Fikh-i ekber


Allah; Kulları Küfre Zorlamaz



Yüklə 1,59 Mb.
səhifə22/69
tarix30.12.2018
ölçüsü1,59 Mb.
#88233
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   69

Allah; Kulları Küfre Zorlamaz.

Allah Teâlâ, yarattıklarından hiçbirini küfür, yahut iman üze­rine zorlamamıştir.

Bunun mânası şudur: Allah Teâlâ, kulun kalbinde itaat ve kötü­lüğü cebir ve zorlama yolu ile yaratmaz. Belki bu iki şeyi kulun kal­binde kulun istek ve kazancına, çalışmasına göre yaratır. Zira bir kimseyi her hangi bir işi yapmaya zorlayan o işi yapandır. Ancak istemeyerek yapar. Zorlanan kişi, zorlayan yanında alçak düşmüş değildir. Meselâ bir mü'min gibi. Bir mü'min küfür kelimesini söy­lemeye zorlanırsa ve zorla bu kelimeyi yalnız dili ile söyleyip kalbi iman ile tatmin olursa, bir de bir münafık ki, dilinde iman vardır, fa­kat kalbi küfür ile doludur. İşte bu misallerde de görüleceği üzere kâfir küfründen dolayı mazur değil, mü'min de imanında cebr edil­miş değildir. Belki iman müminler için sevilir. Küfür de kâfirler için istenen bir şeydir. Kâfirler de küfrü isterler. Bu söz şu âyetin mâ­nâsıdır :

Her fırka, kendi inancından dolayı hoşnuttur.” 176

Sonuç olarak diyebiliriz ki; Allah Teâlâ, fazlı ve ihsanı ile bizle imam sevdirdi ve bizim kalblerimizde iyilikleri süsledi, güzelleştirdi; küfür, fasıklık ve isyanı bizlere çirkin gösterdi. Bizi bu iman ve hidayet yoluna sevk ettiği için Allah Teâlâ'ya hamd olsun. Allah bi­ze lütf etmeseydi hidayete ulaşamayacaktık. Allah Teâlâ, adaleti ile ehl-i küfrü hidayet etmeyi terk etmiştir. Ve onlara isyanı sevdirmiş, imanı çirkin göstermiştir. Allah'ı tekrar be tekrar noksan sıfatlar­dan beri kılarım. Allah Teâlâ, dilediğini doğru yola sevk eder, dile­diğini de doğru yoldan sapıtır. Allah kimi, doğru yoldan saptırırsa, onu doğru yola sevk eden yoktur. Kimi doğru yola iletirse, onu da saptıran olmaz. Bu nokta kaza ve kaderin sırlarındandır, ezelin hük­mü iledir. Allah yaptığından sorulmaz, kullar ise yaptıklarından sorumludur.

Allah Teâlâ, kulların hiç birini mümin, yahut kâfir olmaya zorlamadığı gibi, yaratırken mümin, yahut kâfir olmaya zorlayarak ya­ratmamıştır. Belki Allah kullarını şahıslar olarak yaratmıştır. İman ile küfür, kulun kendi işleridir. Allah Teâlâ, kâfir olanı küfür halinde iken kâfir olarak bilir. Küfrü irtikab ettikten sonra iman ederse, ilminde ve sıfatında bir değişiklik olmaksızın iman halinde mümin olarak bilir.

Yâni Allah Teâlâ, küfre razı değildir, imana razıdır. Bunda bir değişiklik olmaz. Değişiklik ancak, zaman değişikliği dolayısıyla iman ve küfrün mütaallaklarında, yani kişilerde olur. Allah Teâlâ muhakkak kullarından bazılarının imanını, diğerlerinin de küfrünü daha kendilerini yaratmadan evvel bilir. Ancak Allah Teâlâ, fazlı ve keremi icabı yalnız bilgisinin tâalluku ile hüküm vermez. Belki ku­lun, bu iş hususunda kendi irade ve ihtiyarını açıklaması ve böylece o iş üzerine hesap terettüp ederek sevap ve azabın tâyin edilebilmesi için irade ye ihtiyarını açıklaması lâzımdır. Doğrusunu Allah bilir.

Kul İşinin Yaratıcısı Değildir.

Kulların, hareket ve durma gibi bütün işleri hakikaten kendi kazançları mahsulü olan işlerdir. Allah Teâlâ ise o işlerin yaratıcısıdır.

Kulların kendi işlerinin kendi kazançları eseri olması mecazî mânada olmadığı gibi, cebir ve galebe yolu ile de değildir. Belki arzu ve meyillerinin ihtilâfı sebebiyle işlerinde serbest bulunmaları gere­ği iledir. Kazandığı iyilik kulun kendi lehine, kazandığı kötülük de aleyhinedir. Mûtezile'nin inandığı gibi, kul, dövmek, sövmek ve benzeri ihtiyari işlerinin yaratıcısı değildir. Cebriye Mezhebine mensup olanların inandıkları gibi, kulun tamamen çalışıp işi kazanma yetkisi bulunmadığı ve irade sahibi olmadığı yolundaki görüş de doğru değildir, zira Cenab Hakk'ın :

Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz.” 177

kavl-i şerifi her iki taifenin görüşünü reddetmektedir. Hülâsa kulun, kendi işini kendisinin kazanması ile kendisinin yaratması arasında fark vardır. O fark da şudur: Kesb, yani bir işi yapmak için çalış­mak çalışanın istiklâl sahibi olduğu bir iş değildir. Yaratmak ise sırf Yaratıcıya mahsus bir iştir. Herkes çalışıp bir işi başarabilir, fakat herkes yaratamaz. Bir görüşe göre de, bir âlet yardımı ile vâki olan kesib, bir âlet yardımı olmaksızın vuku bulana da yaratma de­nir. Sonra, Allah Teâlâ'nın kudreti kulun irade ve kudretine yakın olmaksızın yarattığı şey Allah'a sıfat olur, Allah'ın işi olmaz? Eli titreyen adamın hareketi gibi. Kendi kudreti, irade ve ihtiyarı ile yaratma arzusuna yakın olarak icad et­tiği şey ile Allah Teâlâ, sıfat olarak da, iş olarak da, kesib olarak da vasıflanır? Kulun ihtiyarî hareketlerinde olduğu gibi. Sonra, dövü­len kimsede ağrının hâsıl olması, cam tabağın kırılması gibi sonra­dan bir tesir ile meydana gelen olaylar da Allah Teâlâ'nın yaratma­sı iledir. Mûtezile'ye göre ise, bunlar kulun yaratması ile olur.

Yukarıda Allah Teâlâ, kulların işlerinin yaratıcısıdır, demek, ya­ni iradesine uygun olarak Allah Teâlâ, kulların işlerini yaratır. Al­lah Teâlâ, istemese kullar hiçbir iş yapamazlar. Bir âyette Allah Teâlâ, şöyle buyuruyor:

Allah, her şeyin yaratıcısıdır.” 178

Yâni varlığı başkasından olan her şeyin yaratıcısıdır. Kulun işi de şey mefhumuna dahil olduğuna göre, Allah tarafından yaratılmış­tır. Başka bir âyette de şöyle buyuruyor:

Yaratan, yaratmayanla eşit midir?” 179Yâni kendisinden yarat­manın hakikati sâdır olan, hiçbir hususta bu kudret kendisinden sa­dır olmayan gibi değildir. Bu âyet-i kerime, yaratıcılıkla ve ibadete lâyık olmaya sebep olmakla öğünmedir. Başka bir âyette de Allah Teâlâ, şöyle buyuruyor:

Allah, sizi ve amellerinizi yaratmıştır.” 180

Allah Teâlâ, her sanatkârın ve sanatının yaratıcısıdır” 181Bu sebepten Allah Teala, kullarını,

Kendi ellerinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?” 182 Yani putlara mı tapıyorsunuz? buyuruyor.

Eğer kul, kendisinin yaratıcısı kendisi olsa, bu işlerin bütün tafsilâtını bilmesi gerekirdi. Nitekim Cenabı Hak buna işareten şöy­le buyuruyor:

Yaratan hiç bilmez mi?” 183 Hz. Ali de bu konuda şöyle diyor

Azmi fesh ederek Allah'ı tanıdım.” Mutezile, “Allah her şeyin yara­tıcısıdır” mealindeki âyeti, Allah'ın sıfatı mânasına hamlederek: “Al­lah'ın kelâmı yaratılmıştır,” deyip gârib bir düşünce içine düştüler. Âyette geçen işleri Allah'ın sıfatı yaparak kulun sıfatı yapmadılar ve kulların işleri yaratılmış değildir, dediler.

Allah Teâlâ'nın:

Sen Bedir'de o kâfirlere ok atmadın, lâkin Allah attı.” 184 âyetinin mânası, ey Habibim! Bedir'de sen attığın zaman attığını sen ya­ratmadın, belki o işi sen kazandın, Allah da senin kazanman kar­şılığında o işi yarattı, yani kâfirleri öldürdü.

İmam Âzam hazretleri “El-Vasiyye” adlı kitabında şöyle diyor:

“İkrar ederiz ki, kul bütün işleri ile bilgisi ve ikrarı ile tüm olarak yaratılmıştır. İşi yapan yaratılmış olursa, bu kulun işinin yaratılmış iması daha evlâdır.” Bunun açıklaması şöyledir: Eşyanın var olması için yaratmaya ihtiyacı olmasının sebebi varlığının kendinden olmayışıdır. İster cevher olsun, ister araz olsun, varlık mefhumuna olan her şey bu dünya âleminde mümkün bir varlıktır. Kendi zatı ile kaim olan kul, mümkün varlıklı olduğu için, varlığında Allah'a muhtaç olunca, kendisi ile kaim olan bütün işlerinin, varlığını Allah Teâlâ'dan alması daha mâkul bir düşüncedir. Allah Teâlâ'nın

Allah zengindir, kimseye muhtaç değildir, sizler ise muhtaçsı­nız.” 185 âyetinin mânası budur. Yâni sizler zâtınız, amelleriniz, halle­riniz ve sıfatınızla Allah Teâlâ'ya muhtaçsınız. Yâni Allah'ın yarat­masına muhtaçsınız.

Sonra bil ki; işi yaparken kulun sahib olduğu kudret ve fiile ya­kın olan irade sıfatı, yani kulun iş anındaki kudret ve iradesi ikisi de yaratılmışlardır. Fiilden evvel değil, iş ile beraber yaratılmışlardır.

İmam Âzam, “El-Vasıyye” adlı kitabında şöyle diyor:

“Kulun kudret ve iradesinin fiilden önce ve sonra değil, fiil ile beraber ol­duğunu ikrar ederiz. Zira kudret ve irade fiilden evvel olsa, kulun Allah Telâ'ya muhtaç olmaması gerekirdi. Bu da naslara aykırıdır. Çünkü Cenabı Hak yukarıda da geçtiği üzre “Allah zengindir, sizler ise muhtaçsınız.” buyuruyor. Eğer istitaat, yani iş yapma gücü işten sonra var olursa, bu işin, güçsüz, kuvvetsiz, kendi başına yaratılması ve meydana gelmesinin muhal olması gerekirdi. Bunun mânası da şudur. İşin istitaatsız meydana gelmesi ancak Allah tarafından vâki olur. İlâhî yardım ve kudrete yakın olmaksızın kulun hiçbir şe­ye gücü yetmediği meydandadır. Çünkü kul beşerdir, zayıftır. Allah Teâlâ ise kuvvetlidir, çünkü Rab’tır. Bu da Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in:

Kötülükten korunmakta Allah koruması olmaksızın kimsede güç yoktur; Allah Teâlâ'ya itaat etmede de onun yardımı olmaksızın kimsede bir güç yoktur,” demektir.

Yine İmam Azam “EI-Vasıyye” adlı kitabında şöyle diyor.

“Sonra yine ikrar ederiz ki: Allah Teâlâ, yaratıkları yaratan, onlara kendi güçleri olmadığı halde rızık verendir. Kulların buna güçleri yetmez. Zira kullar zayıf, âciz ve sonradan var olmuşlardır. Allah Teâlâ onları da rızıklarını da yaratmıştır. Çünkü Cenabı Hak bu şöyle buyuruyor;

Allah, öyle Allah'tır ki, sizleri önce yarattı, sonra rızık verdi, sonra öldürecek, sonra da diriltecek.” 186

Helâl yoldan kazanmak helâldir. Haram yollardan mal toplamaksa haramdır. Halk üç sınıftır: İmanında ihlas sahibi olan mümin kişi, küfürde inad sahibi olan kâfir ve iki yüzlü münafık. Allah Te­âlâ, mümine amel etmeyi, kâfire imanı, münafıka da ihlaslı olmayı farz kılmıştır. Allah Teâlâ, bu konuda şöyle buyuruyor:

Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan rabbinize ibadet edin.” 187

Bu âyetin mânası şudur:

Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, ey kâfirler! Allah'a iman edin! Ey münafıklar! İmanda ihlas sahibi olun” Allah Teâlâ'nın yaratıkları yarattığı tahakkuk edince, kullar için gerekli olan hiçbir şeyin Allah Teâlâ üzerine vacip olmadığı bilindi: Zira Cenabı Hak, yaptıklarından sorulmaz, kullar ise yaptıklarından sorumludurlar. Esas kaideye göre şöyle demek gerekirdi: Kulun ken­di işlerini yarattığına hükmeden Allah'ı birleyenlerden değil, müş­riklerden olur. Nitekim bu ümmetin Mecûsîleri olan Kaderiyye taifesinin sözleri de buna delâlet etmektedir. Kaderiye taifesi, bu âlemin iki yaratıcısı olduğuna inanmaktadırlar. Bunlardan biri Allah Teâlâ'dır ki, hayırların yaratıcısıdır. Diğeri şeytandır ki o, kötülüklerin yapıcısıdır. İşte bu sebeple Mâverâunnehir âlimleri Mûtezile'yi sapıklığa nisbet etmekle mübalâğa ederek demişlerdir ki; Mutezile Mecûsilerden de daha çirkin ve kötüdür. Zira Mecûsîler Allah Teâlâ'ya bir tek ortak ispat ettiler, Mutezile ise Allah'a sayılmayacak kadar çok ortak ispat ettiler.

Fakat, işin gerçeğini araştıran âlimler, Mutezilenin İslâm tâifesinden olduğuna hükmetmişler; zikredilen görüşlerini halk için ted­bir mânasına hamletmişlerdir. Zira Mutezile, kulu kendi başına bir ya­ratıcı kılmamışlardır, belki: “Allah Teâlâ bizzat yaratır, kul ise Al­lah'ın yarattığı âletler ve sebepler vasıtasıyla yaratır.” diyerek ger­çekten Allah'a eş ispat etmemişlerdir. Çünkü Allah'a eş koşmak, Mecûsilerde olduğu gibi Ailahlıkta O'na ortak ispat etmektir. Onların düşünceleri, putlara tapanlarda olduğu gibi kulluğa lâyık olmak mânasında da değildir.

Mûtezile'nin ileri sürdüğü gerekçe şudur :

“Eğer Allah Tâelâ, ku­lun kendi işlerini yaratsaydı, ayakta duran, oturan, yiyen, içen, zi­na eden, çalanın Allah Teâlâ olması gerekecekti.” Bu düşünce ise büyük bir cahilliktir, reddedilmiştir. Çünkü, bir şey ile vasıflanan o şey ile kaim olandır, onu yaratan değildir. Zira Mutezile, siyahlığı, be­yazlığı ve cisimlerdeki diğer sıfatları yaratanın Allah Teâlâ olduğu­na inanmıyorlar. İcad Allah'ın işidir. Var olan hareket ise kulun işi­dir. Kul ise bu iş ile vasıflanmaktadır. Hattâ bu sebepten kul için “hareket eden” ismi doğuyor. Allah Teâlâ ise bununla vasıflanmı­yor. Allah Teâlâ'nın:

Şekil verenlerin en güzeli olan Allah'ın şanı ne kadar yüce dir.” 188 âyetinde cemi' sığası ile,

Çamurdan benim iznimle kuş şekli yapıyordun, ona üflüyordun da benim iznimle kuş oluveriyordu.” 189 âyetlerindeki yaratma kelimesi, şekil vermek, takdir etmek mânasındadır. Zira kul, eğer Allah'ın takdirine uygun düşerse, beşerî takati ile bâzı tedbirler alır.

Sonra bil ki; bu meselenin gerçeği, bu makamda İbn-i Human’ın söylediği şu sözdür:

“Eğer denilirse ki, Allah Teâlâ, kulda iş yapmak üzerinde kudret yaratmıştır. Bu sebeple ihtiyarî hareket ile zarurî ve irade dışı hareketler arasında fark görüyoruz. Kudretin özelliği tesir, yâni tâalluk ettiği şeyin icadıdır. Zira kudret, iradeye uygun biçimde tesir gösteren bir sıfattır. Bir olayda müstakil iki kudretin toplanması mümkün değildir. Öyle ise, nasların umumiliğini tahsis ederek, kulların ihtiyari işlerinden başkası kaydını koymak lâzım­dır. Bu kayıt konulunca kullar kendi irade ve ihtiyarlarına bağlı iş­lerinde Allah'ın yaratması sonucu hadis olan kudretleri ile müstakil olurlar. Mûtezile'nin görüşü de budur. Eğer böyle olmazsa halis bir cebir lâzımgelir. Dolayısıyla emir ve yasaklar batıl olur.”

Bu soruya karşı verilen cevap şudur: Meselâ, hareket, kulun sı­fatı ve yaratıcının yaratması olduğu gibi, kulun kendi kudretine de nisbet edilir. Kulun kendi kudretine nisbet edilmesi sebebiyle o ha­reket kulun kazancı mânasında kesib kazanç olarak isimlendiri­lir. Dolayısıyla cebir lâzımgelmez. Zira kulun kudretinin tâalluk et­tiği şey kendi ihtiyarına dahildir. Bu tâalluk bize göre kesib olarak isimlendirilmiştir.

Bir işte iki müessirin toplanmasının muhal olması, şeklinde ge­çen söze cevap ise şudur. Bir işin, iki kudret altına, biri yaratma kud­reti, diğeri kazanma kudretinin altına girmesi caizdir. Muhal olan, bir eser üzerinde müstakil iki müessirin toplanmasıdır. “Akâid şerhinde” kulda hadis olan kudretin tarifi şöyle yapılıyor:

“Allah'ın kul­da yarattığı hadis bir sıfattır. Kul, sebep ve âletler bakımından sağ­lam olduğu zaman Allah Teâlâ, işi yapacağı zaman bu kudreti onda yaratır. Bununla şu husus ortaya çıkıyor: “Kul için ihtiyar ve irade yarattıktan sonra teklifin illeti, ister itaat olsun, ister kötülük olsun, kulun işi yapmayı kesin bir kararla kasd etmesidir.”

Bu sebepten İbn-i Humâm demiştir ki; cebrin lüzumu, naslar tahsis etmek ve kalbe ait kesin bir azim olan bir işi fiile çıkarmak su­retiyle defedilir. Lâkin burada bir husus daha vardır. Bu kesin azim de umumî hükme dahildir. Allah Teâlâ, her şeyi daha iyi bilir.

Ehl-i Sünnet âlimlerinden Bakıllânî'nin tercih ettiği söz şudur.

“Allah Teâlâ'nın kudreti, taat, yahut mâsıyet gibi işin vasfına tâalluk eder. İki kudretin tesir sahaları ayrı ayrıdır. Bu mesele şuna benzer. Yetime vurulan tokat, terbiye için de olur, eziyet için de olur. Zira tokadın kendisi Allah'ın kudreti ve tesiri ile olmaktadır. Çünkü Allah kudret vermese kimse tokat vuramaz. Terbiye için vurulduğu za­man tokadın itaat, eziyet için vurulduğunda ise, kötülük kulun ken­di kudret ve tesiri ile olmaktadır. Çünkü bu kudretin tâalluku, kulun kendi azmi ve gayreti ile olmaktadır.

İmam Fahreddin er-Râzî “Tefsîr-i Kebîr” inde bu konuda insaflı davranarak şöyle demiştir:

İnsan, muhtar görünümünde mecbur bir varlıktır. Bu da beşer aklının varması mümkün olan en son noktadır.” Buna karşılık derim ki: Bu kulun işi, kendi kudretine yakın olan Allah'ın kudretinin tesiri olmaksızın Allah'ın ihtiyarına uygun olarak vuku' bulduğu içindir. Şu âyet-i kerîme de bu noktavı teyid eder:

Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. (Dilemede) serbestlik onların değil Allah'ındır. Allah'ı noksan sıfatlardan beri kılarım. Allah Te­âlâ, O'na eş koştukları şeylerden uzaktır.” 190

Ariflerden biri bu âyet-i kerîmeye dayanarak şöyle demiştir: “Sen bir şeyi dileme. Eğer mutlaka dileyeceksen, dilememeyi dile.”



Yüklə 1,59 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   69




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin