Peygamberler Masumdur.
Bütün Peygamberler küçük ve büyük günah işlemekten, küfürden ve çirkin işlerden korunmuşlardır.
Peygamberlerin evveli Hz. Âdem, Âhiri Hz. Muhammed Mustafa sallellâhu aleyhi vesellem'dir. Hz. Âdem için, peygamber değildi, demekse küfürdür. Çünkü peygamberlerin peygamberliği Kitap, Sünnet ve İcma-i Ümmetle sabittir. Hz. Peygamber'den peygamberlerin sayısı sorulunca şöyle cevap verdiği rivayet edilmiştir:
“Yüzyirmi dörtbin, bir rivayette de, ikiyüz yirmidört bin” buyurdu. Fakat, en iyisi, peygamberleri sayı ile sınırlamamaktır.
Peygamberler, bütün kötülüklerden ve hususiyle küfürden korunmuşlardır. Günah işlemezler, küfür halinde bulunamazlar. Zira küfür en büyük günahtır. Çirkin işlerden maksat: adam öldürmek, zina etmek, sihir yapmak, çalmak, iftira etmek, yalan konuşmak, söz gezdirmek, yetim malı yemek, kullara zulmetmek, ülkede fesad çıkarmak, gibi hallerdir.
Said b. Cübeyr’den nakledildiğine göre, bir adam İbn-i Abbas’a :
“Büyük günahlar kaçtır, yedi midir? Diye sordu.” İbn-i Abbas bu adama şöyle cevab verdi.
“Yediyüze, yediden daha yakındır.O kadar var ki, ısrar edince küçük günah kalmaz hepsi büyük olur, istiğfar edince de büyük günah kalmaz, hepsi silinir.”
İlim adamları büyük günahın sınırı konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. İbni Şirin’e göre, Allah Teala’nın yasakladığı işler büyük günahtır. Allah Teala’nın :
“Yasaklandığınız büyük günahlardan sakınırsanız kötülüklerinizi örteriz.”211sözü bu fikri kuvvetlendiriyor.
İmam Hasan ile Said b. Cübeyr, Dahhak ve diğerleri şöyle diyorlar.
“Kur'an'da korkutma ve tehdit zikrine yakın olarak gelen işleri yapmak büyük günahtır.” En doğru görüş de budur.
Sonra bil ki; bir kerre de olsa farz ve vacipleri terk etmek büyük bir günah olduğu gibi, haram olan bir işi yapmak da büyük günahtır. Tenbellik sebebiyle bir kerre de olsa sünneti terk etmek ise küçük günahtır. Mekruh olan işleri yapmak, sünneti terk etmekte ısrar etmek ve mekruh olan bir işte ısrar etmek de yine büyük günahtır. Ancak, bu, farzları terk etmek ve yasaldan işlemekten daha aşağı derecede bir günahtır. Zira büyüklük ve küçüklük izafî işlerden ve nisbî hallerdendir. Bu sebeple denilmiştir ki:
“İyilerin yaptıkları iyilikler, mukarrebûnun (Allah'a çok yaklaşmış kişilerin) kötülükleri sayılır.” Yâni mukarrebûn derecesinde olan bir müslüman, eğer muttaki bildiğimiz bir müslümanın yaptığı ameli yaparsa, bu onun için günah sayılır. O'nun daha üstün mertebede bir amel sahibi olması gerekir. “Mütercim”
“Akîdet'üt-Tahavî” adlı kitabın sarihi diyor ki: Burada üzerinde derin bir şekilde düşünülmesi gereken bir nokta vardır. O da şudur: Büyük günahlar, bazen Allah'dan utanma, Allah'dan korkma, durumunu önemseme gibi haller ilâve edilerek küçük günahlar seviyesine iner. Buna karşılık, küçük günahlar da utanmazlık aldırmama Allah'dan korkmama ve durumunu önemsemeyip hakir görme sebebiyle bazen büyük günah olmaya intikal eder. Bu, bir bakıma kalbe bağlı bir iştir, yalnız fiile tâalluk eden bir mesele değildir. İnsan bunu kendinden ve başkalarından bilir. Yine büyük iyilikte bulunan kişilerden bazen iyilikleri hürmetine başkalarından affedilmeyen günahlar affedilir. Sonra en doğru görüşe göre, bu günahlardan korunma işi, peygamberler için, peygamberlikten önce de sonra da sabittir. Peygamberler, açık mucizeler ve âyetlerle takviye edilmişlerdir.
Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde şöyle bîr hadîs-i şerif vardır. Hz. Peygamber'e, peygamberlerin sayısından sorulunca:
“Yüzyirmi dörtbindir. Üçyüzonüçü ise Resuldür. Bunların ilki Âdem aleyhisselâm, sonuncusu Muhammed aleyhisselâmdır.” 212
Bu hadîs-i şerîf, aşağıdaki âyet-i kerîme'ye aykırı değildir. Cenabı Hak peygamberlerin sayısı hakkında şöyle buyuruyor:
“Onlardan bir kısmını size hikâye ettik, bir kısmını da zikretmedik.” 213
Çünkü bir mesele hakkında icmalin sübutu, ahvalin sübutuna aykırı değildir. Yâni bir şey hakkında umumî bir hüküm zikredilirse, ondan sonra bazı tafsilâtın verilmesine aykırı değildir. Tafsilât verilebilir. Evet, en iyisi peygamberlerin sayısını bir noktaya hasretmemek ve umumî olarak bırakmaktır. Zira sayılar, inançta itimadı ifade etmez. Belki Allah Teâlâ'nın buyurduğu gibi ;
“Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler.” 214 Allah'ın sıfatlarının sayısına, meleklerin adedine, kitapların, peygamberlerin ve elçilerin adetlerine dokunmadan kısaca hepsine iman etmek gerekir.
Bazı Peygamberler Kusur İşlemiştir :
Peygamberlerden bir kısmının bazı kusur ve hataları olmuştur.
Sahip oldukları yüksek hal ve makama nisbetle peygamberlerden bazılarından, gerek peygamberlikten evvel, gerekse peygamberlik menkıbeleri sabit olduktan sonra bazı hatalar zuhur etmiştir. Mesela unutarak, yahut azimeti (evlâyı) terkedip ruhsatla amel ederek Adem aleyhisselam'ın Cennetteki ağaçtan yemesi gibi. Âdem (a.s.) bu ağaca yaklaşmayın mealindeki ayet-i kerime ile kendisine işaret edilen ağaçla muayyen bir ağacın kasdedildiğini o ağacın cinsiyetinin kasdedilmediğini zannederek ağacın kendinden değil de cinsinden yemiştir. Bunda beşerî kuvvetin zaafını beşerin Allah mağfiretine kuvvetle muhtaç bulunduğunu ortaya koymak yönünden ilahî hikmet öyle gerektirmiştir. Bu konuda şöyle buyuruluyor:
“Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim kî, eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ günah işleyen bir kavim yaratırdı, dolayısıyla bu kavim günah işlerler, Allah'tan günahlarının örtülmesini isterler, Allah da onların günahlarını örterdi.” 215
Bu konuda söz geniştir. Bu cümleden olarak bir nebze açıklamada bulunacağız. Yukarıdaki inanç âlimlerin çoğunluğunun üzerinde birleşmiş bulunduğu inançtır. Ancak sofilerden ve kelâmcılardan bazıları buna muhalefet etmişler, yanılma, unutma ve gafleti peygamberler hakkında caiz görmemişlerdir. Amma Hz. Peygamber'in :
“Muhakkak benim kalbimi dünyaya ait bazı istekler kaplar ve Ben günde yüz kerre Allah Teâlâ'ya karşı istiğfar ederim.” 216 hadisinin tefsirinde İmam Fahreddin er-Râzî şöyle diyor: “Bil ki “ğayn” kalbi kaplar ve bir kısmını perdeler. Bu ince bulut gibidir, ki havaya arız olur. Havada görülen ince bulut dünyayı kısmen perdelese de güneşin kendini perdeleyemez. Ancak güneşin ışığının tam olarak görünmesine engel olur. Bu hadîs-i şerifin üç türlü tevili vardır. Birincisi şudur: Allah Teâlâ, Peygambere Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi vesellem'e, kendisi bu dünyadan ayrıldıktan sonra ümmetinde meydana gelecek ihtilâfları, musibet ve günahları bildirdiği için Hz Peygamber bunu hatırladığı zaman kalbinde bir perde ve ızdırap hisseder, dolayısıyla ümmeti için istiğfar ederdi. Derim ki, Hz. Peygamber büyük ve yüksek bir makamda bulunmakla beraber o makamı devamlı hatırlama yönünden bu görüş akla uzaktır. İkincisi şudur: Hz. Peygamber bir halden, daha üstün bir hale intikal ederdi O'nun istiğfarı bunun içindi. Yani bu halin en yüce bir hal olduğuna inandığı için istiğfar ederdi. Bu mâna Cenabı Hakk'ın ;
“Muhakkak âhiret hayatı senin için dünya hayatından ziyade hayırlıdır.” 217 mealindeki âyete uygundur.
Üçüncüsü: Gayn, Allah'a muhabbet yolunda Hz. Peygamber'e gelen manevi sarhoşluk halinden ibarettir. Öyle ki bu hal onu kendinden geçiriyordu. Sarhoşluk hali gidince bu duruma intikalinden ötürü istiğfar ederdi. Bu tevil, hakikat erbabının tevilidir. Ben derim ki;
“Benim Allah'a yakın öyle bir saatim vardır ki, mukarreb meleklerden herhangi biri benimle beraber olmaya gücü yetmez.” 218
Ancak şu var ki, Hz. Peygamber'in istiğfarı, Allah aşkı yolunda kendisine gelen sarhoşluk halinin gitmesi ve normale dönmesinden dolayı değildir. Belki mahvolmaktan dolayıdır. Çünkü Hz. Peygamber:
“Muhakkak benim kalbime bir perde gelir, öyle ki, çokluğu teklikten menetmeyen cemul-cem' makamında rabbimle birlikte bulunmaktan beni meneder ve vahdeti kesretten menetmez.”219 buyuruyor.
Bu hadiste çokluktan maksat kâinattır. Birlik ve teklikten maksat Allah'ın birliğidir. Hususiyle bu durum, risalet makamındadır, davet vazifesini tebliğ makamındadır. Hz. Peygamberi en mükemmel makamdan meneden her şeyden istiğfar etmek daha uygundur.
Gayn'ın, başkalarını düşünmek, alâka kurmaktan ve meşguliyetlerin sıkıntısından kinaye olduğu da söylenmektedir. Lezzetleri kontrol etmek, sıfatları müşahede etmek manasından kinaye olarak da tefsir edilmektedir. Bu, aynen ilim, iman ve amelin süsü ve ihsanıdır. Nitekim İhsan hadisi de buna işaret ediyor. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi veselem şöyle buyuruyor:
“İhsan, her ne kadar görmesen de Allah Teâlâ'yı görür gibi ona ibadet etmendir.” 220
Burada Allah'ı görür gibi ibadetten maksat, Allah'a kulluk makamında o dereceye varmandır ki, hatırına Allah'tan başkası gelmemelidir. Kalbler düşüncelerden boş olmaz. Hz. Peygamber'in kalbine Allah'tan başka bir düşünce geldikçe bu düşünceden dolayı Allah'a karşı istiğfar ederdi. Nitekim bu manaya hocalar hocası Eb'ul-Hasan el-Bekrî arif îbn-il-Fânz da işaret etmişlerdir. Şöyle diyorlar:
“Sehven de olsa, senden başka bir istek hatırıma gelse, mürted olduğuma hükmederim.”
Bu ibarelerden işaret ehlinin şu sözlerinin manası anlaşılır: “İyilerin iyilikleri, mukarrebûn derecesindeki kulların kötülükleridir.”
Dördüncüsü: Zahir ehlinin tevilidir. O da şudur: Kalb, düşüncelerden, dünyaya ait isteklerden, şehvet düşüncelerinden, çeşitli meyil ve arzulardan boş değildir. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem beşeriyet icabı kalbe gelen bu gibi düşüncelerden dolayı onları defetmek için Allah Teâlâ'yı karşı istiğfar ederdi. Ben de zahir âlimlerine uyarak derim ki bu tevilin beşincisi şudur: Hz. Peygamberin istiğfarı ibadetlerin sonunu düşünmekten, yahut taattaki noksanlıklardan yahut nimetler karşısında şükürden aciz olmaktan dolayı idi. Hz. Peygamber bu sebeple namazı tamamladığı zaman istiğfar ederdi. Yine kaza-i hacetten çıktığı zaman bu sebeple duada bulunurdu. Râbiat'ül- Adeviyye'nin şu sözü de bu kabildendir:
“Bizim istiğfarımız, çok istiğfarlara muhtaçtır.” Bunun iki manası vardır: biri diğerinden daha doğrudur, Biz bu makamdan sadede gelelim.
Kadı Ebû Zeyd “Usûl-i Fıkıh” adlı kitabında şöyle diyor: Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in işleri (an kasdın) dört kısma ayrılır. Vacib, Müstahab, Mubah ve Zelle. Bunlar Hz. Peygamber'den bilerek vaki olur. Uyuyan ve yanılan kişilerde olduğu gibi kendi iradesi dışında vukubulan işlere itibar yoktur. Zira bu işler hitaba dahil değildir. Sonra zelle, yapan kimse tarafından, zelle olduğunu açıklamaya yakın olması lâzımdır. Meselâ; Musa aleyhisselâm, kıptîyi bir yumrukta öldürdüğü zaman: “Bu şeytanın işlerindendir” demek suretiyle zellesini kendi ifadesiyle açıklamıştır. Bu açıklama yahut Allah tarafından yapılır. Nitekim Allah Teâlâ, Âdem aleyhisselâm'dan bahsederken;
“Âdem, rabbine isyan ederek şaşırdı.” 221 buyuruyor. Bununla beraber Âdem aleyhisselâm'ın bu zellesi, peygamberliğinden önce idi. Çünkü Allah Teâlâ, yukarıdaki âyetin devamında:
“Sonra rabbi onu seçip tevbesini kabul buyurdu ve ona doğru yolu gösterdi.” 222 buyuruyor.
Zelle, açıklamadan boş olmayınca, yani açıklamaya muhtaç olunca kendisine uyulmak caiz olmadığı hususunu anlamak kimse için zor değildir. Dolayısıyla diğer üç neve itibar etmek kalıyor. Şemsül Eimme de bunun benzerini söylemiştir.
İbn-i Humam demiştir ki:
“Ehl-i Sünnet'in Cumhuruna göre ihtiyar ve tercih edilen görüş, peygamberlerin sadece büyük günahlardan korunmuş oldukları, küçük günah işlemekten korunmuş olmadıklarıdır. Bu ister hata ile olsun, ister yanılarak olsun aynıdır.
Ehl-i Sünnet âlimlerinden, küçük günahların sehven de olsa mümkün olmadığını söyleyenler de vardır. Doğrusu, peygamberlerin, işlerinde yanılmalarının caiz olduğudur. Hasılı Ehl-i Sünnetten hiçbir âlim, bile bile peygamberlerden yasaklanmış bir işin çıkmayacağını caiz görmemiştir. Ancak yanılma ve unutma yolu ile böyle bir hatanın sudur edebileceğini söylemişlerdir ki buna zelle denilir.
Konevî bu konuda şöyle diyor:
Bazıları demiştir ki İsmet, Allah Teâlâ'nın halis ihsanıdır, kulun bunda bir ihtiyarı yoktur. Bu da şöyle oluyor: ya Allah Teâlâ, peygamberleri, meleklerin yaratılışında olduğu gibi, başkalarına muhalif tabiatta yaratmıştır ki bu tabiat sebebiyle günaha meyletmezler, Allah'a taattan kaçmazlar. Yahut, Allah Teâlâ, kendilerini beşer tabiatında yaratmış fakat, cebren himmetlerini kötülüklerden çevirmiş ve taatlara çekmiştir. Âlimlerden bir kısmı da demişlerdir ki; ismet, Allah Teâlâ'nın bir fazlı ve lûtfudur. Lâkin bu sıfat, peygamberlerin ihtiyarları ismetten sonra taata yönelik, kötülükten sakınacak şekilde bulunmaktadır. Şeyh Ebû Mansûr el-Mâtüridi de bu görüşe meylederek şöyle demiştir: Peygamberlerdeki ismet sıfatı mihneti, yani ibtilâ ve imtihanı yoketmez. Yâni peygamberleri taata mecbur kılmaz ve isyandan da aciz kılmaz. Belki ismet Allah Teâlâ tarafından bir lütuftur. Peygamberi hayır işlemeğe sevkeder, kötülükten meneder. İbtilâ ve ihtiyar manasını gerçekleştirmek için peygamberlerin irade ve ihtiyarları baki kalır.
Dostları ilə paylaş: |