Dr. Recep Albayrak Türklerin İranı



Yüklə 9,25 Mb.
səhifə10/88
tarix20.08.2018
ölçüsü9,25 Mb.
#73199
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   88

İran, İhtiLalin başından beri içeride bu gelişmeleri yaşarken, büyük bir dış tehlikeyle karşı karşıya kaldı. Aralarındaki sınır ihtilafını bahane eden Irak, Batı’nın da cesaretlendirmesi ile 1975 Şattülarap Anlaşması’nı ihlal ederek, 22 Eylül 1980’de petrol zengini olan Huzistan Bölge Valiliği toprakları üzerinden İran’a girdi. Irak’ın görünüşteki maksadı, kendi nüfusunun yarıdan fazlasının Şii olması nedeniyle tehdit olarak algıladığı yeni İran rejimini yıkmaktı. Savaşın ilk yıllarında gerileyen İran ordusu, 1982 baharından sonra Hürremşehr dâhil olmak üzere kaybettiği toprakları geri almaya başladı. Irak, Batı’dan sağladığı destekle ve özellikle Fransa’dan temin ettiği saldırı uçakları sayesinde füze ve hava saldırılarıyla İran’ın petrol endüstrisini büyük zarara uğrattı. Endüstrisi tehlikeye giren İran, Irak’ı destekledikleri için Kuveyt ve Suudi Arabistan petrol tankerlerini hedef ilan ederek, savaşı Basra Körfezi’ne taşıdı. İran, Kuzey Kore, SSCB, Çin HC, ABD ve -reddedilmesine rağmen İsrail’den silah temin etme mücadelesi veriyordu. Humeyni, Irak’ı ve komşu Arap ülkelerini Şeytan-ı Ekber’in yani ABD’nin emrine girmiş kâfir güçler olarak nitelendiriyordu. Humeyni için bu savaş, emperyalistler tarafından kurgulanmış ceng-i tahmili/ zoraki bir harpti. Humeyni ve İran yönetimi, bu zoraki savaş dönemini muhaliflerden kurtulmak için çok iyi kullandı. Tarafsız olması gereken Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, saldırgan Irak olmasına rağmen bu ülkeyi kınama gereğini bile duymadı. Birleşmiş Milletler, Bağlantısızlar, Körfez ülkeleri ve İslam ülkelerinin arabuluculuk çabalarına rağmen devam eden savaşta bir milyona yakın insan hayatını kaybetti. Birleşmiş Milletler’in verilerine göre, bu savaşta sadece İran’ın uğradığı zarar 97 milyar dolardır. Savaş, 18 Temmuz 1988’de İran’ın Birleşmiş Milletler tarafından yapılan ateşkes teklifini kabul etmesiyle son buldu.

İran İslam Cumhuriyeti’nin Batı ile ilişkileri daima gergin oldu. Özellikle Amerika’nın Şah’ı ülkesine kabul etmesine tepki gösteren öğrencilerin, 4 Kasım 1979 tarihinde Tahran’daki Amerikan elçiliğini basarak, diplomatları 444 gün rehin tutmaları üzerine İran-Amerikan ilişkileri gerginleşdi. Ayetullah Humeyni’nin, 14 Şubat 1989’da “The Satanic Verses/ Şeytan Ayetleri” adlı kitabı sebEbiyle İngiliz vatandaşı olan Hintli Salman Rüşti’nin öldürülmesine fetva vermesi, İran’ın Batı ile ilişkilerini çıkmaza sokan ikinci önemli hadise oldu. Bu olaylar sonucunda Batı’nın ambargosu ile karşılaşan İran, büyük ekonomik sıkıntılarla karşı karşıya kaldı.

Geçen süre içerisinde, başını ABD’nin çektiği, İran’ın da komşu olduğu bazı ülkelerde gerçekleştirilen askerî ve sivil müdahalelerle rejimleri değiştirilmiş, ABD, AB gibi ülke, Nato gibi uluslararası kuruluşlar, şirket ve vakıfların kolayca yönetEbilecekleri, enerji kaynaklarından ve stratejik konumlarından, hatta ordularından istedikleri ölçüde yararlanabilecekleri özgürleştirilmiş ve demokratikleştirilmiş(!) ülkeler zinciri oluşturulmuştur. Bazı yazar ve düşünürlerin, ABD’nin, stratejist Francis Fukuyama’nın “En Büyük Rakip İslam” tezi doğrultusunda hareket ettiğini ifade eden yazı ve görüşleri bulunmaktadır.

Uluslararası üne sahip stratejistler, elbette oldukça zeki, kabiliyetli ve öngörülü insanlardır. Güçlü devletler, siyasi, askeRi, ekonomik, kültürel vb. konularda stratejik ve taktik hedefleri konusunda, hatta ülkeler bazında hazırladıkları plan, rapor ve temaları bu zeki ve akıllı stratejistlere vererek, uluslararası seviyede ilgi ile takip edilen strateji kitapları üretilEbilmektedir. Bağımsız strateji uzmanları, hangi kitabın tarafsız yazıldığını, hangisinin ülkeler, uluslararası kurum ve kuruluşların siparişi üzerine kaleme alındığını kısa sürede tahmin edebilmektedir.

Ülkede tartışılan bir diğer konu da rejim meselesidir. Ayetullah Humeyni’nin Vәlayәt-i Fәqih teorisini esas alan 1979 tarihli İran Anayasası’nda, “Vәliyyi Fәqih” son derece geniş yetkilerle donatılmışdır. Ayrıca ruhaniler, ordunun yanı sıra Meclis-i Hubregân, Şura-yı Nigahban, Divan-ı Ali-yi Kişver ve Şura-yı Ali-i Kazai gibi anayasal kurumlarla yasama, yürütme ve yargıyı da kontrollerinde bulundurabilmektedir. Bu yönetim biçimi, din adamlarının kendi içerisinde de tartışma konusudur. Bu tartışmalar üzerine, Ayetullah Humeyni’nin 1989 yılında ölümünden hemen önce Anayasa’da birtakım düzenlemelere gidilmiştir. Fakat Anayasa bu yeni haliyle daha da büyük problemlere neden olmuştur. Tartışılan meselelerin başında Vәliyyi Fәqih’in vasıfları, yetkileri, otoritesinin kaynağı ve merci-i taklitlerle ilişkisi gelmektedir.

Dinî lideri seçmekle görevli Uzmanlar Konseyi/ Şura-yı Hubregân, 1985 yılında Humeyni’nin de desteği ile yakın dostu Ayetullah Hüseyin Ali Münteziri’yi kendisinden sonra geleceğin rehberi olarak belirledi. Güçlü bir şahsiyet olan Münteziri, seri idamlar dâhil, halka uygulanan baskı, kadınların başlarının zorla örtülmesi gibi uygulamaları nedeniyle yönetimi şiddetle eleştiriyor, devrim ihracı politikasına ise karşı çıkıyordu. Bu eleştiriler, Humeyni’nin ve devrimin güçlü şahsiyeti Rafsancani’nin hiç hoşuna gitmedi. Uzmanlar Konseyi, Münteziri’yi Humeyni’den sonraki rehber olarak kabul etmediğini açıkladı.

Eski Cumhurbaşkanlarından olan Ali Ekber Haşimi Rafsancani, zekâsıyla, maddi varlığıyla, siyasi manevra gücüyle, sabrıyla İran’ın güçlü ve renkli siyasi kişiliklerinden biridir. Seveni de, sevmeyeni de çoktur. Ortada fazla görünmese de, alınan önemli politik kararlarda adı muhakkak geçmektedir. Muhalifleri, kendisine bir sürü ad takmış, hakkında bir sürü fıkra uydurmuşlardır. Takılan isimlerden biri “Gurbә nәnә/ Kedi anne”dir. Komşuları annesine sormuş;

“-Ekber koca reftî/ Ekber nereye gitti?

-Reftî Tehran Şah be-şeved/ Tahran’a Şah olmaya gitti”, cevabını vermiş.

Barzanilerin yönetimindeki Irak Kürdistan Demokrat Partisi’nin muhalifi olan sosyal demokrat Kürdistan Yurseverler Birliği (KYB)’nin lideri ve halen Irak Cumhurbaşkanı olan kurt politikacı Celal Talabani için söylediği “Orta Doğu’nun siyasi fahişesi” sözü siyasi literatüre geçmiştir.

Bildiğimiz gibi Talabani’nin ne yapacağını kimse tahmin edemez. Bakarsınız IKDP ile savaşa girmiş, ardından Barzani ile sarmaş dolaş, Irak merkezi hükümetine karşı savaş başlatmış, ateşkes görüşmelerine başkanlık yapıyor, İran’a sığınmış, Türkiye’ye ve İran’a ders veriyor, hatta yarım ağız tehdit ediyordur. Turgut Özal zamanında olduğu gibi kendisine Türk pasaportu verilmiştir. Sonunda Irak’a cumhurbaşkanı da oldu. Her işinizi bırakıp Talabani’yi takip etseniz yorulursunuz. Hüccetül-İslam Ali Ekber Haşimi Rafsancani’nin hangi siyasi şartlar ve psikolojik ortamda bu sözü söylediğine de bakmak gerekir.



Ayetullah Humeyni’nin veliahtı iken gözden düşen Ayetullah Hüseyin Ali Münteziri (Necefabad 1922-19 Aralık 2009), 2000 yılında yayınlanan “Hatıralar” adlı kitabında, “1988 yılında, 30 bin siyasi tutuklunun idam edildiği”ni yazıyordu. Münteziri, Ağustos 2009 ayında verdiği demeçte, İran yönetimini “diktatör” olarak niteledi. Haziran 2009 seçimlerinin ardından başlayan protesto gösterilerine karşı yönetimin acımasız tutum sergilemesini eleştirerek, “Bu tutum, İran’daki rejimin çökmesine neden olabilir” diyecektir. Münteziri’nin geleceğin rehberliğinden azlini müteakip, dini rehberliğin şartları konusunda yeni düzenlemeler yapıldı. (İsmail Safa Üstün, İA, “İran” maddesi ‘Safevilerden Günümüze Kadar’, s.403-404; Servan/ Yüzbaşı Ahmed Keyvanpur, Tarih-i Umumî Azerbaycan, s.16-27; Muhammed Cevâdîpur, Mecmua-i Ittılâât der-Bâre-i İran ve İraNiyan, s.470-509; Gulam-Reza Tabatabâyî Mecd, Dâyiretül-Maârif-i Musavver Zerrin, s.354-359; http:www.time.turk.com; http://haksozhaber.net) Bkz.→İslam Ansiklopedisi “İran” maddesi; Muhammed Reza Djalili-Thierry Kellner, İran’ın Son İki Yüzyıllık Tarihi

*

İran-Irak Savaşı

(Ceng-i tahmili/ Mecbur Edilmiş Savunma Savaşı)

22 Eylül 1980-18 Temmuz 1988
İran’ın ABD ile olan ilişkileri devrim sırasında hızla kötüleşti. İran’ın da taraf olduğu uluslararası hukuka göre, diplomatik misyon binaları ve diplomatların dokunulmazlık hakkı bulunmaktadır. Devrim yönetimi de olsa bu bağlayıcı bir hükümdür. Uluslararası hukuk kuralları bir tarafa bırakılarak, 04 Kasım 1979’da Hattı-İmam çizgisindeki bir grup öğrenci, Tahran ABD Büyükelçiliği’nin “Casus İni/ Lane-i Casusi” olduğunu iddia ederek, elçilik personelini rehin aldı. 1953’te Dr. Muhammed Musaddık’a düzenlenen komplo örneğinde olduğu gibi, devrim hükümetine karşı halkı ayaklandırmaya çalışmakla suçladılar. Ayetullah Humeyni, öğrencilerin elçilik baskınına ses çıkarmadı. Daha sonraları elçilik baskınının Humeyni’nin oğlu Ahmed Humeyni, torunu Hüseyin Humeyni ve Hüccetül-İslam Hueyniha’nın organize ettiği iddia edildi. İlk birkaç ay içinde kadın ve Afro-Amerikalı rehineler salıverildi. Kalan 52 rehine 444 gün sonra bırakıldı. Kozmik elçilik yazışmaları baskın sırasında makinalarda kıyılsa da, İran’ın usta halı dokuyucuları, kıyılmış bu dokümanları birleştirdi. Değerlendirilen bu evraklar ciltler halinde Farsça ve İngilizce olarak kitaplaştırıldı. Bu belgeler sayesinde ABD ve İstihbarat Örgütü CİA’nın İran ve bölge ülkelerindeki faaliyetleri inkâr edilemeyecek şekilde su yüzüne çıktı. Elçilik belgelerinde, Türkiye’nin de konu edildiği bilgiler de yer almaktadır. Ciltler halindeki bu kitapları Tahran ve büyük şehirlerin sahaflarında kolaylıkla bulmak mümkündür. Elçilik baskını sonucu ele geçirilen dokümanların yayınlanması, devrimin ilk merhalesinde var olabilecek Amerikan ve Batı yanlısı temayülleri kökünden söküp attığı gibi, bu ülkeye olan düşmanlığı da körükledi. Elçilik baskının ardından, ruhanilere ayak bağı olarak düşünülen liberal kanadın dinci akımına bağlı Bazargân’ın geçici hükümeti düşdü. Adı dışında Bazargân hükümetinin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktu. Aslında devleti de, Bazargân’ı da “Devrim Konseyi” yönetiyordu. Zaten Bazargân’ın olan bitenden haberi yoktu. Bunu kendisi de fark etti.

Öğrenciler, rehineler karşılığı New York’ta pankreas kanseri tedavisi gören Şah’ın İran’a verilmesini istedi. Bunun üzerine Şah, ABD’den ayrılarak Panama’ya gitti. Enver Sedat’ın daveti üzerine Mısır’a geçti. 27 Temmuz 1980’de Kahire’de ölümü üzerine rehinelerin takası ve casusluk suçundan yargılanması talEbi gündemden düştü. Jimmy Carter yönetiminin müzakere çabaları sonuçsuz kaldı. Müzakerelerden sonuç alınamayınca, ABD tarafından Kartal Pençesi Operasyonu devreye sokuldu. Kartal Pençesi Operasyonu/ Operation Eagle Claw ya da Operation Evening Light adıyla anılan kurtarma harekâtı başarıya ulaşmadı. Nisan 1980’de, ABD’nin Tahran Büyükelçiliği’nde rehin tutulan 52 vatandaşını kurtarmak için düzenlediği askerî harekât sırasında büyük olumsuzluklar yaşandı. Operasyona katılan Rh-53D Sea Stallion tipi helikopterlerden üçü söylenenlere göre Tabes kenti civarında yoğun kum fırtınasına yakalanması nedeniyle kullanılamaz hale geldi, sekiz asker öldü. Diğerleri, geri dönmek zorunda kaldı. Oprerasyon merkezi olan uçak gemisi USS Nimitz’de (CVN-68), dönüş hazırlığı sırasında yakıt ikmalinde yaşanan aksaklık nedeniyle bir C-130 Hercules uçağı ve bir helikopter infilak etti. İki helikopter de İran topraklarında bırakılarak, operasyona son verildi. Bu fevkalade kötü hazırlanmış operasyon planı, İran yönetiminin aldığı tedbirler sonucu akametle sonuçlandı. Rehineler, 19 Ocak 1981 tarihinde Cezayir Bildirisi’ne istinaden serbest bırakılacaktır.

*

Soğuk Savaş boyunca İran-Irak ilişkileri iyi olmadı. 1969 Nisan ayında ABD’nin de desteğini alan İran Şahı, önemli bir su yolu olan ve 1937 Irak-İran Sınır Anlaşması ile Irak’a bırakılan Şattül-Arab’ı geri almak istedi. Bu nedenle İran, Nisan 1969 yılında gemilerini bir güç gösterisi olarak Şattül-Arap bölgesine gönderdiğinde, sınır bölgesinde silahlı çatışma çıktı ve iki ülke arasında diplomatik ilişkiler kesildi. Kesilen diplomatik ilişkiler, 1973 yılında yeniden kurulabildi. 1975’te Cezayir’de düzenlenen Petrol İhraç Eden Ülkeler Toplantısı’nda, ABD’nin de desteği ile Cezayir Anlaşması imzalandı. Buna göre, iki ülke arasındaki sınır, su yolunun talveg hattından geçecekti. Ayrıca İran, Irak’daki Kürtleri merkezî hükümete karşı desteklemeyeceğini taahhüt ediyordu. Önceki dönemde İran’ın, etnik bölücü Kürt örgütlerini Irak ve Türkiye’ye karşı destekleme konusundaki karnesi her zaman zayıf olmuştur. 1971 yılında silahlı çatışmalar sırasında İran’ın ele geçirdiği Körfez adalarından çekilmemesi de iki ülke arasındaki ilişkilerin olumlu yönde gelişmesine engel oldu. (http://www.turkcEbilgi.com-Cezayir Anlaşması)

Irak lideri Saddam Hüseyin, İran’da devrimin başlangıç aşamasındaki kargaşa ve dağınıklıktan ve yeni İran yönetiminin Batılı hükümetler nezdindeki itibarının olmamasını fırsat bilerek, özellikle Amerika’nın teşviki ile bu durumdan istifade edip avantaj sağlamaya karar verdi. Devrim sırasında, Şah’ın gurur kaynağı olan ordusu gücünü yitirmişti. Saddam, Şah zamanından beri Irak’ın üzerinde hak iddia ettiği Şattü’l-Arap bölgesini ele geçirerek, Irak’ın Basra Körfezi’ne (Kenger Körfezi) açılımını genişletme arzusu taşıyordu. Huzistan, Arap nüfusunun yanı sıra, aynı zamanda zengin petrol yataklarına sahipti. Batılı ülke ve çok uluslu şirketlerin gözü hep bu bölgede olmuştur. Gerçi günümüzde de değişen bir şey yoktur. Ebu-Musa, Büyük ve Küçük Tomb adaları da hedef haline gelmişti. Batılı ülkeler, Saddam Hüseyin’i ikna ederek, ani ve baskın bir saldırı ile başkent Tahran’a üç gün içerisinde ulaşmayı öngördükleri bir planı uygulamaya inandırdılar. Irak ordusu, 22 Eylül 1980’de savaşı başlatarak Huzistan’a girdi. Saldırı, bu plandan haberdar olmayan başta İran devrim yönetimi ve dünya ülkeleri tarafından şaşkınlıkla karşılandı. Irak’ın İran’a saldırmaya teşvik edilmesinin ana nedenlerinden biri, Huzistan petrollerinin yanı sıra, enerji güzergâhı olan Hürmüz’ün kontrolünün ele geçirilmesiydi. Saddam, altın tepside Hürmüz Bağazı’nı efendilerine sunmayı beceremedi. Ceza olarak, uzatmalı segilisi Kürtlerin eliyle aşağılanarak idama mahkûm edildi. Irak’ın İran’a saldırmasından on gün önce, ABD’nin Ankara Büyükelçisi’nin deyimiyle, Türkiye’de “Bizim çocuklar” İhtilal yapmıştı. “Bizim çocuklar”, görevlerini köküne kadar sağlam yaptı. Türkiye’nin okuyan, düşünen, anti emperyalist, sağcı ve solcu olarak nitelenen milliyetçi ve ulusalcı bir neslini kökünden yok etti. Günümüzde uluslararası verilere göre, bir Türk on yılda bir kitap okuyormuş. Bu “Bizim çocuklar”ın Türkiye’ye en büyük hediyesidir.

Irak’ın İran’a saldırısı sırasında; İran’da askerlik iki yıldan bir yıla indirildiğinden kışlalar boşalmış, usta asker yok denecek haldeydi. Huzistan, Abadan ve İran’ın diğer petrol bölgelerinde gözü olanlar, Saddam Hüseyin’e bu istihbaratı anında ulaştırdı. Nihai amaç, hepimizin bildiği üzere, Saddam yönetimi yok edildikten sonra, Saddam’ın ele geçirdiği Huzistan toprakları, Basra Körfezi sahilleri ve petrolünün de üzerine oturmaktı. Saddam Batı lehine “maalesef” bu toprakları elinde tutamadı. İlk hamlede Huzistan’a girince, nostaljik “Serdar-ı Kadisiyye/ Kadisiye Serdarı” unvanı verildi.



Huzistan Bölge Valiliği’nin merkezi olan Ahvaz’da, “Humafer” adı verilen askerî teknik personel yetiştiren birkaç bin öğrencisi bulunan bir askerî okul bulunmaktaydı. Bu çocukların tamamı Arap askerleri tarafından insafsızca katledildi. Cesetleri Karun nehrine atıldı. Karun günlerce kıpkırmızı aktı. Savaş sırasında, Şattül-Arap’ta bir bataklıkta kıstırılan İran birliğinin bulunduğu suya yüksek voltajlı elektrik verilerek, tamamının öldürülüş sahnesi Bağdat televizyonundan naklen yayınlandı. Bu sahneler, I. Dünya Savaşı’nda Arapların Türk askerlerine yaptıklarının daha iyi anlaşılmasına katkı sağladı.

Ahvaz’da halıcılık gelişmiş bir sanat dalı idi. Şehir günlerce Arap çapulcuları tarafından talan edildi. Sanki Sasani Kisrası III. Yezdigerd’in topraklarına girmişlerdi. Taş taş üstünde bırakılmadı. Ancak Yezdigerd’in sarayını süsleyen “Baharistan Halısını” bulamadılar. Bulsalardı 632’de olduğu gibi, makasla kesip, ganimet olarak aralarında paylaşacaklardı. Şah döneminde, Ahvaz’daki gece hayatı çok renkliydi. Irak ve Körfez ülkelerinden gençler, geceleri teknelerle bölgenin eğlence merkezi olan Ahvaz’a gelirdi. Saddam, halkının Arap olması nedeniyle Ahvazlıların Arap ordusunu çiçeklerle karşılayacağını umuyordu. Tam tersi oldu. Ahvazlı yaklaşık 250-300 kişiden oluşan bir grup, kısa sürede örgütlenerek, Arap ordusuna karşı direnişe geçti. İran askerî birlikleri gelinceye kadar iki-üç gün direndiler. Saddam’ın beklentisinin aksine, Ahvazlılardan Irak saflarına geçen olmadı. İran’ın savaş beklentisinin olmadığı bir sırada Irak, ilk etapta İran’a ait onüç civarında bölgeye girdi.

Ahvaz direnişi ile ilgili İran’da “Haddı-Gırmız/ Kızıl Sınır” isimli bir film yapıldı. Filmde, perişan bir koca karının ailesini araması dramatize edilmiştir.

Tabiatlarına uygun olarak Vehhabi Suudi Arabistan, Katar, Emirlikler ve diğer Arap ülkeleri, savaşta Irak’ı desteklediler. Irak’a para ve silah yağdırdılar. ABD ve İsrail de destek verdi. Bu, silah, para ve günlük istihbarat demekti.



İşin ilginç yanı, savaşı başlatan ve kışkırtanların, İran’ı savaşı başlatmakla suçlamaya kalkmasıdır. Araplar çekildikleri bölgeleri mayınlayarak terk ettiler. Mayınlanmış bu bölgelerde hayatını kaybeden çok oldu. Daha sonra mayınlı bölgelerin, eğitilmiş, kilosu olmayan zayıf çocuklar tarafından taranarak temizlenEbildiği iddia edildi.

Irak ile cerayan eden savaşta, İran Türkleri’nden çok sayıda insan hayatını kaybetti. Zaten Arap ordusuna en büyük darbeyi Azerbaycan birlikleri vurdu. Zencan Türkleri ile Kaşkayı Ulusu, Irak savaşında çok büyük kayıplar verdi. Azerbaycan bölge valilikleri kabristanları ile Kaşkayı yaylaları Türk şehitlikleri ile doldu. Emperyalist ülkelerin “Saddam” isimli maşası Irak’ta Türkmenler, İran’da ise Azerbaycan ve Kaşkayı Türkleri’nin bıyığı terlememiş delikanlılarına onulmaz zararlar verdi.

Azerbaycan birliklerinin cephede ön saflarda olmasının etkisiyle Tebriz üniversitesi binalarında silah üretimi başlatıldı. Gene bildik ülke istihbarat birimlerince bu bilgi, koordinatları ile hemen Irak’a ulaştırıldı. Irak pilotları Tebriz Üniversitesi’ni bombaladı. Çok sayıda Türk öğretim üyesi ve öğrenci hayatını kaybetti.

Denize düşen yılana sarılır misali İsveçliler deneme atışı dahi yapmadan ürettikleri füze sistemlerini İran’a sattılar. Çoğu atış sırasında infilak etti. Bu İsveç’in İran’a attığı büyük bir kazıktı. Emanetle gerdeğe girilmeyeceğinin faturası böylece ödendi. İran bundan büyük ders çıkardı. Kendi füzelerini üretmek üzere düğmeye bastı.

Savaşı başlatan Batı ve Irak, savaşı sona erdirmek için, müttefikleri olan Katar, Umman ve Kuveyt gibi ülkelerin temsilcilerini Tahran’a göndermeye başladı. Bu sırada az da olsa Irak’ın elinde İran toprağı bulunuyordu. İran dezavantajlı konumdaydı. Barışı kabul etse, eli boşa çıkacağı gibi, Irak’a toprak verme, üstüne üstlük tazminat ödeme riski ile karşı karşıya kalacaktı. BM örgütünün tavrı, haliyle Irak’tan yanaydı. İran, bu diplomatik gelişmeleri doğru yorumlayarak, şiddetli ve etkin bir genel saldırıya geçti. Fav’a girdi ve Basra kenti varoşlarına dayandı. BM Genel Sekreteri J. Pérez de Cuéllar, donunu toplayıp alelacele Tahran’a geldi. İranlı diplomatların beklediği ilk sorusu şu oldu: “Irak’ı neden işgal ettiniz?”. İran, bu soruyu önemsemedi. Irak’tan 320 milyar dolar savaş tazminatı istedi. Irak, istenen bu tazminatı duymazdan geldi. Savaşı kimin, kimlerin teşvikiyle başlattığı artık sır değil. Saddam, enerji zengini Huzistan’ı alıp, ağalarına verme konusunda sözünde duramadığı için alaşağı edildi. Daha sonra Irak, Kuveyt’e saldırmaya teşvik edildi. Saddam Kuveyt’e kendiliğinden girmiş gibi bir hava yaratıldı. Kuveyt’in özgürleştirilmesi için uluslararası hukuka uygun olarak Koalisyon Gücü oluşturuldu ve Kuveyt kurtarıldı. Kuveyt kurtarıldı kurtarılmasına da, aslında kimse farkına varmadan Irak’ın kuzeyinde “Kürdistan” oluşturuluyordu. Dönemin Türk yönetim kadroları ve ilgili kuruluşları, bunun farkına bile varamadı. Sadece Kürdistan’ı kurmak için gayret sarf edenlere hulus-i kalple yardımcı olundu. Koalisyon güçlerinin enlem-boylam ve uçuş yasağı hikâyeleri üzerinde bile ciddiyetle durulmadı. Durulsaydı, karşı eylem planı uygulamaya sokulurdu. Ki, böyle bir plan zaten yoktu. Bu sırada Irak, Koalisyon Gücü’nün saldırılarından zarar görmemesi için 170 civarındaki uçağını tedbir için -dünkü düşmanı İran’a gönderdi. İran, 320 milyar dolar savaş tazminatının üstüne yatan Irak’ın uçaklarına bu tazminatın karşılığı olarak el koyacaktır.

Araştırıldığında, Irak’ın İran’a saldırı planının Şah dönemine dayandığı görülür. Plan doğrultusunda Rusya, Irak’ın hava alanlarını, ABD füze rampalarını, İngiltere ve Almanya, gerektiğinde kimyasal silah da üretEbilecek kimya fabrikalarını, Doğu Almanya ise sığınaklarını inşa etti. Sığınakların inşaatı 16 yıl sürdü. Irak’ta bu faaliyetlerin niçin yapıldığını kimse sormadı. Herhalde o dönemde bunları araştıracak İran’ın Millî Güvenlik Kurulu ve Stratejik Araştırma Merkezleri yoktu. Bunu bilmesi gereken Savak ise, içerideki muhalifleri sindirmekle meşgul olduğundan etrafta ne olup bittiğinden habersizdi. Komplo teorisi gözlüğü ile bakıldığında, savaşın başlamasından 15-20 yıl geriye gidilmesi gerekmektedir. Şah’ın İran’dan gitmesi, İran devrimi, bölgede daha önce cereyan etmiş olaylar ile Cezayir Anlaşması’na farklı bir gözlükle bakıp yorumlamak gerekir. İngiltere’nin, “11 Eylül 1953 tarihinde Orta Doğu için bir plan hazırladıkları, bu planda Türkiye ve İran’a da rol vedikleri” hususu artık bilinmektedir. Bu gelişmeler, stratejik değerlendirmelere katkı sağlayacaktır. Üzerinden yıllar geçmesine rağmen rol dağıtma ve rol kesme konusunda değişen bir şey yok.

Saddam, o dönemde yaklaşık 70 bin nüfusu bulunan Bağdat’ın kuzeydoğusundaki Halepçe kasabasını, yukarıda bahsedilen kimya fabrikalarında üretilen kimyasal silahlarla 15-16 Mart 1988 gecesinden başlayarak, üç gün süreyle vurmuştur. Halepçe’den önce 1987 yılında Azerbaycan’ın Urumiye iline bağlı 25-30 bin nüfuslu Serdeşt kasabasına da kimyasal bomba atılmıştır. Ancak Serdeşt konusu pek duyulmamıştır. Her iki bombardıman sonucu binlerce insan hayatını kaybetmiş ve sakat kalmıştır. Sınırına yakın olması nedeniyle Halepçe davasına İran’ın müdahil olarak katılma isteği, ABD tarafından reddedilmiştir. Serdeşt ve Halepçe’ye kimyasal bomba atılması emrini veren Saddam suçlu, uygulayan “Bombacı Ali” adıyla tanınan komutan El-Tikriti suçlu, Nasrettin Hoca misali, “Hırsızın”, yani bu fabrikaları yapanların, yapılmasından haberdar olanların hiç mi suçu yok..! ABD’li muhalif bir yazar bu hususların konu edildiği “Bu günahı neden işledik?” isimli bir kitap yazmış. Halepçe halkı, Kürt-Türk karışımıdır. Azerbaycan Türkleri’ne akraba olarak yakınlık duyan insanlardır. Irak yönetimince bu, İran’a yakınlık olarak yorumlanmıştır.

Kitabımızın konusu, İran Türkleri’dir. Bu nedenle “İslam Devrimi” konusunun detaylarına girilmemiştir. Ancak Ayetullah Ruhullah Humeyni ile ilgili şu değerlendirmeyi yapabiliriz: -Özellikle muhalifler etkisiz hale getirilse de- en zor günlerde, dini bir kenara bırakarak, ülkesini dağılmaktan kurtarmıştır. “Vatan, dinden önce gelir” fetvasını verEbilmek, her din adamının harcı değildir. Hele İran gibi birbirinden bağımsız ve pervasız merci-i taklid din adamlarının bol olduğu bir ülkede.



Gerald Ford (1975-1977) ve George W. Bush (2001-2006) dönemlerinde Savunma Bakanlığı yapmış olan Donald Rumsfeld, 19-20 Aralık 1983 tarihinde Saddam Hüseyin ile bir görüşme yaptı. Rumsfeld, 24 Mart 1983 tarihinde Saddam’ı yeniden ziyaret etti. Aynı tarihte BM, Irak’ın İran’lı askerlere yönelik olarak kükürt klorür içerikli Hardal gazı (İperit) ve kimyasal, O-etil dimetil fosforamido içerikli Gaz/ Tabun gazı kullandığını açıkladı.

Saddam Hüseyin’in kuvvetleri, 1982’ye kadar çeşitli ilerlemeler kaydetti ise de, İran ordusu Iraklıları kendi topraklarına geri çekilmek zorunda bıraktı. İran yönetimi, fırsattan istifade ederek Irak’ın güneybatısında çoğunluk teşkil eden Şii Arapların yer aldığı kesimde İslami devrime taraftar bulmaya çalıştı. Savaş 1982’den sonra altı yıl daha devam etti. Humeyni’nin kendi ifadesi ile “Her ne kadar acı da olsa bu zehri içmeyi kabul ettim” diyerek, BM Güvenlik Konseyi’nin 598 Sayılı Ateşkes Kararı’nı 18 Temmuz’da kabul etti. Böylece savaş sona erdi. Milyonla ifade edilen İranlı, Iraklı sivil ve asker hayatını kaybetti. Detaylar için bkz.→İslam Ansiklopedisi “İran” maddesi; Muhammed Reza Djalili-Thierry Kellner, İran’ın Son İki Yüzyıllık Tarihi

*

İran’ın Politik Kurumları:



İslam Cumhuriyeti’nin politik sistemi, 1979 İran Anayasası’na dayanmaktadır. Sistem girift bir şekilde birbirine bağlı çeşitli yönetim yapılarından oluşmaktadır:
Yüklə 9,25 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   88




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin