130 ......................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
luşturmaktadır. Gerçekte ise, burada yüce Allah'tan hiçbir şekilde
gizlenemeyeceklerinin önce özel, ardından genel bir delille (gerekçeyle)
gerekçelendirilmesinden başka bir durum söz konusu değildir.
"Haydi siz dünya hayatında onlara taraf çıkıp savundunuz..." Onları
savunmanın faydasız olduğu ve onların bundan yararlanamayacakları,
soru cümlesi kalıpları içinde ifade ediliyor. Bu ifadeyle güdülen
amaç şudur: Onlara yönelik bu savunma bir yarar
sağlayacaksa bile, ancak dünya hayatında sağlayabilir. Fakat
dünya hayatının Allah katında bir değeri yoktur. Allah katında
büyük bir değeri olan ahi-ret hayatında veya bu hayat
çerçevesinde gerçekleşen asıl savunma günü olan kıyamet
gününde ise, onları savunacak kimse bulunmaz. O gün hainlere
taraf çıkıp savunan, onlar adına uğraşan olmaz. Daha doğrusu o
gün işlerini düzenleyip ıslah etmeyi üstlenecek bir vekilleri dahi olmaz.
"Kim de bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de..." Burada
adı geçen hainler, bağışlanma dilemek suretiyle Rablerine dönmeye,
tövbe etmeye teşvik ediliyorlar. Ayetin akışı içinde maksadın,
"Kim de bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder" şeklinde
iki şıklı açıklanması ve "kötülük"ten, "nefse zulmetme"ye geçiş
yapılması; önce kötülük, sonra da zulme işaret edilmesi gösteriyor
ki kötülükten maksat, başkasına haksızlık etmek; zulümden maksat
da kendine haksızlık etmektir [ki birincisinden daha kötüdür].
Ya da kötülük zulümden daha basittir. Büyük günaha oranla küçük
günahın daha basit ve önemsiz olması gibi. Yine de doğrusunu
Allah herkesten daha iyi bilir.
Bu ve bundan sonraki iki ayetin akışı, tek bir amaca yani, insanın
kendi ameliyle kazandığı günahın mahiyetini açıklamaya
yöneliktir. Üç ayetin her biri bu olgunun bir yönüne işaret ediyor.
Ayetlerin ilkinde deniyor ki: Insanın işlediği ve sonucundan nefsinin
etkilendiği ve amel defterine yazılan günahtan dolayı, insanın
Allah'a tövbe etmesi, O'ndan bağışlanma dilemesi gerekir. Eğer
bunu yaparsa, Allah'ın bağışlayan ve merhamet eden olduğunu
Nisâ Sûresi 105-126 ........................................... 131
görür.
Ikinci ayette de insana şu husus hatırlatılıyor: Kazandığı günahı,
ancak kendi nefsinin aleyhine kazanmıştır. Bu günahının ondan
sıyrılması, iftira ve suçlama gibi bir yöntemle bir başkasının yakasına
yapışması mümkün değildir.
Üçüncü ayette, insanın işlediği hata veya günahı suçsuz birinin
üzerine atmasının, hata veya günahın asıl vebalinin ötesinde ek bir
vebal ve günah olduğu açıklanıyor.
"Kim bir günah kazanırsa, onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur.
Allah bilendir, hikmet sahibidir." Daha önce, bu ayetin içerik olarak,
hata ve günahı bir başkasının üzerine atma durumunu ele alan
sonraki ayetle irtibatlı oluğunu belirtmiştik. Dolayısıyla bu ayet, bir
bakıma kendisinden sonraki ayetin mukaddimesiymiş gibi bir konumdadır.
Buna göre, "onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur."
ifadesi, günahın vebalını sırf işleyenle sınırlandırmaya yöneliktir.
Bu bakımdan ayette, bir günahı işleyip de onu suçsuz birinin üzerine
atan kimseye öğüt vermek isteniyor.
Dolayısıyla şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza -gerçi doğrusunu
Allah herkesten daha iyi bilir-: Günah işleyen insan şunu hatırlamalıdır
ki, bu günahı ancak kendi aleyhine işlemiştir; başkasının
değil. Onu başkasının üzerine atsa da yahut başkası günahını üstleneceğini
vaat etse de, bu günahı işleyen başkası değil kendisidir.
Ve Allah bilendir; bu günahı onun işlediğini, işleyenin o olduğunu;
üzerine yıktığı kimse olmadığını bilir. Hikmet sahibidir Allah; bir
günahtan ancak o günahı işleyeni sorumlu tutar ve günah yükünü
ancak yüklenenden sorar.
Nitekim şöyle buyuruyor: "Herkesin kazandıgı (iyilik) kendi yararına,
işledigi (kötülük) de kendi zararınadır." (Bakara, 286) "Kendi
günah yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının günah yükünü
taşımaz." (En'âm, 164) "Inananlara, 'Siz bizim yolumuza uyun. Sizin
hatalarınızı biz taşırız' dediler. Oysa kendileri, onların hatalarından
hiçbir şey taşıyacak degillerdir, onlar tamamen yalancıdır-
132 .............................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
lar." (Ankebût, 12)
"Kim bir hata veya günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine
atarsa, muhakkak ki, büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur."
Râgıp el-Isfahani, el-Müfredat adlı eserinde şöyle der: "Bir şeyi
kastettiği hâlde başka bir şeyi elde eden kimse için 'hata etti' denir.
Eğer elde ettiği şey kastettiği şeyse, bu sefer 'isabet etti' denir.
Hoş olmayan bir fiili işleyen veya yakışık olmayan bir şeyi isteyen
kimse için de 'hata etti' denir. Bu yüzden, 'hataya isabet etti' ve
'doğruyu bulmada yanıldı', 'doğruya isabet etti' ve 'yanlışlıkta hata
etti, yanıldı' denir. Görüldüğü gibi bu, ortak bir kelimedir; değişik
anlamlar arasında gidip gelmektedir. Gerçekleri araştıran bir kimsenin,
üzerinde durup bunları incelemesi gerekir."
Ragıp devamla şunları söyler: "Hata ve kötülük anlamlarına
gelen 'hatîe' ve 'seyyie' kelimeleri birbirlerine yakındırlar. Ancak
'hata' genellikle yapılması bizzat kastedilmeyen şeyle ilgili olarak
kullanılır ve gerçekte insanın bu kastı, böyle bir fiilin ondan sâdır
olmasına sebep olur. Av hayvanını vurayım derken bir insanı vuran
ya da sarhoş edici bir içki içip sarhoşken bir cinayet işleyen kimsenin
durumu gibi. Burada iki sebepten söz edebiliriz: Birini işlemek
sakıncalıdır. Sarhoş edici şarabı içmek yani. Dolayısıyla insan,
bundan kaynaklanan hatadan sorumludur ve bu hatanın doğurduğu
sonuç ondan asla ayrılmaz. Diğeri ise, sakıncalı değildir.
Av hayvanını vurmak yani."
"Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: 'Yanılarak yaptıgınızda
size bir günah yoktur; fakat kalplerinizin bile bile yöneldiginde
günah vardır.' (Ahzâb, 5) Nitekim bir başka ayette de şöyle buyuruyor:
'Kim bir hata veya günah işler de...' (Nisâ, 112) Şu hâlde burada
geçen 'hata' ile, istemeden işlenen fiil kastediliyor." (el-
Müfredat'tan aldığımız alıntı burada son buldu.)
Bana öyle geliyor ki, "hatîe" kelimesi, kullanım çokluğu dolayısıyla
mevsufa gerek duymayan sıfatlar türündendir. "Musibet",
"reziyye=musibet, belâ" ve "selika=tabiat, yaratılış" gibi. "Feîl" kalıbı
(sıfat-ı müşebbehe), olayın birikmesine ve kalıcılık kazanmasına
Nisâ Sûresi 105-126 ......................................... 133
delâlet eder. Şu hâlde "hatîe", hatanın birikip kalıcılık kazandığı fiil
demektir. Hata, insanın kastetmeden işlediği fiil demektir. Yanlışlıkla
adam öldürmek gibi. Bu kavramla ilgili asıl anlam budur. Ancak
gitgide anlam daha geniş tutuldu ve salim bir fıtrata sahip bir
insanın kastetmemesi gereken fiiller anlamında da kullanılır oldu.
Dolayısıyla anlamın bu genişletilmiş hâliyle, her günah ve günahın
her türlü etkisi, "hata" kavramının nesnel karşılığının kapsamına
girer. "Hatîe=hata", insanın kastetmediği amel veya amelin
etkisidir (bu durumda günah olarak değer kazanmaz) ya da
kastedilmemesi gereken bir şeydir (bu durumda da günah veya
günahın vebalı olarak değerlendirilir).
Fakat yüce Allah, "Kim bir hata... işler" ifadesinde, hatayı insanın
kazanmasına nispet etmiştir. Dolayısıyla burada kastedilen,
günah nitelikli hatadır. Bu bakımdan ayette geçen "hatîe" kelimesi
ile, kastedilmemesi gereken bir fiili bilerek işlemek durumuna işaret
edilmiştir.
Daha önce, "De ki: Onlarda büyük günah vardır." (Bakara, 219)
ayetini tefsir ederken, "Günah, insanın birçok hayırdan yoksun
kalmasına neden olan amele denir. İçki içmek, kumar oynamak
ve hırsızlık yapmak gibi. Bu gibi ameller, insanın hayati hayırları
özünde barındırmasına engel olurlar; toplumsal çöküşe yol açarlar
ve insanın toplumsal statüsünü kaybetmesine, itimadını ve genel
güvenini yitirmesine neden olurlar, demiştik.
Dolayısıyla "hata" ve "günah"ın, "Kim bir hata veya günah işler..."
ayetinde iki şık şeklinde zikredilmesi ve her ikisinin birlikte
insanın kazancına nispet edilmesi gösteriyor ki, her birini kendine
özgü anlamıyla ele almak, öylece algılamak gerekir. Bu bakımdan,
-gerçi Allah herkesten daha iyi bilir- şöyle bir anlam elde ediyoruz:
Oruç gibi bazı görevleri terk etmek veya kan içmek gibi haram bir
fiili işlemek suretiyle sadece bu çerçeveyle sınırlı kalan bir günahı
işleyen yahut haksız yere adam öldürmek ve hırsızlık yapmak gibi
vebali sürüp giden bir günahı işleyen, sonra bunu masum bir kimsenin
üzerine atan insan, apaçık bir iftira ve günah yüklenmiş olur.
134 ......................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
Kötü ameli başkasına nispet etmenin, "ok atma" anlamında
kullanılan "remy" kelimesiyle ifade edilmesinde, aynı şekilde iftira
atmanın vebalini kabullenmeyle ilgili olarak "ihtimal=yüklenmek
kelimesinin kullanılmasında, latif bir istiare sanatı örneği vardır.
Sanki iftiracı kişi, suçsuz insana bir ok fırlatarak onu öldürüyor ve
bu öldürmesi ona hayatı boyunca her türlü hayırdan alıkoyucu,
kendisinden ayrılmayan bir yük bindiriyor.
Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan, ayetlerde "günah" olgusunun
bazen "ism", bazen "hatîe, sû', zulüm, hiyanet ve dalâl"
olarak nitelendirilmesinin hikmetini kavrıyoruz. Çünkü bu lafızların
her biri, anlamı itibariyle kullanıldığı yere uygun düşmektedir.
"Allah'ın sana lütuf ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir grup seni
şaşırtıp saptırmağa yeltenmişti..." Ayetin akışından anladığımız kadarıyla
onların Hz. Peygamberi (s.a.a) saptırmaya yeltenmelerinden
maksat, onu yüce Allah'ın ayetlerin başında "hainler" olarak
nitelediği kimseleri savunmaya, onlara taraf çıkmaya razı etmektir.
Buna göre söz konusu grup da, yüce Allah'ın ayetlerin akışı içinde
doğrudan hitap ederek, "Haydi siz dünya hayatında onlara
taraf çıkıp savundunuz..." şeklinde buyurduğu kimselerdir. Ileride
değineceğimiz gibi bu niteleme Ebu Tu'ma'nın akrabalarına uyuyor.
"Fakat onlar sadece kendilerini şaşırtıp saptırırlar." ifadesine
gelince, "sana hiçbir zarar veremezler." ifadesinin içerdiği ip ucundan
hareketle maksadın şu olduğunu anlıyoruz: Bu grubun
saptırma girişimi kendilerinden öteye geçmez, sana ulaşmaz. Onlar
yeltendikleri şey dolayısıyla sapmışlardır. Çünkü yeltendikleri
şey günahtır. Her günah da sapıklıktır.
Bu ifadenin değişik bir anlamı daha var. Buna tefsirimizin üçüncü
cildinde, "Fakat onlar sadece kendilerini şaşırtıp saptırırlar
da farkına varmazlar." (Âl-i Imrân, 69) ayetini tefsir ederken değinmiştik.
Fakat o açıklama, bu ayetin içeriğiyle bağdaşmadığı için
burada ona değinmedik.
"Sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana... indirdi." Burada
Nisâ Sûresi 105-126 ............................................ 135
onların Hz. Peygambere (s.a.a) zarar vermeleri mutlak bir şekilde
olumsuzlaşıyor. Fakat ayetin akışı bunun, "Allah sana kitabı indirdi."
ifadesiyle kayıtlı olduğunu gösteriyor. Kuşkusuz, "la
yudirruke=sana zarar veremezler" ifadesindeki zamirle ilintili "hâl"
olması koşuluyla. Gerçi nahiv bilginlerinin belirttiğine göre, mazi fiille
başlayan fiil cümleleri genellikle "kad" edatıyla başladığı takdirde
ancak "hâl" olabilir [ve bu ayette öyle değil; ama biz bunu
göz ardı etmeliyiz. Çünkü be genelde böyledir, her zaman değil].
Dolayısıyla burada kastedilen husus, insanların ilim ve amel açısından
Peygamberimize (s.a.a) zarar vermelerinin mutlak olarak
olumsuzlaşmasıdır.
"Allah sana kitabı (vahyi) ve hikmeti indirdi, sana bilemeyeceğin
şeyleri öğretti." Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, ayetin akışı bunun,
"Sana hiçbir zarar veremezler." ifadesinin ya da "Fakat onlar sadece
kendilerini şaşırtıp saptırırlar; sana hiçbir zarar veremezler."
cümlelerinin gerekçesi konumunda olduğunu gösteriyor. Her
hâlükârda kitabın inişi ve öğretim, onların Hz. Peygamberi (s.a.a)
etkileyip saptırmalarını engellemektedir. Şu hâlde Peygamber efendimizin
(s.a.a) masum oluşunun kriteri de budur.
MASUMIYETİN ANLAMI ÜZERİNE
Ayetten anladığımız kadarıyla, masumiyetin gerçekleşmesini
sağlayan olgu bir tür ilimdir ki, bu ilim kişiyi günaha ve hataya bulaşmaktan
alıkoyuyor. Diğer bir ifadeyle, masumiyet sapmayı önleyen
bir bilgiden ibarettir. Nitekim cesaret, iffet ve cömertlik gibi
huylar da sonuçlarının gerçekleşmesine yol açan ve korkaklık, panik,
pısırıklık, oburluk, cimrilik ve müsriflik gibi karşıt olguların
gerçekleşmesine engel olan insan fıtratında kökleşmiş ilmî şekillerdir.
Gerçi yararlı ilim ve yetkin hikmet, kişinin kötü sıfatların ölümcül,
helâk edici çukurlarına düşmesine, günah pisliklerine bulaşmasına
engel olur ve biz bunu ilim ve hikmet sahiplerinin, takva ve
136 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
din ehlinin şahsında gözlemleyebiliyoruz; ancak bu sebep, şu
maddî-doğal âlemde mevcut olan diğer sebepler gibi genelde etkinlik
göstermektedir. Dolayısıyla kemâl sıfatına sahip kimseler
arasında, onun bu kemâlinin her zaman kendisinin noksanlıklara
duçar olmasına engel olacak, sürekli ve değişmez bir şekilde onu
hatalardan koruyacak biri bulunmaz. Bu, aynı zamanda görüp gözlemlediğimiz
tüm sebepler açısından da yürürlükte olan bir yasadır.
Bunun izahı şöyledir: Insanın öz yaratılışında mevcut bulunan
değişik idrakî ve kavramsal güçlerin bazısı, insanın bu güçlerden
diğer bazısının etkisinden habersiz olmasına ya da onlara yönelik
ilgisinin azalmasına neden olur. Söz gelimi, takva duygusuna sahip
kimse, takva duygusunun üstünlüğünün bilincinde olduğu sürece,
hoşnut olunmayan şekilde şehevi duygulara tâbi olmaz, takvanın
gereği neyse ona göre hareket eder. Fakat şehvet ateşi parladığında,
nefis büyük bir iştiyakla kendini bu duygunun kucağına
attığında, insan takva duygusunun üstünlüğünü hatırlamayabilir
veya takva duygusu zaafa uğrar. Çok geçmeden insan, takvanın
onaylamadığı davranışlar sergilemeye başlar ve oburluğun, iffetsizliğin
girdabına düşer.
İnsanın öz yaratılışında mevcut bulunan diğer düşünsel ve kavramsal
güçler için de aynı durum geçerlidir. Dolayısıyla bu sebepler
mevcut oldukları sürece, insanın bu sebeplerden birinin etkisinden
kurtulması mümkün değildir. Hiçbir güç, onu bunun etkisinden
kurtaramaz. Şu hâlde tanık olduğumuz farklılıkların kaynağı,
takva ile sebepler arasındaki birbirini alt etme mücadelesi, bazısının
bazısını devre dışı bırakmasıdır.
Bundan da anlaşılıyor ki masumiyet dediğimiz güç, kesinlikle
alt edilemeyen ilmî-kavramsal bir güçtür. Eğer bizim bildiğimiz
türden bir duygu ve kavrayış olsaydı, farklılık olgusu ona da yol bulurdu,
etkisinde zaman zaman sürçmeler olurdu. Şu hâlde masumiyete
yol açan ilim, kazanma ve eğitim yoluyla elde edilen diğer
bilgi ve kavrayışlar türünden değildir.
Nisâ Sûresi 105-126 ........................................ 137
Nitekim yüce Allah, özel olarak Peygamberine (s.a.a) hitap ettiği
şu ifadede, bu duruma işaret etmiştir: "Allah sana kitabı ve
hikmeti indirdi, sana bilemeyecegin şeyleri ögretti." Burada özel
bir hitap söz konusudur ve bizim bunu gereği gibi kavramamız
mümkün değildir. Çünkü bu tarz bir bilgi ve bilinç alanında yetkinlik
gerektirici düşünce yapısına ve ilmî zevke sahip değiliz. Şu kadarı
var ki, diğer bazı ayetlerde buna ilişkin bazı ip uçları da
algılamıyor değiliz. Meselâ: "De ki... Cebrail'e kim düşman olursa,
(bilsin ki) Kur'ân'ı senin kalbine... o indirmiştir." (Bakara, 97) "Onu
Ruh-ul Emin (Cebrail) uyarıcılardan olasın diye apaçık Arapça diliyle
senin kalbine indirmiştir." (Şuarâ, 193-195) Bu ayetlere göre
Peygambere indirilen şey, bir tür ilimdir.
Öte yandan, bunun bir vahiy ve konuşma türünden olduğu da
anlaşılıyor: "O... dinden Nuh'a tavsiye ettigini, sana vahyettigimizi,
Ibrahim'e, Musa'ya ve Isa'ya tavsiye ettigimizi sizin için de (din
olarak) yasallaştırdı..." (Şûrâ, 13) "Biz Nuh'a ve ondan sonra gelen
peygamberlere vahyettigimiz gibi, sana da vahyettik." (Nisâ, 163)
"Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum." (En'âm, 50) "Ben, ancak
Rabbimden bana vahyolunana uyuyorum." (A'râf, 203)
Bu birbirinden farklı ayetlerden çıkan sonuca göre, "indirme"
den maksat vahyetmedir. Kitap ve hikmetin vahyedilmesi yani.
Ve bu, yüce Allah'ın Peygamberini (s.a.a) eğitmesinin bir şeklidir.
Fakat "sana bilemeyecegin şeyleri ögretti." ifadesinden anlaşıldığı
kadarıyla bu, yüce Allah'ın kitap ve hikmeti vahyetmek suretiyle
ona öğretmesinden ayrı bir şeydir. Çünkü ayetin konusu,
Peygamberimizin (s.a.a) kendisine iletilen olaylar ve dava konusu
edilen meseleler hakkında özel görüşüyle hükmetmesidir. Bu ise,
kitap ve hikmetten ayrı bir şeydir. Kitap ve hikmete uygun ve dayalı
olmakla beraber, onun özel görüşü ve düşüncesidir.
Bundan da anlaşılıyor ki, "Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi,
sana bilemeyecegin şeyleri ögretti." ayetinde geçen "indirme" ve
"öğretme"den maksat, iki tür bilgidir. Biri, vahiyle ve Ruh-ul Emin-
'in Pey-gambere (s.a.a) inmesiyle gerçekleşen öğretim; diğeri ise,
138 ......................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
melek indirmeksizin kalbe telkin etmek, gizlice ilâhî ilhamı ulaştırmaktır.
Peygamber efendimizin (s.a.a) ilmiyle ilgili olarak rivayet
edilen hadislerin de vurguladığı budur.
Buna göre, "sana bilemeyecegin şeyleri ögretti." ifadesinden
maksat şudur: Allah sana bir tür ilim vermiştir ki, eğer bu ilmi
katından sana bahşetmeseydi, böyle bir ilmi elde etmek için,
insanların ilim kazanmak amacıyla baş vurdukları normal
sebepler yeterli olmazdı.
Yukarıdan beri yaptığımız açıklamalardan çıkan sonuca göre,
bizim masumiyet gücü dediğimiz bu ilâhî bağış bir tür bilgi, duygu
ve kavrayıştır. Onu diğer bilgi ve duygulardan ayıran, hiçbir kavramsal
güç tarafından kesinlikle alt edilememesidir. Bilâkis o diğer
duygulara baskın çıkar, onları kendi amacı doğrultusunda kullanır.
Böylece sahibini mutlak sapıklık, yanılgı ve hatadan korur.
Rivayete göre, Peygamberin ve İmamın "Ruh-ul Kudüs" adı verilen
bir ruhu vardır ki, bu ruh onları doğrultur, günahlardan ve hatalardan
korur. Şu ayet-i kerime buna işaret etmektedir: "Işte böylece
sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Sen, kitap nedir, iman
nedir bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan diledigimizi
kendisiyle dogru yola ilettigimiz bir nur kıldık." (Şûrâ, 52) Ayeti, zahirini
esas alarak incelediğimizde öğretici, yol gösterici ruh kelimesinin
Peygambere (s.a.a) ilka edildiğinin, ulaştırıldığının kastedildiğini
anlıyoruz.
Şu ayet de bu anlamı destekler mahiyettedir: "Onları, emrimizle
dogru yolu gösteren önderler (imamlar) yaptık ve onlara
hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik.
Onlar, daima bize kulluk eden kimselerdi." (Enbiyâ, 73) Ileride inşallah
bu ayeti inceler-ken açıklayacağımız gibi, bununla kastedilen
anlam şudur: Ruh-ul Kudüs hayırlı işler yaptırmak ve Allah'a
ibadet etmesini sağlamak suretiyle İmamı doğrultur, yönünü tayin
eder ve yanlış yapmasını engeller.
Bu açıklamalardan çıkan bir diğer sonuç da şudur: "Allah sana
kitabı ve hikmeti indirdi, sana bilemeyecegin şeyleri ögretti."
ifadesinde geçen "kitap"tan maksat, insanlar arasında baş
Nisâ Sûresi 105-126 ............................................... 139
gösteren ihtilafları çözüme kavuşturmak üzere inen vahiydir.
Nitekim şu ayette bu noktaya işaret edilmiştir: "Insanlar bir tek
ümmetti, sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi.
Insanlar arsında anlaşmazlıga düştükleri konularda hüküm vermeleri
için onlarla beraber hak içerikli kitapları da indirdi..." (Bakara,
213) Tefsirimizin ikinci cildinde bu ayet geniş bir şekilde ele
alınmıştır.
"Hikmet" kavramı da vahiy yoluyla inen, dünya ve ahiret için
yararlı olan sair bilgiler anlamında kullanılmıştır. "sana
bilemeyecegin şeyleri ögretti." ifadesi ile, kitap ve hikmetten oluşan
bütünsel bilgilerden başkası kastedilmiştir.
Bu açıklamalardan sonra, bazı müfessirlerin söz konusu ayeti
tefsir ederken getirdikleri yorumların zayıflığını rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz.
Bazı müfessirler "kitab"ı Kur'ân, "hikmet"i de hüküm
içeren ayetler, "bilemeyeceğin şeyleri" ise hüküm ve gaybî bilgiler
şeklinde açıklamışlardır.
Bazıları, kitap ve hikmeti Kur'ân ve sünnet, bilemeyeceğin şeyleri
de şer'î hükümler ve önceki elçilere ilişkin haberler ve diğer
çeşitli bilgiler olarak açıklamışlardır. Müfessirlerin bunların dışında
işaret ettikleri daha nice yorumları vardır; ancak yukarıdaki açıklamalar,
bu tür yorumların zayıflığını ortaya koyuyor. Bir kez daha
yineleme gereğini duymuyoruz.
"Allah'ın lütfu sana gerçekten büyüktür." Burada Peygamber efendimize
(s.a.a) yapılan minnete işaret ediliyor, ilâhî lütfe dikkat çekiliyor.
"Onların fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur. Yalnız sadaka
yahut iyilik ya da insanların arasını düzeltmeyi emreden hariç." Ragıp el Isfahani
der ki: "Naceytuhu; ona bir sır verdim, sırrımı verdim, fısıldadım,
demektir. Bunun aslı, biriyle bir yerde yalnız kalmaktır."
(Ragıp'tan aldığımız alıntı burada son buldu.)
Buna göre ayette ge-
Dostları ilə paylaş: |