giden ve eleştiriler karşısında “O makam devleti tem-sil eden makamdır…” diye konuşan aynı Demirel’dir.590
Demirel Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Çanka-ya’da bir kutlama töreni düzenledi. Bakanları, milletvekillerini, komutanları, sivil bürokratları çağırdı. Tabii, 12 Eylül cuntasının lideri, kendisini devirip önce Hamzakoy’a, sonra Zincirbozan’a hapseden, siyasetten yasaklayan Kenan Evren’i de... Evren, “Cumhurbaşkan-lığından emekli” olduğundan beri Marmaris’te yaşıyordu. Onu getirmek için makam uçağını gönderdi. Kapıda karşılayıp elini sıktı. Evren de, Cumhurbaşkanlığının onun hakkı olduğunu söyleyip, yürekten gelen kutlama dileklerini sundu.
Olayı seyredenler gülümsediler:
“Muhabbete bakın. Özal’a söylemediğini bırak-mayan, Cumhurbaşkanlığını bir türlü kabullenmeyen Demirel, kendisini namluyla deviren eski generali nasıl da kucaklıyor.”
Onlar birbirlerini öve dursunlar, Süleyman Beyin eşi Nazmiye Demirel, 12 Eylül 1980 sabahı kocasını hapset-meye götürüp kendisini ağlatan generale pek yüz ver-medi. Eski general yüzünde mutluluk gülücükleriyle Nazmiye hanıma, “Bayan Cumhurbaşkanı” olmasını kut-lamak için elini uzatırken ağlattığı kadın, yüzünü öte yana çevirdi.
Kenan Evren biraz şaşırdı ama, bozuntuya vermedi.591
12 Mart Kapıdan Baktırıyor
Muhtıra, kelime anlamı olarak sözlükte farklı anlam-larda kullanılmaktadır. Öncelikle, “herhangi bir şeyi hatırlatma, uyarma amacıyla yazılan yazı” anlamına gelmektedir. Diğer bir anlamı ise, “bir devletin başka bir devlete politik sorunlarla ilgili olarak yolladığı uyarı yazısı, diplomatik notadır.” Muhtıranın bu ikinci tanımı diplomatik ilişkilerde geçerli olan tanımıdır. Aynı zaman-da “andıç” ve “günlük” anlamlarına da gelmektedir.
Muhtıra askeri yönetimin politik hayata müdahale biçimlerindendir. Silahlı kuvvetler, muhtırada politik hayata fiili olarak müdahale etmemektedir. Askeri yöne-tim, ülkenin gidişatından duyduğu rahatsızlığı yazılı olarak sivil idareye iletmektedir. Yazılı uyarının içeri-sinde sadece ülkenin gidişatındaki duyulan rahatsızlık yer almamakta, bunun yanı sıra ivedi olarak sorunların çözü-mü konusunda da bir uyarı yapılmaktadır. Politik hayata fiili müdahale olmadığından, muhtıraya ‘Dolaylı Askeri müdahale’ denmektedir.592
Türkiye’de ordu her zaman siyasal yaşamın önde gelen bir aktörü konumundadır. Bir “kurtarıcı” olarak görülen ordunun yönetime müdahalesi olağan kabul edi-lir ve hatta kimi durumlarda beklenir.593 Türkiye’de Ordu ülkeyi “ileriye taşıyan” bir kurum olarak algılanmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni kuran irade kendileri de asker olan Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının ira-desidir. Öncülük etmiş olmak ister istemez Ordu’da bir sahiplik, bir sorumluluk, bir çeşit uzaktan denetlemek isteği uyandırıyor.594 Dolayısıyla rejimi sürekli olarak korumak gerektiği ve bu koruma görevinin de kendisine verildiği kanaatindedir. Bunu kimsenin vermiş olması da gerekmemektedir, kendiliğinden bu görevi üstlenmiştir. Rejimi kuran kendisi olduğu için koruyucu olarak da kendini görmektedir.595
Öncelikle, darbelerin Türkiye’de ordunun siyasete müda-halesinin tek ve en önemli biçimi olmadığını belirtmek gere-kir. Ordunun sivil siyaset üzerindeki vesayetini MGK gibi bir kurumla kurumsallaştırmış olması, Cumhurbaş-kanlığı makamının uzun bir süre askeri etki altında bulunması, ordunun normal dönemlerde gizlice yaptığı uyarı ve tehditlerle sivil siyaseti yönlendirmeye çalışması gibi etkenler de en az darbeler kadar önemlidir. Ordunun darbeler dışında kullan-dığı müdahale biçimleri arasında belki de en önemlisinin sıkıyönetimler olduğu iddia edilebilir.* İdari yetkilerin doğru-dan askeri makamlara geçtiği bu olağanüstü yönetim tarzının Cumhuriyet tarihinin ne kadar büyük bir kısmını kapsadığı hatırlanırsa durumun önemi ortaya çıkar. Dahası, sıkıyönetim-ler bize asker-sivil arasındaki etkileşim hakkında daha fazla ipucu verirler. Darbelerin siyasi iktidar tarzı açısından taşıdığı anlama da ışık tutarlar.596
Sıkıyönetim, olağan dönemlerinde yönetimin meşruiye-tinin temel dayanağı olan temel hak ve özgürlüklerin askıya alındığı, ancak Anayasa ve yasalarla düzenlenen bir hukuki rejimdir. Sıkıyönetimin neden ve nasıl ilan edileceği, süre-sinin ne olacağı, hak ve özgürlüklerin nasıl sınırlanacağı ve yargısal denetimin nasıl yapılacağı yasalarla ve belirli norm-lara uygun olarak düzenlenmek zorundadır. Türkiye’de de sıkıyönetim 1924 Anayasasından itibaren hukuki bir rejim olarak düzenlenmiştir. Ancak sıkıyönetimin hukukiliği konusunda iki nokta göze çarpar. İlki, kanunda belirtilen ilan nedenlerinin çok keyfî olarak yorumlanması ve bunun yargısal denetiminin yapılmamasıdır. İkincisi ise, 12 Mart Anayasa değişikliği ve 1971 tarihli Sıkıyönetim Kanunundan başlaya-rak giderek artan biçimde sıkıyönetimin yargısal denetime açık hukuki bir rejim olmaktan çıkmasıdır.597 Sıkıyönetim yasasında yapılan değişikliklere dek sıkıyönetim giderek daha kolay ilan edilir, daha uzun sürebilir, temel hak ve özgürlüklerin daha çoğunu daha kolayca askıya alabilir bir rejime dönüşmüştür
12 Eylül’den sonra sıkıyönetim yasasında yapılan değişiklikler 82 Anayasasına yansıdı ve Anayasa bu değişikliklere uygun hale getirildi. Ayrıca geçici 15. madde 12 Eylül yönetiminin çıkardığı kanunların Anaya-saya aykırılığının iddia edilmesini yasaklıyordu. Üskül’e göre, artık sıkıyönetim rejiminin ve uygulamalarının hukuka uygunluğunu denetleme mekanizmaları tümüyle ortadan kaldırıldığı için sıkıyönetim Anayasal olarak bir hukuk rejimi olmaktan çıkmıştır.598 Türkiye’de sıkıyö-netim uygulamalarının niteliği bize, asker-sivil ilişkileri ve ordunun yönetim zihniyeti konusunda birçok ipucu sunar. Sıkıyönetimlerin en belirgin özellikleri uzun sürmeleri; zaman içinde sıkıyönetim ilanına gerekçe oluşturan olaylar ortadan kalktığı halde uzatılmaları ve ilan edilenden farklı amaçların gerçekleştirilmesi doğrultusunda kullanılmalarıdır.599
Askerlerin politik alanda önemli bir güç haline gel-meleri konusundaki sınıflandırmalar farklılık göstermek-tedirler. Türkiye örneğine uygun düşen veto, muhafız ve hükmedici gibi üç askeri rejim tipi saptanmaktadır. Bu askeri rejim biçimleri, kendi aralarında amaçları, iktidar-da kalma süreleri, politik, ekonomik ve toplumsal yapıla-ra etki derecesi ve bunları kontrol etme dereceleri açısın-dan birbirinden ayrılmaktadır.600
Askerler iktidarı devralmadan hükümet kararları üze-rinde veto yetkisini kullanmaktadır. Sivil politikacılar devleti yönetmeye ve sivil politik kurumlar işlemeye de-vam etmektedir. Fakat sivil yönetimin birçok alandaki kararları silahlı kuvvetler tarafından sınırlandırılmakta veya yönlendirilmektedir. Genelde bu rejimler statükoyu amaçlayan muhafazakâr rejimlerdir.
Silahlı kuvvetlerin politik sistemle ilişkisinin hakem-lik düzeyinde kaldığı ülkelerde, askerler, politik ve idari kararların alınmasındaki mercii olmamaktadır. Silahlı kuvvetler doğrudan müdahalede bulunma yerine, dolaylı olarak kamu adına alınan kararların yönünün belirlenme-sinde etkili olmaktadır. Fakat silahlı kuvvetler pasif gibi görünen bu konumuna rağmen kendi görev anlayışı ve politik ilgisine bağlı olarak, hedeflediği amaçları gerçek-leştirmekte, iktidarların ekonomik, kültürel karar ve uygulamalarını veto edebilmektedir. Vetonun uygulanma biçimi ise, istenmeyen iktidarların yapılan bir darbe ile görevden uzaklaştırılmasıdır. Silahlı kuvvetlerin politik sistemle ilişkisinin hakemlik düzeyinde kaldığı ülkelerde darbecilerin amacı, mevcut konumlarının devamını sağla-yan anayasal düzeni kurarak bu düzene uygun hükümet-leri iktidara getirmektir. Silahlı kuvvetler bu amaçlarını gerçekleştikten sonra politik hayattan çekilmektedirler.601
Silahlı kuvvetler, bu darbeleri yaparken, müdahale-nin biçimi ve nedenleri konusunda fazla zorlanmamakta-dır. 1960 ve 1980’de olduğu gibi bekçilik işlevini veya muhafız rejimi tercih ederek, ülkedeki kargaşayı, huzur-suzluğu, terörü bitirmek nedeni ile müdahale ederken, 1971 ve 1997’de ise, hakemlik işlevini veya veto rejimini tercih ederek politik hayata müdahalede bulunmuştur.602
Darbe öncesi siyasi ortam kavramı, bazı önemli ayrımları örterek bizi yanıltabilir. Hemen 27 Mayıs öncesindeki ortam, DP’nin seçime gitmeyi reddederek başta CHP olmak üzere tüm muhalifler üzerinde açık bir baskı rejimi kurmaya doğru yöneldiği bir durumu ifade eder. Böyle bir ortamda ordu, Menderes hükümetinin demokratik meşruiyetini yitirmiş olması, partilerin uzlaş-mazlığa düşmeleri, demokrasinin buhrana düşmesi ve kardeş kavgasına doğru gidilmesi gibi gerekçelerle müdahale etmiştir. Ancak bu açıklama bize madalyonun sadece bir yüzünü gösterir. Çünkü darbe yapmaya niyetli hücreler DP demokratik meşruiyetini yitirmezden çok daha önceden beri, hatta iktidarın seçimle değiştiği ilk günden beri faaliyettedirler. Hatta 1957 seçimi öncesinde bir komplo açığa çıkarılmış ve DP rahatlamıştır. DP iktidarının ilk gününden itibaren hızla gelişen bir rahat-sızlık olması, darbenin daha derin nedenleri olduğunu gösterir. Darbe bildirisinde dile getirilmeyen bu derin neden, DP’nin iktidar tarzının özellikle genç subaylar tarafından Cumhuriyetin temel ilkelerine yönelik bir tehdit olarak algılanmış olmasıdır.603
Üç darbenin olduğu dönemlerde ortak bir özellik olarak, dış ticaret açığı, yüksek enflasyon, yatırımların azalması sonucunda istihdamın düşmesi, kişi başına dü-şen gelirin düşüklüğü, dış borçlanmanın artışı, üretimin azalması gibi ekonomik sorunlar ortaya çıkmıştır. Ülke ekonomisinde sorunların yoğunlaşmasının yanında, poli-tik ve mevcut düzene karşı ideolojik şiddet ve terör grup-larının eylemlerinde artış görülmektedir. 1960, 1971 ve 1980 askeri müdahaleleri öncesinde de, bu tür eylem-lerde artış mevcuttur.604
Siyasilerin darbeye karşı buldukları tek çare, darbe-cilerin taleplerini en iyi karşılayan bir oluşuma katkıda bulunabilmek olmuştur. Askerin her istediğini yaparlar. Ordu ile iyi geçinmekten başka hiçbir şey akıllarına gelmez.605 Türkiye de parlamento, 1961 yılından beri demokrasiyi feda ederek demokrasiyi kurtarmaya çalı-şıyor. Bunu Cemal Gürsel’i, Cevdet Sunay’ı cumhurbaş-kanı, Nihat Erim’i başbakan seçerek denedi ve her sefe-rinde de bu yöntem bir işe yaramadı. Hem 12 Mart’ta hem de 28 Şubat’ta parlamentonun açık olması siyasiler tarafından demokrasiye delil olarak gösterilmek isteni-yor. Sanki, bütün diktatörlüklerde hem de halkın oylarıyla seçilmiş göstermelik bir parlamento yokmuş gibi!606
Demirel’in kendi anlattığı fıkra ile olayı ele alalım:
Köyde adamın biri evlenmiş.
Bir çocuğu olmuş.
2 yıl sonra askere gitmiş... Yemen'e.
10 yıl sonra askerden dönmüş.
Bakmış karısı evde hamur açıyor, ekmek pişirecek.
Yanında 2 çocuk.
Biri 13 yaşlarında.
Öteki 3-4 yaşında... Elindeki ekmeği yoğurda bandırıp yiyor... Üstü başı yoğurt içinde.
Herif: “Bak Hanım” demiş:
- Bu büyük çocuğu anlıyorum... Ben giderken 3 yaşındaydı... Büyümüş... Ama yanındaki kim?
Karısı cevap vermemiş.
Adam üstelemiş:
- Hanım, hanım!.. Bu 3-4 yaşındaki çocuk kim?.. Neyin nesi?
Kadın “bak herif” diye doğrulmuş:
- Eğer bu evde benimle geçinmeye niyetin varsa, kendi halinde yoğurdunu yiyen çocuğu fazla kurcalama.607
Türkiye’de 1993-1997 yılları arasında örtülü bir as-keri yönetim vardı. Ancak 28 Şubat 1997 tarihinden iti-baren bu aleniyet kazanmıştır. Demirel o dönemde kendi-sini iktidarda sansın, ben başbakanım, cumhurun başıyım desin, hiç bir anlamı yoktur. Doğan Güreş Paşa “93’te darbeye gerek yoktu, istediğimizi yapıyorduk” diye yıllar sonra mülakat verecekti. Aynı mülakatın devamında “her istediğimi yapacak ortam veriyorlardı bana. Fiilen doldu-ruyordum.” … “Yetki sizdeydi yani?” sorusuna “Evet, fiilen yapıyorduk.” sözüyle kendilerinde olduğunu net bir şekilde ifade ediyordu.608
Bazı darbelerde, darbeciler sivil hükümetlere belli bir süre katlanırlar. Darbeciler, genellikle CHP/DSP hükü-metlerine katlanabilmektedirler. Bunun birinci sebebi fikir ve düşünce yapılarının çakışmasıdır. Hatta 27 Mayıs sonrası oluşan cuntalar CHP’li hükümetlere büyük destek de vermişlerdir. Darbeciler sağcı iktidarlara ise bir süre katlanmakta, onlar kendilerine ne kadar taviz verirse versin sonunda onları devirmektedirler. 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri bu tiptendir. Darbeciler kendilerine fazla direnmeyen, uslu uslu şapkasını alıp gitmesini bilen bu çeşit iktidarlara da darbe sonrası fazla sert davranma-makta, onların siyasî hayatlarını tekrar devam ettirebilme yollarını da tamamen tıkamamaktadırlar. Daha sonra darbeciler gidip sivil yönetim oluştuğunda da bunlar eski darbecilere gereken itibarı göstermektedirler. Bu şekilde sivil iktidarlarla darbeciler arasında zımnî bir konsensus oluşmaktadır.609
Darbeden önce sivil iktidarların birinci özelliği, kafasını, numaradan kuma gömüp, geliyorum diyen dar-beyi görmezlikten gelmektir. Bu çeşit sivil yönetimler en ufak bir uyarıda dikleşirler, hemen orduya sahip çıkıp, onun peygamber ocağı olduğunu, ordunun demokrasinin bir numaralı bekçisi ve güvencesi olduğunu söylemeye başlarlar. Cuntacı bunların yaltaklanmalarına aldırmaz, gerektiği yerlerde aşağılamaktan çekinmez. Cuntacı başardıkça bunlar yaltaklanmayı daha da ileri götürür, her yerde orduyu övmeye, komutanlara aşırı itibar göstermeye, onları başbakanlığın kapısında karşılamaya, maaşlarına özel zamlar yapmaya başlar. Ordunun bütçe-sine hiç dokunulmaz, hatta istediklerinden fazlasını verirler.610 Üstüne üstlük denetime de yönelmezler. Bun-ların bu tutumu darbeciyi daha da tiksindirir. Darbeci çekilip gitsinler diye bunların işine doğrudan karışmaya başlar. Darbeci temel eğitim probleminin çözümü için emir vermeye, hoşlanmadığı devletlerin elçilerini ve kon-soloslarını kovmaya, diplomatik resepsiyonlara baş da-vetli olarak katılmaya, yabancı ziyaretçileri ve heyetleri kabul etmeye başlar. Basın ve medya da artık memleket meseleleri hakkında sorularını hükümet mensuplarına değil cunta mensuplarına sormaya başlarlar. İlginçtir, kukla hükümetlerde, ilk önce Millî Savunma Bakanı hükümete ihanet eder. Daha sonra hükümet üyeleri içinde darbeciye yaranma ya da muhtemel darbeden zarar görmeden sıyırma yarışı başlar.
Kukla sivil yönetim tavizle birlikte zaten itibarını yitirmiştir. Darbe sever ilerici kesim bunları tören ve cenazelerde yuhalamaya, askerleri alkışlamaya başlar. “Ordu millet elele Atatürk’ün yolunda”, “Kemalizmin ordusu yobazların korkusu”, “En büyük asker bizim asker, Türkiye sizinle gurur duyuyor” sloganları her yer-de tekrarlanmaya başlar. Zamanla bunları kimse dinle-mez olur; zil çalınca müstahdem hemen gelmez, çaycılar uğramaz olur. Artık akılları başlarına gelse de yapacak-ları bir şey yoktur. Darbeciye düşen artık bunlara küçük bir fiske vurmaktan ibarettir.611
Sonunda marşlar çalmaya, Hasan Mutlucan kahra-manlık türküleri söylemeye başlar...
Bütün bu olanlar karşısında halkın tepkisine gelin-ce... 27 Mayıs darbesinde iki çeşit halk vardı. Birincisi “ordu millet el ele” afişlerinde görüldüğü gibi ordu ile elleri kenetlenmiş olan vatandaşlar, bunlar CHP’liler idi. Kalan halkın adı da “kuyruk”tur. Kuyruklar olayı üzüntü ile seyrettiler, Menderes’in asılmasına çok üzüldüler, fa-kat hiçbir tepki de göstermediler. Nasıl tepki gösterirlerdi ki, bizzat Menderes herhangi bir direnç göstermemiş, darbecilerin adaletine sığınmıştı... Daha sonraki darbeler-de ise halk tümüyle olayların bir seyircisi oldu. Destekle-dikleri siyasî kuruluşların teslimiyetçi tutumlarına katıldı. Elbette bu pişkin siyasetçiler için halkın da tankların üzerine tırmanması beklenemezdi.612
Türkiye’de askeri müdahalelere tek bir açıdan baka-rak sebeplerinin bulmaya çalışmak mümkün değildir. TSK’nın yapısal özellikleri ve bu özelliklerden kaynak-lanan müdahaleci sebeplerin politik iktidarın başarısız-lığı ve ülke ekonomisinde meydana gelen bozulmalarla613 bir araya gelmesinden silahlı kuvvetlerin politikaya müdahalesi gerçekleşmektedir. Politik iktidarların başarı-sızlığı, hem toplumda hem de yönetim mekanizmalarında aşırı derecede politik kutuplaşma ve bunların sonucu ola-rak meydana gelen politik şiddet ve terör eylemleri silahlı kuvvetlerin yapısal özellikleriyle birleştiğinde müdahale olmaktadır. Özellikle 1978-1980 arasında politik kutup-laşma ve gruplaşmalar sonucunda şiddetin ve terör olay-larının yaygınlaşarak günde ortalama on kişinin ölmesi ülkede yaşanan otorite boşluğunu ve yönetim başarısızlı-ğını gösterdiği müdahaleye gerekçe oluşturmuştur.
Türkiye’de baş gösteren iç siyasi sorunlarda (Carl Schmitt’in siyaset felsefesinde söz konusu ettiği) istisnai durum kararı alanların ve gerekli girişimlerin* ordu üst kademesi tarafından alınması egemenin halk ya da temsilcisi olan parlamento değil ordu olduğunu göster-miştir. Türkiye’deki askeri müdahalelerin oluşumu ve darbeleri yapanlar tarafından gerekçelendirilme biçimleri Schmitt’in öngördüğü çizgiyi izlemiştir. Schmitt’in savunduğu “istisnai durum diktasıyla” bizdeki ara rejim hallerinin arasında şaşırtıcı benzerlikler vardır. Schmitt, istikrarı sağlayacak, toplumun birliğini ve bütünlüğünü koruyacak ve anayasal düzeni yeniden tesis edecek bir heyetin, bir komisyonun iş başına geçmesini ve bu amaçlara ulaşılınca geri çekilmesini gerekliliğinde ısrarla ediyor. Bu yolun toplumun ve devletin bekası için bir zorunluluk olduğunu söylüyor. Bu yol siyasal analizlerde bir kanunsuzluk gibi gözükse de kanunsuzluğu hedefle-mediğini, tam tersine, amacının hukuk düzeninin yeniden ihyası olduğunu hatırlatıyor. Schmitt, liberal parlamenter demokrasinin kurumlarının içi boş ve sadece araçsal nitelikli birer teknikten ibaret olmalarından ötürü toplu-mun karşılaşabileceği tehditlere karşı direnç göstereme-melerinden şikâyetçidir.614
Schmitt’e göre “Liberalizm”, bütün siyasi görüşleri kendi fıtratına aykırı davrandırarak, topyekûn sulandırıp yapaylaştırmaktadır.”615 Endişesi liberal hukuk düzeninin istisnai durum karşısında yetersiz kalmasıdır. Bunun içindir ki, anayasayı ortadan kaldırma potansiyeli taşıyan siyasi partilerin çok sıkı bir denetim altına alınmasını da salık veriyor. Türk Silâhlı Kuvvetlerinin müdahalelerinin İç Hizmetler Yasasına dayanılarak yapılmış olmaları nedeniyle kanunsuz olmadıklarını göz önünde bulundur-mak kaydıyla, bu girişimlerin her seferinde belirtilen amaçlarının Schmitt’in gösterdiği hedeflere hemen he-men harfiyen uyduğu görülüyor. 27 Mayıs darbesini meşrulaştıran darbe yanlılarının argümanı (gerekçesi) DP’nin “anayasayı çiğnemiş” olmasıdır. 12 Mart ve 12 Eylül müdahalelerine ilişkin birçok yazar ve üniversite hocası ordunun yönetimine el koymasını ülkeyi “anar-şiden” kurtarmak ve “kardeş kavgasına son vermek” olarak değerlendirerek Schmitt’i bile arattıracak çıka-rımlarda bulunmuştur. Schmitt’in “istisnai durum” ve “karar” anlayışını 28 Şubat sürecinde bir generalin “durumdan vazife çıkarma” olarak adlandırdığı egemen olma tavrı kişisel bir durum değildir. Mevcut hükümete karşı olan parti ya da toplum kesimleri, aydınlar, yazarlar ve üniversite çevreleri bu söze alkış tutabilmiştir. 27 Mayıs’tan günümüze devam eden ve Türkiye’de aşina olunan ve TSK.’nın dışında asıl siviller arasında var olan bir çeşit “darbe felsefesi” diyebileceğimiz düşünce tarzı ile bir Nazi teorisyenin kavramlarının benzeşmesi oldukça dikkat çekicidir.
Türkiye’deki askeri müdahaleler, fiili egemenin kim olduğunun anayasaların öngördüğü egemenlik anlayı-şının dışında da belirlenebildiğini göstermiştir. Schmitt bize siyaseten egemen olmakla hukuken egemen olmak arasında bir fark olduğunu anlatıyor ve bu fark, ona göre, siyasetin bizatihi özünden kaynaklanan bir fark. Darbeci, yarattığı olağanüstü durumu, kısa süreli olsa dahi kendi menfaatine dönüştürebilirse, “egemen” olarak adlandı-rılır. Bu perspektife göre egemenlik, geçerli olan hukuku devre dışı bırakarak, oluşan “hukuk dışı süreçlerde” kendi iktidarını yerleştirmektir.616 Machiavelli’ye göre, hukuk, doğrudan devletin özünden türetilmiş, devlete bağlı ve hükümdarın güçlü bir devlet için kullanacağı bir araçtır. Hukukun tarafsızlığı söz konusu değil, hukuk devlet için vardır.617 Schmittyen anlamda da hukukun meşruiyetini sağlayan devletin varlığıdır. Devletin meşrui-yetini hukukta aramak ise, boşuna bir çabadır. Meşruiyet normun oluşumu üzerine düşünmekle anlaşılabilir. Politik birlik olarak Devleti önceleyen tek varoluşsal kavram ise, politik olandır.618 Schmitt gerçekte hukukun devlet tara-fından yaratıldığını öne süren bir hukuki pozitivisttir. Fakat devleti hukuka bağlı sayan bir normativist değildir. Schmitt için normativizm, düzenin ancak hukuki kurallar çerçevesinde sağlanacağını öne sürmektedir. Oysa olağan üstü hallerde “hukuk” ve “düzen” ayrışabilir. Bu anlamda Schmitt somut olarak varolan düzene asli bir anlam yüklemektedir. Schmitt için devletin varlığı öncelikle somut düzenin idamesiyle ilgilidir. Hukuk ise, gerekti-ğinde askıya alınabilir tali bir kavramdır.619 Hukuk-politik olan gerilimi bağlamında düşünüldüğünde Cumhuriyet’in hukuk anlayışı, Schmittyen bağlamda pozitivist hukuk anlayışıdır. Bu açıdan bakıldığında devlet, hukuku yara-tandır, hukukun üstünlüğünü kabul eden değildir. Doğru olan, daha ziyade etik bağlamda meşruiyetin politik içeri-ğine uygun olandır. Cumhuriyet, meşruiyetini ne kanun-larda ne de aslında kanundan farklı olmayan yazılı anayasada aramıştır. Devletin idamesi adına meşruiye-tinin en önemli kaynağı laik-ulusalcı ideolojisindedir. Cumhuriyet’in sert çekirdeğini laik-ulusalcı ideolojisi belirlemektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi karar-larında, Cumhuriyet kavramını yorumlamakta ve kavra-ma hukuki kavrayışı aşan politik nitelikler yüklemek-tedir. Cumhuriyet’in meşruiyetini politik olanda araması hukukçular tarafından pek de karşı konulan bir husus olmamıştır. Schmittyen anlamda devleti fethedenler, ken-di meşruiyetlerini sağlamaktadır. Nitekim başta politik darbe günleri olmak üzere Türkiye’de hukukun yok sayıl-dığı, buna rağmen somut düzenin kendi meşruiyetini sağlamada zorlanmadığı dönemler yaşanmıştır.620
Müdahalecilerin gerçekleştirdikleri ilk girişim, 30 Mayıs 1960’da yayınladıkları 13 sayılı “Tebliğ”le İstan-bul Üniversitesi rektörü Ord. Prof. Sıddık Sami Onar başkanlığında kısaca “İstanbul Komisyonu” adıyla anılan ve Üniversite öğretim üyelerinden oluşan bir bilim kurulunu yeni anayasayı hazırlamakla görevlendirmektir.
27 Mayıs darbesinden sonra akıl hocalığı yapan Ordinaryüs Prof. Sıddık Sami Onar gibi şahsiyetler bu Nazi teorisyeninin bu görüşünü darbecilere çıkış yolu olarak önereceklerdir. Tüm DP milletvekillerini tutukla-madıkça meşruluk temellerinin kalmayacağının belirtil-mesi üzerine subaylar, bu doğrultuda hareket ettirilmiş-lerdir.621 Aksi takdirde egemen olamadıkları için meşrui-yet elde edemeyeceklerini ve yargılanacaklarını söyleye-ceklerdir.
Askeri müdahaleyi meşrulaştırma yolunda üç önemli belge bulunmaktadır. Bunlardan ilki, MBK tarafından görevlendirilen anayasa ön projesi hazırlama komisyo-nunun, iktidarın meşruluğunun yalnız seçimle işbaşına gelmesinden ibaret olmadığı, iktidar süresince de hukuk ve anayasa ilkeleri içinde kalması gerektiğini tespit eden, 28 Mayıs 1960 tarihli rapordur. İkinci belge ise, Ordu Dâhili Hizmet Kanunu’nun 34. maddesindeki “Türk Cumhuriyetini kollamak ve korumak” görevinin Türk Ordusu’na verildiğini tespit eden 14 Haziran 1960 tarihli 1 sayılı kanundur. Üçüncü belge ise, 1961 Anayasa-sı’dır.622
1924 tarih ve 491 sayılı Teşkilâtı Esasiye Kanunun bazı hükümlerinin kaldırılması ve diğer bazı hüküm-lerinin değiştirilmesi hakkındaki 1. no’lu geçici kanun 14 Haziran 1960’da resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.623 Fakat bu kanun 27 Mayıs 1960’dan itibaren geçerli sayılmıştır. Böylelikle 27 Mayıs Harekâtına yasal bir zemin sağlanmıştır.624 Çünkü bu kanun ordunun hare-ketini yasal ve anayasal düzlemde savunan bir ifadeyle başlıyordu.625
Silahlı kuvvetler, sivil otoriteyi askıya almak ve sınırlamak şeklinde gerçekleşen müdahalelerinin ilk anın-dan itibaren eylemlerine, anayasal ve yasal bir dayanak bularak meşruluk zemini oluşturmaktadırlar. Bu konuda, TSK.’nın müdahalesindeki en önemli yasal dayanağı TSK İç Hizmet Yasası’nın 35. maddesi oluşturmaktadır. Daha önce “Ordu Dahili Hizmet Kanunu” olarak bilinen ve 27 Mayıs müdahalesine dayanak olan bu yasa, esasen ordunun iç disiplinini sağlamak için çıkarılmıştır. 1935 tarihli TSK İç Hizmet Kanunu’nun “Silahlı kuvvetlerin vazifesi, Türk Yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır” şeklin-deki 35. maddesi silahlı kuvvetler için işlerlikli bir madde olmuş ve politikaya müdahale için vazgeçilmez meşruluk aracı olarak kullanılmıştır. 12 Eylül 1980’de gerçekleşen askeri müdahale için “12 Eylül Cumhuriyeti koruma kol-lama harekâtı” adı kullanılmıştır. Milli çıkarı, milleti ve ülkeyi savunma görevini içeren iç hizmet kanunun 35. maddesi ve yönetimin başarısızlığı sonucunda meşrulu-ğunu yitirmesi, ülkede terör ve şiddetin artması gibi nedenlerin biraya gelmesi, 1960, 1971 ve 1982 müda-halelerinin meşrulaştırılmasındaki en önemli faktörler olmuştur.626 12 Eylül’de de darbe sonrasındaki anayasal durumun ne olacağı tartışılıyor. Evren “Anılar”da “Hukukçu arkadaşımız Emin Paksüt* 12 Eylül’den sonra bu konuda bize yardımcı olarak 2326 sayılı Kanun'u hazırladı ve bu kanun bize çok yardımcı oldu” diyor.627
12 Mart darbesinin başlangıcını, 1969 yılı olarak al-mak da yanlış olmazdı. 6. Filonun gelişiyle tırmanan ger-ginlikler 12 Mart’a kadar giden süreçte toplumdaki huzursuzluk ve endişeleri de arttırmıştır. Dönemin İçiş-leri Bakanı Faruk Sükan, bu hareketlerin hürriyetleri kötüye kullanmak olduğunu ve halkı huzursuz ettiğini söyleyerek bunlara izin verilmeyeceğini açıklıyordu. Polis ile göstericiler arasında artan olaylar üzerine demeç veren Başbakan Süleyman Demirel ise “devlet egemen-liğini kimseye ezdirmeyeceklerini” söyleyerek polisi savunuyordu. Hürriyetlerin kötüye kullanıldığını söyle-yen Başbakan Demirel demeçlerinde bu hürriyetleri kısıtlamadan önleyici tedbirlerin alınamayacağını da her fırsatta vurgulayacaktı.628 Bunu siyaseten başaramadığı için o dönemdeki uygulamalardaki yumuşaklığı kendi demokratik anlayışına örnek gösterme gayretinde olacak-tı. Ancak 12 Mart döneminde mecliste antidemokratik yasaların çıkmasına en büyük parti olarak AP’nin verdiği katkıları gözlerden okus pokus yaparak saklayacağını sanmaktadır.
Türkiye, 1969’a girdiği zaman, toplumsal devinim-lerin yanı sıra, tek başına iktidara gelmiş AP’nin karşı-sına, İsmet Paşanın önderliğine karşın daha değişik bir CHP çıkacaktı. İsmet Paşanın “klasik devlet ve yönetim anlayışı”nın dışına taşan bir eylemin başında da genç bir insan, Ecevit yerini alacaktı. 629
Demirel’in, öğrenci devinimleriyle nereye gidilmek istenildiğine ilişkin belirli kaygıları vardı. Geçmişteki öğrenci devinimlerinin Türkiye’yi nereye götürdüğünü de iyi biliyordu. En yakın örneği, 27 Mayıs öncesi yaşan-mıştı.630 Demirel’e göre, bu olaylar masum istekleri aşmış, siyasal bir sonuç çıkarmaya yönelen hatta bir ordu müdahalesini kışkırtan davranışlara dönüşmüştü .631
İktidar ile muhalefetin, bu önemli konulara yakla-şımlarında da gözle görünür bir karşıtlık vardı. Örneğin, 1968-69 öğrenci olaylarına CHP, ilk başlarda “masum öğrenci devinimleriyle istekleri” açısından bakıp, üniversitelere “reformist yönetim yöntemleri” getirilmesi isteminde bulunurken, AP iktidarı, bir yanıyla öğretim kurumlarına kimi yeniliklerin getirilmesine istekli görü-nüyordu. Ama, bu devinimlerin altında “daha başka eğilimlerin” olduğunu, hatta bu devinimlerin “anarşiyi Türkiye’ye getirdiğini” savunuyordu. Millet Meclisinde, öğrenci olaylarıyla ilgili olarak açılan genel görüşme günlerce sürdü. O günlerin Meclis tutanakları incelenirse, muhalefetin daha çok “üniversitede yönetimsel reform” üzerinde dirençle durduğu, buna karşı, iktidarın da bu reform isteklerini yadsımamakla birlikte, bu devinimlerin altında yatan “başka şeyler”olduğunu vurguladığı açıkça görülür. O yıllarda öğrenci hareketlerinin içinde olan Hasan Cemal, bunu doğrular tarzda yıllar sonra, 1960’larda üniversite öğrencilerinin istekleri makul karşı-lanmış olsaydı dahi gençliğin rahat bırakılmayacağını ve öğrenci olayları ile uygun bir kamuoyunun yaratılacağı, sonra ondan yararlanılarak öldürücü darbeler vurulaca-ğını yazacaktı.632
1950’lerden itibaren hükümetler tarafından İthal İka-meci Sanayileşme (İİS) modeli kalkınma stratejisi olarak güdülmüştür.633 İİS olarak anılan stratejide sermayenin çeşitli varoluş biçimleri ve dilimleri sanayi sermayesinin hegemonyası altında birbirlerine eklemlendiler. İİS’yi tamamlayan düzenleme tarzının başka özelliği ise devletin çok önemli bir düzenleme ve bölüştürme aygıtı olarak devreye girmesidir. Sermayenin farklı dilimleri arasında ve iktidar bloğu ile bağımlı sınıflar arasında kısmi ve geçici bir uzlaşmaya dayanan bu dönemde ekonomide sürekli bir genişleme yaşandı. İİS, ekonominin daha önce dışarıdan ithal ettiği belirli sanayi mallarının içerde üretimine ve iç pazarda tüketimine dayanan bir büyüme tarzıdır. Türki-ye’de montaj sanayisiyle başlayan bu süreç hızla derinleş-miş ve sonuçta modern bir sanayi yapısının kurulmasını mümkün kılmıştır. İthal İkamesi esas olarak dayanıklı tüketim malları ve ara mallar üretiminde gerçekleşti. Bu dönemde özel sanayi sermayesinin gelişimine temelde ara mallar üretimini yapan kamu sektörü öncülük etti. Sonuçta, Türkiye’de sanayi kapitalizminin gelişiminde önemli bir evreyi temsil eden İİS’nin bedeli, teknoloji ve temel girdiler bakımından dışa bağımlı, üretim ölçeği, birim maliyet ve kalite olarak rekabet gücünden yoksun bir sanayi yapısının yerleşmesi oldu.
Bu döneme damgasını vuran ve Türkiye’de sanayi kapitalizminin kronik bir unsuru olarak yapısallaşan bir gelişme de hizmetler kesimindeki aşırı şişmeydi. Giderek hızlanan bir tempoyla kentlere akan kitleler, sanayiden çok hizmet sektörü tarafından istihdam edilmeye başlandık-larında kentleşme, sanayileşmenin önünde gitmeye başla-dı. Kentlerin çevresinde gecekondulaşma ortaya çıktı.634 Toplumdaki merkez ve çevre bölünmesi belirginleşmiş, çevrenin istekleri artmıştır. Toplumdaki huzursuzlukların terör örgütleri tarafından yönlendirilmeye başlanması 60’lı yılların sonlarında görülmeye başlamıştır.
Bu dönemde, ekonomide tarım karşısında sanayinin ağırlığı dikkat çekici oranda artmıştır. Birinci beş yıllık kalkınma planı (1962–1967) süresince, Başbakanlık Dev-let İstatistik Enstitüsü (DİE)'nün verilerine göre imalat sanayiindeki yıllık büyüme hızı % 9,6'ya ulaşmış, tarım-sal üretimdeki hız ise aynı dönemde % 3,1'de kalmıştır. Sanayi üretimi 1962 için 100 alındığında, 1963'te 107'ye, 1967'de 183'e çıkmıştır. İkinci beş yıllık kalkınma planın-da da aynı eğilim sürmüş, sürükleyici sektör olarak sana-yi seçilmiştir. 1960–1965 döneminde sanayideki yıllık ortalama büyüme % 8,5, tarımdaki yıllık ortalama büyü-me ise % 1 olarak gerçekleşirken; aynı oranlar AP iktidarı döneminde (1965–1971) sanayide % 8,4, tarımda % 4,7 olmuştur. Bu dönemde sanayideki gelişme oranı-nın çok az düşmesi, tarımda ise oranın 4 kat artmasına rağmen, 1960'lı yıllardaki sanayi ağırlıklı gelişme eğilimi açıkça gözlenmektedir.635
İthal gereksinmesi yüksek olan dayanıklı tüketim mallarındaki hızlı gelişmenin yarattığı ihtiyaç ve yatırım malları ithalatına, ara mallara nazaran daha az pay ayrıl-mış olması nedeniyle model, beklentilerin aksine dışa bağımlılığı arttırmıştır. Bu dönemde uygulanan ihracatı teşvik politikası ise, ithâl ikâmesini destekleyen bir poli-tika biçimine bürünmüştür. Bu da Türkiye’nin döviz ihti-yacını kendi imkânları ile elde eden bir yapıya sahip olmasını engellemiştir.636 İthal ikameci bu modelin tıkan-ması 1960'lı yıllardaki hızlı toplumsal dönüşümden kay-naklı sorunları gün yüzüne çıkarmıştır. İthal ikameci anlayış 1970’li yılların ikinci yarısında tıkanmıştı; ama bazı zorlamalarla 1980’e kadar sürdürülebildi.637
AP’nden Erkmen, Cumhuriyet’in kuruluşundan iktidara geldikleri 1964 yılına kadar, sabit fiyatlarla 70 milyar TL milli gelir rakamına ulaşılırken, kendilerinin 6 senede 33 milyar TL ekleyerek milli geliri 103 milyara çıkardıklarını söyleyerek başarılarının altını çizmiştir.
İzlenen politikalarla mal üreten sektörlerin (tarım, sanayi, inşaat) yurt içi hasıla içindeki oranının yanı sıra milli gelire katkıları da azalmıştır. GSMH’daki artış hızı-nın kaynağında ise hizmet sektöründeki büyüme ile yurt dışındaki işçilerin gönderdiği döviz yatmakta, ancak bu durum iç üretim yapısında doğurduğu zayıflama nede-niyle, uzun vadeli kalkınma hedefi bakımından sakıncalı sonuçlar yaratma ihtimalini büyütmektedir. 638
1965'ten itibaren fiyatlarda ve ithalatta artış gerçek-leşirken, ihracatın ithalatı karşılama oranında tablo olum-suz bir eğilim göstermiş ve bu süreç sonunda gelen döviz darboğazı devalüasyon tercihini gündeme taşımıştır.639
İç tasarrufun arttırılmaması, yapılan israf nedeniyle başvurulan dış borç yükü, faiz dahil 1964 sonunda 1.6 milyar dolar iken 1970 sonunda 3.4 milyar dolara çıkmış-tır, ancak ortada bu kadar borçlanmayı haklı gösterecek bir kalkınma yoktur. İhracat için verilen teşvikler ne ihra-catı arttırmış ne de ihracat yapısını sanayi lehine değiştir-mişti. Teşvik uygulanmayan 1961–1966 dönemindeki ihracat artışı % 24,4 iken, teşvik uygulanan 1968–1970 döneminde artış oranı % 18,8 olmuştur. Teşvikle arttırıl-ması hedeflenen sanayi mallarının ihracat içindeki oranı 1964-1966’da % 19,3 iken, 1968–1970 döneminde % 16,7’ye düşmüştü.640 Yatırımlar için verilen teşvikler, bütünü dikkate alındığında, 1967–1970 döneminde eko-nomiye binen toplam yük 8,2 milyar TL olmuştu. 641
Sanayi merkezli bu birikim tarzından olumsuz etki-lenenler ya da en az paya sahip olanlar bir bütün olarak küçük sanayi ve özel olarak da bu sektörde çalışan işçiler oldular. Kamu kesiminde yüksek ücret ve sendikal hak-larla çalışan işçilere karşılık, burada ağır çalışma koşul-ları ve siyasi baskılar söz konusuydu.642
Sadece kentli orta sınıflar için değil, işçiler, köylüler ve gecekonduda yaşayanlar için de geçerli olan bu tüke-tim talebi popülist bölüşüm politikalarıyla karşılandı. Bu ise 1970 ekonomik krizini tetikleyecekti.
12 Mart darbesi de, 27 Mayıs gibi bir bürokratik yenileme hareketi olarak nitelendirilir. Oysaki 1971’in nedenleri ve sonuçlan 60’dan çok farklı olmuştur. 71 müdahalesi despotik bir yöneticiye karşı değil, genel bir kamu düzeni bozukluğu ve devlet otoritesinin aşınmasına karşı bir tepki olarak gelişti. Dolayısıyla iktidar partisi olan AP Anayasayı ihlal etmekle değil, tam tersine bu soyut ve muğlâk tehdide karşı yeterince etkili dav-ranamamakla suçlanıyordu. 1971 öncesi sanayi burjuva-zisi ve ordunun yaşadığı dönüşümlerin yanı sıra 60’larda hızla politize olmuş işçiler ile gençlerin sosyal adalet talepleri de ortaya çıkınca hem ekonomi hem politika büyük bir çıkmaz içine girdi. Tüm bunlara dünyadaki ekonomik bunalım eklendiğinde Türkiye’de sistemin tıkanması, ekonominin ve siyasetin yeniden düzenlen-mesi gereğini ortaya çıkarttı. Ancak parlamenter rejim sınırları içinde tıkanıklığın önü açılamadığında ise askeri bürokrasi 27 Mayıs darbesinin yol açtığı toplumsal talepleri dizginlemek gerektiğine inanıyordu. Burjuva-zinin iktidarı devretmesi anlamına gelen Bonapartist bir müdahale oldu.643 Bu nedenle 12 Mart’a ilişkin olarak, “demokrasinin ekonomik gelişim için feda edildiği bir tür 18. Brumaire’den” söz etmek yanlış olmaz.
1969 seçimlerini AP’nin bir kez daha tek başına kazanmış olması parlamento dışı muhalefeti hızlandır-mıştır.644 Seçim sonuçları 12 Mart’ı tetikleyen en önemli faktör olarak ele alınabilir. Seçim yasasında yapılan deği-şiklik sonucu TİP’in mecliste temsil edilememesi solun radikalizmini giderek arttırmıştır. Radikal sol seçim so-nuçlarından seçim yoluyla düzen değişikliği olmayacağı sonucuna varmıştır.645
Aybar’ın benzer endişe ile Demirel’i uyarmasına rağmen Demirel ve AP’nin sola neredeyse hiçbir demok-ratik alan bırakmak istememesinin bir yansıması olan bu seçim kanunu, solun yeraltına girmesini, şiddete yönelmesini kolaylaştırdı. Daha önemlisi gerekçeledi.646 Gerçekten de TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar kanunu hükümet üyelerinin geri almasını istemiş, demok-rasinin başına geleceklerden sorumluluğun AP iktidarına ait olacağını bildirmiştir.647
12 Mart rejimi hakkında bazı genel saptamalar yapmak mümkün. Müdahale, kapitalist sanayileşme, demokrasi ve askeri bürokrasi arasındaki ilişkilerin radi-kal bir dönüşüm sürecine girdiğini gösterir. İlk iki dinamik arasındaki çelişkinin baş göstermesiyle birlikte, ordu açıkça ilki lehinde konumlanmaya başlamıştır. 1971, 61 Anayasa-sının çizdiği çoğulcu demokrasiden daha örgütlü korpo-ratist bir rejime kayışın ilk uğrağıdır. Bu anlamda dönemin başında sanayi sermayesi merkezli kentsel itti-fakın çözülüşünün de başlangıcıdır. Bu çözülüş sürecinin ilk uğrağı, sol aydınların radikalleşmesidir. Kalkınma ve demokrasi merkezli hegemonik söylem, arzu edildiği gibi merkezi değil, merkezkaç unsurları güçlendirmiştir. 60 sonrasında kurulan kentsel hegemonya, AP’ye değil, radikal sola yaradı. 12 Mart aynı zamanda sanayi serma-yesinin hegemonik proje düzeyinde merkezci ittifakları eriterek aşırı sağ dinamiklere yaklaşmaya başlamasının ilk adımıdır.648
Sanayi sermayesinin diğer sermaye kesimleri üzerin-deki hegemonyasının siyasi temsilcisi AP idi. Toprak ve ticari çıkarları beslemek yoluyla büyüme stratejisi izleyen DP’den farklı olarak AP, bu dönemde açıkça büyük sanayi sermayesi lehine politikalar izlemeye çalışmıştır. AP’nin seçmenleri köylüler, serbest meslek sahibi yeni kentliler ve yükselmeye eğilimli küçük burjuvaziydi. AP ise bunların hepsini büyük sermayenin güdümü altına soktu. Büyük sanayi lehine izlenen hızlı büyüme stratejisinin önemli bir sonucu küçük üretim ve geleneksel toplumsal yapıların çözülmesi oldu. Bu çözülme burjuvazinin iç çelişkilerinin artması ve sağdaki birliğin parçalanmasında en temel etkendi. Kapitalizmin tahrip edici gelişmesine bir tepki olarak geleneksel İslam’ın siyasileşmesi ve faşist hareketin güçlenmesi gündeme geldi.649
Ocak 1969’da demiryollarında ve Deniz Nakliyat’ta grevler başlamıştı. Sümerbank’ta otuz bin işçi grev hazır-lığı içindeydi. Bu greve karşı, devlet lokavt ilan ediyordu. İnönü’ye göre Türkiye fırtınalı bir döneme giriyordu. Bu değerlendirmesini öğrenci faaliyetlerine değil, işçilerin militanlığına dayandırıyordu. “Bunun ilk işaretini Sümer-bank grevinde görüyoruz. Bu kadar uzun süren bir yanlış-lığı anlamak zordur.”650 ABD kökenli Singer’de, kurumu işgal eden işçilerle polis arasında kanlı olaylar olmuştu.651 Şubat ayında olaylar birbirini kovaladı. Aşırı sağcıların yarattığı “kanlı pazar”dan sonra, İstanbul bir terör havası içine girmişti.652
Nisan 1969’da ODTÜ’yü “işgal” eden öğrenciler, Rektör Kurdaş’ı görevinden ayrılmaya zorlamışlar ve jandarma baskınıyla çekilmişlerdi. İstanbul Hukuk Fakül-tesine atılan bir “molotof kokteyl”i on kişinin yara-lanmasına yol açmış, çatışma çıkmış, fakülte on gün kapatılmıştı.
Söke’de “Toprak Reformu ve Bağımsızlık” mitingi düzenleniyordu. Ecevit’in “toprak işleyenin, su kullana-nın” sloganı, siyasal çatışmalarda belli başlı öğelerden biriydi. 653
3 Mayıs 1969’da Yargıtay Başkanı İmran Öktem’in cenaze töreni bu olaylara tuz biber olmuştu. Yargıtay Başkanının naaşı Maltepe Camiine getirildiğinde öğle namazından çıkan bir grup “Dinsizdir” savıyla “Allahsı-zın namazı kılınmaz” diye bağırdı. Birden imamlar orta-dan kayboldular. İmran Öktem’in cenaze namazını kıldı-racak bir imam bulunamamıştı.654
Koç, “ekonomi politikasını” eleştiriyor, iktidarın “demokratik düzeni” tehlikeye düşürebileceğini söylü-yordu.655
Haziranda olayların boyutları işçi ve öğrenci kesi-minde daha da genişledi. Türk-İş, işçi emeklileriyle ilgili çözüm bulunmazsa “işçilerin sokağa döküleceğini” açık-lıyordu. Sınavlar sırasında İstanbul Üniversitesinde savaş çıkmıştı. Polis kordonuna karşı çıkan sol gruplarla polis çatışmış, yüz öğrenci ile 14 polis yaralanmıştı.
Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK), 1967 yılında kuruluşundan itibaren hızlı gelişme gösterdi. Toplu sözleşme görüşmelerinde sağladığı başarı, müca-deleciliği, yürüttüğü grevler, DİSK üyesi sendikaların üye sayısını artırıyordu. Türk-İş ve AP çoğunluğu bu durumdan rahatsızlık duyuyordu. Meclis, Türk-İş üyesi AP’li milletvekillerinin girişimiyle, 274 ve 275 sayılı Sendikalar Kanunu ile Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanunu’nun değiştirilmesi çabalarına sahne oldu. Amaç, DİSK’in sahneden yok edilmesiydi. 1970 yılında Erzu-rum’da toplanan Türk-İş Kongresi’nde konuşan zamanın Çalışma Bakanı Turgut Toker, “Yeni değişiklik tasarısı ile DİSK’in çanına ot tıkanacaktır, DİSK varken genel grev hakkını tanımamız mümkün değildir”... “İdeoloji-lerin aleti olan sendikalar temizlenecek”… “Türk-İş’ten başka konfederasyon kalmayacak” diyordu.656 Bu açıkla-malar basında da yer alıyordu.657
DİSK’e yönelik bu hareketler karşısında en büyük, etkin işçi eylemlerinden birisi 15-16 Haziran 1970’de İstanbul ve İzmit-İstanbul arasında çok sayıda işçinin gösterileriyle doruk noktasına çıkmıştır.658 Yaklaşık 200 büyük iş yerinde çalışan 150 binden fazla işçinin katıldığı eyleme ek olarak Ankara’da ve İzmir’de de işyeri işgali ve oturma grevi şeklinde gösteriler yapılmıştır.659 İstanbul ve dolaylarında hayatı felce uğratan bu eylem neticesinde hükmet askeri birlikleri harekete geçirmiş ve meydana gelen çatışmalarda üç işçi hayatını kaybetmiş, çok sayıda da yaralanma hadisesi olmuştur. Bu olaylarda işçileri destekleyen öğrenciler de polisle çatışmaya girmiştir.
Demirel Hükümeti İstanbul’daki olayları bir ayak-lanma olarak değerlendirmiş, bunun üzerine 16 Haziran itibarıyla İstanbul ili ile Kocaeli Merkez ve Gebze ilçelerinde bir ay süre ile sıkıyönetim ilan edilmiştir. İşçilerin 15/16 Haziran eylemlerinin anayasada öngörü-len sıkıyönetim ilan nedenlerinden birisi olan “ayaklan-ma” sayılıp sayılamayacağı sıkıyönetim ilanından sonra da çok tartışılmıştır. Konu ile ilgili bilim adamlarının birçoğu sıkıyönetimin Anayasa’ya aykırı olduğu görüşü-nü savunmuşlardır.660
Temmuz 1969’da, Kayseri’de Türkiye Öğretmenler Sendikası kongresi kalabalık gruplarca basıldı; 700 öğret-menin yaralı olduğu açıklandı. Çorum’da bir linyit işlet-mesini ele geçiren işçiler, 34 gün süreyle madeni çalıştır-dılar, sonunda jandarma tarafından çıkarıldılar. Ağustos 1969’da, Koç’un Türk Demir Döküm tesislerindeki 2300 işçi, “işgal” eylemine girişti. Bu sırada “doğu mitingleri” başlamıştı. “Açlık ve Yoksulluk” ya da “Uyanış” adında-ki bu mitingler, daha sonra Varto, Hilvan, Van, Siverek gibi yörelerde “Kürt sorunu”na dönüştü.
Önce Sayın Erbakan’ın Odalar Birliğinde seçimi ka-zanacağını anlayınca Bakanlar Kurulu kararıyla kongre-nin seçim maddesini erteletiyor. Ancak bu yöntem de seçimin yapılmasına engel olamayınca seçim sonuçlarını hiçe sayıyordu.661 Odalar Birliği seçimini kazanmasına rağmen, Demirel tarafından görevden alınması istenen ve kendi isteği ile makam odasından çıkmayan Necmettin Erbakan, binadan polis zoruyla atılıyordu.662
Eylül 1969’da gene büyük işçi olayları başladı. Ereğli Demir Çelik’teki işçiler ertelenen grev kararını Danıştay’da bozdurmuşlardı. Pamuk alım fiyatlarına tep-ki olarak Tarsus’ta 600 traktör, Ankara-Adana yolunu iki saat trafiğe kapıyor, ancak askeri birlikler yolu açıyordu. THY’nin bir uçağı, silah zoruyla Bulgaristan’a kaçırılı-yordu. Ekim’de, ODTÜ’de jandarma ile öğrenciler ara-sında silahlı çatışma...663
1969 seçimleri öncesi başlayan, ekim ayı sonrasına yayılan öğrenci hareket ve işçi olaylarının, 1971 darbe-sinde önemli bir yeri olduğunu yadsınamazdı ve bir as-keri müdahalenin bütün koşulları hızla hazırlanıyordu.664
Basın, 27 Mayıs öncesinden başlayan, sonraları gide-rek artan dozda, sürekli olarak öğrenci devinimlerinin yanında yer almıştı. Yasal olmayan olayları engellemek isteyen polise basın, sürekli direnirdi, “gençler coplandı” manşetlerini gün aşırı görmek olağandı. Buna karşın iktidar olayların üzerine güç kullanarak gitmede çekinceli davranmıştır. İktidarın tutumunda, 27 Mayıs öncesindeki üniversite olaylarına sert polisiye müdahalenin ihtilal gerekçeleri arasına konulmasından kaynaklanan tedirgin-lik rol oynamıştır.665 Bu dönemdeki öğrenci hareketleri sırasında, İsmet Paşa’nın Meclis kürsüsünden söylediği gibi, “iktidar, bu olayları bastırmak için kuvvet kullan-maya yönelmemişti”.666
Seçimler sırasında durulmuş gibi görünen sokaktaki eylemler, Kasım 1969’da yeniden başlamıştı.667 Grev-lerin, emek-sermaye çatışmalarının yanı sıra, Polis Ensti-tüsünde de öğrenciler, güvenlik örgütünde “yeniden düzenlemeler” isteğiyle boykota geçmişlerdi. 1969 Ara-lık ayında, DİSK’e bağlı kuruluşların sayısı artıyor, bu-nun yanında Memurlar Sendikası da memur ailelerinin katıldığı bir yürüyüşü, İstanbul’da Hürriyet Alanında on beş binden fazla insanla gerçekleştiriyordu. Devlet Opera ve Balesi’nin balerinleri de ücret yetersizliğinden yakınıp boykota gidiyorlar, Başbakanı ziyaret edip sorunlarını anlatıyorlardı. Gamak Elektrik Motorları Fabrikasından iki yüz işçinin -hammadde yokluğu nedeniyle- işten çıka-rılması üzerine patlayan olayda, yedi işçinin kurşun-landığı, işçi-polis çatışmasında birinin öldüğü bildirili-yordu. Aralık ayı başlarında iki genç bu olaylarda ölmüş-tü. Üniversitelerde çatışmaların, banka soymaların gün-delik olaylardan olduğu, adam kaçırmaların başladığı 1971 başlarında, ‘sağ’ kanat ‘ülkü ocakları’nda örgütlen-mesini sürdürüyor ve ‘sol’la çatışmaya giriyordu. Demi-rel Hükümeti olayları önleyemiyor, Silahlı Kuvvetler ise içten içe kaynıyordu.668
Görünüm buydu.
25 Ocak 1970 günü toplanan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur, mavi kaplı bir dosyayı açtı. On altı sayfa-lık bir konuşma yaptı. MGK’da bu konuşma üzerine tar-tışma çıktı. Batur’un yandaşları, ertesi günü konuşmanın içeriğindeki kimi öğeleri, söylediği fikirlere yandaş olan bir bölüm basına, bir ölçüde sızdırıyorlardı. Bu konuşma bir buçuk, iki yıl sonra gelecek “Ordu muhtırasının” tüm öğelerini kapsıyordu. Öyle ilginçtir ki Batur’un o tarihte, MGK’da söyledikleriyle 12 Eylül’de resmen açıklanan nedenler ve gerekçeler arasında büyük koşutluklar vardı. Dahası, bu koşutluğu, 1960 ihtilalinin resmi bildirilerine değin uzatabilirdik. Bir çizgi... İlginç ve değişmez görü-nen bir izlenim çizgisi.669 1960 ve 1980. Her iki müdaha-lede de ana amaç, bozulan ülke yönetiminin istikrara ka-vuşturularak şiddet ve terör olaylarının önlenmesidir.670
İktidarın, bir demokratik devlette, o devletin sağlıklı bir düzen içinde yaşayabilmesi için sivil-asker bütün güçlerinin el ele vermesine dayalı anlayışı, kimi kaygılar, kuşkular nedeniyle istenen hedefe ve sonuca varamı-yordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, Ordu üst kademe-si, sokaktaki olayları bastırmakta devreye bütünüyle girerse, bu davranışının “AP yanlısı bir eylem” olacağı yargısındaydı. Oysa, Ordu, siyasal iktidarların yanınday-mış izlenimini verecek bir tutumu benimseyemezdi. Ordu kademeleri, eski DP’nin sürüp gelmesi olduğuna inandık-lara AP iktidarının yanında “eylemli biçimde yer alırlar-sa”, bunun ortaya çıkacak bir “fiili durum” da kişilikleri açısından olumsuz sonuçlar vereceğinden kuşku duyu-yorlardı.671 Benzer anlayış 12 Eylül’den önce, yine 2002 seçimleri sonrası AK Parti’nin PKK terörü karşısında başarılı olması noktasında bir çaba göstermesinin ordu içinde rahatsızlık oluşturduğu, sonradan bir Amerikan düşünce kuruluşundan sızan bilgilerle basına yansımıştı.
Demirel MGK’da “Ülkemizde anarşi bayraktarları yeni değildir. Mustafa Suphi, Sabahattin Ali, Serteller, Boranlar, bunlar ne oldu?.. Bir bölümü öldü. Nasıl öl-dü?.. Nâzım Hikmet hapse girdi ve çıktı. Bütün bunlar, günün koşulları içinde ‘zor’ yöntemler ile yapıldı. Bugün böyle bir yöntem uygulanamaz. Açık rejimdeyiz. Her şey açık olacak. Açık rejim, ‘korapsiyonu’ da önleyen rejim-dir. Bakalım anayasada ne var?.. Anayasa, madde 2: “Hakların özüne dokunulamaz” der. Sosyal adalet içinde dokunulamaz. Silahlı Kuvvetlerin güven içinde olması hangi ortamda olanaklıdır. Bunun anlatılması gerek, bu sorun siyasal bir sorun değildir. Tersi düşünüldüğü za-man, var olanı yıkıp ne koyacağız?.. Ne konacak yeri-ne?.. Bunu bilmemiz gerek. Rejimi biz ‘icat’ etmiyoruz. Sert önlemler, savaşımı yeraltına iter. Açık rejim, bütün bunları önlemiştir. Dünyanın öteki ülkelerinde de ordular böyledir. Sorun, moral ve inanç sorunudur.672
Anarşi nereden çıkıyor, ona bakalım.
-
Aşırı sol, militan; komünist, Kürtçülük, Alevilik, varlık yokluk sömürüsü yapıyor.
-
Aşırı sağ, komando; ülke elden gidiyor diyerek yayılmak istiyor. Başarısı ne olur?.. Bence hiç. Öteki başarılı olursa rejim elden gider. Rejim sorunu, siyasal partiler sorunu değildir. Her şeyden önce bizim sorunu-muz da başkasının sorunu değil mi?”673
Dostları ilə paylaş: |