Kaza İle Kader Allah'ın Sıfatlarıdır :
rıaza, kader ve meşîet sıfatlan keyfiyetsiz olarak Allah Teâlâ'nın ezeldeki sıfatlarıdır.
Kazadan kasdedilen icmali hükümdür. Kaderden kasdedilen da tafsili hükümdür. Mûtezile'nin: “Eğer küfür Allah'ın kazası ile olsaydı Allah'ın ona razı olması gerekirdi; zira kazaya razı olmak lâzımdır Lâzım ise batıldır. Çünkü küfre razı olmak küfürdür. Öyle ise, küfrün, Allah'ın kazası ile meydana gelmediği sabit olmuştur. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet'in de meylettiği gibi kulların bütün işleri Allah'ın kazası ile değildir.” sözleri şu şekilde reddedilmiştir: Küfür makzîdir, yani hükmedilen olaydır, kaza değildir. Hükmedilene değil, hükme, yani kazaya razı olmak gerekir. Bunun izahı şöyledir: Küfrün bir Allah Teâlâ'ya nisbet ciheti vardır. O da Allah'ın küfrü hikmeti gereği olarak yaratmasıdır. Allah'ın dilemesinde bu nokta üzerine bir itirazımız yoktur. Çünkü Allah Mâlikül-Mülktür. Dilediği gibi hareket etmekte serbesttir. Hiçbir şeyden faydalanmadığı gibi, hiçbir şeyden zarar da görmez. Küfrün bir mükellefe nisbet edilme ciheti vardır ki o da küfrün kendi kazancı, ihtiyar ve iradesiyle kulda bir sıfat olarak vuku' bulmasıdır. İşte itiraz buraya yapılmaktadır. Zira kul, kendi ihtiyarı ile küfrü kazanmakla Mevlâsını kızdırmış ve âhirette devamlı bir azaba müstahak olmuştur. Kendi küfrüne razı olanın küfründü ittifak vardır. Başkasının küfrüne razı olanın küfründe ise ihtilâf vardır. En sağlam olan görüş, eğer küfrü sevmiyorsa başkasının küfrüne razı olmakla bir kimse kâfir olmaz. Lâkin, Allah'ın ondan imanı selbetmesini temenni eder ki, yaptığı zulüm ve eziyetlerden dolayı maruz kalacağı azap dolayısıyla ondan intikam alsın. Tatarhaniye adlı kitapta da aynen böyle yazılmıştır. Musa aleyhisselâm'dan hikâye olarak Cenab-ı Hakk'ın şu sözü de bunu takviye etmektedir:
“Musa şöyle dua etti: Ey rabbimiz! Sen Fir'avn'a ve etrafındakilere dünya hayatında giyecek bir süs eşyası ve mallar verdin. Ey rabbimiz! Mallarını mahvet ve kalblerini şiddetle sık ki, o acıklı azab görmedikçe iman etmesinler.” 143
Meşîet sıfatı, kaza ve kadere tâalluk eden Allah'ın sıfatıdır. Bu üçü Allah Teâlâ'nın Kitâb ve Sünnetle sabit olan ezelî sıfatlandır. Ancak diğer sıfatları gibi bunlar keyfiyeti meçhul olan müteşabih sıfatlardandır. Öyle ki bunların hakikati yaratıklar için gizlidir. Her mü'minin bunlara inanması ve bunları vasfetmekte aklın gereğinin bâtıl olduğuna inanması gerekir. Çünkü bu sıfatlar vasfı ile bilmek yalnız başına aklın işi değildir, ilimde derinleşen gerçek âlimlerin hepsi bu konuda aynı hükmü kabul eder.
Şems'ül-Eimme es-Serahsî şöyle diyor:
“Müminler bu konuda iki fırkaya ayrılır. Birincisi, bir nevi cehaletten dolayı Allah'ın sıfatlarının keyfiyetini ve vasfını araştırmaya müptelâdır. Bir kısmı da ilim ile bir nevi ikram edildiği için bu konuda bir araştırma yapmak hususunda duraklama halindedir. Bu yönden ibtilâya uğramak, çok kerre birinci yönden mütelâ olmaktan daha iyidir. Zira yalnız, maksadı talep etmekte tevekkuf ederek sadece inanmakla müptelâ olmak, akim bir şeyi gerektirmediğini ve bir şeyi defetmediğini açıklamaktır. Böylesine, hüküm Allah'a ait olduğu ve dilediğini yapıp dilediği gibi hükmeder olduğu bilinsin için aklın hiç bir mecali olmadığı yerde gerçeğe inanmak gerekir.”
Hulâsa, ikinci vecih daha kuvvetlidir. Zira o, aklın hazzı, tab'in lezzeti bulunmayan şüphesiz bir gayb emrine imandır. Belki Şeriat tarafından işitilen hakka yalnızca uymaktır. Evvelkisi böyle değildir. O aklına itimad eder, düşünce ve anlayışına dayanır. Bununla şu husus ortaya çıkıyor: Kulluğa ait konularda boyun eğmek daha faziletlidir, daha kâmildir. Çünkü bunda nefsin bir hazzı yoktur. Belki Hakkı elde etmede halisane bir şekilde emirlere uymak vardır. Bu sebepten Cenabı Hak şöyle buyuruyor.
“Bir de sana ruhtan soruyorlar. De ki, ruh Rabbimin bildiği bir iştir. Ve size ilimden az bir şey verilmiştir.” 144
Bir Hadîs'te, ruh hakkında yan bilgiye de sahip değilim, buyuruluyor. Nitekim, anlamaktan âciz olduğunu anlamak da anlamaktır. Hz. Ali bir gün Minberde iken kendisine bir soru da bilmiyorum, cevabını vermiştir. Bunun üzerine Hz. Ali'ye nurlu makama çıkıp da nasıl bilmiyorum, diyorsun? denilince övle cevap verdi: Bu makama bildiğim nisbetinde çıktım. Bilmediğim nisbetinde çıkacak olsaydım, göklere çıkardım. İmam Ebû Yusuf için de böyle bir soru olayı vukubulmuştur, ve aynı cevabı vermiştir. İmam Ebû Yusuf'a:
“Sen devlet bütçesinden şu kadar maaş alıyorsunda bu durumu tahkik etmekten âciz kalıyorsun, denilince: “Evet, ben bütçeden bildiğim nisbetinde para alıyorum. Eğer bilmediğim nisbetinde para alacak olsaydım, tüm devlet bütçesi bana yetmezdi.” cevabını verdi.
Kulun İşi Kendi İradesi İle Meydana Gelir:
İmam Âzam Ebû Hanife, yukarıdaki metinde, Allah Teâlâ'nın kadîm bir sıfatının var olduğunu gerçekleştirmek, bir yönde değil, başka bir yönde, bir vakitte değil başka bir vakitte tahsis eden Allah'ın kadim bir sıfatının var olduğunu gerçekleştirmek ve Kerramiye taifesi ile Mutezileyi reddetmek için irade sıfatını tekrar zikretmiştir. Mutezileden bazıları, irade sıfatının hadis olduğunu söylüyor, fakat büyük bir çoğunluğu Allah'ın kötülükleri ve çirkinlikleri murad etmesini inkâr ediyorlar. Hatta şöyle diyorlar: Şüphesiz Allah Teâlâ kâfirin imanını, fasıkın tâatını murad eder, küfür ve mâsiyetini istemez ve dilemez. Çünkü çirkini murad etmek çirkindir, çirkini yaratmak da çirkindir. Mutezile ve Kerramiye taifesinin bu görüşleri reddedilmiştir. Zira çirkin, çirkin olan işi yapmak ve onunla vasıflanmaktır. Onlara göre, mahlûkatın yaptığı işlerin çoğu Allah Teâlâ'nm iradesinin hilâfına vukubulmaktadir. Bu düşünce ise cidden çok kötüdür. Öyle ki bir köy halkının reisi bile bu düşünceye tahammül edemez. Buna göre, kulların ihtiyari işleri vardır. Eğer yaptıkları işler ibadet ise ondan dolayı sevap kazanırlar. Eğer isyankârlık ise bundan dolayı da cezalandırılırlar. Durum, Cebriyye mezhebine mensup kişilerin inandıkları gibi kulun ne kazanma, ne de yaratma bakımından bir iş yapma yetkisi yoktur, sözü doğru değildir. Onlara göre, kulun hareketleri cansız varlıkların hareketleri gibidir. Kulun, kendi işinde ne kasıd, ne iradeye itibar etme makamında müessir kudreti ve ne de kazanma yönünden bir kudreti yoktur.
Kulun kendi fiilinde itibar edilecek bir müessir kudreti, kazanma kudreti, kasdı, irade ve ihtiyarı yoktur, diyorlar. Bu düşünce isa batıldır. Zira bizler, elini hareket ettiren ile, eli titreyenin hareketleri arasında büyük bir fark görüyoruz. Birincisi kendi ihtiyar ve iradesi ile oluyor, ikincisi ise mecburî oluyor. Yâni istemese de eli titriyor.
Eğer denilirse ki; Allah'ın ilim ve iradesi tâalluk ettikten sonra kulun işi üzerinde cebir ve baskı lâzım gelir. Çünkü Allah'ın ilim ve iradesi ya işin varlığına tâalluk ederler, bu şekilde o işin varlığı vacip olur; yahut ilim ve irade o işin yokluğuna tâalluk ederler, o zaman da o işin olması mümkün olmaz. Çünkü Allah'ın ilminin cehalete inkılâp etmesi ve Allah'ın muradının iradesinden geri kalması lâzım gelir. O takdirde bu vücub ve imkânsızlık ile birlikte ihtiyar kalmaz.
Bu soruya karşılık verilecek cevabımız şöyledir. Allah Teâlâ, kulun o işi kendi ihtiyarı ile yapıp yapmayacağını bilir, ona göre murad eder, o zaman bir müşkül bahiskonusu olmaz. Daha da incelersek şu cevabı da ilâve edebiliriz: Kulun, kudret ve iradesini iş için sarfetmesi kesib yani kazanmadır. Allah Teâlâ'nın o işi icad etmesi ise yaratmadır. Allah Teâlâ yaratıcı, kul ise kazanıcıdır. Allah Teâlâ kâfirin imanını, fasıkın tâatını diledi; kâfir ise küfrü, fasık da fışkı istedi. Kâfir ile fasıkın dilemeleri Allah'ın iradesine galib geldiğine inanan kimseden daha sapığı var mıdır? Buna göre, Allah Teâlâ'nın aşağıda zikredilen âyetleri ile sahih hadislerin durumu buna göre müşkül hale gelir, denilebilir. Bu âyetler şunlardır:
“Allah'a ortak koşanlar şöyle diyecekler: Eğer Allah dileseydi ne biz müşrik olurduk, ne de babalarımız, ne de bir şeyi haram yapabilirdik Bunlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı.” 145
“Bir de Allah'a ortak koşanlar, şöyle derler: Eğer Allah dileseydi de atalarımız, kendisinden başka hiçbir varlığa tapmazdık, onun emri dışında hiçbir şeyi haram yapmazdık. Kendilerinden evvelkiler de böyle yaptılar. Buna karşı peygamberlerin vazifesi ancak açık bir tebliğdir.” 146
“Bir de şöyle dediler: Rahman dileseydi, biz o meleklere tapmazdık. Onların bu hususta hiçbir bilgisi yoktur. Onlar ancak yalan söylüyorlar.” 147
“İblis şöyle dedi: Rabbim! Beni azdırmana yemin ederim ki, muhakkak ben yeryüzünde kullara kötülükleri süsleyeceğim ve elbette onların hepsini azdıracağım.” 148
“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde kim varsa hepsi toptan iman ederlerdi. O halde mümin olsunlar diye, insanları sen mi zorlayacaksın?” 149
“Eğer Allah dileseydi, peygamberlerden sonra gelen müminler kendilerini hidayete ulaştırıcı apaçık mucizeler geldikten sonra birbirini öldürmezlerdi. Lâkin Allah dilediğini yapar.”150
Üzerinde Selef ve Halef âlimlerinin ittifak ettiği sahih Hadîs de şudur:
“Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz.”
Bir şair bu konuda ne güzel söylemiştir:
“Ben istemesem de, senin dilediğin olur,
Sen dilemesen, benim dilediğim olmaz.”
Dostları ilə paylaş: |