Evl‹YÂ Çeleb‹ seyahatnâmes‹



Yüklə 7,57 Mb.
səhifə14/74
tarix14.02.2018
ölçüsü7,57 Mb.
#42780
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   74

Manzara i râbi‘: Bu meydânda altı aded âdem­lere on altı zirâ‘ tavîl bir köse destârı küşâde dutup hemân ol çâpük-süvâr pehlivân berk i hâtif gibi seğirderek dülbend üzre pertâb edüp seğir­derek on altı zirâ‘ tavîl destârı bir başdan bir başa seğirdüp geçdikde aslâ dülbend zerre kadar hareket etmedi. Hakkâ ki sihr mertebesi çâpük-süvârlıkdır. Andan

Ve mine'l-acâ’ib san‘at ı diğer: Bu pehlivân meydân ı muhabbete iki yerde üç dane sürâhî bâde şîşelerin biri biri üzre koyup karşu tarafdan "Yâ Allah!..." deyüp seğirderek bir perende atup bî-bâk u bî-pervâ bu şîşe i sürâhîlerin üstünde karâr edüp kendüsü ne hareket etdi ve ne şîşe i hayâller şikest oldu. Hemân şîşeler üstünden pertâb edüp zemîni kadem basup bu şîşe üzre üç şîşeler dahi koyup cümle on iki aded şîşeler oldu. Hatta bu şîşelere rüzgâr isâbet etdikde zücâclar hareket ederdi ve iç­leri boş eyle hayâl i sürahî Ceneviz Firengî şîşeleridir kim her biri hayal i kârdır ve bu sırçaların altısı biri biri üzre durdukda bir âdem kaddinden âlî oldu. Müşkil işdir kim Perverdigâr yâver ola. Dest ber dâ’ire deyüp kırk elli adım mikdârı gerüye gidüp hemân anda at gibi eşinüp bir süheyl urup "Yâ Ma‘bûd ı bî-hemtâ!" deyüp yıldırım gibi şakıyup katı yaydan ok çıkar gibi seğirdüp şîşelerin dibine geldikde "Yâ Hay" deyüp pertâb edüp gûyâ bir meges-vâr bir ayağın altı şîşe ve bir pâyın şeş şîşe üzre koyup meks etdi. Hudâ âlimdir ol cüsse ile ne kendüsü ve ne şîşeler zerre kadar hareket etmeyüp biri dahi münkesir olmadı. Şîşeler üzre paşaya du‘â edüp yine bir pertâb ile zemîn bûs edüp bir tarafa durdu. Andan,

Manzara i ibret-nümâ ve mine'l-garâ’ib ü acâ’ib san‘at ı ilm i simyâ: Mukaddemâ şehr i Bitlîs'e alây ı azîm ile girerken esb i lâğara süvâr olan Monlâ Muhammed meydân ı muhabbete yine ol kirli ve bezirli ve pelâs pelâs destârıyla ve hırka i hezârpâre-i nemed peşmînesiyle huzûr ı paşaya gelüp yüz du‘âdan sonra Kürd lehcesiyle "Meni bu siyaset meydâna ne çağırmışsuz. Ziyâfet meydânına çağırmışsuz kim pelâs pelâs esbâbı vardır, dersüz. Şimdi menden ma‘rifet istersiz" deyü gazabâne niçe kelimât ı zebân-dırâzlıklar edüp eydür: "Hayya ale's-salâ, hân ocağı dâ’im ola, Melek Ahmed Hân kâ’im ola, rûh ı Fisagores i Tevhidî ve Ebû Alî Sînâ ve bürâder i cân-berâberi Ebü'l-Hâris ervâhları şâd ola." deyüp meydân ı muhabbete bir çuval koyup pehlivân ve nökerün yârdihleri dâ’ire ve kudüme el urdular. Hemân Monlâ Muhammed el kaldırup ey­dür: "Eyâ huzzârân yârân ı ihvânân! Bilin, âgâh olun! Eğer katı yürekli merd i Hudâ kişiler iseniz benim temâşâma sâbit-kadem olun. Ve illâ bir ka­dem-i mukaddem taşra çıhmağa tekaddüm edin." deyü hemân anadan doğma uryân olup şallak u mellak bu meydânda bir hayli deverân etdi.

Ba‘dehû mezkûr çuvalının yanına gelüp eydür: "Cânım! Hânum. Ve Melek Ahmed be cânânum! Hu­zûrunuzda kim böyle çılbah gezmemiz terk i edep­dür ammâ meni sâhib i zeker ve sâhib i dübür ve kubur sanırsuz. Yok kişiler. Eyle {zekerli deği­lem} cümle {yârâna} safâ-nazar!" deyüp cümle huz­zâr ı meclisin huzûrlarına varup deverân etdi. Bunda ne zengûle ve ne hayâ ve ne dübür var. Hemân önü ardı birer tahta-misâl deri pâreleri, ünsâ da değil ve tavâşî değil ve dübüründen dahi nişân yok. Bir merd şekilli sâhib derd budur. Andan son­ra yine harârının yanına gelüp garârdan bir peştemal çıkarup beline kuşandı.

Ammâ Yemen diyârında Aden hasırı derler, bir musanna‘ örülmüş bir bûriyâ olur. Bu peştemâl eyle örülmüş bir sihr i i‘câz do­kun­muş peştemâl idi. Bu peştemâli kemerine bend edince temâşâ-yı azîm hemân bu Monlâ Muham­med meydânda seğirtmeğe başlayup meselâ zü'l-ce­nâh ağır kuşlar ibtidâ birkaç kerre seküp sonra ber-hevâ olurlar. Bu Monlâ Muhammed dahi seğir­dir­ken kademleri yer­den götürülüp ber-hevâ olmağa başladı ve hevâda tayerân ederken temâşâcılara "Ey âkı­lân, ey gâfilân, vay filan ibni filan" deyü gör­me­diği ve bilmediği paşalı âdemlerinin ebâ an ced isim­leriyle nidâ edüp selâm vererek ber-hevâ deve­rân ederdi. Cümle halk hayrân kalup hazz u safâ ederdi. Anı gördük, bu Monlâ Muhammed hevâdan zemîni dörd beş âdem kaddi kalarak deverân ederdi. Ba‘zı kerre ayakları halkın başına dokunurdu.

Bu mahalde Monlâ Muhammed ber-hevâ [231b] belinden peştemâlın çıkarup omuzuna koyup monlâ-yı merkûmda bir mehîb ü sallâk salâk ve yerâk u kıllak zeker nümâyân oldu kim gûyâ hâdise i Uc bin Unuk kadar. Hemân zekerin eline alup hevâda tayerân ederken bu sarây meydânı içre mâl-â-mâl olan temâşâcıların üzerlerine serpe serpe ol kadar işedi kim cümle halk sırsıklam olup ancak koltukları altı kuru kalup niçe âdemler firârî tahallüs etdi. Niçeleri "Bre cânım, demin monlâya uryân iken bakdık, zekeri yok idi. Şimdi bu kadar mühre zi'l-kebîr ve bu kadar bârân ı la‘net gibi bevil ve kırti nedir?" dediler. Ammâ ahvâle vâkıf olan Ek­râd­lar ol bevilden nûş etdiler. Kimi poh âb ı ha­yâtdır, kimi yoh zülâldir, der. Monlâ Muhammed yine ber-hevâ serpe serpe işeyerek hân ile paşanın üzerlerine geldikde evvel hân u evlâdları kaçdılar. Paşa lâ havle ve lâ kuvvete, derken ol dahi dura­mayup içeri kâl‘aya girüp Monlâ, paşanın oturduğu zer-ender-zer ile mefrûş kasr içre ol kadar işedi kim seyl i bevil revân olup hân gülerek "Bre kurşum ile urun şu mel‘ûnu" der, ammâ gülmeden hayrân olur.

Bu hâl üzre bir sâ‘at mürûr edüp yine Monlâ Muhammed zemîne kadem basup peştemâlı belinde zemîn bûs edüp ne zekeri var ve ne yağmur ı bevil var ve ne ıslanmış âdemler var. Cümle halk ke'l-evvel yubûset üzre esbâblarıyla yine meydân ı muhabbetde cem‘ oldular. Paşa "Sübhânallah!" diyerek engüşt ber-dehen edüp hayrân kaldı. Ol mahalde hân arkasından semmûr kürkün Monlâ Muhammed'e ihsân edüp eyitdi: "Ey monlâ!, Mini seversen bir acîbe mahûf u muhâtara kâr et galan" dedi. Monlâ-yı merkûm "Be-ser i çeşm" dedi.

Nev‘ i diğer i ibret-nümâ: Monlâ Muhammed eyitdi: "Hanım! Sarây meydânı kapuların ve yukaru nerdübân kapuların cümle kapasınlar.Ta ki sen dahi ve aşağıdaki temâşâcılar seyir çalsınlar." deyince hân tenbîh edüp cümle kapuları sedd etdiler kim cânib i erba‘ası kal‘a dîvârı gibidir. Monlâ Muhammed harârı içinden biraz çaput ve pembe ve şarmut pâreleri çıkarup huddâmlarıyla kapuların menfez deliklerin cümle dıkayup yine meydâna gelüp harârından bir bardak çıkarup suyundan bir pâre nûş etdi ve bardağı yine harârına pinhân etdi ve yine zekerin eline alup bu halk ı âleme karşu ol kadar işedi kim selesi'l-bevle mübtelâ olan ol kadar teşâşür idemez. Hemân ol sarây meydânına monlânın sidiği istîlâ edince nehr i Darb ve nehr i Batmân ve nehr i Çerka ve Dicle gibi akup bu anda sarây meydânı bir buhayre olmağa başlayınca bu kadar bin benî Âdem havfe düşüp bir hây [u] hûy-ı vâveylâ ve vâveledâ deyüp feyâd u figân edenlerin hadd [u] pâyânları ve bir cânibe firâr etmeğe cây ı menâs yok, hemân monlâ harârının üstüne süvâr olup bu buhayre içre şinâverlik etmeğe başlayınca halk gördüler kim gark oluyorlar. Hemân cümlesi bir ağızdan "Amân hey Melek Ahmed Paşa! Amân ka­puları açsınlar, bizi bu gark ı âbdan halâs etsinler!" deyü feryâd [u] enîn etdiklerinde paşa "Bu ne hâldir, bu kadar ibâdullah, hey hân senin hânedâ­nında gark ı âb mı olsunlar?!" dedikde, hân paşanın destin bûs edüp "Sultânım, ma‘rifetdir, bunda helâk yokdur. Sehel sabr eyle." dedi.

Hemân halk gördüler kim hândan ve paşadan imdâd yok. Yüzmek bilenler cümle anadan doğma uryân olup deryâda yüzer gibi bu sarây mey­dânında niçe bin âdem şinâverlik edüp kimi bir­birinden amân dileyüp birbirin kucaklamış, kimisi nerdübân kademlerinde kat-ender-kat olmuş, kimisi dîvârlara tırmaşmış, kimisi biri biri üzre çıkmış, kimi altında kalmış, kimi boğulurken şehâdet kelimesi getirir, kimi gır gır derdi.

Hulâsa i kelâm bu sarây meydânında bir feza‘ u çeza‘-ı vâveylâ ve feryâd oldu kim gûyâ eşrât ı sâ‘atden bir nişân oldu. Ammâ bu hakîr paşa kas­rında temâşâ ederdik.

İbtidâ Monlâ Muhammed'in nûş etdüği bar­dakdaki sudan yere döküp işediği zamân zemîne müstevlî olan su ancak âdem topuğuna çıkardı. Ammâ aşağıdaki temâşâcılar gark olayazdılar.

Andan yine Monlâ Muhammed harârından bir tıhtab tas çıkarup tasa bir taş ile urdukda tasdan sâ‘at çanı gibi bir sadâ istimâ‘ olup bu meydânda ne bir katre su ve ne Monlâ Muhammed'e zeker ve kuburdan bir nişân yok. Ancak bu meydânda bu kadar bin âdem şellak u mellak ve uryân, kimi sarâyın pencerelerine yarasa kuşu gibi sarılmışlar, kimisi sarây dîvârına çıkmışlar. Uryân u büryân meydânda kalanlara paşa ve hân ve gayrı a‘yân gülmeden mebhût oldular. Fakîr herîfler hicâbların­dan kimi uryân yere çöker, kimi halk arasına pin­hân olup "Bre esbâblarım, bre bıçağ u hançerim!" deyüp feryâd edenin hadd [ü] pâyânı yok. Bu hâl i pür-melâlde bir şaka-yı pür-meâl ol­muşdur kim bin sene seyâhat eden bu temâşâ-yı ibret-nümâyı görmemişdir.

Hemân yine Monlâ Muhammed yine paşa ve hân huzûrunda [232a] zemîn bûs etdikde hân ey­dür: "Paşa başıyçün olsun, bir şemme bir ma‘rifet dahi göstergalan. Andan gayrı sana teklîf mâlâ-yu­takdır. Bir şey istemezüz" dedikde Melek Paşa ey­dür: "Gider ey hân şu sehhâr ı mel‘ûn gidiyi! Cümle tevâbi‘imizin zehrelerin çâk eyledi." dedikde Hân eydür: "Bunda bir şey yokdur, sultânım." dedi. Paşa gördü kim Hânın tabî‘ati ol temâşâ tarafına meyyâl, ığmâz ı ayn edüp "Hele bir ma‘kûlce ma‘rifet gösterse!" dedi.



Diğer acîbe i ibret-nümâ-yı âhar: Hemân Monlâ Muhammed garârı yanına gelüp garâr için­den bir alaca münakkaş uçkur çıkarup peştemâlı elinde biraz pinhân edüp sehel oturup yine uçkuru peştemâlı elinden çıkarup uçkur ı mezbûru yine garârı içine kodu. Anı gördük, harârı içinde bir gürüldü ve bir sâ‘ika ve bir harekât zâhir olup garârın ağzından taşra bir azîm mefret yılan başı zâhir olup taşra süzülüp rimâl üzre şiddet i hârda âfitâba karşu yatup çörek çörek oldu. Ammâ soludukça büyümede ve gözleri meş‘al gibi şu‘le vermede ve dendânları fil dişi kadar olmada ve ceyran tüğü gibi tüğleri nümâyân olmada. Bu hâl üzre ol meydânda ol evren, nîm sâ‘at durup vücûdu fil cüssesi kadar oldu.

Ba‘dehû ol şiddet i hârda uzanup vücûd ı dırâzın gösterüp gerindi ve sündü ve birez cevelân edüp yine Monlâ Muhammed'in yanına geldi. Monlâ Muhammed "Bu evrene süvâr olam" dedikde Monlâ Muhammed'e bir düm i dırâz eyle urdu kim Monlâ Muhammed tepesi üzre düşüp purpotur olup meydân ı muhabbetde bî-mecâl kaldı. Bu kerre temâşâcılara telâş el verdi kim bu ejder monlâya böyle edince ya bizim hâlimiz neye müncer olur?", deyü halk firâra başladılar ve hâh-nâ-hâh sarâyın dağ kapusun kırup kaçdılar. Hemân Monlâ Muham­med zemînden kalkup garârından kırmızı tabılkı çubuğu çıkarup ejdere bir çubuk urup derhâl ejderhâya süvâr olup serin ve dümmin ber-hevâ edüp sarây meydânında gıjgırup ağzından âteşler saçup kuyruğuyla zemîndeki rimâl i türâbı nadaz nadaz edüp gubâr ı gird i siyâh evce urûc ederdi. Ve yine cevelân u deverân ederek halkı birbirine katardı. Bunca benî Âdem gaşy olup kalırdı, bir niçesi zîr i zeber olurdu. Hatta fakîr ekmekçibaşı havfinden sar‘a dutup mebhût oldu.

Bu hâl i pür-melâli paşa görüp "Bre Monlâ Muhammed mel‘ûn! Bre ha sen bunu unutma ha!" deyü bir nidâ etdi. Monlâ Muhammed bildi kim paşa elem-zede olmuşdur. Hemân ejderhâyı eyle bir kerre deverân edüp ejderiyle paşa katarının altına gelüp "Paşa, seni Eyzed i Yezdân'a ısmarladım. Yâhû du‘âlar sinni!" deyüp ejderine süvâr olarak hânın bâğ kapusundan taşra çıkup alâ mele’i'n-nâs dağlara gidüp gâ’ib olup cümle halk yine meydân ı ma‘rekeye cem‘ olup herkes ta‘accübâne kîl u kâl ederlerdi.

{Der-beyân ı ummân ı kerâme i simyâ}: Ba‘dehû Monlâ Muhammed'in harârı meydân ı muhabbetde kalup hân eydür: "Getirin şu harârı, Monlâ Muhammed'in cihâz ı fakrın temâşâ idelim." dedikde paşa eydür: "Hey hân gider şu mel‘ûnun şeylerini." dedi. Hân eydür: "Cığıcığı paşa! Hele bir temâşâ edelim." deyince harârın ağzın küşâde edüp ekser koyun ve deve yününden alaca ince ipler ve kendir sicimleri ve kutular içre gûnâ-gûn edviyeler ve kara çalı dikenleri ve kâfûrî ve asel i bend ve kara günlük ve öd u anber ve zift u katran ve yelisan u zakkum ve gûnâ-gûn kâfûrî mum mâl-â-mâl ve eski bezler ve alaca bezler ve Keşân katîfesi ve Şâm kutnîsı ve pâreler ki asla bir münkeratımız (?) ve hokkalar içre gûnâ-gûn dühniyyât ü ma‘âcin i hulviyyât ve kavun ve karpuz ve hıyar ve kabak çekirdekleri ve bunun emsâli niçe bin gûne tohm ı mekûlât ve kalay ı kumkumalar içre mürekkeb ü arak ve sirke vü şarâb ve neft ü san­daloz ve koyun ve keçi kelleleri ve paçaları tüğ­leriyle tuzlanmış ve bir arslan kellesi ve bî-hisâb yılan ve sakankur ve kertenkele ve akrep ve çıyan mürdeleri ve eşek ve at ve katır ve deve ve hınzîr ayakları ve dişleri ve niçe hokkalarda hayâtda kara sülük ve çıyan ve domuzlan böceği ve yer solucanı ve iri karıncalar ve kutularda diri yılanlar ve akrep­ler ve sümüklü böcekler, Van deryâsında hâsıl olur gûnâ-gûn böcek haşerâtları ve hatta bir kurumuş âdem kafası ve kaplan u arslan ve bebr ü pelenk {kafası} ve'l-hâsıl cümle hayvânın derileri ta semmûr u zerdevâ ve kakum [u] vaşak derisine varınca cümle post ı gûnâ-gûn mevcûd idi. Ammâ cümlesi bir nükre etmez, lâkin cemî‘i mevcûdât bu harâr ı ummân ı kerâmede mevcûd idi. Ve bunda olan ed­viye i ahşâbât ispeçer dükkânlarında ve sûk ı fe­hhâmînde bulunmak ihtimâli yokdur.

Paşa eyitdi: [232b] "Cânım Hân, bu kadar bî-ma‘nâ eşyâları bu gidi neylerdi. Şarâbı, rakısı ve sirkesi var." dedi. Hân eyitdi: " Sultânım, vallah ve billah ve tallah, üç yıldır bizdedir. Ömründe şarâb ve tütün ve kahve içdiği yokdur. Ve gice kâ’im ve gündüz sâ’imdir kim dâ’imâ savm ı Dâvûd ile geçinir ve ömründe bıçağ ile boğazlanmış, kanı ak­mış ve cânı çıkmış zî-rûh kısmı yememişdir. Ve bir vakit namâzın kazâya komamışdır. Ancak diyâr ı Mağrib-zemînde şehr i Marankûş'da bu ilm i simyâyı tahsîl edüp sultânıma temâşâ içün benim ibrâmımla bir şemme ma‘rifet gösterdi. Yohsa bu bir hayâl i hâbdır. Bundan halka bir zarâr isâbet etmez" dedi.



Paşa eyitdi: "Ya bu hayvân derilerin ve zî-rûh hayvânları mahpus edüp neyler." Hân eyitdi: "Belî sultânım, yahşı su‘âl buyurdunuz. Anın işlediği cemî‘i kâr ı simyânın aslı yine Cenâb ı Bârî'nin yed i kudretiyle halk olan eşyâ-yı mevcûdâtdır. Yahûd manzûr ı şerîfiniz olan bu şeylerdir. İktizâsı mahalline göre ma‘rifet sarf eder. Meselâ vücûduna hokkasından bir yağ-ı ber-efsûn süründü, kendüyi zekersiz ve hayâsız gösterdi ve kurağı ve çiyik yağı süründü, kendüyi ber-hevâ gösterdi. Ve kumkuma ibrik ile halk üzre su dökerdi. Halk anı üzerimize işer derlerdi. Ve zemîne efsûnlu su döküp halk kendüyi gark ı âb görüp uryân oldular. Ve bu yılanın birin harârdan çıkarup bir efsûn okuyup ejderhâ sûretinde görünüp sultânımın havfinden ejder ile firâr edüp işte harârı bunda kaldı. Bu harâr içre ne kadar hayvân postları var ise anları zî-rûh göstermeğe kâdirdir kim evveli sun‘ ı Hudâ'dır kim harârında her birinden birer cüz cânı başı gibi hıfz ederdi." deyü Monlâ Muhammed'i hüsn i terbiyeler etdi. Paşa eyitdi: "Kaldırın şu sihirbâzın gararın. Ben şu perendebâz pehlivân ı şâhbâzdan hazz etdim." dedikde yine meydân ı muhabbete Pehlivân Zengüzer, ya‘nî avretden geçmiş mücerred pâk ol­muş demekdir, mezkûr pehlivân def ü kudümün çalmağa başladı.

Ma‘rifet i sihr i‘câz ı nev‘ i diğer: Bâlâda tavsîf olunan Hân'ın bâğ sarâyının cânib i şarkîsinde hânelerinin damı ve bâmları cümle sarây dîvârından âlîdir. Bâ-husûs andan aşağı yalçın kayalardır. Âdem aşağı bakmağa cür’et idemez kim iki Süleymâniyye minâresi kaddi vardır. Bir iki gün mukaddem ol gayyâ deresi kayalarında niçe yüz Ferhâd ı kûh­ken­ler kayaları Ferhâdî külünkler ile kırup bir vâsi‘ meydân edüp kum dökmüşlerdi. Meğer Pehlivân Zengüzer arz ı mahâret ideceğin bilüp ol kayaları kırdırup Hân'ın sarâyı üstüne bir çuval fışkı ile mem­lû türâb komuş idi. Pehlivân eydür: "Ey sultânım, Melek Paşa-yı vezîr i dilîr! Eğer bu kemter abd i dâ‘înin bir temâşâsın dahi idesin. Sarâyın kayalar tara­fına nâzır şâhnişînlere varasın. Ta ki ibret göre­sin." dedikde paşa ol tarafa ve cemî‘i ehl i teferrüc dahi ol cânibe varup ol pehlivânın yârdak­ları def [u] kudüme el urup pehlivân dam üstünde du‘â ve senâ edüp "Ey âşıkân bu arz ı ma‘rifet değildir. Buna cânbâzlık derler. Bizi hayır du‘âdan ferâmûş etmeniz. Sizi Allah'a ısmarlamışım. Siz dahi meni Perverdigâr'a ısmarlan. Her kim Muham­me­dî'dir, Muhammed'in gül cemâline salavât deyüp İllah onara" dedikde niçe bin âdem İllah onara, deyince hemân zâlim pehlivân götü al­tına mezkûr fışkı ve topraklı harârı alup berk yapışup kendüyi sarây damından aşağı iki minâre kaddi yere inince ukâb kuşu gibi tayerân ederken "Ya Allah!" deyü feryâd ederek zemîne bir âdem kaddi kaldıkda hemân götü altındaki harâr üzre bir perende i tavûsî atup bi-emri Hudâ sihhatle sâlimîn zemîne ber-pâ karâr etdi ve yine hakîr du‘â edüp anda bir at hâzır imiş, süvâr olup tarfetü'l-ayn içre ata mahmîz edüp huzûr ı paşada zemîn bûs idince paşa kendüye bir kise guruş ihsân etdi. Ve yine paşa temâşâsına sarây meydânı köşküne geldi.

Diğer pesendîde i ma‘rifet i pehlivânî: Yine huddâmları def [u] kudüme el urup pehlivân mey­dân ı muhabbetde deverân [u] seyerân ve lu‘bede­bâz­lık ve perendebâzlık ederken cil­bendinden bir çekiş ve iki mismâr enseri çıkarup eydür: "Ey ha­nım! Eğer izn i şerîfin olur, bu seksen arşın kaddi âlî olan dîvârın yüzünden ta sütûha çıkayım" deyü izin taleb etdikde Hân eydür: "Destûr der, Hudâ âsân getire" deyüp dîvârın dibine varup hayır du‘â edüp eli yetişdiği yerde dîvâra enserinin birisin kakup çekici yine beline sokup ya Allah deyüp perende ile enserinin üstüne çıkup oturdu ve hayli ma‘rifetler icrâ etdi. Andan bu mismâr üstün­den dîvâra yapışarak ayak üzre kalkup belinden çekici ve bir mismârı dahi çıkarup kaddinde anı dahi iki taş mâbeynine kakdı ve yine [233a] çekici be­line sokup ankebût-vâr ol mismâr üzre karâr edüp anda dahi niçe gûne lu‘bedebâzlıklar gösterdi. Ammâ garâbet bunda kim enserinin ikisi de birer buçuk karış ancak var, üçer parmak mikdârı dîvâra girdiği zamân beri tarafda icrâ-yı ma‘rifet idecek yer yok, âlet yok. Anı gördük, yukarıdaki mismardan yılan gibi süzülüp baş aşağı olup aşağıdaki mismâra berk yapışup yukaruda kalan mismâra ayağının üsteki mesh olacak yerlerin ve ayaklarının parmakların devirüp çengel edüp aşağı mismardan ellerin boş koyup baş aşağı ayağı üstünden asılup ser-nigûn niçe fünûnlar gösterirken belinden çe­kicin çıkarup ayağı üstünden asılmış iken aşağı mis­mârı çekiç ile ura ura çıkarup yine yukaru mismâra süzüldü.

Andan dahi ayak üzre kalkup yine eli yetirdiği yere öbür mismârı kakdı. Ve ol kadar kâr ı mu­sanna‘lar gösterdi kim ta‘bîr ü tavsîf olunmaz.

Andan yine aşağıdaki mismâra ser-nigûn süzülüp yine ayağı meshi yerinden asılup yine aşağıdaki mismârı çıkarup yukarudaki enser üzre yine ayağa kalkup kaddince dîvâra mismârı kakup anda dahi niçe yüzden hünerler gösterdi. Bu mis­mâr mahalli zemînden dokuz âdem kaddi oldu. Bu mismârda iken belinden tütün kisesin çıkarup mis­mâr üzre kiseyi koyup tepesi üzre durup ayakları ber-hevâ hareket etdirirdi.

Aceb ma‘rifetdir kim vücûd ı insân bir enser üzre bu mertebe hareket ide.

Andan yine ser-nigûn olup aşağı mismârı çıkarup yine kakup yine çıkarup bir mismâr üzre icrâ etdiği ma‘rifetleri bir mismârda etmeyüp kırk yedi kerre kırk yedi âdem kaddi dîvâr yüzünden ta sütûha çıkup üstâdlarına ve pîr i perverlerine hayır du‘â edüp mezkûr iki mismârı bir yere kakup çe­kici aşağı atup eydür: "Ey ümmet-i Muhammed! Menüm âletim çekiç idi ve iki mismâr idi. Şimdi çekiç yok ve mismârlar çıkması mümkin değil. Ben niçesi bu sütûh üzerinden aşağı inerim. İşim Allah'a kaldı kim men öz özümü aşağa ataram. Hudâ şâhidim ola kanım ve katlim size helâl ola. Bizi du‘âdan unutmanuz" deyüp koynundan bir eldiven çıkarup ellerine giydi ve "Bismillah ya Allah!" deyü bam ı damdan zemîne kendüyi atdı.

Gören âkıllar hay Allah belâ vermesin, kanlı olduk, derken meğer eline giydiği eldivenler cümle hâm ibrişimden hayâl i Firengî sicim imiş. Bir ucu sütûhdaki kakdığı iki enseride makyûdmuş.

Hemân zemîne ineceğine karîb oldukda elindeki eldiven ipini berk zabt edüp vücûdu dîvâra varup elindeki ip ile asıla kalup an­dan bir perende ile zemîne gelüp paşa huzûrunda hâk i anber pâki bûs edüp paşa, pehlivânın başına iki avuç altun nisâr etdi.

Temâşâgâh ı ibret-nümâ-yı a‘cebü'l acâ’ib ve manzara i vâcibü's seyr i garâ’ib

Bu ibret-nümâları paşa ve cümle asker seyr ü temâşâ ederken paşa efendimizin yanında zânû-be-zânû oturmuş Hakkarî hâkiminin akra[bâ]larından sulehâ-yı üm­met bir âlim u fâzıl çelebi idi, ammâ ismi Allahu a‘lem ya İsmâ‘îl veya Monlâ Alî idi, hemân ol zât ı lecûc Kürdlüğü dutup paşaya ve hâna eydür: "Böyle hırsız ve harâmî kemendbâz ve mismârbâz senin hareminin sütûhuna çıhar. Murâd idinse gice haremine girüp harâm-zinâlık ve harâmzâdelik et­mez mi? Munu fikr etmeyüp eynine semmûr lipâçe verüp bir kise guruş verüp başına zer i mümessek nisâr edersüz. Men de ecdâdımdan gördiğim ma‘rifetleri gösterem. Mena ne verirsiz, görem!" deyüp kasr ı kasîrden aşağı "Yâ Hay!" de­yüp kendüyi atup derhâl eyninden semmûr kürkün çıkarup meydân ı muhabbetde serserî "Yâ Hayy!, yâ Kayyûm" {deyü} gezüp eydür: "Ol pehlivân dîvâr­lara mismârlarla çıkar. Görem ki men de niçe çıkaram" deyü hemân karşu dîvârın yüzüne bir kerre el urdu ve eli dîvâra yapışdı. Obir elin dahi yukaru atdı. Ol dahi eyle yapışup bu tarîk ile "Yâ Hayy, yâ Hâyy" deyü feryâd ederek yarasa kuşu gibi rûy ı dîvâra yapışarak asılup gezerdi. Başında kohık i şanpur destârı ve ayaklarında poçilli pâbucu ile sarây meydânının cânib i erba‘asında dîvâr ki seksener doksanar arşın âlî dîvârlardır, birkaç kerre bu rûy-ı dîvârı "Yâ Hây, yâ Kayyûm ve yâ Vâhid ve yâ Mâcid ve yâ Ferd ve yâ Samed!" deyüp devr ederek paşanın başı ucundaki dîvârdan köşke nüzûl edüp yine zânû-be-zânû meks etdükde paşadan vâ­fir özürler diledi.

Paşa eydür: "Beğim, siz Âl i Abbâsiyân'dansız. Size çûn [u] çerâmız yokdur. Hatta elli üç târîhinde Hakkarî'den Diyârbekr'e bana geldikde yine böyle bir ma‘rifet göstermiş idiniz. Hamd i Hudâ yine şehr i Bitlîs'de bu hân karındaşımızın sarâyında müşerref oldu." dedikde mezbûr beğ eydür: "Belî ol asırdan berü görüşmemek ile [233b] ihsânınız gör­me­miş idim." dedikde paşa bir kise ve hân bir kise guruş ve birer kat ser ü pâ hil‘at i fâhire ve birer kat bisâtıyla küheylân atlar ihsân eyleyüp di­yâr ı Hakkarî'ye nâmeler ile Hân Yezdenşîr'e gönder­diler. El-kıssa şehr i Bitlîs'de bu on gün tekâ‘üd eylediğimizde rûz-merre gördüğümüz acâ’i­bât u garâ’ibâtları tahrîr eylesek bir tomar ı latîfe olurdu. Ammâ yine sadede rücû‘ idelim:

....................(1 satır boş)....................

Sitâyiş i sanâyi‘ât ı ahâlî i şehr i Bitlîs

Evvelâ hân-ı âlîşân yedi yüz yetmiş fünûnda yed i tûlâ sâhibi ferîd i asr ve garîbü'l-heykel kimesnedir. Hilye i eşkâli oldur kim evvelâ kasîrü'l-kâme ve gerdeni kısa ve esmerü'l-levn ve burnu se­hel minkârîce ve alnı vâsi‘ gök ala gözlü ve şîrîn sözlü ve münevver yüzlü ve gûşları iri ve bıyıkları gür ve sakalı kırgıl, ol asır ki bin altmış târîhi idi, sinni yetmiş seneye yetmiş idi. Ammâ zinde ve kaviyyü'l-bünye idi ve savtı bülend idi ve kitifleri vâsi‘ ve şîrâne ve bâzûları merdâne ve kemeri ince ve tabanları vâsi‘ce ve her harekât [u] sekenâtları pâdişâhâne idi.

Cümle ma‘rifetlerinden memdûhu Hâtem i Tay'lığı ve ni‘meti mebzûlluğu ve hüsn i hulku ve halîm ve selîmliği cümleye besdir.

Ve bir memdûhu dahi haddâdların Şeyhânî ve Ma‘ar­ravî ve zivzik kılıç yapdıkları ne Ceska şehrin­de ve ne Diyârbekir'de ve ne kârhâne i Isfahân'da yapamazlar.

Ve derzileri eğer çukaya ve gayrı akmişe i fâhireye eyle sûzen ururlar kim asla dikiş yeri ma‘lûm değildir.

Ve bir kâr ı memdûhu dahi boyahânelerinde elvân boyalar ile harîr ve gayrı şapik harîr sabğ ederler kim diyâr ı Acem'in Lahîcân şehri sabbâğları eyle harîr sabğ idemezler.

Ve bir memdûh ı kârı dahi debbâğlardır kim diyâr ı Rûm'da Edirne'nin kırmızı sahtiyânı ve yine Rûm'da Öziçe mor sahtiyânı ve Anadolu'da Konya ve Kayseriyye'nin sarı sahtiyânları meşhûr ı âfâk iken bu şehr i Bitlîs'in sarı sahtiyânı ve gül i pembe ve gül i şeftalü ve âsumânî ve ebrî ve gülgûnîsi ve kırmızısı ve âlü'l-alisi ve yeşil ve turuncî ve meneviş sahtiyânları olur kim gûyâ Hıtâyî ve Ahmed-âbâdî kâğız gibi mücellâ ve danedâr sahtiyânları olur kim bir diyâra mahsûs değildir. Hatta ba‘zı tüccârlar ve âyende vü revendegân kübbâr ı a‘yânlar diyâr diyâr teberrüken götürüp kitâblara ve Kelâmullah­lara cild ederler kim içinde âyetün min âyâtillah olur. Ammâ aceb hikmetdir kim yine kelb necisiyle dibâğat olunur.

Bu gûne elvân sahtiyânlar ta dip Firengîstân'a gidüp pesend ederler kim anlar bu gûne sahtiyân idememişlerdir. Ekseriyyâ güderi derisi işlerler. Moskov telâtin derisi işlerler. Rûm'da biz dahi telatin idemeziz ve Firengîstân'da Engürü sofu dahi işleyemezler. Hatta beher sene niçe bin kantar sof ipliği Firengîstân'a gider, mümkin olmayup Engürü sofuna taklîd edemediler. İlâ hâze'l-ân çalışırlar.

Ammâ ki Engürü'de medfûn Hazret i Hacı Bayrâm ı Velî'nin kendi kârı te’lîfi olmağile fukarâlarının kifâf ı nefsleri kârıdır. Kâfire müyesser değildir. Biri dahi ok yaydır kim bunu dahi kâ­firistânda taklîd edüp yapamazlar ve yapsalar bi-emrillah başların dutduramazlar ve asla ok ata­mazlar. Zîrâ sünnet i Resûlullah'dır. Hatta Hazret i Alî'den menkûldür kim "Yâ Resûlullah biz cennetde nişleriz?" deyü su‘âl ederler. Resûl i kibriyâ buyu­rurlar kim "Ayş u nûş ederiz. Hûri ve gılmânlar ile güleş ederiz ve yay ile ok atarız." buyurmuşlar. İmdi ok yay böyle mübârek silâh ı Resûl olduğun­dan kâfire müyesser olmamışdır. Ve bu Bitlîs sahtiyânının rengâ­rengi gibi kâfire müyesser olup taklîd idememişlerdir. Zîrâ Âl i Abbâsiyân'dan Sultân Evhadullah'ın kârıdır kim Bitlîs şehrine mah­sûsdur. Gayri İslâm diyâr­larında dahi böyle elvân sahtiyân ı gûnâ-gûn olmak ihtimâli yokdur. Memdûh kârından biri dahi,

....................(2 satır boş)....................

Der-beyân ı kâr [u] kisb i ahâlî i şehr i Bitlîs

On bin âdemi hân-ı âlîşân nökeridir kim bel­lerinde Şeyhânî ve Ma‘arravî kılıçları ve çepken­lerinde Halebî kalkanları ve ellerinde köpal çev­gân­ları başları telli ve alaca serbendli ve gözü sürmeli ve çoğu semmûr u zerdevâ ve vaşak u zincâb ve kebûtî kürklü müte‘azzım âdemlerdir. Hân nökerinin vasatu'l-hâlli olanı serbendli ve başları turna ve şahin telli ve şal u şapikli ve beli çap tîrkeşli ve eli kûpâlli ve mavi ve sarı ve siyâh ve kırmızı ve zırnîhî ve hınnâ ile boyanmış sekiz elvân reng i ebrî sakallı âdem­ler­dir ve kıllı Kürd tâ’ifesi [234a] olmak ile kesîrü'l-lıhye ve vecîhü'l-manzar âdemlerdir kim karşudan bir âdeme nazar etsen sekiz gûne sakalı vardır. Bir cânibi kumral ve bir tarafı zerdeçavî ve bir yanı mavî ve ortası kırmızı gûnâ-gûn ablak ve palâk sa­kal­ları vardır kim Rûm âdemi anları gördükde hayrân olur.

Ve cümle bu Rujikî tâ’ifesinin elleri ve ayakları ve sakalları sünnet i Resûl üzre kınalı ve gözleri sürmeli âdemlerdir ve cümle üstâd tüfeng-endâz u şecî‘ ve yarar u bahâdırân-ı kavm i Ekrâdândırlar kim bu gürûh cümle Hân huddâmlarıdır. Bir fırkası dahi a‘yândan ehl i hizmetdir. Hân eyâletinde olan ze‘âmet sâhibleridir ve hâs u harâc tahsîl ederler. Ve bir fırkasının çoğu kavm i tüccârdır kim ek­seriyyâ diyâr ı Acem'e ve Gürcîstân'a metâ‘ götürüp kâlây getirirler. Ve bir zümresi şehr içre ehl i hırefdir kim cemî‘i ehl i hırfet bu şehr içinde mevcûddur.

....................(1 satır boş)....................

Der-beyân ı mahsûlât ı hubûbât

Bu şehr i Bitlîs kûh ı bülendler içre sengistân u teng ü sa‘bistân mahalde vâki‘ olmağile cümle amelî bâğlardır. Zirâ‘at olunur vâdîler yokdur. Cümle gendüm hubûbât ı mahsûlâtları Rahova'dan ve Muş sahrâsından gelir, ammâ danedâr buğday u arpası ve gayrı gilâli firâvân olur. Ve ekseriyyâ dağlarda Kürd re‘âyâları kızıl darı ekmeği yerler.

Der-ayân ı me’kûlât

Evvelâ beyâz ekmeği ve beyâz lavaşa yufkası ve beyâz gül pembe-misâl çakıl ekmeği ve kahık halka çöreği ve katmer şeref çöreği ve mâhîcesi ve bak­la­vası ve keklik böreği ve ışkını ve mastaba çobrası ve cacıhlı ve kızılı peyniri ve kaymağı ve gömeç balı ve keklik kebâbı ve lavaşalı keklik yahnisi ve keklik pilavı meşhûr ta‘âmlardır.

Der-sitâyiş i me’kûlât ı müsmirrât

Evvelâ bu şehr içre sicillâtda mastûr on bir gûne emrûdu olur kim şehr i Malatıyye'de olmaz. Cüm­le­den lezîz ü hoş-hor u âbdâr Abbâsî em­rûdudur ve mahlaca emrûdu memdûhlardır ve gûnâ-gûn en­gür i âbdârları olur kim Zerikî şehrinde olmazdır.

....................(1 satır boş)....................

Der-vasf ı envâ‘ ı meşrûbât

Evvelâ bu şehrin yigirmi yedi aded uyûn ı âb ı zülâllerinden mâ‘adâ niçe yüz kaynak âb ı hayâtları vardır ammâ cümleden ayn ı İskender âb ı hayâtdır ve ayn ı Sendefe beyne'l-hukemâ memdûh âb ı nâbdır. Ve meşrûbât ı mükeyyefâtından koknar şer­beti ve nar şerbeti ve avşıla şerbeti ve reybas şerbeti ve müselles i şer‘iyyesi ve kaysı cüllâbı ve baldıran şerbeti bunlar memdûhdur.

Der-medh i dârü'l-ıt‘âm ı imârât

Mukaddemâ selefde Şeref Hân imâreti ve Hâtûniyye imâreti ve Hüsrev Paşa imâretleri imâr iken cemî‘i müsâfirîn ü mücâvirîne ni‘metleri mebzûl imiş. Hâlâ evkâfları harâb u yebâb olmağile mâh ı Âşûra'da ve mâh ı leyle i Ramazân'da çobrası çıkar ammâ bunlara ihtiyâc yokdur. Zîrâ cümle hânedânları bâbları meftûh olup dârü'z-ziyâfe gibi âyende vü revendeye ni‘metleri mebzûldur.

Der-alâmet i mesîregâh ı müferrihât

Cümle on yedi dere içre on iki bin bâğların baz ta‘bîr etdikleri kâşâne ve ibret-nümâları birer tefer­rücgâh ı mesîregâh ı dilküşâlardır ammâ cümleden biri seyrângâh ı cihân-nümâ Hân bâğı (Bitlîs) ve Emîrek bâğı ve Şîrek bâğı ve Bağdo bâğı ve Âvîh bâğıdır. Altıncı teferrücgâhı taklaban mahallesinde Hân gölü­dür kim bir buhayre i azîmdir. İçinde kayıkları var ve etrâfında gûnâ-gûn hıyâbânları var kim âfitâ­bın te’sîri eşcâr ı müntehâların berkleri kes­retin­den zemîn eyle kuyahdır kim gûyâ hıyâbân ı İrân'dır. Yedinci mesîresi Şeref Hân Câmi‘i kurbünde Çev­gân meydânıdır kim her haf­tada cemî‘i cündî silâh­şorân ve fârisü'l-hayl Rujikiyân bu meydâna varup çevgân ve cirit oy­nayup arz ı ma‘rifet ederler.



Yüklə 7,57 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   74




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin