Demirel Ya da İlke(siz)liği Aramak
Bukalemun’un ortama uyma alışkanlığından biyoloji-zooloji bize şu bilgiyi sunmaktadır: Bu, canlının öncelik-le yaşamını sürdürme tepkisidir.
İskender’e “Gölge etme başka ihsan istemem” dediği söylenen Diyojen’in gündüz fenerle gezdiği, sebebi sorul-duğunda ise, “adam arıyorum” dediği rivayet edilir.
Kişilik, insanın söz ve davranışlarındaki sürekliliği ile tanımlanır. Demirel nasıl bir kişiliğe sahiptir?
Demirel’in ikili kimliğidir ki, insanları, Demirel beğenisinde ya da eleştirisinde garip bir biçimde aynı saflara düşürebilmiştir. Demirel’in kullandığı politika araçları tehlikeye girdikçe, ikili kimliği, öteki yüzüyle ortaya çıkmıştır.247
Demirel’in olayları, içinde mi dışında mı olduğuna göre ve çoğu zaman ilkesiz davranmayı göze alarak değerlendirdiğinin en iyi örneği, 12 Eylül rejimince siya-setten yasaklanışı olayı ile eski DP’lilerin siyasal yasaklılığı olayına yaklaşımıdır.
12 Eylül 1980 askerî darbesiyle siyasal haklarından yoksunlaştırılmasını, parti kurma, seçme-seçilme hakla-rının elinden alınmasını, bir ülkede demokratik hak ve özgürlüklere indirilmiş bir darbe olarak görüyordu. Başka deyişle, olayı kendisinden soyutlayarak evrensel bir hak ihlâli biçiminde değerlendiriyordu.248
Demirel, Arzık’la söyleşisinde öğrenciliğinde ayda bir sinemaya gittiğinden söz eder,249 çünkü çağdaşlığı müzikle, sanatla özdeşleştireceği yıllar daha gelmemiştir. Demirel 1984 yılında ise Avni Özgürel’le yaptığı ve “Erkekçe” dergisinde yayınlanan bir söyleşide şöyle diyordu:
“Tiyatroya belki on beş senedir gitmedim. Sinemaya 20 senedir.”
Demirel, 1964’de AP genel başkanı olmuştu. O tarihten itibaren sinemaya adımını atmadığı çıkıyordu ortaya. Oysa onun “yok” sayıp penceresini sinemaya kapattığı dönemlerde Türkiye’de televizyon yoktu. Dünyada her yıl sayısız film üretiliyordu. Bunlardan bazıları yansıttığı siyasal, sosyal ve tarihsel içerikle, sanatsal gücü açısından “olay” oluyordu dünyada. Ama Demirel merak edip bir tanesini bile görme gereğini duymamıştı. Demirel aynı söyleşide, “kitap dünyasıyla ilişkisini” de şöyle anlatıyordu:
“Kitapçıları dolaşıp ne var, ne yok diye bakmam. Arkadaşlarım var. Onlar benim merakımı bilirler. Alıp yollarlar veya getirirler.”
İzleyebildiği tiyatro oyunu da “protokol”le sınırlı, sine-maya penceresi kapalı, eline kitap almaya yeminli böyle bir kişinin kültür ve sanatı “düşman” sayması doğaldı.
Ve o “doğal”lık içinde 1965 yılında Başbakan olduğunun daha 34’üncü gününde, kütüphanelere “yasak kitaplar” listesi gönderilecek, çağdaş yazarlar yasaklanacaktı. Yasaklattığı yazarlar arasında, “ben değiştim demokratlaştım” havalarına girdiği yasaklı dönemde “sevip okuduğunu” söylediği Yaşar Kemal de vardı. Onu o kadar çok seviyordu ki, insanlar okumasın istiyordu.
1980 darbesiyle düşürülen Demirel “solcuyla solcu” “sağcıyla sağcı” havalarında konuşan, yayın organının meşre-bine göre demeçler, manzaralar yansıtma tertibinden Yaşar Kemal’i sevip okuduğunu söylüyordu.
Demirel böyle de bizim sol aydın farklı mı?
Türkiye’de camiye gidip namaz kılmayı gösteri haline getiren ilk liderdi Demirel. AP’nin ilk iktidar döneminde Kemalistler, Süleyman Demirel’e ateş püskürüyorlardı. Onun yeterince Atatürkçü olmadığını meydanlarda bağırıyor, gaze-telerde yazıyorlardı. Kemalist yazarlar, Kemalizm’in elden git-tiğini yazıyorlardı. Fakat 1990’da, onlara da devlet nimetlerin-den pay vermeye başlayınca, Demirel birden bire “Atatürk’e ters düşen adam” olmaktan kurtulup, “bir numaralı Ata-türkçü”ye terfi ettirildi aynı yazarlar tarafından.250
Geçmişte, onun adını anma yerine, “Morrison Süleyman” deyip, “Berbat Süleyman” diye devam eden, “dün”ün “solcuları” bugünün “sol” sözcüğünü defterlerinden silmiş, kimi, patronları öyle istiyor diye yapıyordu bunu. Kimi kurduğu bağlantılar, özel ve güzel ilişkiler nedeniyle... “Özel ve güzel” ilişkileri nedeniyle değişen dünün solcuları “Demirel değişti, demokrat oldu” diye yazıyorlardı.
Altan Öymen, bir zamanlar Demirel’e “kan kusturan” adamdı. Gazeteci olarak, yeğen ve yiyen Yahya’nın peşine düşmüş, çözdüğü hayali ihracat yumağını, Demirel’e fırla-tarak, “al işte aileden bir ferdin, yeğeninin yaptıkları” demişti. Sonra CHP’den milletvekili dahası grup başkan vekili olmuş, kürsüde onu yerden yere vurmuştu. Ama şimdi Demirel’i destekleyen gazetenin başyazarı olarak, onu övüyor, göklere çıkarıyordu. Her gün kalemini yontup, büyük Türk büyükleri arasında en büyüğünün Demirel olduğunu anlatıyordu okur-larına. Paha biçilmez bir değer olduğunu.251
Çankaya seçimine halk katılımından söz ederken Demirel'in hayli zikzak çizdiği söylenebilir. Ne var ki, 1980’den önceki Çankaya bunalımında Demirel'in öner-diği seçenek cumhurbaşkanını halkın seçmesiydi. Bu görüşünü değiştirmediği görülüyordu. Ne vakit halk katılımını Özal istedi, bu aralar Demirel'den ret yanıtı geldi. Güçlü olduğu dönemde cumhurbaşkanını halkın seçmesini isteyen Özal, 26 Mart 1989’dan sonra öneriden derhal vazgeçerken, bu kez, Demirel, eskiden benim-sediği görüşü pişirmiş, piyasaya sürmüş, parti politika-sına dönüştürmüştü. “Halk seçsin” görüşünün Çankaya seçimine otuz gün kala gerçekleşmeyeceğini biliyordu. Kitleleri okşayıp yücelterek halkın kafasına bu fikri sokmayı amaçladı.252
Aynı hükümette birlikte çalışan Erdal İnönü’nün Demirel değerlendirmesi de - sonuçları bakımından ayrı düşsek bile - bizim değerlendirmemizle paralellik göste-riyor. İnönü 1991 yılına ait bir anısını şöyle anlatıyor:
“Basında Cumhurbaşkanı Özal’ın anayasada değişik-lik yaparak cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini sağlayacağı şeklinde yorumlar yapılıyordu [...] O zaman ana muhalefet partisi olarak biz cumhurbaşkanının Meclis tarafından seçilmesi yönteminin herhangi bir ne-denle değiştirilmesine karşı çıkmıştık. [...] Doğruyol Partisi ise, belki de bu şekilde Özal’ın cumhurbaşkanı seçilmesinin önlenebileceği düşüncesiyle doğrudan halk tarafından seçilmesi formülünü benimsemişti. Şimdi Anavatan Partisi böyle bir anayasa değişikliği önerisini Meclis’e getirirse, Doğruyol Partisi de aynı düşüncede olduğuna göre, Mecliste anayasa değişikliği için gerekli üçte iki oy çoğunluğu bulunabilecekti. Ben bu olasılıktan kaygı duyuyordum. Onun için bir fırsat bulup yanımda oturan Demirel’e, ‘Böyle bir önerinin gündeme gelmesi ve eski demeçleriniz yüzünden sizi zorlaması olasılığın-dan söz ediliyor basında; ne dersiniz?’ diye sordum. Sayın Demirel hiç düşünmeden şu yanıtı verdi: ‘Peki, biz de hazırol vaziyetinde Özal’ın emirlerini yerine getirmeyi mi bekliyoruz!’
“Sayın Demirel’in içinden geldiği belli olan bu ani yanıt bana son derece öğretici geldi, [...] Demirel’in siya-set anlayışını, uyguladığı yöntemi en açık şekilde anlatı-yordu. [...] Belliydi ki, onun için önemli olan sergileye-ceği davranış sonunda karşı tarafın siyasal yarar sağlayıp sağlamayacağı idi. Eğer sağlayacaksa, bunu bile bile sırf eski söyledikleriyle tutarlı olacak diye o davranışı göstermenin âlemi yoktu. [...] Ünlü ‘Dün dündür, bugün bugündür’ özdeyişinin arkasındaki siyasal mantık da budur.”
Bu sözü çok eleştirilmiş, alaya alınmıştı [...] sözüne güvenilmez bir siyasetçinin simgesi haline gelmişti. [...] Gerçek şu ki, siyasetçi bir teori kuran ve savunan insan değil, toplumsal amacına varmak için uğraşan bir uygula-yıcıdır. Bu açıdan her davranışının bu amaca yönelik olup olmadığını araştırması, tartması; ondan sonra ne yapacağına karar vermesi doğru yöntemdir. Bunu yapar-ken kendisiyle tutarlı olabilirse ne âlâ. Ama eğer tutarlı olmak siyasal mücadelesinde ona çok şey kaybettiriyorsa o zaman bir yolunu bulup bu davranıştan kaçınmakta haklı olmalıdır.”253
“Kıratın yanında kalan ya huyundan ya suyundan”, diye atasözümüzü Sayın İnönü doğrulamıştır. Bir kişi bireysel iktidarı için ona çok şey kaybettiren tutarlı dav-ranıştan bir yolunu bulup kaçınmalı mı? O zaman hırsız-lık, yolsuzluk, kaçakçılık, sahtekârlık yapanların suçu iktidarı ele geçirememiş olmaları mı?
Demirel 60’lı yıllarda Türkiye’nin seçim kanununun yönetimsel güçlüğe yol açtığı düşüncesiyle “Yani ülkenin prezidansiyel sisteme müracaatı kaçınılmaz hale gelir”, diyecekti. Görüldüğü gibi, 2000’li yıllara girilmeden he-men önce Demirel’in ortaya attığı başkanlık sistemi daha 25 yıl öncesinden kafasında vardır. Sonra Özal istiyor diye yanaşmamış, ardından yeniden başkanlık sistemini savunur olmuştur.254 Gerekçesi “daha iyi çalışabilir bir devlet, daha iyi çalışabilir bir rejim.” Başkanlık siste-minde beş yıl boyunca hükümet arayışlarına gerek duyul-madan ülkenin yönetilebileceğini anlatıyordu. Çanka-ya’ya çıktığı 17 Mayıs 1993’ten itibaren tam altı hükü-met onayladığını ve istikrarı sağlamak için olağanüstü çaba sarfettiğini kanıt olarak öne sürüyor.
Oysa, başkanlık sisteminde ikide birde hükümet arayışı yok!
Demirel, “Türkiye, sürekli siyasal istikrar aramıyor mu? Al, işte sana istikrar” diye görüşünü noktalıyor.255
“Türkiye yeniden Başkanlık sistemini düşünmek mecburiyetindedir. Cumhurbaşkanını halk seçsin, cumhurbaşkanı da hükümeti seçsin.”256
Hâlbuki Hürriyet’e “Türkiye’de yarı başkanlık siste-mi vardır. Benim Mitterand kadar yetkilerim var” diyor. İcrai yetkilerinin olduğunu söylüyor. Ancak… Demirel, Anayasa’nın kendisine tanıdığı yarı başkanlık yetkilerini de az bulacak ve başkanlık sistemini sık olarak gündeme getirecektir.257 Çankaya’da 7 yıl daha ‘Başkan Baba’ ola-rak kalmayı planlıyordu.258
28 Mart 1994 sabahı, Demirel, elinde Sedat Ergin’e verdiği ve 27 Mart günü yayımlanan demecinin kupürü, bu demeçte Cumhurbaşkanı, oyları yüzde 40’a düşen bir hükümetin tartışılır hale geleceğini söylüyor. Fakat, Demirel bugün bu demecini başka türlü yorumluyor. İki partinin oyları toplam yüzde 40’ı bulmuyor. Yüzde 36’larda! “Ben” dedi Demirel: “dünyanın hiçbir yerinde oyları yüzde 40’a düşenin hükümet olamayacağını 1989’daki (ANAP’ın) durumunu anlatmak için söyledim. Yoksa bugünü anlatmak için değil…”259
Fransız anayasasının da ünlü bir 16. maddesi var ki, o da olağanüstü ve ciddi bir kriz halinde tüm yetkilerin Cumhurbaşkanına verilmesini öngörüyor. Sosyalist Mitterand tarafından “kesintisiz darbe” potansiyeli taşı-masından ötürü çok tehlikeli olarak nitelendirilen bu madde ne var ki, kendisi Cumhurbaşkanı olunca iptal edilmesi için çaba harcanmamıştır.260 Bizim cumhurbaş-kanları ve özellikle Bay Hukukçu sn. Ahmet Necdet Sezer’in Anayasa Mahkemesi Başkanı sıfatı ile yaptığı konuşmalarda ve Cumhurbaşkanı seçildikten hemen sonra yaptığı konuşmalar haricinde bu konudaki ısrarını sürdür-memiş ve yetkilerinin azaltılması için gerekli girişimlerde bulunmamıştır. Demirel ise kendisini bu konuda daha bir üstün zekâlı ve halkı da aptal yerine koymuştur. Özal döneminde Cumhurbaşkanının yetkilerini parlamenter demokrasiye göre fazla bulurken kendi “cumhurbaba” olduktan sonra babalar! gibi yetkilerini az bile bulabilmiştir.
Demirel bozuk saat gibidir; söyledikleri eşref saatine denk geldiğinde büyük bir hikmet ve siyaset yüklüdür.261 Ancak o saatin dışında tezvirat* ve fâsıklık diz boyudur. Demirel iki dönemin içinde yer yer hakikati yakalamış hikmetli! bir insan portresi çizer: 1965–1968, 1984–1989 arasında. Bu dönemlerde demokrattır, karşıdakine anlayışlıdır. Yalnız bu dönemler de bile yer yer tezviratları devam eder. Kendi gerçeği neyse onu bile yakalayamaz.
Böyyük Demirel Ailesi
Aile İlk Fotoğrafını Çektiriyor:
Devletin başına geçtikten sonra kimsenin o güne kadar kullanmadığı yollarla devlet imkânları Demirel kardeşlerin emrine verilmiştir. Kurdukları şirkete serma-yesinin 24 katı kredi, Türkiye Cumhuriyet’inin garantisi altında Avrupa Yatırım Bankasından sağlanmıştır.262 Devleti yöneten bazı bakanlar ve sözü geçen politikacılar belirli mevkilere kendi yakınlarının, akrabalarının ya da şu veya bu nedenle ödüllendirmek istedikleri kişilerin atanmalarında, yükseltilmelerinde ya da belirli makam-lara oturtulmalarında etkili oluyorlar. Nepotizm adı veri-len ve kelime anlamıyla “yeğencilik” demek olan bu uy-gulamanın en iyi örneğini Demirel vermiştir. Kardeşle-rinden sonra da yeğeni Yahya’yı yeğenlikten “yiyenliğe” terfi ettirmiştir.263
Demirel,
“Söylediğinizi, sorduğunuzu yapmam tümüyle olanakdışı. Varsayılamaz bile” dedi. Niye acaba?.. servet ortak olduğu için olabilir mi?
1971 Mart darbesinden bir yıl önce, 1969 seçimle-rinden hemen sonra Demirel’in kardeşlerine siyasi nüfu-zunu kullanarak büyük yararlar sağladığına dayalı yayın-lar başlamıştı. Kamuoyunda tartışmalar onca şiddetiyle sürüp gidiyordu. Kardeşlerinin Demirel’in adını ve siya-sal hüviyetini kullanarak büyük krediler aldıkları, Başbakanın da bu davranışları bildiği halde, sesini çıkar-madığı gazetelerde yer almıştı.264
Devlet ve hükümet işlerine durmadan karışan, parti işlerinin içinden çıkmayan ve bazı bakanları arkalarında yürüten kardeşleri... Devlet bankalarından aldıkları kredi-lerle, alım satım işleriyle ve kurdukları fabrikalarla Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni yıllarca meşgul eden kardeşleri...265 Kardeşleri Hacı Ali ve Şevket Demirel’in Ziraat Bankasından usulsüz kredi aldığı iddiasıyla Demirel’in nüfuzunu suiistimal ettiği iddiaları ortaya atılacaktı.266 Doğan Avcıoğlu 12 Mart dönemindeki itiraf-larında “Ali ve Şevket Demirel biraderlerin birkaç yılda nasıl milyoner olduklarının ilk belgeleri Devrim’de ya-yınlandı. Ziraat Bankası’nın biraderlere açtığı 20 milyon küsurluk yolsuz kredilerinin belgeleri, Ali Demirel’e DPT’ce tanınan milyonluk usulsüz yatırım indirimi, bu zatın, cezasıyla 12 milyon lirayı bulan vergi kaçakçılığı, bu zata Devlet Demiryolları arsalarının usulsüz satılışı ilk defa Devrim’de açıklandı”,267 şeklinde “böyyük aile” bireylerinin yolsuzluklarını kayıt altına aldırmıştır. An-cak 12 Mart Muhtırası’nın sahipleri Demirel’e mecburi oldukları için bir şey yap(a)mamışlardır.
Uğur Mumcu şöyle diyordu:
“( ) Ziraat Bankası disiplin kurulu, Hacı Ali Demirel’in ortağı bulunduğu şirketlere, 124/160 sayılı senet karşılığı avans hesabı dışında, usulsüz para veril-diğini, 1.7.1967 ve 14.11.1968 tarihleri arasında 2 mil-yon, 14.11.1968–24.1.1969 tarihleri arasında 3 milyon altı yüz dokuz bin, 24.11.1969–30.9.1970 tarihleri arasında 7 milyon 519 bin lira usul ve yasaya aykırı olarak para verildiğini saptamışsa, bu da bir iftiradır.”
O tarihte, bir Amerikan doları 9 liraydı. Hacı Ali’nin yalnız Ziraat Bankası’ndan aldığı kredi bir buçuk milyon dolar tutuyordu. Fakat aldıkları bu kadarıyla kalmayacak milyonlar sonra da cebine akacaktı.
Uğur Mumcu, mizah malzemesi yaparak Demirel’in yolsuzlukları “iftira” diye nitelemesine yanıt veriyordu:
“İftiradır, iftira...”
Komünistler her yere sızıyorlar. Belki Ziraat Bankası disiplin kurulu üyeleri arasına bir servet düşmanı karışmış ve iftira dolu bu kararı yazdırmıştır. Yoksa genç yaşında hac seferi yapıp Allah ne verdiyse memlekete yararlı olmak isteyen bir Ispartalı iş adamı, neden usulsüz kredi alsın?
Hacı Ali Demirel’in ortakları arasında bulunduğu “Terakki Kollektif Şirketi”nin Isparta Ziraat Bankası Şu-besi’ndeki 641/558 sayılı hesabı incelenirse 22.10.1968–14.4.1970 tarihleri arasında en yüksek tutar, 2.10.1969 tarihinde 5 milyon 647 bin 511 lira fazla para usulsüz ola-rak Demirel’in kasasına akmıştır.
Ziraat Bankası disiplin kurulu kararı böyle.
Var mı Demirel’in burada emri? Bankanın müdürü mü Demirel? Değil. Başbakan olarak kendisi mi para istemiş?”
Mumcu bir başka yazısında Demirel’lere usulsüz kre-di veren banka yöneticilerinin disiplin kurulunca cezalan-dırıldıklarını yazıyordu.268
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez, bir Başbakanın kardeşlerine bu kadar cömertçe devlet olanakları sağlan-maktadır.269
Bir gün, Arcayürek tarafından yönetilen bir soruya “Söylediğinizi, sorduğunuzu yapmam tümüyle olanak dışı. Varsayılamaz bile” dedikten sonra Demirel, bir eklenti yapmıştı:
“Ben Millet Meclisi kürsüsüne çıkıp, ‘bu işlerle benim ilgim yok. Kardeşlerim hakkında dava açınız’ diyemem.” Buradaki müzakerelerden sonra, Başbakan Demirel hakkında “kardeşleri için nüfuz suiistimali yaptığını” araştıracak daha geniş bir komisyon kurula-caktı. Bu komisyonun verdiği karardan sonra, yazdığı rapor TBMM’den geçecek olursa, Başbakanın Yüce Divana gönderilmesi gerekecekti.
Olayın siyasal yönü buydu. Fakat, kamuoyundaki yargıya göre, eğer Demirel Millet Meclisinde söylediği, ya da açık demeçlerinde öne sürdüğü gibi, kardeşleriyle ilişkisi hakkındaki varsayımlar doğru değilse, TBMM’nin onlar hakkında gerekli soruşturmayı yapma-sına izin verebilirdi.270
Oysa Demirel, partideki yönetici kadronun, giderek bir açıdan AP gruplarının bu yoldaki eğilimine karşı çıkı-yordu. Dost çevreler, kendisinden o gün görüşülecek olan soruşturma önergesinin müzakeresi sırasında kürsüye çıkıp, “Eğer, kardeşlerim hakkındaki bu savlar geçer-liyse, onları hemen mahkemeye vermeniz en geçerli yoldur” gibi, bir iki cümle söylemesini istiyorlardı.271
Demirel isimleri dolayısıyla kardeşlerine ayrıcalık yapan devlet yöneticileri eğer var ise onlar ve kardeşleri hakkında gerekli kovuşturmanın yapılmasını istediğini vurguluyordu. Kendisini en çok üzen ise kardeşleri ve kendisi arasında ayırım yapılmamasıydı.272
Şayet soruşturma komisyonunun raporu TBMM’den geçerse, Yüce Divana gönderilmesi kesinleşecek olan Başbakanın, hemen istifa etmesi gerekecekti.
Demirel’in, olayın siyasal boyutlarının giderek büyü-düğü o günlerde, sürekli olarak kardeşlerini sıkıştırdığı, elde ettikleri maddi olanakların kaynaklarını, aldıkları kredilerin kurallara uygun olup olmadığını araştırdığı biliniyordu.
Fakat Demirel, kardeşlerini doğrudan “mahkûm” edecek, kendini sıyıracak bir açıklamayı, hele TBMM kürsüsünden açıkça söyleyerek yapmak istemiyordu:
“TBMM kürsüsünden kardeşlerimi suçlayamam. On-ları mahkûm edemem. Bunu yapamam” diyordu.
Bir ‘aile bütünlüğü’ bakımından –belki- Demirel’in bu tutumu geçerliydi. Fakat, kardeşleriyle ilgili yazılıp söylenenler öyle boyutlara ulaşmıştı ki, yalnızca bir Başbakanı değil, partisini de temelinden sarsıyordu.
Türkiye gibi, yönetici kadronun yaşamına, maddi olanaklarına, hele yönetimi eline aldıktan sonraki gelir kaynaklarına büyük ölçüde dikkat edilen, bu konulardaki gelişmelerin özenle izlendiği bir ülkede, “aile bağlarının güçlülüğü ve ne olursa olsun, onları feda etmek isten-memesi” gibi bir davranış, hem ileri sürülen savları, hem de kamuoyunun şimşeklerini o insanın üzerine çekerdi.273
Nitekim, bu konudaki çalkantılar, medyadaki uzun uzadıya yayınlar aylarca, kamuoyunun gündeminde bir numaralı madde olarak kaldı.
Doğrusu, siyasal kişilerin bu yanları konusundaki duyarlılığa herkes gibi bütünüyle katıldığım için, Demirel’in “aile bütünlüğü” anlayışıyla, böyle davranma-sını anlayamıyordum.
Onaylamıyordum da.
Çünkü Demirel, yalnızca bir ‘aile başkanı’ değildi. Türkiye’yi yöneten insandı. Böylesine güç ve önemli bir görevi yüklenmiş olan bir insanın yeri ve zamanı geldiğinde kendini ‘kardeşlerinden, aile bireylerinden ayırması’ gerektiğine inanıyordum. Bu özveriyi yapması gerekirdi. Bu özveriyi kardeşlerinin de ailenin de anlayışla karşılaması gerekirdi.
Demirel, bunların hiçbirini yapmadı.
Hatta mobilya yolsuzluğunu hakkında meclis soruş-turması açılması için toplanması gereken TBMM karma komisyonunun oluşmasını iç tüzük bahanesi ile uzun süre engeller. Ardından Güven Partisine verilen ödünç millet-vekili ile, bu partinin komisyonda temsil edilmesini sağ-layacaktır. Karma komisyonda çoğunluğu elde eden ikti-dar, Demirel’in talimatı ile başkanını seçemedi. İç tüzük gereği başkan seçil(e)mediğinde komisyon çalışmaya başlayamıyordu. Sayın Demirel de hesap vermekten kur-tuldu. Demirel’in siyasetinde bir ilk icat daha; ödünç milletvekili vererek grup kurdurmak…274
12 Mart’ın Başbakanı Nihat Erim, Demirel’in Meclis’in tatile girmesini ailesinin yolsuzluklarının görü-şülmesinden kaçmak için istediği düşüncesindedir. Şunları söylüyor; “... her şeyi kendi kardeşlerinin kredi rezaleti açısından değerlendirecek. Parlamentoyu tatile göndermek istemesi de bundandı. Gündemde bu işe dair DP’lilerin getirdiği tahkikat raporu var. Bu görüşülmesin diye tatil istiyordu.”275
1971 Mart’ındaki Ordu müdahalesine giderken, ortaya sürülen gerekçe “anayasanın öngördüğü reform-ların yapılmadığı” idi. Komutanların yazıp imzaladığı “Ordu muhtırası”nda bunlar yazılıydı, ama kamuoyunda belirginleşen başbakanın kardeşleri hakkındaki yolsuzluk yargısının, Ordu müdahalesini kolaylıkla yapılır duruma getirdiği de bir gerçekti.276 12 Mart’ın duygusal yanıyla, siyasal yanını birbirinden ayırmak olanaksızdı. Darbenin duygusal yanında muhtırayı imzalayan komutanları raha-ta götüren, elbette ki başbakanın yakınlarıyla ilgili savla-rın büyük gürültü koparmasıydı.277 “Şahsı ve ailesiyle ilgili suiistimal soruşturmasını geciktirmek ve önlemek için Meclis ve Senato Başkanlığı seçimlerini uzatarak yasama organlarını 26 gün başkansız bırakıp parlamenter sistemi işlemez hale getirdi. İktidarını sürdürebilmek için milletvekili oylarını meşru olmayan türlü yollarla temin ederek meclisin itibarına gölge düşürdü. Parlamenter demokrasiyi yozlaştırdı.” (Günaydın, 13 Mart 1971)278
…………
Ağabeyi Başbakanlığa geldiğinde bir kamyon şoförü olan Ali Demirel, artık kendi çapında, bir para “kralcığı”ydı. Anka-ra Devlet Demir Yollarına ait bir arsayı alıp üstüne özel lise yaptırmış, öte yandan “Özel Üniversite” açmıştı. Ali, bir yıl içinde on milyonlarca lira kredi almıştı devlet bankalarından. Ailenin, Ali Demirel ve Şevket Demirel’in kısa günde edindiği servetler gazete sütunlarındaydı.
Mühendis olan Şevket Demirel de, kendi çapında bir imparatorluk kurmuştu, devlet bankaları kredileriyle. Bir yanda sunta, kereste fabrikası, öte yanda halıcılık, çimento fabrikası ve ticaretin bütün kulvarları...
Süleyman Demirel’in Başbakanlığıyla birlikte Tanrı, aile bireylerine “yürü ya kulum” demiş ve her biri tutturabildiği alanda koşmaya başlayıp servetler edinmişti.279
Cüneyt Arcayürek, “aile gazetecisi” denilecek kerte-de Demirel’e yakın bir gazeteciydi. Arcayürek, “Demirel kardeşlerin yolsuzluklarına ilişkin iddialar karşısında Süleyman Demirel’in neden sus-pus olup kaldığını da yıllarca sonra ona dayanarak yer veriyordu kitabında:
“Ben, millet kürsüsüne çıkıp, ‘bu işlerle benim ilgim yok. Kardeşlerim hakkında dava açınız’ diyemem.”
Arcayürek’in aktardığına göre Demirel, kardeşlerinin ticari ilişkileriyle ilgili değildi. Hatta bir anda zenginleş-melerinde en ufak bir katkıda bulunmamıştı. Her biri kendi yolundan yürüyüp kazançlar sağlamıştı. Oysa eşi Nazmiye Demirel, aynı görüşte değildi. Nazmiye Demi-rel, “Demirel kardeşlerinin yolsuzluklarına ilişkin dosya-lar ortaya saçılmadan önce, “Hayat” dergisinin 27.5.1969 tarihli sayısında yayınlanan bir söyleşide, ailenin ekono-mik ve sosyal yapısını anlatırken, para-ticaret ilişkile-rinde de, her şeyin ortak olduğunu söylüyordu. Nazmiye Demirel:
“Demirel ailesi olarak aramızda herhangi bu ayrılık yoktur. Ailede para, mal herkesindir” demişti.280
Aile dostu olan İzmir’li gazeteci Acar Tuncer anlatıyor: “Sayın Nazmiye Demirel, evin ikinci katında hep birlikte sohbet ederken: ‘-Bizim ailede her şey müşterektir; ayrı gayrı yoktur!’ demiştir…”281
Demirel, özellikle küçük kardeşi Ali’ye karşı “zayıf-tı. Ali, ona derin bir sevgiyle bağlıydı. “Baba” gibi görü-yor, yaklaşıyordu. Demirel’se, baba gibi üstüne titriyor-du. Cüneyt Arcayürek’in Demirel’e dayanarak aktardığı-na göre, Ali’nin üstüne titremesinin duygusal nedenleri vardı. Demirel bunun nedenlerini ona, “ben ve Şevket okurken Ali köyde kaldı. Bize yardım etmek için okuya-madı. Onun bu fedakârlığı içimde ukte olarak kaldı” diye açıklamıştı.282
Devrim Dergisinin muhasebesini fiilen Doğan Avcı-oğlu’nun kardeşi Hamdi Avcıoğlu idare etmiş. 12 Mart sonrası dergi kapatıldığında defter kayıtlarında hesap kitap tutmamış. Derginin basıldığı kağıt Rüzgarlıdaki kağıtçılardan, yani karaborsadan alınır, patlak bobinler de onlara satılırdı. Derginin sahibi Cemal Reşit Eyüpoğlu, Hamdi Avcıoğlu’nu mahkemeye vermeye kalkıştı. Uluç’la zor engelledik. Doğan Bey içerdeydi. Askeri yönetim, Devrim grubuna dava açmak üzereydi. Sağcı basına malzeme olabilecek bir skandalın patlaması güç-lükle önlendi. Tabii Uluç ve ben de hayal kırıklığına uğradık. Doğan Bey’in o sıralar “Ne yapayım, o benim kardeşim” diyerek Hamdi Bey’e hiç laf söyletmemesi de bizi rahatsız etmişti.283 Bu da Sol İhtilalin Müstakbel Baş-bakanı… ister mevcut sağ’ın başbakanını ister istikbalin sol başbakanını al… al birisini vur ötekisine…
“Bakın, dedim kardeşlerime, artık sizin işlerinizle il-gili hiçbir söylenti, hiçbir sav görmek, işitmek istemiyo-rum gazetelerde. Eğer, bu biçimde yeni olaylar çıkaracak olursanız, hiçbirinizi affetmeyeceğim...” 284
Bu sözleri, bir gece yarısı, yeri geldiğinde, soru da yöneltmediğim halde, Demirel’den dinliyordum. 1973 sonrasıydı. Ecevit’in MSP ile kurduğu hükümet, Kıbrıs çıkartmasından sonra çekilmişti. Ecevit, “planladığı gibi, Demokratik Parti ile yeni bir koalisyonu gerçekleştire-meyince” hükümeti kurma yolu, 1971’de ordu darbesiyle düşürülen Demirel’e açılmıştı.
İlk MC hükümetlerinin sahneye çıkışıydı bu.
Kendisinde bu kararlılığı görünce, konuyu biraz daha deşme olanağı buldum. “Kısacası, bu türden söylentiler ya da yeni olaylar olursa, kardeşleriniz karşısında tavır alacaksınız, öyle mi?” diye sordum Demirel’e.
Kararlılık göstergesi olan davranışıyla, ayağa kalktı, bir ayağını yere sertçe vurdu: “Evet, bu kez hiçbir şey beni durduramaz. Üzerime yığılan siyasal sorumlulukları bir kere daha yüklenemem” dedi.
“Onlara, eğer bu tür olaylar yeniden doğacak olursa, bu kapıdan içeri giremezsiniz dedim” diye bir eklenti de yaptı.
Demirel’in bu sözleri ve tavrı, Yahya Demirel’in “amcası indinde” değer yitirmesinin kesin göstergele-riydi. Yahya Demirel’in İsviçre’de içki bağımlılığı nede-niyle hastaneye yatırıldığı haberleri gazetelerde yer alır-ken, birkaç kez, eğilimini soruşturdum. “Hiç ilgilenmi-yorum” demişti.
Yahya Demirel’e karşı sıfır düzeyindeki duygusuz tutumu, daha önceki uyarılarının dikkate alınmamasından mı, yoksa kimi öteki nedenlerden mi ileri geliyordu, elbette, kesinkes anlamak zordu.285
Demirel, Başbakanlıktan düşürülüp, “yüce divan”da yar-gılanma tehlikesi pahasına, “kardeşlerimin bir suçu varsa yargılayın” diyemiyordu.
Demirel kardeşlerin servetlerinin kökenine inmek ama-cıyla baba Yahya Demirel’in ifadesine başvuruldu. Yahya Demirel, komisyona gelip bilgi verme yerine, “ifadesini” yazılı göndermeyi yeğledi.
Yahya Demirel oğullarının yolsuzluk yapıp, ağabey-leri Süleyman Demirel’in etkinliğinden yararlanarak ser-vet edindiklerini kabul etmiyordu. Baba Yahya Demirel’e göre aile zaten zengindi. Oğulları “ticari hayata atılırken birikmiş aile sermayesinden yararlanmış”lardı.
Yahya Demirel şöyle diyordu, yazılı ifadesinde:
“1925 yılından, 1948 yılına kadar ticaret ve ziraatle iştigal ettim. Bu müddet içinde altın ve para olarak biriktirmiş oldu-ğum 2,5 (ikibuçuk) milyon lirayı sermaye yapması için oğlum Ali Demirel’e uzun vadeli borç olarak verdim.”
Yahya Demirel’in sahip olduğu servet, TC’nin o sürece kadarki tarihinde, bir köylü için rekordu. Hiçbir köylünün bir araya getiremeyeceği çaptaki bu birikimden o güne dek kimse haberdar değildi. Bu servet ne banka kayıtlarında, ne de başka bir yerde görünüyordu. Yahya Demirel, servetini nerede ve nasıl sakladığını da şöyle açıklıyordu:
“Ekseri Anadolu vatandaşları gibi, ben de, altın ve parala-rımı yanımda muhafaza ettim.”
Yahya Demirel’in sözünü ettiği iki buçuk milyon lira, 1948’de gerçekten büyük bir servetti. TC yurttaşları arasında, bu denli büyük bir birikime sahip insan sayısı parmakla gösterilecek kadar azdı. TC -bütçesinin o dönemde birkaç on milyon liradan ibaret olduğu göz önüne alınırsa, iki buçuk mil-yon liranın değeri daha iyi anlaşılacaktır. Hâlbuki Demirel’in anlatımına göre babası, yıllık tutarı 42 lira olan “yol vergisini” ödeyemediği için, dağa götürülüp yol yapımında çalıştırılmış, taş kırdırılmıştı.286
Demirel, gazeteci Arzık’a ise “Biz; mütevazı bir Ana-dolu köylü ailesiydik… Yarısı bir sene, yarısı diğer sene ekilen, 150 dönüm kadar toprağımız vardı… Sadece, aileye yetecek kadar olurdu bunlar… Seneden seneye bir şey aktaramayan, ihtiyarlık ve hastalık için, hemen hiç tasarruf imkânı olmayan bir köylü ailesi idik.”287
9 Aralık 1969’da İlhan Selçuk şöyle yazıyordu:
“Şellefyan, Moreno, Koç... Bunlar bir çarkı çevirmek-tedir. Süleyman Demirel ve arkadaşları bu çarkın politika-cılarıdır. İşadamlarını gerçek çehreleriyle devrimci güçler bile tanımıyor. Tanımak gerek onları, onları tanımadan Türkiye’nin düzenini tanımak mümkün değil.”288
İlhan Selçuk o dönemlerde Cumhuriyet’te de şöyle yazacaktır: “Biraderlerin birbiri ardından kurduğu aile şirketleri, Demirel’in iktidarı döneminde Türkiye’nin en paralı kuruluşları düzeyine erişmişlerdir. Bütün bu şirket-lerin, teşvik tedbirlerinden, ihracatta vergi iadelerinden, yerli ve yabancı kredi olanaklarından, şaşılacak biçimde yararlandıkları düşünülürse, devlet eliyle kişiyi zengin et-menin bütün olanaklarının Demirel ailesi için seferber edildiği ortaya çıkar.”289 O dönemde, “kardeşlerinin yol-suzlukları” gerekçesiyle Demirel’e karşı kalemlerini bile-yen yazarların çoğu (Çetin Altan hariç) 1970’lerde yazdıklarını “yok” sayıp, 1990’larda hatta 28 Şubat süre-cinde Demirel’in yanında yer alacak, işbirliğine girecek-lerdi. Geçmişte “Demirel’e saldırmayı ilericilik” sayan bu yazarlar ordusu bu kez Demirel’in yanında, yine “ilericilikle” Özal’a karşı taarruza geçiyorlardı. Özal’ı kötüleyip Demirel’in “ilericiliğini” “demokratlığını”, tabii Atatürkçülüğünü savunacaklardı. Daha dün onun adı yerine, “Morrison” ya da “komprador” sözünü kullandık-larını unutarak... Özal’a ders vermesi aşkına Demirel’i bir aziz gibi alkışlamışlardır.290
Demirel’in ikili kimliği ayrıca, dünkü övgücüyü bugünün yergicisi yapabiliyor ya da yergicisini övgücü... Tabii ondan ne zaman, ne beklendiğine bağlı olarak... Örneğin aslında birer sosyalist reformcu olan eski hırslı devrimciler dönüp Demirel’i destekleyebiliyor.291 Basın ve “yazar”ların eyyama göre dön babam döncülüğü belgelenmişti artık.292 Yazarlar, o dönemde, “yeterince Atatürkçü ve devrimci” bulmadıkları Demirel’e karşı “devrim malzemesi” olarak Yahya olayını kullanıyordu. Demirel’in beşiğini bir kez de, “mobilya yolsuzluğu ninnisiyle” sallayarak.
Demirel ailesinin genç yeteneği, soyağacının umudu Yahya “iş hayatındaki açılımını” geliştirmiş ve topladığı döküntüleri, birinci sınıf mobilya diye ihraç ediyormuş... Böylece Yeğen Yahya Demirel, “hayali ihracatın” ilk ünlü yıldızlarındandı. Araştırmalar, “ailenin umudu”nun gidiş yönünü böyle gösteriyordu.
12 Nisan 1973... İşbaşında Ferit Melen Hükümeti var-ken, Ticaret Bakanı da Naim Talu iken bir kararname çıka-rıldı: 78/ 6270 sayılı kararname... Bir de bunun eki olan karar var. O da arkasından yayınlandı.
Konu, mobilya ihracatıydı. Bu kararname ve kararla, teknik deyimler bir yana bırakılırsa, “ahşap mobilya” ihracatı yüzde 75 oranında ödeme primi ile desteklenmiş oluyordu.
Bu kararname ve ek kararın çıkışından bir süre sonra, Ticaret Bakanlığı’na mobilya ihracı talepleri gelmeye başla-dı. Bu arada Ferit Melen Hükümeti değişti, yerine Naim Talu Hükümeti geldi. Ticaret Bakanı da AP’li Ahmet Türkel oldu.
İlk talepler mütevazıydı. Bir firma Suudi Arabistan’da aldığı ihaleler dolayısıyla, bu ülkeye parça parça, örneğin 560 Sterlinlik (yaklaşık 16 bin Türk Lirası), 2155 Dolarlık (yaklaşık 30 bin TL), 799 Dolarlık (II bin TL.) kanepe, koltuk, divan, dolap, süpürgelik vs. göndermek için başvu-ruyordu. Bir başka şirket İsrail’e, 1928 dolarlık (27 bin TL.) yemek, yatak ve salon takımı ihraç etmek istiyordu...
Bunlar o zamanki usule göre, sadece kâğıt üzerindeki müracaat belgelerine bakılarak incelendi ve isteyenlere ge-rekli ihraç belgeleri verildi. Zaten miktarların küçüklüğü, akla herhangi bir olasılığı getirecek gibi değildi.293
Derken 1974 yılının Ocak ayına gelindiğinde, o za-mana kadarki bütün ihraç taleplerinin tümünün toplamı-nın dört beş misli tutarında bir ihraç talebi işlemi başladı. İhracat değeri (FOB) 497 bin 694 İsviçre Frangı, (yaklaşık 2 milyon Türk Lirası)... İhraç konusu 185 takım demonte ceviz yatak odası... İhraç edileceği yer Kıbrıs’ın Magosa Limanı, ihraç limanları ise Karadeniz Ereğlisi ile Antalya...
Ve imza şuydu:
YAHYA KEMAL DEMİREL
Orman Ürünleri-İnşaat Malzemeleri
İthalat-İhracat ANKARA
İmza, soyadı nedeniyle yabancı değildi. Yalnız müraca-atın garip bir yanı vardı: ihraç edilecek ülke Kıbrıs’tı, ama ihracatın yapılacağı firmanın adresi Kıbrıs’ta değil, İsviçre’deydi:
Inter-Tradeimpex CO. Ltd.
68 Rue de Rhönee Cenevre-İsviçre
(Bu adres, sonradan bizim gidip, uzun süreden beri terkedilmiş bir bina olarak bulduğumuz adrestir.)
Ancak Kıbrıs’a yapılacak ihracatın alıcı firmasının İsviçre’de bulunması da olmayacak şey değildi. O zaman tamamı Rumların kontrolündeki Kıbrıs’a Türkiye’den yapı-lacak bir ihracata başka ülkedeki bir firmanın aracılık etmesi akla pek uzak düşmüyordu.294
Yapı ve Kredi Bankası’nın Yenişehir Şubesi tarafından verilen akreditif yazısında Yahya Kemal Demirel firması adına yapacağı ihracat için dışarıdan 511 bin 519 İsviçre Frangı yatırılmış olduğunu bildiriyordu. Bankada onun adı-na muhafaza ediliyordu. Yalnız Yapı ve Kredi Bankası’nın bu yazısında, parayı gönderen firma olarak Inter-Tradeim-pex’in adresi, bu kez İsviçre’de değil, Liechtenstein’da, bu ülkenin başkendi Vaduz’da gösterilmişti. Ve Haupt-strasse 539 olarak. Ancak bu adres araştırmalarda bulunu-lamayacaktı. 6 Şubat 1974’te tescil beyannamesi onaylandı. Bu beyannamede, Inter-Tradeimpex firmasının adresi olarak bu defa Vaduz’daki değil, Cenevre’deki adres (68 Rue du Rhone) veriliyordu ki, bu da dikkati çekmedi.295
Yahya Demirel’in işlemleri hızlanarak devam etti. 21 Şubat 1974 günü ihraç edilecek mobilyaların ekspertiz raporu düzenlendi. Ankara’da değil Isparta’da... Ankara’da toplanan mobilyalar, oraya götürülmüş olmalıydı. Eksper-tizi yapan, İzmir’de Bornova yolu üzerindeki Alkanat Mobilya Fabrikası’nın müdürü Necdet Alkanat’tı. Necdet Alkanat raporunda, İzmir’den kalkıp Isparta’ya giderek yapmış olması gereken bu inceleme sonunda, her biri beş parçadan oluşan yüz seksen beş yatak odası takımının tümünü gördüğünü, bu takımların her birinin aynı evsafta olduğunu, beyanlara uygun bulunduğunu ve her takımın fiyatının o günün rayiç piyasa fiyatlarına uygun düştüğünü bildiriyordu.296
Bu sırada Ecevit Hükümeti’nin bakanları, yeni görev-lerine alışmaya, alanlarına giren işleri öğrenmeye çalışmak-tadırlar. Yeni Ticaret Bakanı MSP’li Fehim Adak yüksek derecedeki memurlarını tanımaya vakit bulamadan işlemler tamamlanmıştır.297
Yahya Demirel, Ankara’dan satın aldığı mobilyaları Isparta’ya getirmişti. Mobilyaları 146 kilometre uzaklıktaki Antalya limanına götürmek yerine, kuzeyde 700 kilometre uzaklıktaki ve karayolu da yer yer bozuk olan Karadeniz Ereğlisi’ne götürmeyi tercih etmiştir. Ayrıca Antalya’dan mobilyaların gideceği Magosa limanına olan uzaklık kaba bir hesapla 250 deniz mili kadarken, Karadeniz Ereğ-lisi’nden Magosa’ya deniz yolu 1000 deniz mili civarın-daydı. Magosa Limanı’na hangi tarihte varmıştır? Hangi alıcıya teslim edilmiştir? Nerede satılmıştır?
Ama zaten ihraç izninin verildiği 23 Şubat 1974 günü, Ticaret Bakanlığı’nın, Maliye Bakanlığı’nın, Gümrük ve Tekel Bakanlığı’nın, bu işin geri kalan yanını araştırmak gibi bir görevleri yoktu. İhraç izni mevzuata göre, eldeki kâğıtlara bakılarak veriliyordu. Yahya Demirel’de bu kâğıtları getirmişti. İhracatın yapıldığının bu şekilde belgelenmesinden sonra, Yahya Demirel’in gidip Merkez Bankası’ndan vergi iadesini alması için de başkaca bir belge sunmasına gerek yoktu. Nitekim arkadan gitti, 497 694 İsviçre Frangının (yaklaşık 2 milyon Türk Lirası) yüzde yetmiş beşi karşılığı olan 1,5 milyon lira dolayındaki vergi iadesini aldı.
Ve bu iş ondan sonra aralıklarla dört kez daha devam etti. Kimsenin dikkatini fazla çekmeden...298
Daha sonra istikamet, İtalya ve Libya’ya yönelecektir. Libya’ya yapılanın İsviçre’de gösterilen alıcı firması Comamar adını taşımaktadır. İtalya’ya yapılanınki ise Etablissement Mopar’dır.
Yahya Demirel’in beş partideki ihracatının değeri 27 milyon 337 bin 394 Türk Lirasına ulaşmaktadır. Bu mik-tarın yüzde yetmiş beşi oranındaki vergi iadesi de 20 milyon 530 bin 455 Türk Lirası kadardır. Ve bu para Merkez Bankası’ndan Yahya Demirel tarafından parti-parti tahsil edilmiştir.
Yahya Demirel’in bu ihracat işlemleri belki daha uzun süre devam edecekti... Eğer Ecevit Hükümeti zamanında alınan denetim tedbirleri olmasa ve Yahya Demirel, altıncı parti ihraç talebinin ölçüsünü o derece yüksek tutmasaydı... 299
Gazete yazarlarının “adamına göre adamlık” oyunları ve rüzgar horozluğu öte yana Uğur Mumcu, 14 Temmuz 1975 tarihinde, “belgeler ortada” başlığıyla yazdığı yazıda Yahya Demirel’in Libya, İtalya ve Kıbrıs’a 27 milyon 377 bin lira tutarında mobilya ihraç edip yüzde 75 oranında toplam 20 milyon 530 bin lira “vergi iadesi” aldığını yazıyordu. Mumcu’ya göre, Yahya Demirel 16 milyon liralık yeni ihracat partisine karşılık 12 milyon 600 bin liralık vergi iadesi istemiyle devlet kasasına dayanınca, Ticaret Bakanlığının burnuna pis kokular gelmeye başlıyor ve bakanlık araştırmaya girişerek değirmenin suyunu kesiyordu. Sonrasını Uğur Mumcu’dan okuyalım:
Ticaret Bakanlığının yetkilileri 10 Mart 1975 günü, 425 sayılı teleks notuyla Yahya Demirel’in İsviçre’de alıcı firma olarak gösterdiği firmalar hakkında Bern Ticaret Ataşeliğinden bilgi istemiştir.300
Bern Ticaret Ataşesi Tarık Celal Güven 123.1975 tarihinde 551 sayılı teleksinde, aynen şu cevabı vermiştir:
“Bankalar aracılığıyla gizli olarak yaptırılan araştırma sonucunda, yukarda mezkur yazılar konusu I.B.P. 75/1000 Lausanne adresinde Etablissement Mopar isimli bir firmanın olmadığı anlaşılmıştır. Ayrıca Lozan telefon rehberinde bu isimli bir firma yer almamaktadır.”301 Bir başka cevap telek-sinde ise, Etablissement Mopar dışındaki öteki iki firmanın da (İnter-Tradeimpex ve Comamar) tespit edilemediği bildiriliyordu.302
Mumcu, “alıcı firma” olarak Milano’da gösterilen adresin de, İsviçre’deki gibi “hayali” çıktığını, Milano Ticaret Ataşe-sinin Ticaret Bakanlığına yazdığı yazıdan alıntılarla ortaya koyuyordu. Ticaret ataşeliğinin yazısında İtalya’nın mobilya sanayiinde geliştiğini Ortak Pazar ülkelerine ihracat yaptığını, dolayısıyla Türkiye’den ithalat yapmasının mümkün olmadığı gibi yapılmadığı da belirtiliyordu.303
“Libya’daki asıl alıcı firmanın isim ve adresi” konusunda ise, elinde İsviçre’den çekilmiş bir teleks sureti vardır. Telekste böyle bir bilginin verilemeyeceği, bunun milletlerarası ticaret kurallarına aykırı olduğu Mopar fir-ması adına kendisine bildirilmekte ve hatta kendisi “muka-vele şartlarını yerine getirmemesinin sorumluluğu karşı-sında kalmak”la “tehdit” edilmektedir.
Yahya Demirel, Etablissement Mopar adına K. Arden ile kendisi arasında imzalanmış olan mukaveleyi Ticaret Bakanlığı’na sunar. Ticari bir sır olduğun gerekçesi ile Libya’daki alıcı firmanın isim ve adresi araştırılacağı endişesi ile verilmez.
Mobilya Dosyası’nın yazarı olan iki gazeteciden biri, Altan Öymen, Cumhuriyet Gazetesi adına İsviçre’ye gitti. Etablissement Mopar için verilen adreste kimin oturdu-ğunu araştırdı. Ve kimin oturduğu ortaya çıktı: ARDEN ŞELLEFYAN - öğrenci... İsim Lausanne telefon rehbe-rinin Pully bölümünde kayıtlıydı. Ve o rehberde Arden Şellefyan adına yazılı telefon numarası, Etablissement Mopar’ın, altında K. Arden imzası bulunan başlıklı kâğıdındaki telefon numarasının aynıydı.
Dostları ilə paylaş: |