Nisâ Sûresi 85-91 ............................................................. 57
güvenliği yaymayı ifade eden bir sözdür.
Rivayetlerde işaret edildiği üzere büyüğün küçüğe, az olanların
çok olanlara, bir kişinin topluluğa selâm vermesi, eşitliği ihlâl edici
bir durum değildir. Bunun temelinde hakların gözetilmesi yatar.
Çünkü Islâm, mensuplarına hakları çiğnemeyi, faziletleri
görmezlikten gelmeyi, meziyetleri göz ardı etmeyi emretmez. Tersine,
fazilet sahibi olmayan kimseye fazilet ve hak sahibi olan
kimsenin faziletini ve hakkını gözetmesini emreder. Öte yandan
fazilet sahibinin kendini beğenmesini, başkalarına karşı büyüklük
kompleksine kapılmasını, insanlar üzerinde haksız tasallut kurmasını,
böylece toplumsal dengeleri bozmasını da yasaklar.
Bazı gruplara yönelik selâm verme yasağı ise, onları dost edinme,
onlara eğilim gösterme yasağının bir ayrıntısı niteliğindedir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Yahudileri ve Hıristiyanları
dostlar edinmeyin." (Mâide, 51) "Benim de düşmanım, sizin
de düşmanınız olanları dostlar edinmeyin." (Mümtehine, 1) "Zulmedenlere
meyletmeyin." (Hûd, 113) Bununla ilgili çok sayıda ayet örnek
gösterilebilir.
Evet kimi durumlarda, meselâ dini tebliğ ve hak mesajını duyurma
amacıyla zalimlere yaklaşma maslahatı, tam bir ünsiyet
meydana gelsin ve arada kaynaşma olsun diye onlara selâm vermeyi
gerektirebilir. Nitekim yüce Allah, Peygambere (s.a.a) şöyle
hitap etmiştir: "Artık sen onlardan yüz çevir ve 'Size selâm olsun!'
de." (Zuhruf, 89) Bir ayette de müminler şu şekilde nitelendiriliyorlar:
"Bilgisizler (kendini bilmez kimseler) laf attıgında, 'selâm'
derler." (Furkan, 63)
Tefsir-us-Safi'de şöyle rivayet edilir: "Adamın biri Peygamber
efendimize (s.a.a) 'es-selâmu aleyke' [selâm üzerine olsun] diye
selâm verdi. O da 've aleyk-es selâm ve rahmetullah' [ve senin üzerine
olsun selâm ve Allah'ın rahmeti] diye karşılık verdi. Bir başkası
ona, 'es-selâmu aleyke ve rahmetullah' diye selâm verdi. O da
've aleykesselâm ve rahmetullahi ve berekâtuh' [ve senin üzerine
olsun selâm ve Allah'ın rahmeti] diye karşılık verdi. Sonra bir baş-
58 ................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
ka adam, 'es-selâmu aley-ke ve rahmetullahi ve berakatuh' diye
selâm verdi. O da 've aleyke' [ve senin üzerine de olsun] karşılığını
verdi. Bunun üzerine adam, 'Bana eksik karşılık verdin. Nerede
kaldı Allah'ın, 'Size bir selâm verildigi zaman, ondan daha güzeli
ile selâm verin...' sözünün gereği?!' Peygamberimiz (s.a.a) ise ona,
'Sen bana söyleyecek bir fazilet bırakmadın, ben de aynısını sana
iade ettim.' diye karşılığını verdi."
Ben derim ki: Buna benzer bir hadis, ed-Dürr-ül Mensûr'da
Müs-ned-i Ahmed'den "zühd" bölümünde, Ibn-i Cerir'den, Ibn-i
Münzir'den, Ibn-i Ebi Hatem'den, Taberani'den, Ibn-i
Mürdeveyh'den hasen bir rivayet zinciriyle Selman-ı Farisi'den rivayet
edilmiştir. [c.2, s.188]
el-Kâfi'de Imam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Emirül
Müminin Hz. Ali (a.s) bir topluluğa uğradı, onlara selâm verdi.
Onlar da, 'aleykes-selâm ve rahmetullahi ve berekâtuhu ve
mağfiretuhu ve rıdvanuh' [selâm, Allah'ın rahmeti, bereketi, mağfireti
ve hoşnutluğu üzerine olsun] dediler. Bunları duyan Emir-ül
Müminin (a.s) onlara şöyle buyurdu: Bizim hakkımızda, meleklerin
babamız Ibrahim'e dediğinden fazlasını söylemeyin. Onlar, Ibrahim'e
sadece bunları demişlerdi: Allah'ın rahmeti ve bereketi üzerinize
olsun ey Ehlibeyt!" [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.646, h:13]
Ben derim ki: Bu rivayette eksiksiz selâm verme sünnetinin,
yani "es-selâmu aleyke ve rahmetullahi ve berekâtuhu" sözünün,
Hz. Ibrahim'in (a.s) hanîf [tevhit esaslı] dininden kalma bir gelenek
olduğuna işaret ediliyor. Yine bununla daha önce, "selâm" sözünü
söyleyerek selâmlaşma, hanîf dinin bir geleneğidir, şeklindeki değerlendirmemiz
de pekiştiriliyor.
Aynı eserde, Imam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir:
"Selamın kâmil olması, mükim olan insanla musafaha yapmak
[tokalaşmak], yolcu ile de kucaklaşmayla olur." [Usûl-ü Kâfi, c.2,
s.646, h:14]
el-Hisal adlı eserde, Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet edilir: "Aranızda
birisi aksırdığı zaman ona, 'Yerhamukellah' [Allah sana
Nisâ Sûresi 85-91 .................................................................... 59
rahmet etsin] deyin. O da size, 'Yağfirullahu lekum ve
yerhamukum' [Allah sizi bağışlasın ve size rahmet etsin] desin.
Çünkü yüce Allah, 'Size bir selâm verildigi zaman, ondan daha
güzeli ile selâm verin.' buyurmuştur." [s.127]
el-Menakıb adlı eserde şöyle bir olay anlatılır: "Imam Hasan'ın
(a.s) cariyelerinden biri ona bir deste reyhan çiçeği getirdi. Imam
ona, seni Allah rızası için azat ediyorum, buyurdu. Orada bulunanlar
bunun nedenini sorunca şöyle dedi: Allah bizi (kitabında) eğitip
edeplendirerek, 'Size bir selâm verildigi zaman, ondan daha güzeli
ile selâm verin.' buyurmuştur. Onun getirdiğinden daha güzeli,
onun azat edilmesidir." [c.4, s.18]
Ben derim ki: Görüldüğü gibi bu rivayetler, ayette işaret edilen
selâmlaşma olgusuna genellik kazandırıyorlar.
Mecma-ul Beyan tefsirinde, "Size ne oldu da münafıklar hakkında
iki gruba ayrıldınız?!..." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor:
"Bu ayetin kimler hakkında indiği hususunda ihtilaf vardır. Bazıları
demişlerdir ki: Bu ayet, Mekke'den Medine'ye gelen bir topluluk
hakkında inmiştir. Bunlar Müslümanlara karşı Islâm'a girdiklerini
göstermişlerdi. Sonra Medine'den hoşlanmadıkları, havasını
sihhatlerine uygun bulmadıkları için yeniden Mekke'ye dönmüş ve
şirk inancına bağlı olduk-larını göstermişlerdi. Sonra bunlar müşriklere
ait ticaret mallarıyla Ye-mame'ye yolculuk ettiklerinde,
Müslümanlar onlara bir baskın düzenlemek istediler. Fakat onlarla
ilgili olarak aralarında ihtilaf çıktı. Bazıları, 'Bunu yapmayalım, onlar
mümindirler.' derken bazıları, 'Onlar müşriktirler.' dedi. Bunun
üzerine yukarıdaki ayet indi. Bu rivayet, Imam Bâkır'dan (a.s) da
aktarılmıştır."
Tefsir-ul Kummî'de, "Onlar, sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi
istediler..." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Bu ayet, Eşca
ve Damreoğulları hakkında inmiştir. Bunlar iki ayrı kabileydiler.
Onlarla ilgili olarak şöyle bir haber anlatılır: Resulullah (s.a.a)
Hudeybiye seferine çıkarken onların yurtlarının yakınından geçti.
Resulullah (s.a.a) bundan önce Damreoğulları ile saldırmazlık an-
60 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
laşması imzalamıştı, onlarla anlaşmıştı. Ashap dediler ki: 'Ya
Resulullah, bunlar Damre-oğullarıdır. Şu anda onlara yakın bir yerde
bulunuyoruz. Korkarız ki, bizim Medine'den çıktığımızı duyduklarında
oraya saldırsınlar veya Kureyş müşriklerine arka çıksınlar.
Şimdi onlara görünsek olmaz mı?' Resulullah (s.a.a) buyurdu ki:
"Hayır! Onlar Araplar içinde anne-ba-baya karşı en iyi davranan, en
çok akrabalık bağlarını gözeten ve en çok anlaşmalara bağlı kalan
kimselerdir."
"Eşca kabilesinin yurdu, Damreoğullarının yurduna yakındı.
Bunlar Kinane kabilesinin bir oymağını oluşturuyorlardı. Eşca ile
Damre-oğulları arasında ittifak, birbirini gözetme ve eman verme
esaslı bir antlaşma vardı. Iþte Resulullah'ın (s.a.a) sefere çıktığı o
dönemde, Eşca oymağının yurdunda kıtlık ve kuraklık hüküm sürerken,
Damreoğul-larının yurdunda bolluk ve ucuzluk vardı, yerleri
verimliydi. Bu yüzden Eşca kabilesi, Damreoğullarının yurduna
doğru harekete geçti."
"Resulullah (s.a.a) onların Damreoğullarının yurduna yürüdüklerini
haber alınca, Eşca üzerine hareket etmek için hazırlık yaptı.
Kendisiyle Damreoğulları arasındaki saldırmazlık antlaşmasına
dayanarak Eşca ile savaşacaktı. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti
indirdi: "Onlar sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki,
onlarla eşit olasınız. Onun için Allah yolunda göç etmedikçe, onlardan
hiçbirini dost edinmeyin. Eger yüz çevirirlerse, onları yakalayın,
buldugunuz yerde öldürün; onlardan dost ve yardımcı edinmeyin."
"Sonra Eşca oymağını bu genellemenin dışında tutarak şöyle
buyurdu: Ancak sizinle kendileri arasında antlaşma bulunan bir
topluma sıgınanlar yahut sizinle veya kendi toplumlarıyla savaşmaktan
yürekleri sıkılarak size gelenler, (bu hükümden) müstesnadır.
Allah dileseydi, onları size musallat ederdi de sizinle savaşırlardı.
Artık onlar, sizden uzak durup da sizinle savaşmazlar ve
size barış teklif ederlerse, (bu durumda) Allah size, onların aleyhinde
bir yola girme hakkı (savaş izni) vermemiştir."
Nisâ Sûresi 85-91 .................................................................. 61
"Eşca oymağının yaşadığı yerler Beyda, Hill ve Mustebah'tı. Bu
yerler Resulullah'ın (s.a.a) karargâhına yakındı. Bu yüzden Resulullah'ın
(s.a.a), üzerlerine asker sevk etmesinden korktular.
Resulullah (s.a.a) da onlardan yana endişe içindeydi, onlar tarafından
bir saldırının gelmesinden korkuyordu. O, bu düşünceler içindeyken
Eşca oymağı reisleri Mes'ud b. Rüceyle başkanlığında
çıkıp geldi. Bunlar yedi yüz kişiydiler ve Sal' deresine yerleştiler. Bu
olay, Hicret'in altıncı yılının rebiu'l evvel ayında gerçekleşti.
Resulullah efendimiz (s.a.a) Üseyid b. Husayn'ı çağırarak ona şöyle
dedi: Dostlarından birkaç kişiyle git, Eşca'ın neden bizim tarafımıza
geldiğini öğren."
"Üseyid üç dostuyla birlikte onların bulunduğu yere gitti ve 'Niçin
geldiniz?' diye sordu. Eşca kabilesinin reisi Mes'ud b. Rüceyle
ayağa kalktı ve Üseyid ile arkadaşlarına selâm verdi. Sonra şöyle
dedi: 'Biz, Muhammed'le düşmanlığı terk edip, anlaşıp sulh yapmak
(saldırmazlık anlaşması imzalamak) için geldik.' Üseyid
Resulullah'ın (s.a.a) yanına geldi ve durumu ona haber verdi.
Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: Bunlar benim kendilerine saldıracağımdan
korktular. Bu yüzden benimle kendileri arasında bir barış
antlaşmasının olmasını istediler."
"Sonra Resulullah onlara kendisi gitmeden on deve yükü hurma
gönderdi ve şöyle buyurdu: 'Ihtiyaç duyulduğu anda hediye
göndermek, ne güzel bir davranıştır.' Ardından kendisi onların bulunduğu
yere giderek şöyle buyurdu: 'Ey Eşca topluluğu, niçin buraya
geldiniz?' Dediler ki: Bizim yurdumuz sana yakın bir yerdedir.
Kavmimiz içinde bizden sayıca daha az olan bir başka oymak yoktur.
Bize yakın bir yerde bulunmandan dolayı seninle savaşma endişesi
canımızı sıktı. Bunun yanında sayıca az olduğumuz için
kavmimizle de savaşmak istemedik. Böyle bir ihtimalin varlığı bize
sıkıntı verdi. Bunun üzerine sizinle saldırmazlık anlaşması imzalamak
üzere geldik."
Resulullah (s.a.a) onların bu önerisini kabul etti, onlarla
saldırmazlık anlaşması imzaladı. O gün orada kaldılar, sonra yurt-
62 ................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
larına döndüler. Iþte onlar hakkında şu ayet indi: Ancak sizinle
kendileri arasında antlaşma bulunan bir topluma sıgınanlar yahut
sizinle veya kendi toplumlarıyla savaşmaktan yürekleri sıkılarak
size gelenler, (bu hükümden) müstesnadır... Allah size, onların
aleyhinde bir yola girme hakkı (savaş izni) vermemiştir."
[c.1, s.145]
el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Fadl Ebi'l
Abbas'tan, o da Imam Cafer Sadık'tan (a.s), "yahut sizinle veya
kendi toplumlarıyla savaşmaktan yürekleri sıkılarak size gelenler,
(bu hükümden) müstesnadır." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet
eder: Bu ayet Medlecoğulları hakkında indi. Onlar Resulullah'ın
(s.a.a) yanına gelmiş ve şöyle demişlerdi: "Senin Allah tarafından
gelen bir elçi olduğuna tanıklık etmek içimize sinmiyor. Dolayısıyla
sizinle beraber değiliz. Ama size karşı kavmimizin de yanında yer
almayız."
Ravi der ki: Imama sordum, "Peki Resulullah (s.a.a) onlara ne
yaptı?" Buyurdu ki: "Resulullah Arapların işini bitirinceye kadar onları
kendi hâllerine bıraktı, onlarla sulh yaptı. Sonra onları Islâm'a
davet edecekti. Onlar eğer bu çağrıyı kabul ederlerse, güvende olacaklar;
yok eğer kabul etmezlerse, onlarla savaşacaktı." [Ravzat-ul
Kâfi, c.8, s.327]
Tefsir-ul Ayyâşî 'de Seyf b. Umeyre'den şöyle rivayet edilir: Imam
Cafer Sadık'tan (a.s), "yahut sizinle veya kendi toplumlarıyla
savaşmaktan yürekleri sıkılarak size gelenler, (bu hükümden)
müstesnadır. Allah dileseydi, onları size musallat ederdi de sizinle
savaşırlardı." ayetini sordum. Bana şu cevabı verdi: "Babam bu
ayetin Medlecoğul-ları hakkında indiğini söylüyordu. Bunlar tarafsız
kalmışlardı. Peygamberimizle (s.a.a) savaşmadıkları gibi, kendi
kavimlerinin de yanında yer almamışlardı." Dedim ki: "Peki onlara
ne yapıldı?" Buyurdu ki: "Hz. Peygamber (s.a.a) düşmanlarının işini
bitirinceye kadar onlarla savaşmadı. Sonra onlara da diğer topluluklara
karşı sergilediği tavrı uyguladı." Ardından şöyle buyurdu:
"Ayette geçen 'hasiret sudûruhum' ifadesi, göğüslerinin daralması,
Nisâ Sûresi 85-91 .................................................................. 63
yüreklerin sıkılması demektir." [c.1, s.262, h:216]
Mecma-ul Beyan tefsirinde şöyle deniyor: "Imam Bâkır'dan
(a.s) rivayet edilen şudur ki, o hazret şöyle buyurdu: 'sizinle kendileri
arasında antlaşma bulunan bir toplum' ifadesinde Hilâl b.
Uveymir Sülemî'nin kabilesi kastedilmiştir. Hilâl, kabilesi adına
Peygamberimiz (s.a.a) ile saldırmazlık anlaşması imzalamıştı. Antlaşmada
şu ifade kullanılmıştı: 'Ey Muhammed, bize gelen bir
kimseyi korkutmayacağız. Sen de sana gelen birini korkutmayacaksın.'
Bunun üzerine yüce Allah, Peygamberimizi kendisiyle anlaşma
yapan bir kimseye karşı harekete geçmesini yasakladı."
Ben derim ki: Bu ve buna yakın anlamlar içeren rivayetler, ed-
Dürr-ül Mensûr tefsirinde çeşitli kanallardan Ibn-i Abbas'tan ve
başkalarından aktarılmıştır.
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ebu Davud'un Nasih adlı eserinden,
Ibn-i Münzir'den, Ibn-i Ebi Hatem'den, Nuhhas'tan ve
Beyhaki'nin Süneninden, Ibn-i Abbas'ın; "Ancak sizinle kendileri
arasında antlaşma bulunan bir topluma sıgınanlar (bu hükümden)
müstesnadır..." ifadesiyle ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir:
"Bu ayeti, Tevbe suresindeki şu ayet neshetmiştir: "Haram aylar
çıkınca, müşrikleri buldugunuz yerde öldürün." (Tevbe, 5)
Mizan Tefsiri, Cilt:5
64..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
Nisâ Sûresi 92-94 ................................................................65
92- Yanlışlıkla olması dışında, bir müminin bir mümini öldürmesi
caiz değildir. Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin, mümin
bir köle azat etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet
vermesi gereklidir. Ancak ölünün ailesi o diyeti bağışlarlarsa,
vermez. Eğer (yanlışlıkla öldürülen,) mümin olmakla beraber size
düşman olan bir topluluktan ise, mümin bir köle azat etmek gerekir.
Ve eğer kendileriyle aranızda ant-laşma bulunan bir topluluktan
ise, ailesine teslim edilecek bir diyet vermek ve bir mümin köleyi
azat etmek gerekir. Buna (köle azat etmeye) gücü yetmeyen
kimsenin, Allah tarafından tövbesinin kabulü için iki ay peş peşe
oruç tutması lâzımdır. Allah bilendir, hikmet sahibidir.
93- Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen
kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve
onun için büyük bir azap hazırlamıştır.
94- Ey inananlar! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi araştırın,
(müminle kâfiri birbirinden) ayırt edin ve size selâm verene,
dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek,
"Sen mümin değilsin" demeyin. Çünkü Allah katında birçok ganimetler
vardır. Önceden siz de öyleydiniz (dünya hayatının geçici
menfaatine göz dikmiştiniz); ama Allah (sizi imana erdirdiği için)
size lütufta bulundu. O hâlde araştırıp (mümini kâfirden) ayırt etmede
pek dikkatli olun. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
"Yanlışlıkla olması dışında, bir müminin bir mümini öldürmesi caiz
değildir." Ayetin orijinalinde geçen "hateun" kelimesi, bu hâliyle ve
"feal'un" kalıbına uyarlanmış "hatâ'un" şekliyle doğrunun karşıtı
demektir. Burada ise, "taammüd"ün (kasten işlemenin) karşıtı olarak
kullanılmıştır. Çünkü hemen sonraki ayette, bu ifadeyle karşılık
verilmiştir: "Kim bir mümini kasten öldürürse..."
"Bir müminin bir mümini öldürmesi caiz degildir." ifadesindeki
olumsuzlama [mâ kâne=caiz değildir ifadesi], öldürmeyi gerektirici
bir unsuru olumsuzlama amacına yöneliktir. Yani bir müminde,
imanın dokunulmaz sahasına ve sınırı içerisine girdikten sonra,
kendisi gibi bir mümini öldürmesini gerektirecek herhangi bir durum
mevcut olmaz, öldürme duygularının hiçbir türlüsü onda
bulunmaz. Ancak yanlışlıkla öldürme olabilir.
Cümlede yer alan istisna, muttasıl (bitişik) istisnadır. Dolayısıyla
anlamın vurgusu şu yönedir: "Bir mümin, mümin olduğunu bildiği
hâlde, bir mümini mümin olduğu için öldürmeyi istemez." Bu
ifade, gerektirici bir unsurun bulunduğunu olumsuzlama bakımından
aşağıdaki ayetleri çağrıştırmaktadır: "Allah hiçbir insanla
66 ............ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
karşılıklı konuşacak degildir." (Şûrâ, 51) "Bir agacını bile bitiremeye
gücünüzün yetmedigi..." (Neml, 60) "Fakat onlar daha önce yalanladıkları
şeye bir türlü inanacak degillerdi." (Yûnus, 74) Bunun
gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir.
Ayet-i kerime bunun yanı sıra teşriî=yasama nitelikli bir nehyi
[yani, kasten bir mümini öldürme yasağını] dile getirmeye dönük
bir kinayeli anlatım tarzına sahiptir. Buna göre ayetin anlamı şöyle
belirginleşiyor: Allah, bir müminin bir mümini öldürmesini hiçbir
zaman mubah kılmadı, ebediyen de mubah kılmayacaktır. O, bunu
haram kıl-mıştır. Ancak yanlışlıkla öldürürse, o başka. Çünkü
mümin bu durumda, aslında mümin kimseyi öldürmeyi amaçlamamıştır.
Bu ise müminin ya öldürmeyi hiçbir şekilde amaçlamamasından
ya da öldürülenin, meselâ öldürülmesi caiz bir kâfir
olduğunu sandığı için amaçlayarak (kasten) onu öldürmesinden
dolayıdır. Dolayısıyla bu olay, haramlığın kapsamına girmez.
Bu ayetle ilgili bir grup müfessirin değerlendirmesi ise başka
yöndedir. Bunlar, "Yanlışlıkla olması dışında..." ifadesindeki istisnanın
münkatı (kopuk) istisna olduğunu iddia etmiş, ardından şöyle
demişlerdir: "Yanlışlıkla olması dışında..." ifadesinin, gerçek bir
istisna olarak algılanmamasının nedenine gelince, bu (gerçek istisna
şeklinde yorumlamak), yanlışlıkla adam öldürmenin emredildiği
veya mubah kılındığı sonucunu doğurur. [Söz konusu değerlendirme
bundan ibaretti.]
Ancak siz, bunun yalnızca "yanlışlıkla öldürme" olayındaki haram-
lık durumunu ortadan kaldırdığını ya da haramlık hususunun
baştan itibaren söz konusu olmadığını gösterdiğini öğrenmiş bulunuyorsunuz.
Ayeti böyle anlamanın da hiçbir sakıncası yoktur. Şu
hâlde doğrusu, istisnanın muttasıl yani bütünüyle bitişik olduğudur.
"Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin mümin bir köle azat etmesi
ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Ancak
ölünün ailesi o diyeti bağışlarlarsa, vermez." Ayette geçen "tahrîr"
kelimesi, köleyi özgür kılmak anlamına gelir. "Rakabe" ise, boyun
Nisâ Sûresi 92-94 .......................... 67
demektir. Ancak mecazî olarak köle kimse anlamında kullanılması
yaygınlık kazanmıştır. "Diyet" ise cana, bir organa veya başka
bir şeye karşılık olarak mal vermek demektir. Dolayısıyla ifadenin
anlamı şöyledir: Kim bir mümini yanlışlıkla öldürürse, mümin bir
kimseyi azat etmesi ve öldürülen kişinin ailesine bir diyet ödemesi,
diyeti onlara teslim etmesi gerekir. Ancak öldürülen kişinin velilerinin
öldüren kişiye bunu sadaka olarak bağışlamaları ve affetmeleri
durumunda diyet ödemek gerekmez.
"Eğer (yanlışlıkla öldürülen,)... size düşman olan bir topluluktan ise..."
Ayetin orijinalinde geçen "kâne" kelimesinin zamiri, öldürülen
mümine dönüktür. Düşman topluluktan maksat da, Müslümanlarla
savaş hâlinde bulunan kâfirlerdir. Dolayısıyla ifadenin
anlamı şu şekilde belirginleşiyor: Eğer yanlışlıkla öldürülen kişi
mümin, kavmi de müminlerle savaş hâlinde bulunan, dolayısıyla
mümine mirasçı olamayan kâfirler ise, sadece köle azat etmek
gerekir; diyet ödemek gerekmez. Çünkü Müslümanlarla savaşan
bir kâfir hiçbir hususta müminin mirasçısı olamaz.
"Ve eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir topluluktan ise..."
Ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla, bu ifadenin orijinalinde
yer alan "kâne" fiilinin de zamiri, öldürülen mümin kişiye dönüktür.
Yine ayette geçen "mîsak" kelimesi, mutlak olarak antlaşma
demektir. Zimmetten ve her türlü sözleşmeden daha geneldir. Bu
açıdan şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: "Öldürülen mümin, sizinle
kendileri arasında antlaşma bulunan bir kavme mensup ise,
hem diyet ödemek, hem de bir köle azat etmek gerekir." Diyetin
önce zikredilmesi, antlaşma olgusunun gözetilmesine vurgu yapmaya
yöneliktir.
Dostları ilə paylaş: |