Yabani Türler
Kültür türlerine yakın akrabadırlar. Dayanıklılık ıslahında gen kaynağı olarak kullanılmaktadır.
Geçit Formları
Bunların kültür formları ile yabanilerin doğal melezlenmesi sonucu ortaya çıktığı düşünülebilir. Genetik materyalin farklılaşması ve evrimi açısından önem taşırlar.
Geleneksel tarım koşullarına uymuş çeşitlerdir. Genetik yapılarında, çeşitli hastalık ve zararlılara karşı sigorta görevi yapan özelliklere sahiptirler. Üretici bir sonraki yıl ekeceği tohumu o yıl tarlada bulunan çeşidin içinden seleksiyonla kendisi alır. Böylece giderek yöresel, çevre koşullarına daha uygun, geleneksel çeşitler ortaya çıkar. Bu çeşitlerin sahip oldukları genler, geliştirilmiş çeşitlere aktarılabilmektedir.
Geliştirilmiş Çeşitler veya Islah Çeşitleri
Özel amaçlar için geliştirilmişlerdir. Bu çeşitleri ıslahçılar gelecekteki ıslah çalışmalarında, genetik kaynak olarak kullanabilirler (5).
Geleneksel ve geliştirilmiş çeşitlerin yabani ve geçit türlerine oranla doğadan kaybolma tehlikesi daha fazladır. Bunun için toplanmaları gerekir.
Bitkisel gen kaynaklarına bitki ıslahında hastalıklara karşı dayanıklık elde etmek için sıklıkla başvurulmaktadır. 1867 yılında, Ceylon’da (Sri Lanka), kahve plantasyonunda görülen Coffee rust, ülkenin kahve ihracatının % 7’ye düşmesine neden olmuştur. Kahve pasına dayanıklılık geni kahvenin yabani türü olan Cofea canaphora’dan aktarılmıştır (5).
1940 yılında tüm Avrupa ülkelerinde görülen patates mildiyösü (Phytophthora infestans) özellikle İrlanda’da 1946-1951 yılları arasında büyük bir kıtlığa neden olmuş ve nüfusun 1 milyonu açlıktan veya beslenme bozukluğuna bağlı hastalıklardan ölmüştür. Nüfusun 1.5 milyonu ise ülkesini terk etmek zorunda kalmıştır. Bu olaylar ıslahçıları, kültür patatesi (Solanum tuberosum L.)’a gerekli olan dayanıklılık genini aktarmak amacıyla, Solanum demissum ve diğer yabani patates türlerini melezlemelerde kullanmaya yöneltmiştir. Bu çalışmalar sonucu, dayanıklı çeşitler geliştirilmiş ve söz konusu hastalıktan kaynaklanan açlık sorunu giderilmiştir (5).
1945 yılında bağ mildiyösü (Uncinula necator), Fransa’daki bağ plantasyonunun hemen hemen yok olmasına neden olmuştur. Yabani bağ türlerinden Vitis cordifolia ve Vitis rupestris’deki dayanıklık genleri kültür formu Vitis vinifera’ya aktarılarak sorun çözümlenebilmiştir (5).
Türkiye, Suriye ve Irak’ın sınır bölgelerinde kültür nohutlarında gözlenen Antraknoz ve Fusarium’a dayanıklılığın, yabani türlerdeki bu karakterleri idare eden genlerin doğal tozlama ile kültür formlarına geçtiği bildirilmektedir (5).
1951 yılında Kaliforniya’da arpalarda görülen daha sonra tüm dünya arpa plantasyonlarını etkileyen BYDV’ye (Barley Yellow Dwarf Virus) dayanıklılık geni Etiyopya arpaları içinde bulunmuştur (5).
Türkiye’den toplanan yerel arpa örneklerinden pek çoğu İsveç’te yapılan değerlendirme çalışmalarında arpa mildiyösünün bilinen bütün ırklarına dayanıklı bulunmuş ve ıslah çalışmalarında ebeveyn olarak kullanılmıştır (5).
Bahsedilen örneklemelerden anlaşılacağı üzere, bitkisel gen kaynakları, bitki ıslahı açısından önemli bir yere sahiptir. Bilinmesi gereken diğer bir konu ise; bitkisel gen kaynaklarından yararlanarak elde edilen modern ürünlerle genetik tekdüzelik ortaya çıkmıştır. Bu genetik tekdüzelik, geleneksel tarım sistemlerindeki bitki plazmasının heterojenliğini bozmuş ve bu ürünlere zarar veren salgın hastalıklara da davetiye çıkarmıştır (2). Dünyada kültür bitkilerinin hastalıklardan büyük ölçüde zarar görmesinin sebebi birçok araştırıcıya göre mevcut kültür çeşitlerinde çok az dayanıklılık geninin bulunmasıdır. Yani genetik teklik sonucu genetik baz daraltılmış ve dayanıklılık genlerinin frekansı azaltılmıştır. Buna karşılık hastalık etmenlerinin genotip sayısında artış gözlenmektedir.
GENETİK EROZYON
Genetik varyabilitenin sınırsız olduğu doğal plantasyonlarda bulunan biyolojik çeşitliliğin yok olması genetik erozyon olarak ifade edilebilir. 1950'lerden başlayarak genetik doğal kaynaklar hızla tahrip edilmiştir. Bu konulardan çok söz edilmekte ama gözle görülür önlem sayısı hala sınırlı kalmaktadır.
Genetik erozyon bitki ıslahçıları açısından önem taşımaktadır. Çünkü genetik erozyon ile bitki ıslahçısının kullanacağı bazı materyal kaynakları tahrip edilmektedir. Bunun tersi de geçerlidir. Bitki ıslahçısının geliştirdiği standart kültür çeşitleri varyasyona sahip ilkel çeşitlere göre daha verimli ve kalitelidir. İlkel çeşitlerin yerini zamanla kültür çeşitleri almış, böylece genetik varyabilite ıslahçı tarafından tahrip edilmiş olmaktadır. Daha geniş genetik temelin yerini kültür bitkileri ile daha dar genetik temel almaktadır. Her şeye rağmen gelişmiş tarım teknolojisinin gereksinim duyduğu yüksek verimli ve tek düze kültür çeşitlerinin bu ilkel çeşitlerin yerini alması kaçınılmazdır. Yeşil devrimle, Hindistan ve Pakistan gibi ülkelerde ilkel çeşitlerin yerini kültür çeşitleri alarak genetik erozyona neden olunmuştur. Irak, İran ve Pakistan'da bulunan eski buğday ve arpa çeşitlerinin birçoğu yerlerini yeni kültür çeşitlerine bırakmıştır. Hindistan’da 1983’te 30 bin olan çeltik türünün, eğer bu koşullar devam ederse, bu yüzyılın sonunda 50 civarında kalacağı tahmin edilmektedir (2). Oysa bu eski ilkel çeşitler bu yörelerin toprak ve iklim koşullarına yüzyıllarca devam eden evrim sonucu çok iyi uymuşlardır. Bunların yerine kültür bitkilerini yetiştirmekle bu adaptasyon genlerini de yok edilmiştir.
İleri tarım tekniği yöntemleri birçok kültür bitkisinin otsu formlarını da elemine etmiştir. Oysa bu otsu formlar ile kültür bitkileri arasında meydana gelen doğal melezlenmeler sonucu, hem kültür bitkilerinde hem de otsu formlarda genetik varyasyon artmaktadır. Bu otsu formların elemine olması sonucunda genetik varyasyon kaynağı kurutulmuştur.
Genetik erozyona neden olan diğer bir etken ise doğal bitki örtüsü aleyhine çiftlik ve otlatma alanlarının genişlemesidir. Bu genişleme sonucu doğal bitki örtüsü yerine kültür bitkisi ekilişleri yapılmış ya da yapay meralar kurulmuştur. Böylece genetik varyabilite tahrip edilmiştir. Yağışlı tropik bölgelerdeki yabani bitki örtüsünün tahribatı sonucunda göllenmelerin riski artmıştır. Bunun yanı sıra, orman eko sisteminin tahrip edilmesiyle, gelecekte tıp ya da ekonomik açıdan çok değerli olacak türler ve yakın akrabaları içinde bulundukları doğal denge ile birlikte yok olmaktadır. Sığırların ve keçilerin neden olduğu aşırı otlatma doğal alanlardaki tüm eko sistemleri harap etmiştir. Özellikle kurak yörelerde aşırı otlatmanın etkisi tüm vejetasyonun tamamen yok olması şeklinde sonuçlanmıştır. Aşırı tahribat doğal dengenin bozulmasına, genetik çeşitliliğin zarar görmesine ve toprak erozyonuna neden olmaktadır.
17. ve 18. yüzyılda Amerikalı misyonerler tarafından başlatılan ve günümüze kadar hızla devam eden, doğa casusluğu ile genetik kaynaklar bir başka ülkeye gönderilmekte ve ekonomik potansiyel haline gelmektedir. Biyolojik yağmanın yapıldığı ülkelerin genetik kaynaklarına ise büyük darbeler vurulmakta ve toplanan materyaller açısından varyabilite tabanı daralmaktadır. Bunun dikkat çekici bir örneği ülkemizde yaşanmaktadır. Geofit dediğimiz soğanlı ve yumrulu bitkilerin bir çoğu ülkemizin Akdeniz bölgesinde yetişmektedir. Türkiye’de doğal olarak yetişen 490 geofitten 180’i endemiktir. Bu bölgemizden tıbbi ve süs bitkisi olarak kullanılmak amacı ile her yıl yurt dışına sökülerek binlercesi kaçırılmakta ve yüksek fiyatlarla satılmaktadır. Bunların arasında Lale, Kardelen, Nergis ve Siklamen sayılabilir.
GENETİK KAYNAKLARIN VE GENETİK EROZYONUN EKOLOJİK TARIM İLE İLİŞKİSİ
Ekolojik tarım; değişik nedenlerle zarar görmüş ve görmekte olan doğayı korumak, doğadaki enerji ve besin maddeleri dengelerini bozmadan toprak verimliliğini devam ettirmek ve dengede tutmak için canlı ve çevre dostu üretim sistemleri ile kültür işlemlerini kapsar. Sentetik-kimyasal ilaç ve gübrelerin kullanımını kabul etmeyen, bunun yerine organik ve yeşil gübreleme, münavebe, bitki direncini arttırma, parazit ve predatörlerden yararlanmayı savunan, üretim miktarının artışından daha çok kaliteyi arttırmayı amaçlayan sisteme ekolojik(organik) tarım denir.
Ekolojik tarımda, zarar görmüş ve görmekte olan doğal dengeyi korumak ve yeniden oluşturmak ifadesi yer almaktadır. Doğal dengeyi korurken bitki genetik kaynaklarını da yerinde koruruz. Maalesef bitki genetik kaynakları üzerinde uzun yıllar süren politik oyunlar ile tekelci kontrol sonucunda türlerin yok olması gibi önemli bir sorunla dünyamız karşı karşıya kalmıştır. Doğal dengenin bozulmasında en önemli etkenlerden birisi de orman yangınları ve izinsiz ağaç kesimidir. Öyle ki; günde 70 bin, yılda da 10 milyon hektarlık ormanlık alan ağaçsız kalmaktadır, Dünya Gözetleme Enstitüsü verilerine göre yıllık toprak kaybı 24 milyar tona ulaşmaktadır (2). Ağaçsız kalan 10 milyon hektarlık alan üzerinde toprak erozyonu yanında bu alanlarda bulunan diğer türlerin yok oluşu da diğer bir tabirle genetik erozyon da gerçekleşmektedir.
Bu gibi olaylar sonucunda, ıslah çalışmalarının temelini oluşturan genetik varyabilite, türlerin yok oluşu ile daraltılmakta ve genel ıslah çalışmaları ile ekolojik tarımın amacına göre yapılacak ıslah çalışmaları büyük bir sekteye uğratılacaktır.
Günümüz tarımında, tarım ilaçları ve sentetik mineral gübrelerin yoğun bir şekilde kullanılması ve doğanın onarılmayan tahribatı sonucu; doğal dengenin bozulması, toprağın erozyona uğraması ile toprak kayıplarındaki nispi artışlar, toprakta organik madde ve humus yokluğu nedeniyle toprak mikroorganizma hayatının tahribi, ürünlere zarar veren hastalık ve zararlıların aşırı çoğalmaları ve kimyasal mücadele ile bazı faydalı ırkların kaybolması yanında çabuk yıkanan azotlu gübrelerin yer altı sularına ulaşmasıyla hayvan ve insanlarda nitrat zehirlenmelerine neden olmaktadır. Birleşmiş Milletler Çevre Programı raporuna göre dünya nüfusunun beşte birinin yaşayabileceği alan olan yeryüzünün % 35’i çölleşme ile karşı karşıyadır (2). Çevre kirliliğine neden olan etmenler arasında; nüfus artışı, yeni tarım alanlarının, endüstri ve yerleşim alanlarının açılması, orman yangınları, aşırı derecede ağaç kesimi, tarımsal mücadele ilaçlarının kullanılması, turizm faaliyetlerinin artması ve buna benzer olumsuzluklar bulunmaktadır. Çevre kirliliği ve onun oluşumuna yardımcı olan etmenler genetik çeşitliliği olumsuz yönde etkilemekte ve genetik erozyonun oluşumuna neden olmaktadır. Çeşitli çevresel kirlenme tiplerinin oluşması ve gelişmesi ekolojik tarımı da olumsuz şekilde etkilemektedir.
Doğal plantasyonların bozularak kültür çeşitlerinin tarımına açılması ve bu alanlarda yoğun bir şekilde tarım faaliyetlerinin olması; o alanlardaki doğal dengenin ve toprak yapısının bozulmasına, aşırı sulama ile ürünlere zarar veren hastalık ve zararlıların çoğalmalarına, biyolojik ve kimyasal mücadeleye girilmesine olanak verilecektir. Biyolojik ve kimyasal mücadele sonucu, bu alanlarda ve etrafında bulunan bazı faydalı primitif formlar, yabani ot ve otsu formundaki bitkilerin yok olmasına ve genetik erozyonun oluşumuna neden olunacaktır. Kültür bitkisinin yoğun bir şekilde bulunduğu bir alanda diğer formlara baskın olacağı ve onların yaşama alanlarını daraltacağı, bunun sonucu olarak da, doğal dengenin kültür formları lehine bozulacağı bilinmelidir.
Ekolojik tarım sistemi; sentetik gübre, hastalık ve zararlılar için kullanılan tarım ilaçlarını azaltmak hatta tamamen kaldırmayı öngörür. Bunun için de bitki direncini arttırma, parazit ve predatörlerden yararlanma amaçlanır. Günümüzde ise tohum endüstrisinin izlediği strateji, tohumların satışını mümkün olduğunca petro kimya ürünlerinin satışı ile birlikte gerçekleştirmektir (2).
Uzun yıllar petro kimya endüstrisi gıda sektörü üzerindeki anahtar rolünü bu şekilde oynamış ve son yıllarda bu endüstri bitki genetik mühendisliği alanında yatırım yapmaya başlamıştır. Yatırımlar ile birlikte gen teknolojisindeki bazı gelişmelerin sonucu çiftçiler bu endüstriye bağımlı kılınmıştır. Bunun bariz örneği; uluslar arası bir firma tarafından üretilen ‘’totalgift’’ olarak adlandırılan kimyasalların, özel olarak üretilmiş melez tohumlar (transgenik) dışında bütün yabani otlar ve bitkileri öldürmesidir. Bu da çiftçileri daha önceki yıllarda ürünleri yetiştirirken katlandıkları bir çok zahmetten kurtarmıştır. Bu gelişme ile birlikte çiftçilere düşen, ürünlerine adı geçen kimyasaldan uygulamak ve aynı şirket tarafından üretilen tohumları satın almak kalıyor (2).
Hastalık ve zararlılara karşı bitki direncini arttırma bitki ıslahçılarının çalıştığı en önemli konulardan birisidir. Kültür bitkilerinde genetik teklikten dolayı stres faktörlerine ve hastalıklara karşı dayanıklılık ile ilgili genetik temel daraltılmıştır. Dolayısıyla bu konudaki ıslah çalışmalarının devamı için baskı ve hastalıklara karşı genetik bazın zengin olduğu doğal plantasyonların tahrip edilmemesi ve bu alanlarda bulanan primitif formlar ile geçiş formlarının korunması gerekmektedir. Bu tahribatın devam etmesi ve bu formların korunamaması sonucunda; hastalık, zararlılara ve baskı faktörlerine karşı dirençli bitkileri ıslah yolu ile elde etmemiz mümkün olmayacak ve baskı faktörlerine karşı mücadele sentetik-kimyasal ilaç ve gübrelerin artarak kullanılması ile giderilmeye çalışılacaktır. Sentetik girdilerle yapılan bir tarım ile ekolojik tarımın amacı bağdaşmayacaktır.
Organik ürünler; yüksek besin değerlerini korumak için, yapay koruyucular, renklendiriciler ve diğer katkı maddeleri ile, radyasyon ya da sentetik tarım ilaçları kullanılmadan üretilir, paketlenir, nakliye edilir ve depolanırlar. Ekolojik tarım, sadece tarım ilaçlarının kullanımını önleyen değil, üretim alanlarını koruyan, biyolojik dengeyi sağlayan, doğal dengeyi zehirli sentetik kimyasallar ile sağlamayı düşünmeyen, tarımsal üretimde verim artışını değil bütünüyle kaliteyi amaçlayan bir tarımsal sistemdir.
Birçok bitkide kullanma amacına göre değişen kalite kriterleri doğrultusunda ıslah çalışmaları yapılmaktadır. Diğer ıslah yöntemleri gibi kalite ıslahında da genetik çeşitlilik önem arz etmektedir. Kalite karakterleri bakımından varyasyon göstermeyen bir türde genetik çalışma olanağı da yoktur. Bu amaca uygun, genetik çeşitlilik baz alınarak genetik kaynaklar ıslahçı tarafından aranmakta ve kaynakların bulunması ile ıslah çalışmalarında başarı sağlanmaktadır.
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), 12 uluslar arası tohum bankasının kontrolünü eline alarak, tüm araştırıcıların bu koleksiyonlara ulaşabilmelerini kontrol altına almıştır. Bu tohum bankaları 1950’lerde kurulmuş olan bir uluslar arası tarımsal araştırma merkezleri sisteminin bir parçasını oluşturmaktadırlar. Bitki ıslahçıları, bankalarda bulunan ve dünyanın değişik yerlerinden toplanmış olan materyali, verimi daha yüksek, kuraklığa ve hastalıklara karşı daha dayanıklı yeni varyeteleri oluşturmak üzere kullanmaktadırlar. Şu anda kullanım hakkı ücretsizdir. Avustralya bu bankalardaki tahıl varyetelerini kullanarak üretimi arttırmak yolu ile 1974’den beri 2.2 milyar dolar kazanmıştır. İtalya ise bu bankalardan aldığı makarnalık buğdayın makarna üretimine 300 milyon dolar kazandırdığını açıklamaktadır. Ayrıca ABD’nin 1 milyar dolarlık pirinç üretiminin beşte biri bu merkezlerden sağlanan çeltik varyeteleri sayesinde olmuştur. Bu büyük paraların çok azı, varyetelerin alınmış olduğu ülkelere ve laboratuvarlara verilmektedir. 1993 yılında Dünya Bankası bu tohum bankalarının kontrolünü ele geçirmek istemiş, aldığı tepkiler sonucu vazgeçmek zorunda kalmıştır. Eğer bu gerçekleşmiş olsaydı, tohum bankaları birkaç zengin ülkenin kontrolüne girecek ve üyeler katkıları ölçüsünde bu merkezleri yönlendireceklerdi. (6).
Gelecek yıllarda ülkemiz ve diğer gelişmekte olan ülkelerin önüne tekelci düşüncelerin ortaya koyduğu patent hakkı olayı çok büyük sorun olarak önümüze çıkacaktır. Patent hakkı olayı ile gen hırsızlığı yapıldığı aşağıda verilen örneklemelerden de anlaşılmaktadır.
ABD’nin dev tohum şirketi W.R. Grace’e bağlı bulunan Agracetus adlı şirketin 1992 yılında aldığı patent ile genetik yapısı değiştirilmiş tüm pamuk bitkilerinin kullanım hakkı şirkete bırakılmaktadır. Şirket, bitkinin içine yabancı genleri sokmak için Agrobacterium tumefaciens adlı bakteriyi kullanmıştır. Bu yöntem genetik mühendislikte standart olarak kullanılan bir tekniktir. Buna karşın, patent, kullanılan yöntem ne olursa olsun, genetik yapısı değiştirilmiş tüm pamuk bitkilerini kapsamaktadır. Aynı şirket 1993 yılında da yine kullanılan yönteme bakmaksızın Avrupa’daki tüm transgenik soya fasulyelerinin kullanım hakkını da almıştır. ABD içinde benzer bir patent almak üzere başvuru yapmıştır. Patentlerin bu kadar geniş kapsamlı olması, yoksul ülkelerin ve küçük şirketlerin tarımsal üretimi arttırmak amacıyla genetik mühendisliği uygulamalarını engelleyecek bir gelişmedir (6).
Wisconsin Üniversitesi araştırıcıları, Pentadiplandra brazzena adlı bitkinin meyvelerinden elde ettikleri bir protein için iki patent almışlardır. Brazzein adını verdikleri protein, şekerden 2000 defa daha tatlı ve şeker dışındaki diğer tatlandırıcılardan farkı ise ısıtıldığında tadını kaybetmemesidir. Gabon’da yetişen bitki yeni bulunmuş değildir. Tatlandırıcılık özelliği herkes tarafından bilinmektedir. Wisconsin Üniversitesi bu yeni tatlandırıcının geliştirilmesinde Gabon’un rolünü kabul etmemektedir. ABD’li araştırmacılar, brazzeini kodlayan DNA diziliminin çıkartılmasından sonra, çalışmalarını ileri teknoloji laboratuvarında bu proteini üretecek transgenik organizmalar oluşturulmasına yönelttiler. Bunun gerçekleştirilmesinden sonra Batı Afrika’dan toplanmış ya da burada yetiştirilmiş meyvelerin satın alınmasına da gerek kalmayacaktır. Wisconsin Üniversitesi’nin vereceği lisansla ABD’nin yıllık 100 milyar dolarlık tatlandırıcı pazarına girecek şirketlerin karlarından Gabon’un hissesi olmayacaktır. (6).
SONUÇ
Genetik mühendislik uygulamalarına yönelmiş firmalar; gelecekte genetik mühendisliğini açlık, çevre kirlenmesi gibi sorunları çözebilecek en iyi yöntem olarak göstermekte ve dünyamızda gıda üretimi ile nüfus artışı arasındaki açığın, açlığın asıl nedeni olduğunu ifade etmektedirler. Yine bu firmalar; genetik mühendislik uygulamalarının, çevre kirlenmesi ile ilgili sorunları çözebilecek bilimsel yenilikler olduğunu iddia etmektedirler.
Bu düşünceler, büyük firmaların karlarını arttırma yönünde ortaya attıkları iddialardır. Halbuki nüfus yoğunluğu yüksek aç ülkeler olduğu gibi nüfus yoğunluğu düşük ancak yine aç olan ülkelerde vardır. Açlığın asıl nedeni; yoksulluk, eğitimsizlik, gıdaya ulaşmadaki zorluk ve gıdayı üretebilecek olanakların olmamasıdır.
Sorunlar, insanların üretim yaparken doğaya saygılı, duyarlı, programlı, gelecek kuşakları düşünen yaklaşımlara ve ekolojik tarım uygulamalarına yönelmeleri ile çözülecektir. Ekolojik tarımın üretim sürecinde, insan ve çevre sağlığı bakımından zararlı etkileri olmayan doğal girdiler kullanılmaktadır. Bu süreçte ilerlemenin sağlanabilmesi için bu amaca uygun ıslah çalışmalarının yapılarak yeni çeşitlerin geliştirilmesi ve doğal bitki örtüsünün erozyona uğratılmadan geleceğe aktarılması sağlanmalıdır.
KAYNAKLAR
Alan, N. 1986. Bitki Genetik Kaynaklar El Kitabı. Ege Bölge Zirai Araştırma Enstitüsü Yayınları No.70. Menemen/ İzmir
Broswimmer, F. 1995. Bitki emperyalizmi. Bilim ve Ütopya Dergisi, Sayı:18, Aralık-1995.
Kence, A. 1995. Biyolojik zenginliğimiz, sorunlar ve öneriler. Bilim ve Ütopya Dergisi, Sayı:18, Aralık-1995.
Seçmen, Ö. Türkiye endemik bitkileri ve florasıyla dünyanın önde gelen ülkeleri arasında. http:/www.byegm.gov.tr/yayınlarımız/ANADOLUNUNSESİ/154/AND11.htm. Devrim Gazetesi, Sayı:12459. Muğla.
Temiz, K., Settar, N. ve Tan, A. 1984. Tohumculuk Endüstrisi Açısından Bitki Genetik Kaynakları. Ege Bölge Zirai Araştırma Enstitüsü Yayınları No.39. Menemen / İzmir.
Turak, A. 1995. Emperyalist tekellerin gen hırsızlığından örnekler. Bilim ve Ütopya Dergisi, Sayı:18, Aralık-1995. S.10-11.
EKOLOJİK (ORGANİK, BİYOLOJİK) TARIMDA HAYVANCILIK
Yılmaz ŞAYAN1 , Muazzez POLAT1
ÖZET
Tarımsal üretim son yıllarda, konvansiyonel tarım da denilen entansif veya yoğun üretim şeklinde yapılmaktadır. Konvansiyonel tarımda, öncelikle birim alandan yüksek miktarda ürün alınması amaçlandığından bitkisel üretimde transgenik tohumlar, sentetik kimyasal gübre ve tarım ilaçları ile, hayvansal üretimde de kesimhane yan ürünleri ve kadavra unları ile çeşitli katkı maddeleri bilinçsizce ve yoğun olarak kullanılarak ekolojik denge ve ürün kalitesinde sağlık kriterleri ikinci plana atılmaktadır. Bu nedenle de, günümüzde artık bu üretim sisteminin çevreye, hayvana ve insana zararlı etkileri kendini göstermeye başlamıştır. Nitekim, konvansiyonel tarımın hayvan ve insanlarda nitrat zehirlenmeleri, çeşitli kanser vakaları, hayvanlarda Bovine Spongiform Encephalopathy (BSE) / Deli inek hastalığı veya halk dilinde Deli dana hastalığı ve buna bağlı olarak insanlarda Creutzfeldt Jacop (CJ) hastalığı gibi sağlık problemleri oluşturduğu görülmektedir.
Konvansiyonel tarımın bu ve benzeri problemleri nedeniyle, günümüzde artık pek çok ülkede alternatif olarak organik tarım, diğer bir ifadeyle organik bitkisel ve hayvansal üretim uygulamalarına geçilmektedir. Organik tarım, ekolojik doğal dengeyi korumayı ve ürün miktarından çok ürün kalitesinde sağlık kriterlerini yükseltmeyi amaçlayan bir üretim şeklidir. Bu üretim sistemi içinde yer alan organik hayvansal üretimin temeli bölgeye adapte olabilen hayvanlarla çalışmak ve bunlardan organik bir yetiştirme ve organik bir besleme ile sağlıklı ürünler almaktır. Organik hayvan beslemede de organik bitkisel kaynaklı yemlere olan ihtiyacın fazlalığı, organik hayvansal üretim işletmelerinde organik bitkisel üretimin de birlikte yer almasının önemli olduğunu göstermektedir. Çünkü, bu şekilde sağlıklı hayvansal ürünler elde edilirken, işletmedeki bitkisel üretim birimine yem bitkisi münavebesi getirilmesi, gübre temin edilmesi, hem toprağın strüktür ve içeriğini iyileştirecek, hem de işletmeden elde edilecek organik hayvansal ve bitkisel ürünlerin maliyetini düşürecektir. Nitekim, son günlerde sağlıklı hayvansal ürünlerin elde edilmesi için önerilen organik hayvan çiftliklerinde de, bu iki üretim sistemi birlikte yer almaktadır.
GİRİŞ
Dünya nüfus artışı ve buna bağlı olarak tarım ürünlerine olan talebin yoğunluğu; son yıllardaki bitkisel üretim gibi hayvansal üretimin de, konvansiyonel hayvancılıkta denilen yoğun üretim şeklinde yapılmasına neden olmuştur. Konvansiyonel üretimde birim alandan yüksek miktarda ve ekonomik ürün alınması öncelikli olduğu için, ekolojik denge ve ürün kalitesinde sağlık kriterleri ikinci plana atılmıştır. Bunun sonucu olarak da, günümüzde artık konvansiyonel bitkisel üretim gibi konvansiyonel hayvansal üretiminin de, çevreye, hayvan ve insan sağlığına zararlı etkileri kendini göstermeye başlamıştır. Bunlardan konvansiyonel hayvansal üretimle gelen sorunlar kısaca özetlenirse, sağlıklı hayvansal ürünler için, organik hayvancılığa niçin gerek olduğu ve organik hayvancılığın ne olduğu daha kolay açıklanabilir.
Konvansiyel hayvansal üretimde, barınaklardaki yerleşim sıklığı, hayvan sayısının fazla olması ve yetersiz kalan işgücü tırnak ve ayak rahatsızlıkları ile mastitis gibi hayvan yetiştirmeye bağlı bazı hayvan hastalıklarının artmasına neden olmaktadır. Daha fazla ilaç kullanımı ve hayvansal ürünlerde ilaç kalıntısı birikimi riski demek olan bu durum ise bu ürünleri tüketen insanların sağlığını tehdit etmektedir. Ancak bu üretimde kullanılan yem ve bazı katkı maddeleri daha büyük problemlere neden olmaktadır.
Nitekim, bitkisel kaynaklı yem ihtiyacının karşılandığı konvansiyonel bitkisel üretim; gerek erozyona zemin hazırlayarak, gerekse de transgenik tohumları, yoğun kullanılan sentetik kimyasal gübreleri ve tarım ilaçları ile hem ekolojik dengeyi bozmakta, hem de hayvan ve insan sağlığını tehdit etmektedir (1, 17). Ayrıca, ekonomik hayvansal kaynaklı yem olarak yeterince hijyenik hale getirilememiş ve ilaç kalıntıları da içerebilen çeşitli kesimhane yan ürünleri ve kadavra unları kullanmaları da bazı sağlık sorunlarına neden olmaktadır. Örneğin, son günlerde devamlı gündemde olan ve sinirsel belirtilerle seyredecek birkaç hafta içinde ölümle sonuçlanan bulaşıcı bir sinir hastalığı Bovine Spongiform Encephalopathy (BSE) / Deli inek Hastalığı yani halk dilinde deli dana hastalığı da konvansiyonel hayvansal üretimin getirdiği önemli bir problemdir. Nitekim İngilizler ülkelerindeki yem üreticilerinin 1980'li yılların başlarında maliyeti düşürmek için sığır yemlerine dejeneratif bir sinir hastalığı Scrapie 'den ölen koyunların kadavra unlarını katmaları deli inek hastalığının çıkış nedeni olduğunu ve bu uygulamanın 1988'de yasaklanmasıyla hastalığın azaldığını ileri sürmektedirler. Fakat bu süre içinde veya daha sonraki yıllarda hasta sığır eti yiyen veya hasta sığır kadavra unlarını yem olarak tüketen sığırların etlerini yiyen insanlarda ölümcül dejeneratif bir sinir hastalığı olan Creutzfeldt Jacop (CJ) hastalığının çıkmaya başladığını da bildirmektedirler. Bu konudaki asıl endişeler, hastalığın kuluçka süresinin insanlarda 5 ila 20-30 yıl gibi uzun zaman olması nedeniyle önümüzdeki yıllarda CJ hastalığının AIDS gibi geç tanınan ve geç önlem alınan önemli bir sağlık problemi olabilirliğidir ( 6,10, 13, 14).
Konvansiyonel hayvansal üretimde, yemlerde olduğu gibi çeşitli katkı maddelerinin kullanılmaları da önemli sağlık sorunlarına neden olabilmektedir. Örneğin, kanatlılarda ve özellikle etlik piliçlerde gelişmeyi ve yemden yararlanmayı uyarıcı olarak antibiyotik kullanımı konusunda en önemli prensip, insanlarda ve hayvanlarda tedavi (sağıtım) amacıyla kullanılanlardan olmaması veya bunlarla ilişkisi veya etkileşimi bulunmaması iken, zaman zaman söz konusu prensibe uyulmadığı görülmektedir. Nitekim, Dünya Sağlık Organizasyonu (WHO)'nun yayınladığı bir raporda antibiyotiklerin hatalı kullanımı sonucu bir çok mikrobun bağışıklık kazandığı ve bilinçsiz kullanımın devam etmesi durumunda da insanlarda boğaz ve kulak iltihaplarına karşı antibiyotiklerin etkili olamayacağı bildirilmektedir (12). Avrupa Topluluğu ülkeleri ve ülkemiz bu nedenlerle antibiyotiklerin, hastalıkların tedavisi dışında gelişmeyi ve yemden yararlanmayı uyarıcı kullanılmalarını yasaklamıştır (2). Anabolizanlar, yani hormon ve benzeri maddelerin de gelişmeyi uyarıcı olarak kullanılmaları insan sağlığını olumsuz etkilemektedir. Nitekim, sığır besisinde kullanılan sentetik anabolizanlardan stilbenler grubunun insanlarda uygun bünyelerde kansorejen ve gen yapısını bozan etkileri olduğu belirlendiğinden tüm ülkelerde yasaklandığı bilinmektedir (8).
Konvansiyonel hayvansal üretimle ilgili bu sorunlar nedeniyle, alternatif olarak organik hayvansal üretim önerilmektedir (1). Organik hayvansal üretimin temeli de, organik bir yetiştirme ile özellikle organik bitkisel kaynaklı yemler kullanılarak yapılan bir beslemedir.
ORGANİK HAYVANSAL ÜRETİME BAŞLAMA
Organik hayvansal üretim yapmak isteyen müteşebbis öncelikle Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı Organik Tarım Komitesi (OTK) tarafından çalışma izni verilen herhangi bir Kontrol ve/veya Sertifikasyon kuruluşuna dilekçe ile başvurur ve ürünlerin organik olarak değerlendirebilmesi için gerekli çalışmanın yapılmasını talep eder. Kontrol kuruluşu müteşebbisten istediği çeşitli bilgi ve belgeler yardımıyla başvurunun organik üretim yapmaya uygun olup olmadığına karar verir ve bunu Organik Tarım Komitesi'ne bildirir. Kontrol kuruluşu organik üretim yapmasını kabul ettiği ve sözleşme yaptığı müteşebbisi Geçiş sürecine alır, bu sürecin sonunda olumlu kanaat edinirse de müteşebbisin Organik ürün etiketi kullanmasına izin verir. Organik hayvansal üretime başlayan işletmelerde hayvanlara kimlik verilmeli, üretim süresince de hayvanların giriş ve çıkışı ile tüm tedavi uygulamaları için detaylı ve muntazam kayıtlar tutulmalıdır (5).
Organik hayvancılıkta, organik bir sürünün oluşturulması ve hayvan sağlığını öncelikle organik bir yetiştirme ve organik bir besleme ile koruyarak, sağlıklı hayvanlardan sağlıklı ürünler elde edilmesi amaçlanmıştır.
ORGANİK SÜRÜNÜN OLUŞTURULMASI
Organik Sürü İçin Hayvan Seçimi
Organik hayvancılıkta, genetik methodlarla hayvan ıslahına müsaade edilmediğinden organik bir sürü oluşturabilmek için, genetik yapısı değiştirilmiş hayvanlar kullanılmaz. Damızlık veya üretim için çevreye, iklim koşullarına ve hastalıklara dayanıklı hayvanlar seçilmelidir. Bu nedenle, bölgeye adapte olmuş yerli ırklar ve melezleri öncelikle düşünülmelidir (3,4,5).
Organik bir sürü oluşturabilmek için, işletmeye dışarıdan yani konvansiyonel işletmelerden getirilecek hayvanlar Çizelge1’de verildiği gibi belli bir yaşın altında olmalıdır (3).
Çizelge 3.1. Konvansiyonel İşletmelerden Getirilecek Hayvanların Yaşı
Büyükbaş ve küçükbaş hayvanlar
|
Tavuklar
|
Buzağı en fazla ...........6 aylık
|
Etlik civciv en fazla..............2 günlük
|
Kuzu/Oğlak “ .........45 günlük
|
Yumurtacı piliç “ .............18 haftalık
|
Avrupa Birliği Yönetmeliği, 24.08.1999
* Ülkemiz Ekolojik Tarım Ulusal Yönlendirme Komitesi'nin Yönetmelik Taslağına (Kasım 2001) göre, besiye alınacak danalar 4 aylıktan, besiye alınacak kuzu ve oğlaklar 4 haftalıktan, damızlık olacak büyükbaş ve küçükbaş hayvanlar 14 aylıktan, etlik piliçler 2 günlükten, yumurta üretimi için piliçler 18 haftalıktan büyük olamaz (5).
Organik sürünün büyümesi için ise, bazı istisnalara izin verilir. Örneğin, bu amaçla konvansiyonel çiftliklerden yıllık en fazla % 10 aynı tür yetişkin hayvan sağlık kontrollerinden geçirilerek sürüye katılabilir (4). Organik hayvan işletmelerinde, doğal büyüme ve hayvanların yenilenmesi için yılda en az büyükbaş hayvanların % 10’u, küçükbaş hayvanların ise %20’si sürü yenileme payı olarak ayrılmalıdır (5).
Organik işletmelerde, sürünün büyümesi çevre kirliliğine yol açmamalı, yani hayvan sayısına bağlı olarak artan gübre miktarı işletmenin kullanılan tarımsal alanında nitrat kirliliğine neden olmamalıdır. Bu nedenle, işletmenin organik gübre stoklama kapasitesi yada yayılan nitrojen miktarı kullanılan tarımsal alanda yılda hektara 170’kg N'u geçmemelidir. [Buna eşdeğer hayvan sayıları da; sığırlar için 2-5, koyun ve keçiler için 13.3, et tavukların için de 580, yumurta tavukları için 230'dir]. Bu miktar aşıldığında diğer bir ifadeyle hayvan sayısı arttığında, müteşebbis stokladığı gübreyi başka işletmelerde değerlendirmelidir. Kontrol kuruluşu önemli bir kirlilik söz konusu olduğunda, çevre koruma amacıyla stoklama kapasitesini azaltabilir (3,4,5,16).
Geçiş Süreci
Geçiş süreci, organik hayvansal üretime başlanmasından ürünün organik olarak kabul edilmesine kadar geçen süredir. Diğer bir ifadeyle, bu süreç, konvansiyonel hayvansal ürünün organik hayvansal ürüne dönüşüm periyodudur ve hayvan türü ile verim yönüne göre Çizelge 3.2'de verildiği gibi değişmektedir (3).
Çizelge 3.2. Hayvan Türü ve Verim Yönüne Göre Geçiş Süreçleri
Büyükbaş ve küçükbaş hayvanlar
|
Tavuklar
|
Sığır eti üretiminde.................................12 ay
|
Piliç eti üretiminde..................2.5 ay
|
Koyun ve keçi eti üretiminde...................6 ay
|
Yumurta üretimde....................1.5 ay
|
Sığır, koyun ve keçi sütü üretiminde....... 6 ay
|
|
Avrupa Birliği Yönetmeliği, 24.08.1999
* Ülkemiz Ekolojik Tarım Ulusal Yönlendirme Komitesi'nin Yönetmelik Taslağına (Kasım 2001) göre ise, geçiş süreci büyükbaş ve küçükbaş hayvanlarda 24 ay, tavuklar da 4 aydır. Kontrol ve/veya Sertifikasyon Kuruluşu geçiş sürecini, Organik Tarım Komitesi'nin onayı ile uzatabilir veya kısaltabilir. Ancak, kısaltma süresi gerekli geçiş sürecinin en fazla yarısı kadar olabilir (5).
ORGANİK HAYVAN YETİŞTİRME
Organik hayvan yetiştirmede, üremenin doğal olması önceliklidir. Suni kızgınlık ve suni tohumlama ise ilgili kontrol organının izniyle yapılır. Embriyo transfer teknikleri uygulanmaz. Ovulasyonun kontrolü için hormon vb. kaynakların kullanımı yasaktır. Organik hayvan yetiştirmede hayvan sağlığının korunması öncelikle iyi bir barınak ve dikkatli bakım koşullarıyla sağlanmalıdır (3, 5, 15).
Barınak
Barınaklar hayvanlara yeterli temiz hava ve gün ışığı sağlayarak, ekstrem hava koşullarından da koruyacak şekilde inşa edilmeli, kullanılan yapı materyalleri ve üretim ekipmanları da hayvan ve insan sağlığına zarar vermemelidir. Barınaklar şekilleri ve boyutları bakımından hayvanların doğal davranışlarına cevap verebilecek nitelikte olmaları ile konvansiyonel hayvan yetiştiriciliğinde kullanılanlardan farklı olmalıdır. Örneğin, barınaklarda bütün türler için Çizelge 4.1’de verildiği gibi bir dış alan (gezinme yeri) ayrılmıştır (3). Nitekim, tavuklar da bile kafeste yetiştiriciliğe izin verilmez.
Çizelge 4.1. Hayvan Türleri İçin Önerilen Barınak Alanları
Büyükbaş ve küçükbaş hayvanlar
|
Tavuklar
|
Barınak iç alanı
|
|
Et sığırı................... 100 kg CA’a 1.0 m2
|
Et tavuğu........10 hayvana 1 m2
|
Süt sığırı..................1 hayvana 6.0 m2
|
(1 m2’ye 21 kg canlı ağırlık)
|
Damızlık boğalar.....1 hayvana 10.0 m2
|
|
Koyun ve keçiler.....1 hayvana 1.5 m2
|
Yumurta tavuğu...6 hayvana 1 m2
|
Barınak dış alanı
|
|
Et sığırı....................100 kg CA’a 0.75 m2
|
Et tavuğu.... 1 hayvana 4 m2
|
Süt sığırı..................1 hayvana 4.50 m2
|
|
Damızlık boğalar....1 hayvana 30.00 m2
|
|
Koyun ve keçiler....1 hayvana 2.50 m2
|
Yumurta tavuğu.1 hayvana 4 m2
|
Avrupa Birliği Yönetmeliği, 24.08.1999
* Ülkemiz Ekolojik Tarım Ulusal Yönlendirme Komitesi'nin Yönetmelik Taslağına (Kasım, 2001) göre de hayvan türleri için önerilen barınak alanları aynıdır (5).
Barınaklarda ışığın yeterli olması çeşitli fiziksel yaralanmaları, azaltması bakımından önemli görülmektedir. Hayvanların yeterli hareket alanlarının olması da, çeşitli tırnak ve ayak rahatsızlıklarına bağlı hastalıkları azaltmaktadır. Buna karşılık hayvanların yeterli hareket alanlarının olmaması yani sıkışık barındırılmaları ise, stres hormonlarının salgılanması arttırmaktadır. Bu da onların, bağışıklık sistemlerinin zayıflamasına ve dolayısıyla daha kolay hastalanabilmelerine neden olmaktadır. Sıkışık barındırma, aynı zamanda solunum yolu hastalıklarının yayılmasını da hızlandırmaktadır. Bu nedenlerle, organik hayvancılıkta barınakların en azından doğal davranışlarına cevap verebilecek şekil ve boyutlarda olması temel alınmıştır (7,9).
Bakım
Organik hayvan yetiştiriciliğinde iyi bir barınak koşulları sağlandıktan sonra, önemli olan dikkatli bir bakımdır. Hayvan sağlığının korunması için, dezenfeksiyon ve aşı gibi her türlü hijyenik tedbirlere müsaade edilir. Ancak yeterli hijyenik koşullar sağlandıktan sonra da, sağlık problemleri çıkarsa, hayvansal ürünlerde kalıntı bırakmayan bitkisel ilaçlar gibi alternatif ilaç kullanımına öncelik verilir. Acil durumlarda sentetik ilaç gerekirse, veteriner hekim önerileri ile toksikoloji listesi dikkate alınarak kullanılır. Ancak, ürünün organik olarak değerlendirilebilmesi için belli bir süre geçmesi beklenir. Bu süre, Avrupa Birliği Yönetmeliğine (24.08.1999) göre, konvansiyonel üretimdekinin en az iki katıdır (3). Aynı süre, ülkemiz Ekolojik Tarım Ulusal Yönlendirme Komitesi'nin Yönetmelik Taslağına (Kasım 2001) göre ise, et üretimi için en az 2 ay, süt üretimi için en az 7 gün ve yumurta üretimi için de en az 5 gün olarak önerilmektedir (5).
Barınaklarda hijyenik tedbirler alınması yanında, hayvanların bakımıyla ilgili onları strese sokarak bağışıklık sistemlerini zayıflatacak davranışlardan da kaçınılmalıdır. Organik hayvan yetiştiriciliğinde, büyükbaş ve küçükbaş hayvanlarda kastrasyon, boynuz köreltme, kulak delme gibi hayvanın fiziki yapısına müdahaleler sadece kontrol kuruluşunun onayı ile yapılır. Bu müdahalelerde hayvanların acı çekmesi minimize edilmeli, gerekirse anestezik ilaçlardan yararlanılmalıdır. Bu hayvanlarda kuyruk kesme, tavuklarda ise gaga kesme, kanat yolma yöntemleri uygulanmaz. Hayvan taşınması hayvanlarda en az stresi oluşturacak ve en kısa zamanda gerçekleştirilecek şekilde yapılmalıdır. Hayvanların nakilleri sırasında sakinleştiricilerin kullanımı da yasaktır. Kasaplık hayvanlara kesim esnasında stres yaratmayacak şekilde davranmalı, uygun kesim yöntemlerinden yararlanılmalıdır. Organik hayvanlar ile konvansiyonel hayvanların kesimi, mümkünse ayrı kesimhanelerde, mümkün değilse aynı kesimhanede farklı zamanlarda yapılmalıdır (3,5).
ORGANİK HAYVAN BESLEME
Hayvanlara tüm doğal davranışlarını gösterebileceği barınak ve iyi bir bakım olanakları verilse de, diğer bir ifadeyle organik yetiştirme koşulları sağlansa da, organik besleme olanakları verilmedikçe sağlıklarının korunması ve onlardan sağlıklı ürünler alınması mümkün değildir. Nitekim, konvansiyonel hayvansal üretimde en önemli sağlık sorunlarının hayvan beslemede yapılan hatalardan kaynaklandığı görülmektedir.
Hayvan beslemede rasyonları (diyetleri) oluşturan yemlerin kalitesi ve miktarı ile veriliş şekilleri hayvan sağlığını önemli derece de etkilediği bilinmektedir. Organik bir besleme için, yemler organik ve bitkisel kaynaklı olmalı ve üreticiler bu yemleri mümkün olduğunca kendi işletmelerinden veya yakın işletmelerden temin etmelidir. Organik sığır, koyun ve keçi işletmelerin ayrıca, serbest otlak alanlarına sahip olmasında yarar vardır. Organik bitkisel kaynaklı yemler transgenik olmadıkları, sentetik kimyasal gübre ve tarım ilacı kalıntıları içermedikleri için önemlidirler, böylece hayvan ve insan sağlığını tehdit etmemektedirler. Bununla beraber, rasyonlarda belli bir miktar konvansiyonel yem kullanımına da Çizelge 5.1’ de görüldüğü gibi izin verilmektedir
Çizelge 5.1. Hayvan Türleri İçin Günlük İzin Verilen Toplam Konvansiyonel Yem Kurumaddesi (KM) Tüketimi
Büyükbaş ve küçükbaş hayvanlar
(Sığır,koyun ve keçi)
|
Tavuklar
|
Toplam yem KM’sinde ...... % 10
|
Toplam yem KM’sinde........... % 20
|
Avrupa Birliği Yönetmeliği, 24.08.1999
* Ülkemiz Ekolojik Tarım Ulusal Yönlendirme Komitesi'nin Yönetmelik Taslağına (Kasım 2001) göre ise, günlük izin verilen konvansiyonel yem miktarı tüketilen yem kurumaddesinin, büyükbaş ve küçükbaş hayvanlar da % 20'sini, tavuklarda da %30'unu geçmemelidir.
Organik hayvan beslemede, kesimhane yan ürünleri ve kadavra unları gibi hayvansal kaynaklı yemlerin kullanımı da yasaklanmıştır. Nitekim, konvansiyonel hayvan beslemede bu tür bir yem kullanımı nedeniyle ortaya çıktığı ileri sürülen BSE hastalığı, halen hayvan ve insan sağlığını tehdit eden önemli bir problem olmaya devam etmektedir. Organik hayvan beslemede, konvansiyonel hayvansal üretimde önemli sağlık problemleri oluşturan yem katkı maddelerinden antibiyotiklerin, hastalıkların tedavisi dışında gelişmeyi ve yemden yararlanmayı uyarıcı olarak kullanılmaları yasaktır. Aynı şekilde hormonların da, gelişmeyi uyarıcı olarak kullanılmaları yasaklanmıştır. Vitaminler ve iz elementlerin ise, sadece doğal kaynaklı olanları kullanılmalıdır. Probiyotik, enzim, organik asitler, tahıl kırıntıları, melas ve tuzun kullanılmalarına ise müsaade edilmektedir (3,5).
Hayvanlara verilecek yemlerin kalitesi ve miktarı yanında, veriliş şekilleri de hayvan sağlığını etkilemektedir. Hayvanların yemleme sürelerinin kısa olması ve yemlerin sıra dizininde verilmesi, güçlü hayvanların önce tüketmek istemesi nedeniyle güçsüz olanlarla dövüşmesine ve her iki hayvanda da gereksiz strese, yaralanmalara sebep olmaktadır. Bu nedenle de, organik hayvan beslemede büyükbaş ve küçükbaş hayvanlarda da, tavuklarda olduğu gibi yemlerini ne zaman isterlerse tüketebilecekleri bir ortam sağlanması gerekmektedir (3,5).
SONUÇ
Organik hayvan beslemede, organik bitkisel kaynaklı yemlere olan ihtiyacın fazlalığı organik hayvansal üretim işletmelerinde, organik bitkisel üretimin de yer almasının önemli olduğu göstermektedir. Çünkü, bu şekilde sağlıklı hayvansal ürünler elde edilirken, işletmedeki bitkisel üretim birimine yem bitkisi münavebesi getirilmesi, gübre temin edilmesi hem toprağın strüktür ve içeriğini iyileştirecek, hem de işletmeden elde edilecek organik hayvansal ve bitkisel ürünlerin maliyetini düşürecektir. Nitekim, son günlerde sağlıklı hayvansal ürünlerin elde edilmesi için önerilen organik hayvan çiftliklerinde de, bu iki üretim sistemi birlikte yer almaktadır.
LİTERATÜR
Aksoy, U., ve A., Altındişli, 1998. Ekolojik (Organik, Biyolojik) Ekolojik Tarım Organizasyonu Derneği (ETO). İzmir.
Anonim, 1999. 13 Nisan 1999 tarihinde Koruma ve Kontrol Genel Müdürlüğünde yapılan Türkiye’de Karma Yem Katkı Maddesi Olarak Antibiyotik-Büyütme Faktörlerinin Kullanımı, Geleceği ve Alınacak Önlemler” konulu toplantı görüşleri. Yem Magazin, Sayı 22, Haziran, 14-17.
Anonymous, 1999. Official Journal of the European Communities, 24.08.1999.
Anonymous, 2000. Basic Standarts for Organic Production and Processing. IFOAM Internal letter,72 /March 2000, IFOAM, Tholey-Theley, Germany
Anonim 2001, Organik Tarımın Esasları ve Uygulamasına İlişkin Yönetmelik (Taslak), Ekolojik Tarım Ulusal Yönlendirme Komitesi, Kasım 2001, Ankara
Aytuğ, C., N., 1996. Deli İnek Hastalığı (Bovine Spongiform Encehalopathy, BSE) Hakkında Bilgi Sirküleri. TOPKİM-A.Ş. Araştırma Grubu Eğitim Yayını, 16 Nisan, İstanbul.
Boehncke, E. und C. Krutzinna, 1996. Animal Health: Östergaard,T.V. (Ed.): Fundamentals of organic Agriculture, 113-124, IFOAM, Tholey-Theley, Germany.
Erkek, R., ve F., Kırkpınar, 1993. Hayvanlarda Verim Artırıcı Olarak Hormon Kullanımı. Yem Magazin, Sayı 83, Mart, 53-62.
Gray, D., 2001. Animal Health and Organic Livestock. SAC, Veterinary Science Division, Aberdeen.
Kantarcı, G., 2000. Deliren Danalar, Panikleyen İnsanlar ve Gizemli Bir Hastalık- Deli Dana Hastalığı. Çeviri . Medicina Hexagon, 1996. Sayı 3, Sayfa 2.
Kılıç, A., 1982. Hayvan Besleme , Öğretim, öğrenim ve uygulama önerileri. Prof. Dr. M. Kirchbessner’den çeviri, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu, Veterinerlik ve Hayvancılık Araştırma Grubu Yayınları.
Kırkpınar, F., ve R., Erkek, 2000. Yem Katkı Maddeleri Kullanımı, Gelişmeler, Sorunlar. İnternational Animal Nutrition Congress, Süleyman Demirel Üniversitesi Ziraat Fakültesi Zootekni Bölümü, 4-6 September, Isparta, TURKEY.
Küçükersan, M. K., ve Gültekin Yıldız, 2001 Hayvan Besleme Açısından BSE (Bovine Spongioform Encephalopathy) Yem Magazin, Sayı 27, Nisan, 55-59.
Önenç, A., ve A., Kaya, 2001. Hayvancılıkta Deli İnek (BSE) Sorunu. TAYEK/TUYAP, Tarımsal Araştırma Yayım ve Eğitim Koordinasyonu, 2001 yılı hayvancılık grubu bilgi alışveriş toplantısı bildirileri. 27-29 Mart, Menemen- İzmir.
Sundrum, A., 2001. Organic Livestock Farming. A critical review. Livestock Production Science. 67 (3), January, 207-215.
Verrastro, V., 1999. Short Course on: Production methods in Organic Agriculture :Normative Principles and Aspscts, Animal Husbandry. June 14-23. Ege University Faculty of Agriculture, İzmir/ TURKEY.
Yalçın, S., 2000., GMO’lar Hakkında Bakanlık Görüşü. Yem Magazin, Sayı: 26 Eylül-Aralık, 37-39.
Dostları ilə paylaş: |