*
* *
Ve âlem sûretlerinde olan her bir kuvvet kendi nefsiyle perdelidir. Kendisinden üstün olan başka bir kuvvet görmez. Nitekim akıl kuvveti ile vehim kuvveti, insanın âleminde saltanat iddia ederler. Biri diğerine itaat etmez. Çünkü akıl, delilleri değerlendirme kuvvetiyle, bütün hakîkatleri gereği gibi idrâk ve ihâta ettiğini iddiâ eder. Oysa İmâm-ı Şâfiî Hazretlerinin şu;
Tercüme: “Akılların idrâkinin nihâyeti bağdır, düğümdür. Ve âlemlerin çalışma gâyesi şaşkınlıktan ibârettir.” beytinde buyurduğu gibi akıl, hakîkatleri idrâkten çok uzaktır. Bununla berâber herkes kendi aklını beğenir. Çünkü her ferdin aklı kendi nefsiyle perdelenmiştir. Ve böylece insan vücûdunda akıl vehme ve vehim de akla tâbî olmak istemez. Ve görme kuvveti bir şeyin görülmesinde gark olduğu zaman kendi nefsiyle perdelenmiş olup, o sırada söylenen sözler işitme kuvvetine te’sîr etmez olur. Ve işitme kuvveti bir sözün işitilmesinden gark olduğu vakitte, görme kuvveti çevresindeki eşyânın seyretme zevkinden perdeli olur. İşte meleklerin Âdem oluşumu hakkındaki çekişmesi dahi bu hakîkate dayanmaktadır.
Ve her bir kuvvet, Allâh indinde her bir yüksek makâm ve derece için kendi zannınca, nefsinde yeterlilik tasavvur eder. Ve kendi nefsinde gördüğü kemâl, diğerlerinin kemâlini görmeğe perde olur. Oysa hâlin hakîkati böyle değildir. Bu ancak bir zan ve tasavvurdan ibârettir. Bunun sebebi budur ki, her bir kuvvet indinde ilâhî tarafa (yâni her bir mevcût için vâsıtasız özel bir yön bulunan ve vâhidiyyet mertebesinden ibâret olan isimler ve sıfatlar mertebesine) ve hakîkatlerin hakîkati tarafına (yâni mevcût ve izâfi yoklukta olan bütün imkân dahîlindekileri toplamış olan imkâniyye mertebesi) ve bu vasıfları (yâni hakkıyye ve hálk edilmişlik vasıflarını) taşıyıcı olan insan oluşumunda âlem kabûl edicilerinin hepsini (yâni tabîî rûha isdi’dâdlı olan tesviye edilmiş cesedi ve tabîat âleminin elementsel, mâdensel, bitkisel, hayvânsal ve insâna ait bütün kabûl edicilerini) yükseğini (yâni melekleri) ve aşağısını (yâni elementsel cismanî âlemi) içine alan küllî tabîatın (yâni tabîatların aslı olan sıcaklık, soğukluk, ıslaklık ve kuruluğun) gerektirdiği şey arasında ilâhi toplayıcılık vardır. Bu cümleyi îzâh için birâz ayrıntı verilmesi lâzım geldi. İlâhi toplayıcılığı toplamış olan üç hakîkat vardır:
Birincisi: Vâhidiyyet mertebesidir ki, isimler ve sıfatlar mertebesidir. Ve her bir mevcûda vâsıtasız bu mertebeden özel bir yön vardır. Çünkü en kesîf âlem olan şehâdet mertebesine kadar, bu mertebenin altında bulunan her bir mertebede var olan herhangi bir mevcût, bu mertebede mevcût olan bir ismin görünme yeridir. Ve bu isim, o mevcûdun özel yönüdür; ve o mevcût bu ismin gölgesidir. Gölge ile sâhibi arasında vâsıta olmadığı gibi, o mevcût ile bu isim arasında da vâsıta yoktur.
İkincisi: İmkâniyye mertebesidir. Bu mertebe fiilen mevcût olmuş ve potansiyel mevcût ve fiilen olmayan bütün imkân dâhilinde olan hakîkatleri toplamıştır. Ve bu öyle bir oluş yönüdür ki, rubûbiyetten ayrılıp kulluk ile vasıflanmıştır. Çünkü bir olan hakîkî vücût vitr(tek) iken, bu imkâniyye hakîkati ile tecellî etmekle çift olmuş ve bir vücût iki görünmüştür. Bundan dolayı imkâniyye mertebesi bütün çoklukların hakîkatlerini toplamıştır. Ve imkâniyye mertebesi vâhidiyyet mertebesine karşılık olduğu ve bütün bağıntıları ve işleri toplamış olan tek bir vücûdun tenezzülünden başka bir şey olmadığı için tabî ki ilâhi toplayıcılığa sahiptir.
Üçüncüsü: Külli tabîat mertebesidir. Bu mertebe vâhidiyyet mertebesi ile imkâniyye mertebesini birleştirmiştir. Ve madde âlemi bu mertebenin ihâtası altındadır. Bundan dolayı âlem sûretlerinde bir yön ile te’sîr eden ve bir yön ile te’sîr edilendir. Ulûhiyyet bu küllî tabîatın bâtını ve bu mertebe ulûhiyyetin zâhiridir. Çünkü ilâhi isimlerin kesîf sûretleri bu âlemde bu küllî tabîat ile açığa çıkar. Şu halde küllî tabîat hakkıyye ve hálkıyyeyi birleştirmiş olan küllî ilâhi hakîkattir. Ve Hak ile hálkedilen taraflarının kemâli ile zâhirdir.
İşte insâni kuvvetlerden her bir kuvvet ve âlem sûreti kuvvetlerinin bazısı derecesinde olan meleklerden her bir melek, kendi indinde, bahsedilen üç toplayıcılığı müşâhede ettiği için, bu üç hakîkate dönük bulunan her bir yüksek makâm ve dereceye kendi zannında yeterlilik tasavvur eder. Oysa onun bu zannı doğru değildir. Kendisinin üç toplayıcılığı toplamış olması, kemâlâttan ancak husûsî bir kemâlin görünme yeri olması sebebiyledir.
Dîğer tâbir ile ifâde edelim: Her bir kuvvet bir ismin görünme yeridir. Ve isimde iki işâret vardır:
Birisi zâta, diğeri kendisinin mevzûu olduğu husûsî ma’nâya âittir. Zât bütün isimlerin ve sıfatların toplayıcısı olduğundan zâta işâreti i’tibârıyla hangi bir isim alınsa, onda bütün isimler mevcût bulunur. Ve o isim bu i’tibâr ile toplayıcılığa sahiptir. Velâkin onun görünme yeri, ancak kendisinin aynası olduğu yönle, bu görünme yerinin taayyünü, onda mevcût olan diğer isimlerin hükümlerinin açığa çıkmasına müsâit değildir.
Ve mevzû olduğu husûsî ma’nâ i’tibârıyla her bir isim diğer isimlerden ayrılır. Bundan dolayı bu i’tibâr ile onda toplayıcılık yoktur.
Fakat “Allah” toplayıcı isminin görünme yeri olan insan-ı kâmilin taayyünü bütün isimlerin hükümlerinin açığa çıkmasına müsâit olduğundan, bahsedilen üç hakîkati toplamıştır. Zîrâ toplayıcı isim olan “Allah” bütün isimleri ihâta etmiş olan zâta işâret eder. Ve bu bahsin detayları İdrîs Fassın’da gelecektir.
Ve bunu akıl, düşünce bakışı yoluyla ârif olmaz; belki bu ilmin idrâki, ancak ilâhî keşf ile olur ki, rûhlarını kabûl edici olan âlem sûretlerinin aslının ne olduğu ondan bilinir (3).
Yâni bu küllî tabîat ilmini akıl düşünce bakışı yoluyla bilemez. Bu ilmin idrâki ilâhî keşf ile olur.
Ve âlemde var olan sonsuz sûretlerin aslı nedir?
Ve onlar kendilerinin rûhu olan ilâhi isimlerin te’sîrlerini ne yön ile kabûl ederler?
Ve ahadiyyet mertebesinden şehâdet âlemine tenezzüllerinin esasları nasıldır?
Bunlar hep ilâhî keşf ile bilinir. Düşünce bakışı yoluyla akıllarını kullanan felsefe ehli bu husûsta hayret içindedirler. Nitekim İslâm felsefecilerinden olan Ebû Alî Sînâ, vefâtı zamânında bu yol ile sarf ettiği mesâînin ve icrâ ettiği araştırmaların ve tetkiklerin boş olduğunu ve hiçbir şey tahsîl edememiş bulunduğunu itirâf etmiş ve aşağıdaki beyit ile bu aczini kabûl etmiştir:
Tercüme: “Mahlûkatın günahlarının örtülmesi senin örtmen iledir. Sen’i vasfedenler sıfatından âciz kaldılar. Yâ Tevvâb, bize hakîki tövbe ihsân et; çünkü biz beşeriz. Biz seni ma’rifetin hakkıyla bilemedik.”
Ve felsefecilerin nerede hayrete düştüklerinin ayrıntıları İdrîs Fassın’da gelecektir.
Bilinsin ki, küllî tabîat ulûhiyyet’in zâhire çıkmış hâli olan tek bir hakîkattir. Ve bir diğerine zıt birtakım esaslara sahîp olan tabîat sûretleri, her mertebede, o tek bir hakîkatten açığa çıkıp çeşitli taayyünler ile taayyün eder. Bundan dolayı tabîat ve tabîattan açığa çıkan tabîat cisimlerinin tamamı, hakîkat yönünden tek bir ayn’dır; ve taayyün yönünden çok ayn’lardır. Ve tek bir ayn dahi Hakk’ın hakîkati olan ahadiyye ayn’ıdır. Ve bu tabîat sûretleri tek bir ayn’ın muhtelif taayyünleri olduğu için, taayyünler sahasında mevcût olmayan bir şey, tabîattan açığa çıktığında, veyâhut tabîatta mevcût sûretlerden bir kısmı bozulup yok olduğunda, o tabîat ne eksilir, ne de artar. Ve tabîat ile ilgili ayrıntılar İdrîs Fassı ile İsâ Fassı’nda gelecektir.
Ve küllî tabîatın mertebelerin hepsinde sûretlerin var edicisi olan hakîkatin zâhiri tarafı oluşu yönüyle, sûretler cismânî, aklî, ilmî, hayâlî, zihnî, nûrî, rûhânî ve ilâhî olur. Nitekim sağlam kaynaklı hadîste buyrulmuştur: “Muhakkak Allah Teâlâ, Âdem’i sûreti üzerine hálk etti. Böyle olunca Allah Teâlâ’nın tarafına lâyık nûra ait ilâhi sûreti vardır.“ Şimdi hakîkat ehline göre sûretler, ya ulvî veya süflî olur. Ve ulviyyette, hakîkî ve izâfî olmak üzere iki kısma ayrılır:
1. Hakîki ulvi sûretler. Vâhidiyyet mertebesinde taayyün etmiş olan rubûbiyyet isimleri sûretleridir. Bunların maddesi ve ilk cevheri amâ’-i Rab’dır. Ve bu sûretlerin te’sîr edicisi ulûhiyyet zâtının hakîkati olan zâti ahadiyyettir. Ve vâhidiyyet mertebesinin tamamının zâhir tarafı küllî tabîattır.
2. İzâfi ulvi sûretler. Aklıyye rûhları, müheyyem rûhlar, nefsiyye rûhları ve müheyyem melekler rûhları hakîkatlerinin sûretleridir. Bunların maddesi tecellî nûr’udur.
3. Süfli sûretler. İmkâniyye hakîkatleri ile cisimler âlemi sûretleridir. İmkâniyye hakîkatlerinin sûretleri imkâniyye mertebesinde taayyün eden ilâhi bağıntılardan ibârettir ki, Rab ve merbûb(Rabbı olan) bağıntıları bu mertebede açığa çıkar. Bundan dolayı imkâniyye mertebesi bütün çoklukların hakîkatlerinin sûretlerini toplamıştır. Ve bunların maddesi amâ’-i merbûb(Rabbı olan)dur. Amâ-i Rab’de taayyün etmiş olan ulvi hakîkatlerin sûretleri bu mertebede merbûbiyyetle(Rabbı olmaklıkla) vasıflanmış olur. Ve imkâniyye mertebesi mutlak misâl ve kayıtlı misâl ve berzah âlemlerindeki sûretleri toplamıştır. Ve bu sûretler cisimler âlemine göre ulvîdir. Ve bu sûretlerin maddesi ve ilk cevheri nefesler ve ameller ve ahlâk gibi arâzlardır. Bundan dolayı bir kimse şerîata uygun sâlih ameller yapsa ve güzel ahlâk ile vasıflansa, bunlar berzah âleminde hûriler ve köşkler gibi cemâli sûretler ile görünür. Ve kötü ameller ve çirkin ahlâktan da ateş ve yılan ve akrep sûretleri oluşur.* (Mesnevi, Cilt 2, 958,1406; Cilt 5. 2211.beyitlere bakınız.(A.A. Konuk)
Cisimler âlemindeki sûretler en sûflî olanlardır. Ve bunların maddesi tamamen cisimdir ki, elementlerden ibârettir. Bunların ulvîsi hafîf olan “ateş” ile “havâ”dır. Ve ateş ile havâ havâsal ve ateşsel rûhların maddesidir. Süflîsi ağır olan katı ve sıvı cisimlerdir. Ve bunlar mâdensel ve bitkisel ve hayvansal sûretlerin maddesidir. İşte “tabîat“ bu sûretlerin hepsini taşıyan bir hakîkattir. Bir yön ile fâil ve bir yön ile fâilin fiilini kabûl edendir. Meselâ tabîatta sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve ıslaklık vardır. Bu dört şey tabîatın gayri değildir. Fakat tabîat sıcaklığı ile kurulukta ve soğukluğu ile ıslaklıkta fâildir ve kuruluk ile ıslaklık fiili kabûl edendir. Demek ki, tabîat bir yön ile fâil ve bir yön ile fâilin fiilini kabûl edendir. Tesîr ve te’sîri kabûl ediş üzerine ne varsa bu örneğe kıyâslansın. Ve kendi rûhlarını kabûl eden âlemin idrâk edilebilir ve hissedilebilir sûretleri aşağıdaki îzâhlar çerçevesinde var olur.
Şöyle ki rûhların hepsi ilk nûr olan “kalem-i a’lâ”nın hakîkâtinde taayyün etmişlerdir. Ondan sonra göklerin ve yeryüzünün hálkedilmesinden önce, “levh-i mahfûz”da o ma’nâları taşıyan harflerin yazılmasıyla ayrıntıya gelir. Fakat bu levh-i mahfûzda yazılmış sûretler ve şekiller belirgin değildir. Daha sonra açığa çıkmaya muhabbetin harâreti ve rûhâni şevkin hareketinin meydana gelmesiyle bu belirgin olmayan sûretler ve şekiller kendilerine tahsîs edilmiş olan âlemlerinde, yâni tabîatlar ve unsurlar âleminde zuhur eder. Onların belirmesi ve zuhur etmesi, yâni cesedlerinin tesviyesi tamâmlandığında bu cesed sûretlerini açığa çıkarıcı mâdenî rûhtan sonra yerden yetişen bitkilere sîrâyet eder. Daha sonra hareketli hayvânî rûha ve en sonra da imkân dâhilindeki yönlerin en mükemmeli üzere, ilâhî zuhûr için, insâni mükemmel rûhun sîrâyeti gerçekleşir.
Örnek: Bir kâtip ilminde olan ma’nâlara sûret vermek için kalemini hokkaya batırır. Kalem ucunun üzerine aldığı mürekkep, o ma’nâları taşıyıcı olan harfleri ihtivâ eder. Fakat kâtip mürekkep yerine soğan suyu kullansa ve bu su ile beyaz kağıt üzerine harfleri yazsa kâğıt üzerinde harflerin şekilleri belirgin olmaz. Ve bu harfler manâların sûretleridir; ve ma’nâlar bu sûretlerin rûhlarıdır. Ve bu ma’nâlar, bu harflerde birleşme ve dâhil olma olmaksızın mevcûttur. Daha sonra bu soğan suyu ile yazılmış olan hârfler ateşin ısısına tutulduğunda, yazılmış olan harflerin rengi kağıdın renginden farklı olarak gözükerek okuyan onları okuyup, o hârflerde açığa çıkan ma’nâları anlar.
Şimdi rûhları kabûl eden âlem sûretlerinin aslı olan küllî tabîat ilminin idrâkı akıl ile değil, ilâhî keşif ile mümkün olur. Akıl ancak kendi nefsini idrâk eder; ve ona ancak kendi nefsiyle kendi nefsinden aldığı şey keşf olur. Çünkü aklın işletici ve hükmedicileri duyulardır. Akıl duyular vâsıtası ile kendinde toplanan husûslara göre hükmeder. Bu ise kendi nefsiyle kendi nefsinden aldığı hükümdür. Bu hükümdeki kapsam alanı ise meydandadır. Onun için düşünce bakışı yoluyla akıllarını kullanan felsefecilerin eşyânın hakîkatlerine vâkıf olmaları şimdiye kadar mümkün olmadığı gibi, bundan sonra da ebeden mümkün olamayacaktır. Bunlar Hz. Hayyâm’ın buyurduğu gibi öküzden süt sağmak gibi abesle meşgûldürler. Beyt-i Hayyâm:
Tercüme ve izâh: Onlar ki, akıl ile çalışırlar; yazık ki, hepsi öküzden süt sağarlar. Düşünmeksizin elbisesi giymeleri, yâni akıllarını terk edip ilâhî keşif sâhipleri olan kerem sâhibi nebîlerin getirdikleri hükümleri kabûl ve onlara tâbî olmaları, daha iyidir. Bu tâbî olma öyle olmalıdır ki, işin hakîkâtinde bugün aklın hükmüyle bir yaprak bile satmamalıdır. Yâni nebîlerin hükümlerini kısıtlı ihâta sâhibi olan akla uydurmaya çalışmak ile îtirâzlarda bulunmamalıdır.
Ve ilâhî keşf toplayıcı varlığın görünme yerinin dışında bir yerde olmaz. Bunlar ise nebîler (aleyhimü’s-selâm) ile Hz. Şeyh-i Ekber ve benzeri (rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn) gibi onların vârisleri olan kâmillerdir. Çünkü bunlar Allah toplayıcı isminin görünme yeri oldukları yönle, mutlak zâtın tenezzül mertebelerini kendi nefislerinde bizzât hakîkatini idrâk ile müşâhede ederler. Ve söyledikleri ve yazdıkları hep kendi bizzât hakîkatini idrâk ile müşâhedeleridir. Ve onlar bu müşâhede üzerine bilirler ki, küllî tabîat ulûhiyyet’in zâhir tarafı olan tek bir hakîkattir. Ve bu da bütünde sîrâyet etmiş olan ahad zâttan başka bir şey değildir. Bunun için Hak Teâlâ buyurur: “Ve huvellezî fîs semâi ilâhun ve fîl ardı ilâhun” ya’nî “Gökteki ilâh da yerdeki ilâh da O’dur” (Zuhruf, 43/84) ve resûlinin lisânı ile de “Bir ip sarkıtmış olsanız Allah’ın üzerine düşerdi” deyip bütünde ahad zâtın sîrâyetinin hakîkatini duyurur.
Şimdi bu bahsedilen, “insan” ve “halîfe” olarak isimlendirildi. Onun insâniyyetine gelince, onun oluşumunun genelliğinden ve hakîkatlerin tümünü barındırdığından dolayıdır. Ve o, kendisiyle bakılan gözden, Hakk için gözbebeği gibidir. Ve “göz” ile anlatılmak istenen odur. İşte bunun için “insan” olarak isimlendirildi. Çünkü Hakk, onunla hálk ettiklerine baktı ve onlara rahmet etti (4).
Yâni âlem kuvvetlerinin tümünü yükseğini ve alçağını toplamış olan bu bahsedilene, yâni toplayıcı varlığa, “insan” denildi ki,aslî ismidir. Ve “halife” denildi ki, sonraki ismidir. Ona “insan” denilmesi, oluşumunun genel olmasından ve hakîkatlerin hepsini barındırması ve ihâta etmesinden dolayıdır. Çünkü rûhânî, tabîî ve unsurî olan bütün oluşumlarda onun sîrâyeti olduğu gibi, ulvî ve suflî bütün hakîkatleri barındırır. Âlemde hiçbir hakîkat yoktur ki, onda olmasın. İnsanın zâhirinde âlemin zâhirinde olan ve bâtınında da, âlemin bâtınında bulunan her bir şeyin benzeri vardır. Bundan dolayı insan mevcûtların özeti ve kâinatın özüdür. Çünkü âlem ilâhi sûret üzeredir. Ve insan ise o sûretin toplayıcı nümûnesidir.
Ve bu “toplayıcı varlık’” kendisiyle bakılan gözün, Hak için, gözbebeği gibidir. Ve “göz” ile anlatılmak istenen dahi, ancak odur. Ve görme kuvveti görünen şeylerin aynını nasıl gözbebeği ile idrâk ederse, mutlak zâtın kendi tenezzül mertebelerinin tümüne olan bakması da, bu gözbebeği gibi olan insan-ı kâmil ile olur. Yâni görme kuvvetinin algısı olan görmek gözbebeğinin sûreti ile olduğu gibi, Hak için görmek algısı dahi insan-ı kâmilin sûretine ait taayyün ile olur. Ve insan görme kuvvetiyle kendisinin aynı olan vücûduna baktığında oluşan görme algısı, başkasından kazanılmaz. Belki bu algı kendi zâtının kendi zâtına verdiği bir algıdan ibârettir. İşte insan-ı kâmil denilen görünme yeriyle olan ilâhî bakışta böyledir. Onun için Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye’nin iki yüz yirmi birinci kısmında şöyle buyurur: Beyt:
Tercüme: “Gayr nerededir? Ve varlıkta bütün “beşer” olarak isimlendirdiğin vücûdun gayrı bir şey yoktur. Çünkü o, aynen ve ilmen varlığın hepsine kapsam olan bir isimdir. Bundan dolayı sen sûretlerden çıkma!”
İşte insan, Hak için gözün göz bebeği gibi olduğundan dolayı, “insan” olarak isimlendirildi. Çünkü Hak insan-ı kâmil ile hálk ettiklerine baktı ve onlara rahmet eyledi. Çünkü insan-ı kâmil âlemin var edilmesine ve onun devamlılığına ve kemâlâtına ezelen ve ebeden dünyâca ve âhiretçe sebeptir.
İlim mertebesinde sebep oluşuna gelince: Hak Teâlâ kendi zâtına zâtıyla tecellî ettiği ve bütün sıfatlarını ve kemâlâtını zâtında müşâhede ettiği ve onları insan-ı kâmilin hakîkatinde müşâhede etmeyi istediği zaman, ilim mertebesinde insan türünün hakîkati olan hakîkat-ı muhammediyye, Hak için, ayna gibi oldu. Ve âlem hakîkatlerinin tümü onun vücûdu ile mevcût oldu. Ve bu hakîkat bütün isimleri toplamış olan “ilâhiyyet” mertebesine karşılık oldu. Daha sonra Hak Teâlâ o hakîkatte bütün isimlere ayrıntılı vücût verip a’yân-ı sâbite açığa çıktı.
“Ayn”daki sebep oluşuna gelince “Allah ilk önce benim nûrumu hálk etti” hadîs-i şerîfi gereğince nûr-i muhammedîden ibâret olan ilk aklın var edilmesiyle, Hak Teâlâ hâricî vücûdu ilmi vücûda uygun kıldı. Daha sonra ilk aklın içine aldığı diğer mevcûtlar açığa çıktı. Nitekim altılı mertebe bahsinde daha önce beyân edildi.
Kemâlâta sebep oluşuna gelince. Hak Teâlâ insan-ı kâmilin kalbini zâtının ve isimlerinin tecellîlerine ayna kıldı. İlk önce ona, daha sonra onun vâsıtasıyla âleme tecellî etti. Bu hâl, bir aynaya yansıyan nûrun onun karşısında bulunan diğer bir aynaya yansımasına benzer. Şu hâle göre isimlerin ilimde ve “ayn”daki aynları ve onların kemâlâtı ancak insan-ı kâmil vâsıtasıyla husule geldi. Ve insan ilk gâye olunca, tabîidir ki onun hâricîsi vücûdu âlem hakîkatlerinin vücûdunu gerektirir. Bundan dolayı Hak Teâlâ, en son insanı var etmek için, ilk önce âlemin parçalarını var etti. Nitekim buna işâreten, hadîs-i kudsîde: “Levlâke levlâk lema halaktü'l eflâk” yâni “sen olmasa idin yerleri, gökleri hálketmez idim” buyruldu. Ve Hz. Mevlâna Celâleddîn Rûmî (r.a.) Efendimiz, Mesnevî-i Şerîf’lerinin dördüncü cildinde bu hakîkati şu yön ile izâh buyururlar: Mesnevî:
Tercüme “Zâhire göre, o dal budak meyvenin aslıdır. Velâkin bâtına göre, dal budak meyve için vücût bulmuştur. Eğer meyve meyl ve ümîdi olmasa idi, bahçıvan hiç ağacın kökünü diker miydi? Böyle olunca o ağaç ma’nâ îtibârıyla meyveden doğdu. O meyvenin doğumu her ne kadar sûret îtibârıyla ağaçtan olmuş ise de, bunun için, o ilimlerin sâhibi olan (S.a.v.) Efendimiz: “Biz öne geçmiş olan sonra gelenleriz” işaretini beyân buyurmuştur. Ve yine buyurur ki: “Gerçi ben sûret îtibârıyla Âdem’den doğmuşumdur. Velâkin ma’nâ îtibârıyla ceddin ceddi olarak olmuşumdur. O meleğin secdesi benim için olmuştur. Ve benim için yedinci felek üzerine gitmiştir. Aklın ilki, amelde sonra geldi. O öyle bir akıl ki, ezel vasfı ola.”
İşte bu ezelî müşâhede ve ilmî ve aynî var etme onlara bakıştan ve onların üzerine öz olarak rahmâniyye rahmetinin ve ayrıntılı olarak rahîmiyye rahmetinin feyzlendirilmesinden ibârettir. Çünkü bütün kemâlât vücût üzerine tertîp edilmiştir. Ve vücût aslî rahmettir ki, rahmetin türleri ve dünya ve âhiret ile ilgili saâdet hep bu aslî rahmete tâbi’dir.
Şimdi o, ezelî olan sonradan meydana gelmiş insândır ve ebedî olan dâimi oluşumdur; ve birleştirici olan ayırıcı kelimedir. Bundan dolayı âlem onun vücûduyla tamâm oldu. Böyle olunca o, âlemden, yüzükteki yüzüktaşı gibidir ki, o, pâdişâhın hazînelerini onunla mühürlediği nakş ve alâmet mahallidir (5).
Yâni toplayıcı varlık olan insan-ı kâmil, sûretiyle sonradan var olmuştur ve rûhi hakîkatiyle ezelîdir. Çünkü ilmi sûretler ilâhî ilimdir; ve ilim ilâhi bağıntılardan bir bağıntı olması îtibârıyla Hakk’ın aynıdır; ve Hak ise ezelîdir. Ve insâni hakîkat sonsuz bağıntıları toplamış olan vâhid zâta karşılık olan ayna gibi olup vâhid zâtın mertebelerin tümüne tenezzülü bu hakîkatle olduğundan ve mertebelerin tümü ise, Hakk’ın vücûdundan ibâret ve Hakk’ın vücûdu ise ebedî olduğundan, insan-ı kâmilin oluşumu dahi ebedîdir. Hiçbir mertebede aslâ fenâ bulmaz.
Ve insan-ı kâmil bir kelimedir ki, zorunlu hükümler ile mümkün hükümlerin aralarını ayırır. Ve kendisi zorunlu ile mümkün arasında berzahdır. Ve berzah olan şeyin iki tarafa da birer yüzü vardır. Bundan dolayı insan-ı kâmil zorunlu hükümler ile mümkün hükümleri birleştirmiştir. Velâkin onun berzah oluşu iki taraftan ayrı olmak ve kendisinin ilâve ayn’ı bulunmak sûretiyle değildir. Meselâ kelimenin vücûdu sûretle ma’nâ arasında berzahtır. Velâkin kelimenin vücûdu sûret ve ma’nâya göre bir ilâve ayn değildir. Çünkü sûret kelimenin “ayn”ı olduğu gibi, ma’nâ da o sûretten hâriç değildir. Bundan dolayı kelime sûret ve ma’nâyı bir dîğerinden ayıran bir berzah olmakla berâber bunlardan ayrı değildir. Ve sûret ve ma’nâdan fazla olarak bir “ayn”a da sâhip değildir. İşte insan-ı kâmilin vücûdu da bu örneğe uyarlanabilir.
Şimdi Âdem mertebelerin tümüne toplayıcı olduğu ve onun taayyünü bütün ilâhi isimlerin açığa çıkmasına müsâit olduğu için, âlemin vücûdu Âdem’in vücûduyla tamâm oldu. Çünkü Âdem’in vücûdu olmasa idi, âlemin vücûdu rûhsuz bir tesviye edilmiş ceset ve cilâsız bir ayna gibi kalır idi. Bundan dolayı âlemin Âdem’e nispeti, yüzüktaşının yüzüğe nispeti gibidir.
Ve yüzüktaşı nakş ve alâmet mahallidir ki, pâdişâh hazînelerine onunla mühür vurur. Çünkü yüzükten kasıt nakş ve âlamet mahalli olan onun taşı olduğu gibi, âlemden kasıt dahi, hakîkî melik’in ismi olan “Allah” toplayıcı isminin nakş mahalli olan insan-ı kâmil’dir; ve hakîkî melik isimlerinin hazînelerini bu alâmetle muhafaza eder.
Bilinsin ki “O insan ezelî olan sonradan meydana gelmiş ve ebedî olan dâimi oluşumdur” ibâresi altında çok büyük ma’nâlar vardır. Bu beyândan insanın, yalnız yeryüzü üzerinde açığa çıkan insandan ibâret olmadığı açıkça görülür. Çünkü yeryüzünün başlangıcı ve sonu vardır. Bundan dolayı onun üzerinde açığa çıkan insanların da başlangıcı ve sonu vardır. Şu halde yeryüzü üzerindeki insanlar ezelî olan sonradan meydana gelmiş değildir, ebedî olan dâimi oluşumda değildir. Şimdi bu ma’nâyı izâh etmek için bir ön bilgi vermek lâzımdır.
Şöyle ki, Hakk’ın vücûdunun ne başlangıcı, ne de sonu vardır, kadîmdir. Bundan dolayı onun sıfatları ve isimleri dahi kadîmdir. Ve sıfatlarının ve isimlerinin hükümlerinin ve eserlerinin açığa çıkması aslâ durma kabûl etmez. Şu halde, Hakk’ın tecellî etmediği bir ân yoktur. Nitekim, âyet-i kerîmede “külle yevmin huve fî şe’n” ya’nî “O her an yeni bir iştedir”(Rahmân, 55/29) buyrulur. Hak Teâlâ ezelen ve ebeden Hâlık’tır, Rezzâk’tır, Gaffâr’dır, Mümît’tir, Muhyî’dir vb. Bundan dolayı vücût kadîm olduğu gibi, sonradan var olanların esâsları dahi kadîmdir. Ancak sonradan var olan fertlerin başlangıcı ve sonu vardır. Ve sonradan var olanların esaslarının başlangıcı ve sonu yoktur. Yâni Hakk’ın hálketmediği bir ân yoktur. Şimdi sonsuz uzay Hakk’ın vücûdunun ayn’ıdır. Ve onda bir taraftan var olan ve bir taraftan bozulan var edilenler ve zâil olanlar hálkedicilik sıfâtının görünme yerleridir. Ve o sonsuz âlemlerin üzerinde ezelen var olan insanların fertleri sonradan meydana gelmiştir. Bundan dolayı insan hem ezelî ve hem de sonradan meydan gelmedir. Ve beşer fertleri ve üzerinde yaşadığı âlemler ecele tâbî olduğu halde onun bu sonsuz âlemler üzerinde sonu olmadan açığa çıkması onun ebedî daimi oluşumu olduğunu gösterir. Ve “oluşum” “sonradan meydana gelmek” ma’nâsındadır.
Bu cümlenin açık ma’nâsı: “Şimdi o, ezelî sonradan meydana gelmiş ve ebedî dâimi sonradan meydana gelmiş olan insandır” demek olur. Şu halde insan, kadîm olan Hakk’ın varlığında ezelden ebede kadar mevcûttur.
Yukarıdaki şerh, kerim olan şerh edicilerin verdikleri ma’nâya göredir. Ve bu kerim olan zâtlar, insanın sonradan meydana gelişi ancak yeryüzüne mahsus olduğu ve şehâdet âleminin ancak bizim âlemimiz olduğu düşüncesiyle bu şekilde şerh etmişler ve insan-ı kâmil sûretiyle sonradan meydana gelme ve rûhi hakîkati ile ezelîdir demişlerdir. Gerçi bu beyân da doğrudur; fakat insâni fertlere göre doğrudur. Çünkü henüz sûret âleminde açığa çıkmayan her bir ferdin bir rûhi hakîkati vardır. Fakat “insan” kavramının sûret âleminde ezelden beri mevcût olmadığı düşüncesi darlıktır. Çünkü sûret âlemi ilâhi fiillerin aynasıdır. Ve ilâhi fiillerin ezelen ve ebeden durması mümkün değildir. Bundan dolayı bizim âlemimiz yok iken sonsuz uzayda başka âlemlerde insan sûretleri var idi. Bunun delîli ön bilgi cümlelerinde îzâh olunduğu üzere “Ve min âyâtihî hálkus semâvâti vel ardı ve mâ besse fîhimâ min dâbbeh” ya’nî “Gökleri ve yeri hálk etmesi ve orada dâbbeh’den çoğaltıp yayması O’nun âyetlerindendir” (Şûrâ, 42/29) âyet-i kerîmesidir. Hak Teâlâ yerde ve göklerde “dâbbe” cinsinden olan mahlûkatı yaydığını beyân buyuruyor. Ve “dabbe” insanın sûretine de kapsamdır. Nitekim âyet-i kerîmede, Enfâl sûresinde “İnne şerred devâbbi indallâhis summul bukmullezîne lâ ya’kılûn.“ yâni “Muhakkak ki, Allah indinde dabbelerin en şerlisi akılsız olan sağır ve dilsizlerdir” Enfâl, 8/22) “dilsiz ve sağır ve akılsız olan “dabbelerin şerlisi” insan olduğu meydandadır. Ve aynı şekilde diğer bir âyet-i kerîmede de “İnne şerred devâbbi indallâhillezîne keferû fe hum lâ yu'minûn” yâni “Allah indinde devâbbın en şerlisi, muhakkak kâfirlerdir, artık onlar imân etmezler” (Enfâl 8/55) buyrulur. “Ve küfreden ve îmân etmeyen “devâbb” ise ancak insandır.” Esâsen cenâb-ı Şeyh-i Ekber hazretleri Fütûhât’ın 367’nci kısmında hálketme esâsının ezelî ve ebedî olduğunu beyân buyururlar. Nitekim daha sonra büyük kıyâmet bahsinde ayrıntılı anlatılacaktır. Ve cenâb-ı Mevlâna Celâleddîn Rûmî efendimiz dahi Mesnevî- Şerîf’in üçüncü cildinde Dekûkî kıssasında olan beyt-i şerîfinin ikinci mısra’sında bu ma’nâya işâret buyururlar ki, fakîr Mesnev-î Şerîf’e olan âcîzâne şerhimde bu ma’nâyı îzâh ettim. Burada bahsetmek uzun olur.
Ve bu ecilden ona “halîfe” ismini verdi. Çünkü mühür hazîneleri muhafaza ettiği gibi, hálk ettiklerini onunla muhafaza edicidir. Şimdi pâdişâhın mührü onların üzerinde bulundukça, onların açılmasına bir kimse cesâret etmez. Ancak onun izniyle açar. Böyle olunca, âlemin muhafazasında onu halife yaptı. Bundan dolayı kendisinde insan-ı kâmil mevcût oldukça, âlem muhafaza olmaktan zâil olmaz. Onu görmez misin ki, dünyâ hazînelerinden zâil olup kaldırılsa Hak Teâlâ’nın onda muhafaza edeceği bir şey kalmaz. Ve onda olan şey çıkar ve bazısına katılır. Ve iş âhirete nakledilir. Şu halde âhiret hazîneleri üzerine ebedî mühür ile mühürlendi(6).
Yâni insan-ı kâmil isimlerin hepsini toplamış olan “Allah” isminin görünme yeri olduğundan dolayı Hak Teâlâ Hazretleri ona “halife” ismini verdi. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de meleklere hitâben “innî câilun fîl ardı halîfeh” ya’nî “muhakkak Ben yeryüzünde bir halîfe kılacağım” (Bakara, 2/30) buyrulmuştur. Çünkü kilitlerin üzerine konulan mühürmumunun üstüne basılan mühür ile hazîneler muhafaza edildiği gibi Hak Teâlâ da, kendisinin isimlerinin görünme yerleri olan hálk ettiklerini insan-ı kâmilin vücûdu ile muhafaza eder. Çünkü mevcût türlerin sûretlerinin devamlılığı, ulûhiyyet hazînelerinden, durmaksızın onlara ulaşan isimlere ait îtâlar ile olur. Eğer bu tecellîler kesilse, âlem sûretleri bir anda buz gibi eriyip mahvolur ve yok olur. Nitekim Hak Teâlâ Kurân-ı Kerîm’de “Ve in min şey’in illâ indenâ hazâinuhu ve mâ nunezziluhû illâ bi kaderin ma’lûm“ ya’nî “Hiçbirşey yoktur ki hazîneleri bizim yanımızda olmasın. Onu ma’lûm bir kader ile indiririz” (Hicr, 15/21) buyurur. Ve bu sûretlerin kemâlât ve eserlerinin devamlılığına sebep olan ilâhi îtâlar ilk önce zamânın vâhidi olan insan-ı kâmilin kalp aynasına inip, daha sonra onun kalbinden âleme yansıma sûretiyle dağıtılır. Ve hakîki pâdişâhın izni olmadıkça, insan-ı kâmilin muhafaza ettiği hazînelerin sırlarına kimse vâkıf olamaz; ve ilâhi hazînelerin tasarrufuna kimse cesâret edemez. Ve “illâ bi iznihi” deki zamîrin insan-ı kâmil’e dönük olması dahi mümkündür. Bu şekilde ma’nâ: “Allah” toplayıcı isminin görünme yeri olan insan-ı kâmilin izni olmadıkça ilâhi îtâların kaynağı olan hazînelerde hiçbir kimse tasarrufa cesâret edemez, demek olur. Ve insan-ı kâmilin ilâhi hazînelerde tasarrufu asâleten değil, hilâfetendir. Çünkü Hak Teâlâ âlemin muhafazası husûsunda insan-ı kâmili halîfe yaptı. Bundan dolayı âlemde insan-ı kâmil mevcût oldukça, o âlem dâimâ muhafazada kalır.
Sen görmez misin ki, Zâhir isminin görünme yeri olan olan bu kesîf dünyâ âleminde Hakk’ın açığa çıkma ve açığa çıkarması ve Cenâb-ı Hakk’ın kendisini kendisiyle bilmesinden ibâret olan ilk taayyün(celâ) ve isim ve sıfatlarının açığa çıkışıyla olan bilmesinden ibâret olan taayyünü(isticlâsı), son derece kemâle geldikten sonra, insan-ı kâmilin vücûdu zâil ve onun vücût mührü dünyâ hazînelerinden kaldırıldığı zaman, artık dünyâ hazînelerinde muhafaza edecek bir şey kalmaz. Çünkü zâhir sûretler bozulup harâp olur. Ve Zâhir isminin hükümleri Bâtın isminin sahasına nakil olur. Ve kesîf dünya âleminde mevcût olan mâden ve hayvân ve insan ve cinn ve göklerde olan melekler âhiret âlemine ihrac olur ve âlemde toplanır. Nitekim Hak Teâlâ “Ve izel vuhûşu huşiret” yâni “vahşiler toplandığı zaman” (Tekvîr, 81/5) buyurur. Ve toplanma ise her bir şey hakkında geneldir. Bundan dolayı âlemden ihrac olan şeylerin bazısı bazısına katılır. Yâni parçalar kendi asıllarına katılmış olur. Şu halde mâden ve bitki ve hayvân toprağa; ve insan ve cinn ise, kendilerinde üstün gelene göre, ateşe aît parçalar şeytandan ibâret olan ateşe, ve nûra aît parçalar da melekten ibâret olan nûra katılır. Daha sonra nûr insan-ı kâmile katılıp nûrânî âlemde onun mühürleme hakîkati açığa çıkar. Ve insan-ı kâmil görünme yeriyle açığa çıkma işi âhirete nakil olmakla, insan-ı kâmil nûruyla nûra ait âlemin hazînesinin; ve ateşiyle de ateşe ait âlemin hazînesinin, âhiret âlemi üzerine ebedî mühürleme ile mührü olur. Çünkü insan-ı kâmil melek ve şeytanı toplamıştır. Şu kadar ki, şeytan onda tasarruf edemez; belki o şeytanda tasarruf eder. Velâkin noksan insânda şeytan tasarruf eder. Onun için noksan insânda şeytânlık gâlip olunca âhirete naklinde şeytanın aslından olan ateşe katılır. Ve şeytan Celâl isminin göründüğü yerdir. Âhirette Celâli tecellîlerin mahalli ise cehennemdir. Ve Celâli tecellîler elemi gerektirir. Ve eğer nûrluk gâlip olursa âhirete naklinde meleğin aslı olan nûra katılır. Nitekim Hz. Mevlâna Celâleddîn Rûmî (r.a.) efendimiz Mesnevî-i Şerîf’lerinde buyururlar: Mesnevî:
Tercüme: “Diğer bir hamlede beşer mertebesinden ölürüm, melâike mertebesinden kanat ve baş çıkartmak için.”
Ve nûr Cemâl isminin göründüğü yerdir. Âhirette Cemâli tecellîler mahalli ise cennettir. Ve Cemâli tecellîler lezzeti gerektirir. Ve ahîret oluşumunda bunların mahalli ayrı olduğu halde, dünyevî oluşumda bir aradadır. Bundan dolayı gerek mü’minlerin ve gerek kâfirlerin bu âlemde Cemâli ve Celâli tecellîlerden nasîbleri vardır.
İşte insan-ı kâmil, dünyâ hazînesi üzerine geçici mühür ile ve âhiret hazînesi üzerinde de ebedî mühür ile mühürlenir. Çünkü onun mühürlenmesi, oluşumun geçiciliğine ve ebediliğine tâbi’dir.
Şimdi ilâhi sûrette olan isimlerin hepsi bu insan oluşumunda açığa çıktı. Böyle olunca onun derecesi bu vücût ile ihâtayı ve toplamayı taşıyıcı oldu. Ve Allah Teâlâ’nın delili melekler üzerine, onunla var oldu. Şimdi dikkat et! Muhakkak Allah Teâlâ sana, senin gayrin ile nasihat etti. Ve bak! üzerine azarlama gelen kimseye nereden azarlama geldi? (7).
Yâni insan-ı kâmil, hakîkî melikin isimlerinin hazîneleri üzerine basılan mührü derecesinde ve toplayıcı ismin nakış mahalli olduğundan, ilâhi sûrette mevcût olan isimlerin tümü bu insan oluşumunda açığa çıktı. Çünkü padişâhın mühüründe nakşolunmuş olan isim görülünce, bu mühürden o pâdişâhın bütün sıfatlarına ve isimlerine geçiş olur. Bundan dolayı o mühürde pâdişâhın sûretinde mevcût olan isimlerin hepsi açığa çıkar. Ve mühür cismâni sûret îtibârıyla her ne kadar küçük bir cisim ise de, onun ma’nâsı pâdişâhın üstün gelici kuvvetine ve saltanatına uyarı olduğundan kimse onu kaldırmaya cür’et edemez. İşte dünyâda geçici mühür ve âhirette ebedi mühür ile mühürlenmiş olan insan-ı kâmilin oluşumu dahi böyledir. Bundan dolayı insan-ı kâmilin derecesi bu aynî ve unsurî vücûdu ile, bütün isimlerin ihâtasını ve mutlak zâtın tenezzül mertebelerinin tümünü taşıyıcı oldu.
Ve bu ihâta ve toplayıcılık sebebiyle Allah Teâlâ’nın delili melekler üzerine onunla var oldu. Çünkü “Ve iz kâle rabbuke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeh” ya’nî “Ve Rabbin meleklere: “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halife kılacağım” demişti.” (Bakara, 2/30) âyet-i kerîmesinde beyan buyurulduğu üzere, Hakk Teâlâ yeryüzünde halîfe edineceğini meleklere haber verdi. Melekler de: “Ya Rabbî yeryüzünde fesâd eden ve kan döken kimseyi nasıl halîfe edineceksin? Oysa biz sana tesbîh ve hamd ederiz ve seni takdîs ederiz” dediler. Oysa meleklerde bu toplayıcılık ve ihâta bulunmayıp onlar Hakk’ı, görünme yeri oldukları hâs isimleri çerçevesinde tenzîh ve takdîs ettikleri ve ona bu isimler çerçevesinde hamd ettikleri yön ile, diğer isimler ile Hakk’ın tenzîh ve takdîs ve hamd edilmesinden habersiz idiler. Ne zaman ki Hak Teâlâ’nın: “yâ âdemu enbi’hum bi esmâihim” ya’nî “Ey Âdem! Bunları onlara, isimleriyle haber ver“(Bakara, 2/33) hitâbı üzerine Âdem onların bilmedikleri isimlerden haber verince, melekler bu delil üzerine “subhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ” ya’nî “Sen sübhansın. Senin bize öğrettiğinden başka bir ilmimiz yoktur” (Bakara, 2/32) diyerek aczlerini îtîrâf ettiler ve sorularından vazgeçtiler.
Şimdi Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a) açığa çıkma ve açığa çıkarma işinde kendi hilkâtlerini yeterli görüp halîfenin gereksiz olduğunu zanneden meleklerin hâlinden ibret alınması için buyururlar ki: “Sen yeryüzünde Allah’ın halîfesi olan insan-ı kâmilin derecesi karşısında edebini muhafaza et! Muhakkak Allah Teâlâ, senin gayrin olan meleklerin hâliyle sana nasîhat buyurdu. Ve bak ki, üzerine azar gelen meleklere bu azar nereden ve hangi sebepten geldi?” Çünkü Hak Teâlâ onların sorusu üzerine: “Benim bildiğimi siz bilmezsiniz” deyip onları câhil saydı. Ve câhil sayılmak ise şüphesiz azardır. Ve Hz. Mevlâna (r.a) Mesnevî Şerîf’lerinin üçüncü cildinde insan-ı kâmil’e karşı yerine getirilmesi gerekli olan edeb hakkında şöyle buyururlar. Mesnevî:
Tercüme: “Bu sır söyleyici olan resûller İsrâfîl huylu dinleyici isterler. Onların, pâdişâhlar gibi, bir gururu ve bir kibri vardır. Dünya ehlinden kölelik isterler. Sen onların lâyık oldukları edeb vazîfesini yerine getirmedikçe onların risâletlerinden nasıl istifâde edersin? Sen onların önünde iki kat olarak eğilmedikçe, o emânet sana ne zaman ulaşır? Her bir edep onlara nasıl makbûl gelir? Çünkü onlar mübârek köşkten geldiler.”
Çünkü melâike, bu halîfe oluşumunun verdiği şeye vâkıf olmadı. Onlar hazreti Hakk’ın zâti ibâdetinin gerektirdiği şeye de vâkıf olmadılar. Çünkü hiçbir kimse Hak’tan kendi zâtının verdiği şeyin gayrisini bilmez. Oysa melekler için Âdem’deki toplayıcılık yoktur. Ve onlar, kendilerine mahsûs olan ilâhi isimlerin dışındakilere vâkıf olmadılar. Ve Hakk’ı onlar ile tesbîh ve takdîs ettiler. Oysa onlar, Allah Teâlâ için, kendilerine ilmi ulaşmamış isimler olduğunu bilmediler. Bundan dolayı onlar ile Hakk’ı tesbîh ve takdîs etmediler. Şimdi onların üzerine bizim bahsettiğimiz şey üstün geldi. Ve onların üzerine bu hâl hükmetti. Böyle olunca onlar, oluşumları yönünden “e tec’alu fîhâ men yufsidu fîhâ” (Bakara,2/30) yâni “Ya Rab, sen yeryüzünde fesât çıkaran kimseyi mi hálk edeceksin?” dediler. Oysa bu çekişmekten başka bir şey değildir. Ve o çekişme, onlardan gerçekleşen şeyin aynıdır. Şu halde Âdem hakkında dedikleri şey Hak hakkında olan şeyin aynıdır.(8)
Yâni melekler bu halîfenin insâni oluşumunun zâhiren ve bâtınen sâhip olduğu ihâta ve toplayıcılığa vâkıf olmadı. Ve böylece onlar Hakk’ın zâti ibâdetinin gerektirdiği şeye de vâkıf olmadılar. Ve zâti ibâdetten kasıt, Hakk’ın zâtında, O’nun isimlerinin hepsiyle ibâdet etmektir.
Bilinsin ki, kul “bir tasarruf edicinin tasarrufu altında bulunan kimse”ye derler. Ve görünme yerlerinden her bir görünme yeri ilâhi isimlerden bir ismin tasarrufu altında olup, o ismin gerekleri kendilerinden çıkmak sûretiyle Hakk’ın zâtına ibâdet ederler. Ve netîcede de, her bir görünme yerinden ancak kendisinin hâs Rabbi olan ismin kemâlâtı açığa çıkar ki, Hakk’ın zâti ibâdetinden gereken şey, o görünme yeri hakkında, ancak bu ismin hükümlerinden ibâret bulunur. O görünme yeri kendi hâs Rabbi olan o ismin kuludur. Ve görünme yerinin ibâdeti de Hakk’ın zâti ibâdetinden bir parçadır. Çünkü Hakk’ın zâtının bir çok yönlerinden sadece bir yöne dönüktür. Velâkin isimlerin hepsini toplamış olan “Allah” isminin görünme yeri olan insan-ı kâmil, bu a’zam ismin kulu olduğundan onun ibâdeti, zâti ibâdetten bir parça değildir. Çünkü Hakk’ın zâtının bütün yönlerine dönüktür. İşte melekler bu hakîkate vâkıf olmadılar. Çünkü kendisinde isimleri toplayıcılık olmayan bir kimsenin Hak’tan bildiği ve anladığı şey, ancak kendi zâtının verdiği ilim kadardır. Yâni kendisinin hâs Rabbi olan ilâhî isim ne ise, o kimse Hakk’ı o isim ile kendinde açığa çıktığı kadar bilir. Oysa meleklerde Âdem’in toplayıcılığı yoktur. Onlar “Subbûh, Kuddûs, Tayyib, Tâhir, Nur, Vâhid, Ahad ve Aliyy” gibi kendilerine mahsûs olan tenzîh ve takdîse bağlı ilâhi isimlerden başka ilâhi isimler bulunduğuna vâkıf olmadılar; ve Hakk’ı bu isimler ile tesbîh ve takdîs ettiler. Ve bunu yeterli zannedip Âdem’in hálk edilişinin, kendilerinde olanı tekrar ortaya getirmek olacağı zannına düştüler. Oysa onlar, Allah Teâlâ’nın başka isimleri de olup, bu isimlere vâkıf olmadıklarını ve bu isimlerle Hakk’ı tenzîh ve takdîs etmediklerini bilmediler. Bundan dolayı melekler üzerine bizim bahsettiğimiz vâkıf olamama gâlip geldi. Ve onlar üzerine diğer ilâhi isimlere ilimsizlik hâli hükmetti. İ’tidâl sınırından çıkıp edeb dâiresini aşarak Hakk’a îtirâz ettiler. Ve kendi nefislerini temize çıkararak Âdem’i kötülediler. Bundan dolayı melekler cüz’-i noksan oluşumları yönünden “yâ Rab, sen yeryüzünde fesât çıkaran ve kan döken kimseyi mi hálkedeceksin?” dediler. Oysa meleklerin bu sözleri ancak çekişmeden ibârettir. Ve çekişme ise fesadın gereğidir. Ve onlardan gerçekleşen îtirâz çekişmenin aynıdır. Şu halde melekler, bu sözleriyle, Âdem hakkında dedikleri şeyin aynını yapmış oldular. Çünkü onlar, Âdem yeryüzünde fesât çıkarır ve kan döker demişler idi. Oysa fesât çıkarma ve kan dökme, fiilen Hakk’a muhâlefettir. Ve muhâlefet ise îtirâzdır. Ve İtirâzın bulunduğu mahalde fesât oluşur. Melekler böyle demekle Hakk’a söz ile muhâlefet ettiler ve Hakk’ın arzusunun meydana gelmesinin tersine çalıştılar. Bu ise îtirâzdır. Bundan dolayı Âdem’e yükledikleri fesâdın aynını kendileri de yapmış oldular.
Dostları ilə paylaş: |