Belene Adasına varalım
Beş bin tutukluyu geri alalım
Hepsi genç kız ve oğlan
Onlara nasıl ağlayalım34
.................................................................
Tuna nehrinin ortasında bulunan Belene Adası’na halkımız Ölüm Adası adını vermiştir. Çünkü buraya gönderilenlerden birçoğu bir daha geri dönmemişlerdir. Belene Adası’na hasredilen türkülerin, ağıtların da sayısı az değildir:
Arda'dan Tuna'ya teller germeli
Nasıl nice Belene'ye varmalı
Aslan Memed'imiz yatağa düşmüş
Hâl-i hatırını varıp sormalı
Arda'dan Tuna'ya teller gerilmez
Bir gecede Belene'ye varılmaz
Boşuna tepmeyin yolları anam
Kuş olsan da Belene'ye girilmez35
Belene'de kalanların üzüntüsü nice anaların babaların zamansız ölümüne sebep olmuştur:
Belene dedikleri
Cehennemdir cehennem
Babam, ben görmeden gitti
Şimdi de ölmüş annem
Rodoplar’dan Belene
Uzak mıdır yakın mı?
Allahım, bu ne gördüğüm
Cehenneme akın mı?
Tuna yüce bir ırmak
Arzum hep sana varmak
İsterim de varamam
Dört yanım demir parmak
Ey Belene Belene
Kan kusuyorsun yine
İnsan düşmeye görsün
Senin namert eline
Belene dedikleri
Bir ölüm adası dar
Ben ölsem bile burada
Arkamda gelenim var36
…………………………...
Hasan Rodoplu’dan aldığımız şu dörtlükleri de okuyalım:
Şu Tuna’nın ortasında
Kanlı da Belene
Seksen dörtte mezar oldu
Türk’üm diyene
Nakarat: Ah Belene Belene
Kanlı da Belene
Sürgünlere oldun sen
Zanlı Belene
Şu Tuna’nın ortasında
Kayıklar gezer
Zalım polis, sürgünü
Kurşuna dizer.
Nakarat: Ah Belene Belene
Kanlı da Belene
Sürgünlere oldun sen
Zanlı Belene
Sürgün yèrdi dipçiği
Hep omuzlara
Şehit teni verilirdi
Yem domuzlara
Nakarat: Ah Belene Belene
Kanlı da Belene
Sürgünlere oldun sen
Zanlı Belene
Şu Tuna’nın suları
Akar hem çağlar
Sürgünün anası
Yaz tutar ağlar
Nakarat: Ah Belene Belene
Kanlı da Belene
Sürgünlere oldun sen
Zanlı Belene37
Tüm bu olayları Büyük Göç izledi. Utanç trenleri, kilometrelerce uzayan araba ve kamyon kervanları 1989'un yaz aylarında Bulgaristan Türkü’nü Türkiye'ye getirdi. Göç yollarına düşenlerin de oralarda kalanların da üzüntüsü, o günlerde söylenen türkülerde de ifadesini buluyordu. Ayrılığın acısını, kalpleri sızlatan türküleri de şair ve ses sanatçısı Osman Aziz bakın nasıl kaleme almış:
″Türküler, türküler... Büyük Göç sırasında... Bulgar-Türk sınırından taa Kırcaali’nin Perperek köyüne kadar uzanan o kilometrelerce kuyrukta beklerken, kardeşlerimizin gözyaşıyla, doğup yaşadıkları yerlerden ayrılmanın üzüntüsüyle söylenen türküler...
O adsız şair:
Akar gözyaşım garip
Anam kardeşim garip
Beni koğan kör olsun
Toprağım taşım garip
diye feryat ederken gidenin de kalanın da kalp telleri sızlamıyor muydu?
Kırcaali’de yeni, güzel bir binanın yanından geçerken, uğurlama töreni olduğu, söylenen şu türküden anlaşılıyordu:
Binalar yaptırdım yüceden yüce
İçinde yatmadım üç gün üç gece
Yârim seni gördüm tam yarı gece
Konma bülbül, konma, çeşme başına
Şu gençlikte neler geldi başıma!
Bahçeler yaptırdım gül bulamadım
İçinde ötmeye dil bulamadım!
Böylece sürüp gidiyordu bu eski türkü ve o zorunlu göçe ne de iyi uyuyordu. Yepyeni binalar, evler bırakılmadı mı? Yok pahasına ellerinden alınmadı mı insanlarımızın? Perperek sırtında yolda beklerken türkü söylüyordu iki genç. Biri saz çalıyordu, biri kaval. Az mı bekleniyordu yollarda. Haftalar geçiyordu da sınır geçilmiyordu:
İçimde var gizli yara
Görünmez ki doktor sara
Lokman gibi hekim gelse
Bulunmaz bu derde çare.
Evet, gençlerin biri kaval çalıyordu. Hem de oldukça başarılı. Kaval da dertlidir insanlar gibi. Ama onun vazifesi vardır : Ağır günlerde insan yüreğinin acısını dinlemek, inlese de insan yarasına melhem vurmak, insanın dertlerini susturmak:
Dertli kaval, derdim gibi inle dur
Yüreğimin acısını dinle dur
Yanık sesinle yarama melhem vur
İnle kaval, dertlerimi sen sustur
Başka bir türkü:
Kışlanın önünde al-yeşil fener
Üstümüze ateş düştü ne zaman söner
Ben yanarım, ben ona yanarım
Ben vatanımdan ayrı düştüm
Ben ona yanarım!
Evet, bu bir asker türküsüydü. Üstlerine şimdi de ateş düşmüştü. Hem de askere giderkenkinden daha büyük bir ateş. Yalnız anadan babadan değil, vatandan, sıladan ayrılmanın da ateşi. Evet büyüktür ayrılığın derdi. Ne sevgililer ayrılıyordu birbirinden! Sevgilisiyle gitse, ana baba kalıyordu. Ana babayla gitse, sevgili kalıyordu:
Zülüfleri tutam tutam
Arasına güller takam
O yâr ile ben de gidem
Ve iki genç devam ediyorlardı ayrılık konserine:
Gitme, bu ayrılık uzar da uzar
Kül olur yüreğim, tozar da tozar
Geçmemiş yaralar azar da azar
Evet, çok uzun sürecek, belki de hiç bitmeyecek bir ayrılıktı bu. Onları seve seve, ama yüreğim yana yana dinlerken, yol boylarında haftalarca beklemelerini içime sindirmeye, sığdırmaya çalışırken, benim de içimden türküler geçiyordu. Çünkü benim de yaralıydı kalbim. Gidenin de, kalanın da, herkesin yaralıydı kalpleri...
Ötme bülbül, ötme bülbül
Derdi derde katma bülbül
Benim derdim bana yeter
Sen de bir dert katma bülbül!
Gücenikti insanlar:
Kırma insan kalbini
Yapacak ustası yok!
Evet, bir kıran vardı gönüllerini, kalplerini insanların. Bütün bunların, bu insanlık dışı hareketin bir suçlusu vardı. Bu kadar zaman geçti aradan, suçlu hâlâ cezalandırılmadı.″38
Göç, Balkan Türkleri’nin tarihî bir kaderidir, diyoruz. Balkan Türkü’nün bu kaderi, gerçekten de kaçınılmaz bir alınyazısı mıdır?!...
Dostları ilə paylaş: |