Îzâhan tercüme: Âdem'in cismânî sûreti olan bu heykel, bu kalıp bir örtü ve perdeden ibârettir. Bu sûrete bağlı olan ma’nâ ki, insâni hakîkatten ibârettir ve bu hakîkat ise, ilâhi sûretten ibâret ve "Allah" toplayıcı isminin görünme yeridir. Ka'be-i muazzama zât isminin görünme yeri olması îtibârıyla, nasıl ki bütün secdelerin kıblesi olmuş ise, zât isminin görünme yeri olan bizim hakîkatimiz dahi öylece secdelerin kıblesidir. Ve bu ma’nâya işâreten Ebu'l-Hasan Harkânî (r.a.): "Eğer benim hakîkatimi ârif olaydınız, bana secde ederdiniz" buyurmuştur.
İşte bu sırdan dolayı, sûret sultanları kendi teb'asıyla dâimâ içlerine karışıp görüşmeden kendi sarayında gizlenir. Aslında Sultan, sûreti îtibârıyla, idaresi altındaki fertlerden ayrı değildir. Fakat onda saltanatın îcâbı olarak; bir izzet ve azamet ma’nâları vardır ki, bu îtibârla teb'asından ayrıdır. Bu ma’nâlar ise "gayb"dır. Ve gayb gizliliği gerektirir. Sûret ma’nâdan ayrılmış olmadığı için, sultânın sûreti manâsına tâbi olarak gizlenir.
Ve Hak Teâlâ Hazretleri, kendi nefsini zulmâni perdeler ile vasfeyledi ki, onlar, mâddecilerin "madde" olarak ifâde ettikleri tâbîat cisimlerinden ibârettir. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz buyururlar: "Muhakkak Allah Teâlâ'nın nûrdan ve zulmetten yetmiş bin perdesi vardır". Ve aynı şekilde Hak Teâlâ nefsini nûrâni perdeler ile vasfetti ki, onlar da latîf rûhlardır. Şu halde vücût hakîkatini madde vâsıtasıyla arayan maddeciler, hakîkî vücûdun perdesine ve örtüsüne yapışmış kalmışlardır. Ve rûhâniyyet mertebesinde arayan ve rûhâni zevklere dalan mü'minler de ayn-ı hâl içinde hayrete düşmüşlerdir. Böyle olunca âlem, kesîf ile latîf arasında olmuştur. Yâni ma’nâsı i'tibârıyla latîf ve sûreti îtibârıyla kesîftir. Gerek latîf ve gerek kesîf olan sûretlerde taayyün etmiş olan Hakk'ın mutlak vücûdudur ki, kesîf aklın idrâk edemeyeceği mertebede latîflerin latîfidir. Ve sûret âlemi ma’nâya ve ma’nâ âlemi de sûret âlemine perdedir. Dîğer bir tâbirle kesîf, latîfin ve latîf de kesîfin perdesidir. Bundan dolayı âlemin kesîf sûretleri, latîf sûreti olan kendi zâtına ve hakîkatine perde ayn’ıdır. Ve âlem mâdemki kendi hakîkatine perde ayn’ı oluyor, şu halde Hakk'ın kendi zâtını idrâk ettiği gibi, âlemin Hakk'ı idrâk edememesi pek tabii bir hâl olur. Gerçi âlem, vücûtta kendi var edicisine muhtaç olduğunu ve bundan dolayı ondan farklı bulunduğunu bilir. Fakat onun bu bilişi, kendini perdeden kurtarmaz. Bu hâle bizim zevkimiz şâhittir. Bu idrâkın olmayışı, Hakk'ın vücûdundan ibâret olan zâtî vücûdun zorunlu oluşunda, âlemin hazzı olmamasındandır.
Zâtî vücûdun zorunlu oluşunda âlemin hazzı ve zevki olmayınca, zorunlu vücûdu sonsuza dek idrâk edemez. İşte zâtî vücûdun zorunlu oluşunda âlemin hazzı olmaması yönüyle, Hak Teâlâ zevk ve müşahede etme ilmi ile bilinmeyen olmaktan ebeden zâil olmaz. Çünkü âlem sonradan olmadır. Ve sonradan olanın zâtı ile zorunlu olanın mertebesine adım atabilmesi mümkün değildir. Eğer zâtı ile zorunlu oluş mertebesine ayak bâsmış olsa, buz gibi eriyip taayyünü kalmaz. Ve sonradan olma sıfâtı kendisinden zâil olur. Ve o vakit "idrâk eden" ve "idrâk edilen" ve "idrâk" bağıntıları bir şey olup zâtî zorunluluk mertebesinde ortadan kalkar.
Nitekim hadîs-i şerîfte bu hakîkate işâret buyurulur “Cebrâil’e sordum: Rabbini görüyor musun? diye. Cevap verdi: “Benimle Onun arasında yetmişbin nûr perdesi vardır. Eğer perdelerin en altta olanını dahi görseydim (baştan aşağı) yanardım.” İşte "Rabb'ini görüyor musun?" sorusuna cevâben Cibrîl (a.s.) Rabb'isi ile kendi arasında zulmânî perde olduğunu beyân buyurup, yetmiş bin nûrânî perde olduğunu ve bu nûrâni perdeler kalkmış olsa, kendi nûrânî taayyününün ortadan kalkacağını ifâde etmiştir. Çünkü cenâb-ı Cibrîl dahi sonradan olmadır. Ve sonradan olanın zâtî zorunluluğa bir adım atabilmesi mümkün değildir.
Şimdi Hak Teâlâ Hazretleri, ancak şereflendirme ve ta'zim için, Âdem`i, "iki el" ile ifâde ettiği karşılıklı sıfatları arasında topladı. Ve Âdem bu sebeple Celâl ve Cemâl görünme yeri oldu. Çünkü Âdem'in ilâhi sûret üzere olan hakîkati, ilâhî Cemâl aynası. Ve cismâniyyetinden ibâret olan varlık sûreti, bu aynanın perdesi ve örtüsü olduğundan, Celâl görünme yeridir.
Ve işte bunun için Hak Teâlâ İblîs'e: "İki elimle hálk ettiğim şeye itaât etmekten seni meneden şey nedir?" buyurdu. Oysa o; âlem sûreti ile Hak sûretinden ibâret olan iki sûret arasında ancak onun toplama ayn’ıdır. Ve onlar da Hak Teâlâ'nın elidir. Ve İblîs âlemden bir parçadır. Onun için bu toplayıcılık oluşmadı. Ve bundan dolayı Âdem halîfe oldu. Şimdi eğer onu halîfe kıldığı şeyde, onu halîfe kılanın sûretiyle açığa çıkmasaydı, halîfe olmaz idi. Ve eğer onda, üzerlerine halîfe kılındığı idâresindekilerin talep ettiği şeyin hepsi mevcût olmasaydı, onlar üzerine halîfe olmaz idi. Çünkü onların dayanağı onadır. Böyle olunca kendisine ihtiyac duyulan şeyin hepsi ile kâim olması lâzımdır. Ve yoksa onların üzerine halîfe değildir. Bu takdirde hilâfet ancak insan-ı kâmil için geçerli oldu. Şimdi onun zâhir sûretini âlem hakîkatlerinden ve onun sûretinden inşâ eyledi. Ve bâtın sûretini de Allah Teâlâ kendi sûreti üzere inşâ etti. Ve bunun için onun hakkında: "Ben onun işiteni ve göreni olurum" dedi. Ve onun "gözü" ve "kulağı" olurum demedi. Şu halde iki sûret arasını ayırdı (17).
Yâni Âdem ilâhi toplayıcılık ile şereflenmiş olduğu için, Hak Teâlâ İblîs'e: "İki elimle, yâni Celâli ve Cemâli sıfatlarım ve isimlerimle hálk ettiğim Âdem'e secde ve itaât etmekten seni meneden şey nedir?" diye hitâp etti ve azarladı. Oysa o "iki el" ile Âdem'i hálk etmek, birisi âlemin, diğeri Hakk'ın sûreti olmak üzere iki sûret arasında, ancak Âdem'i toplamanın aynıdır. Çünkü Hakk'ın sûreti, ilâhi isimler ve rabbâni sıfatların bütün hepsinin sûretidir. Ve bu isimler ve sıfatlar te’sîr eden ve fa'il olduğu yön ile Hakk'ın "veren eli"dir; ve âlemin sûreti ise, varlıklar âleminde ne kadar sûretler var ise hepsinin tamamıdır. Ve varlık sûretleri te’sîr alan ve failin fiilini kabûl eden olduğu cihetle, Hakk'ın "alan eli"dir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “E lem ya’lemû ennallâhe huve yakbelut tevbete an ibâdihî ve ye’huzus sadakâti” yâni “Allah'ın kullarından, tövbeleri kabûl ettiğini ve sadakaları aldığını (kabûl ettiğini) bilmiyorlar mı?” (Tevbe, 9/104).
Ve İblîs âlem parçalarından bir parça olduğu yönle, Âdem'deki toplayıcılık onda yoktur. Çünkü İblîs'in bâtını olan "Mudill" ismi Celâli isimlerden olduğu gibi, zâhiri olan unsuri oluşumu dahi havâdan ibâret olan oksijen ile meydana gelen ateştir. Bundan dolayı onun unsuri parçaları ateş ile havâdır. Ve onun en büyük parçası olan ateş ise, Celâli görünme yerindendir. Şu halde İblîs zâhiren ve bâtınen Celâl görünme yeri olduğundan sol el olan Celâli sıfatlar ile mahlûktur. Bu sebeple İblîs'in hakîkati olan Mudill ismi saptırma, hîle, küfür, inkâr, kin ve hâsed gibi sıfatlara sahiptir. Ve unsuri oluşumu olan ateş dahi yükselmek, kibir, Mûsâllat olmak ve zorlayıcılık gibi kahredici sıfatları gerektirir. Âdem'e gelince onun bâtını "Allah" mübârek ismi olduğu ve bu a'zam isim Celâl'i ve Cemâl'i bütün isimleri toplamış bulunduğu gibi, onun zâhiri olan unsuri oluşumu dahi Celâli görünme yerinden olan ateş ile havâdan ve Cemâli görünme yeri olan su ile topraktan oluşmuştur. Bundan dolayı onun hakîkati olan "Allah" isminde Mudill ismi ve zâhirinde ateş mevcût olduğu yönle, yukarıda bahsedilen kötülenmiş sıfatlara sahip olduğu gibi, "Hâdî" mübârek isminin gereği olan hidâyet, doğruluk, îmân, ikrâr, kabûl, sevgi ve hayırseverlik gibi sıfatları ve unsuri oluşumunun en büyük parçası olan su ile toprağın gereği olan alçak gönüllülük, tevâzu', ağır başlılık ve yumuşaklık gibi övülmüş sıfatları içine alır. Eğer Âdem'de sol elin hükümleri olan iblîsi sıfatlar gâlip olursa, kendisi sol ashâbından olup "cins cinsiyle beraber olur" îcâbınca Celâl mahalli olan cehenneme ve eğer sağ elin hükümleri olan sıfat gâlip olursa Cemâl mahalli olan cennete dâhil olur. Nitekim âyet-i kerîmede işâret buyurulur: “ferîkun fîl cenneti ve ferîkun fîs saîr” yâni “Onların bir kısmı cennette ve bir kısmı alevli ateştedir” (Şûrâ, 42/7), Beyt:
Tercüme: "Eğer senin vasıfların ve ahlâkın iyi olursa, ey iyi huylu, sekiz cennet sensin. Ve eğer kötülenmiş sıfatların düşkünü oldun ise, cehennem de sensin, ebedî azâbta sensin. Cihanda her kimin övülmüş ahlâkı varsa, o kimsenin cânı Hakk'ın sırlarının mahzeni olur. Cehennemin mayası nedir? Kötü ahlâktır. Kötü ahlâk Hakk yolunun seddi ve mânîsidir. Ey oğul, ahlâk ve vasıfların hepsi, her zaman birtakım sûretlerde şekillenir. Onlar, sana bâzen ateş ve bâzen nûr; bâzen de cehennem ve bâzen cennetler ve hûrîler sûretinde görünür. Eğer ayne'l-yakîn sâhibi isen benim bu söylediğim şeylerin maddi deliller getirerek ve taklît yolundan değil, belki keşif yönünden olduğunu anlarsın."
İşte İblîs Âdem'de, böyle bir toplayıcılık hâsıl olduğunu ve kendisinde bu toplayıcılığın bulunmadığını bilmedi. Âdem'i de kendi hâline kıyâs edip secde ve itaât ile emrolunduğunda, bâtınının ve zâhirinin gereklerine tâbî olarak kibirlendi. Ve kendi taayyünü ile Âdem'in hakîkatinden perdeli olduğu için, Hak Teâlâ onu perdenin arkasına sürdü. Çünkü İblîs'in gereği bu idi. Hak Teâlâ Hazretleri mutlak hakîmdir; hükmünü mahalline uygular ve hükmünde aslâ kimseye zulmetmez.
Şu hakîkat bilinsin ki, daha önce birçok yerlerde dahi îzâh olunduğu üzere, taayyün elbisesine bürünen Hakk’ın bir olan vücûdundan başkası değildir. Bu taayyün dediğimiz perde, taayyün etmiş Hakk’ın vücûdu üzere istîlâ edip onu örter. Bununla berâber bu taayyün perdesinin kararlılığı yoktur. “Küllü şey’in hâlikun illâ vechehu” yâni “O'nun vechi hariç herşey helâk olucudur” (Kasas, 28/88) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulduğu yön ile Hakk'ın vücûdunun nûru, an-be-an bu perdeleri yırtar. Şu halde taayyün Hakk'ın zâtına göre "uzaklaştırılmışlık" ve "tard olunmuşluk" olur. Ey irfân tâlibi, eğer sen bu taayyün perdesinin arkâsında taayyün etmiş olan Hakk’ı müşâhede edersen, hakîkati perdede müşâhede etmiş olursun. Ve seni "ben, ben" demeğe sevkeden şey, ancâk taayyününden ibârettir.
Gülşen-i Râz'dan beyt:
Tercüme:"O hakîkat ki,taayyün ile muayyen oldu,sen o hakîkate, konuşma esnâsında "ben" dedin"
Şimdi bu perdenin kararlılık üzere olmadığını yakînen bildin ise, artık "ben, ben" diyecek hâlin kalmaz. Ve eğer bu taayyün perdesinin arkasında taayyün etmiş vücût olan Hakk'ı müşâhede etmezsen, taayyün ile perdeye düşersin. Ve kendi taayyünün kendi nefsine perde olur.
Gülşen-i Râz'dan beyt:
Tercüme: "Âlemin taayyünleri senin üzerine oluşur. İşte bundan dolayı şeytan gibi; "Benim gibi kim vardır?” dersin.
Ve böyle olan kimse, bu taayyünle Hakk'ın zâtından uzaklaştırılmış ve tard edilmiş olup taayyün etmiş ve perdelenmiş olan tek bir ayn’ı sonsuza dek müşâhede edemez. Güzel amelleri sebebiyle cennete dâhil olsa bile, cennetlerin taayyünleri ile Hak'tan perdelenmiş olup, bunlarla meşgûl olur.
*
* *
İşte Âdem'in halîfe olmasının sebebi, "iki el" olarak ifâde edilen karşılıklı ilâhi sıfatlar ile mahlûk olmasındandır. Şimdi Âdem, eğer Hakk'ın kendisini halîfe kıldığı âlemde ve âlemin parçalarında, kendisini halîfe kılan Hakk'ın sûreti ile açığa çıkmasa idi, onda halîfe olmayı hakediş meydana gelip te, halîfe olmaz idi. Ve eğer Âdem'de, üzerlerine halîfe olunan idaresindekilerin, yâni âlemin ve âlemin parçalarının talep ettiği şeyin hepsi mevcût olmasaydı, âlem üzerine halîfe olmaz idi. Çünkü âlemin dayanağı halîfeyedir. Bundan dolayı âlem ve âlemin parçaları neye muhtâç ise, halîfe olan Âdem’in onların hepsiyle kâim olması gerekir. Ve eğer âlemin muhtâç olduğu şeyler bulunmasa, Âdem'de hilâfet mevcût olmaz. Çünkü âciz olan bir kimse, kendi gibi âciz olan diğer bir kimsenin ihtiyâcını te'mîn edemez.
Bu takdirde hilâfet, ilâhi sûret üzere mahlûk olması îtibârıyla, bütün âlemin parçalarını toplamış olan insan-ı kâmil için geçerli oldu. Böyle olunca Hak Teâlâ, insan-ı kâmilin zâhiri sûretini âlemin hakîkatlerinden ve âlemin hakîkatlerinin sûretlerinden inşâ etti. Ve bâtıni sûretini de “İnnallahe halaka âdeme ala sûretihi" yâni “Allah Âdemi kendi sûreti üzerine hálk etti” gereğince, Allah Teâlâ kendi sûreti üzere inşâ etti. Ve insan-ı kâmilin bu yön ile inşâsından dolayı, onun hakkında hadîs-i kudsîsinde: "Ben onun işitmesi ve göreni olurum" dedi. Ve onun cismâni sûretinden olan "gözü ve kulağı olurum" demedi. Ve böyle buyurmakla bâtıni ve zâhiri sûreti arasını ayırdı. Çünkü işitmek ve görmek bâtıni sûrettir. Ve işitir oluş ve görür oluş Hakk'â yüklenir. Velâkin göz ve kulak Hakk'a bağlı kılınmaz. Cisim ve cismâniyyet sonradan olmuşun ve taayyün etmişin şânıdır. Hakk’ın zâtı ise sonradan olmaktan ve taayyünden münezzehdir.
Ve bunun gibi, o, âlemden her bir mevcûtta, bu mevcûdun hakîkatinin talep ettiği kadardır. Velâkin halîfe için toplanmış olan şey, bir diğerleri için yoktur. Böyle olunca, ancak toplanmış olan ile üstün oldu. Şimdi eğer Hakk'ın mevcûtlarda sûretle sirâyet etmesi olmasa idi, âlem için vücût olmaz idi. Nitekim o idrâk edilebilir küllî hakîkatler olmasa idi, ayni mevcûtlarda bir hüküm açığa çıkmaz idi. Ve bu hakîkatten, âlemin kendi vücûdunda Hakk'a ihtiyacı sâbit oldu (18).
Yâni Allah Teâlâ'nın sûreti Âdem'de küllî oluş ve toplayıcılık üzere açığa çıktığı gibi, âlemin parçalarından her bir mevcûtta, bu mevcûdun hakîkatinin isti'dâdı, Hakk'ın kendisinde ne kadar açığa çıkmasını talep etmiş ise, Hakk'ın zuhûru o mevcûtta o kadardır. Âlem parçalarından hiçbir mevcûtta halîfe için olan toplayıcılık yoktur. Çünkü halîfenin isti'dâd ve kâbiliyyeti, kendisinde ilâhi isimlerin hepsinin fiilen açığa çıkmasına müsâit olacak kadar geniştir. Diğer mevcûtların isti'dâdında bu kapasite ve kâbiliyyet yoktur. Bundan dolayı Âdem, Hakk'ın sûretiyle âlem sûretinin toplayıcılığını taşıdığı için, halîfe olmaya nâil oldu.
Şimdi eğer Hakk’ın mutlak zâtının ilâhi sûretiyle mevcûtlarda sirâyet etmesi olmasa idi, âlemin vücûdu olmaz idi. Çünkü Hakk’ın zâtı zorunlu vücût ve âlem imkân dahîlinde olan vücûttur. Ve imkân dâhilindekilerin vücûdu ise, daha önce îzâh olunduğu üzere, varlık ile yokluk arasındadır. Bundan dolayı eğer latîf Hakk, kesâfet mertebesine tenezzül ederek, imkân dâhilindeki mevcûtlarda isimleri sûretiyle taayyün etmiş olmasaydı, bu imkân dahîlindeki mevcûtlar yoklukta kalır idi. Nitekim eğer hayât, ilim, sem', basar ve irâde ve kudret gibi akıl mertebesinde mevcût olan küllî hakîkatler olmasa idi, bu küllî hakîkatlerin aynî mevcûtlarda birer hükmü açığa çıkmaz idi. Külli işlerin aynî vücûtlara irtibâtı daha önce detaylı olarak anlatılmış idi. İşte Hakk'ın mevcûtlarda sûretle sirâyet etmesi hakîkatinden dolayı, âlemin vücût elbisesi giymesinde, Hakk'a muhtaç oluşu ve ihtiyâcı sâbit oldu. Demek ki, imkân dâhilindeki vücût idrak edilebilir küllî hakîkatlere bağlı olduğu gibi vücûtta dahi Hakk'a bağlıdır. Çünkü bir şeyin kesâfet mertebesi letâfet mertebesine bağlıdır; ve vücûtta ona muhtâçtır.
Şiir:
Şimdi hepsi muhtaçtır; hiçbiri ihtiyaçsız değildir. İşte bu haktır ki biz dedik; ve dolaylı olarak anlatmadık (19).
Yâni gerek Hak ve gerek âlem bir dîğerine muhtaçtır; hiçbiri bir dîğerinden ihtiyaçsız değildir. Âlemin Hakk'a ihtiyaçı, daha önce îzâh edildiği üzere, vücûttadır. Ve Hakk'ın âleme ihtiyacı ise, vücûtta olmayıp ilâhi isimlerinin ve sıfatlarının âlemin görünme yeri oluşuyla fiilen açığa çıkmasındadır. Hâce Hâfız Şîrâzî (k.a.s.) bu ihtiyacı bir beytinde "iştiyâk" ile ifâde etmiştir. Beyt-i şerîf şudur:
سا يهء معشو ف بر عاشق اگر افقد جه شد ما با و محيا ج بو دعم او عا مشقاق بود
Tercüme: "Ma'şûkun gölgesi, âşık üzerine düştü ise ne oldu? Biz vücûtta ona muhtaç ve gereksinim duyar idik. O da açığa çıkmada bize iştiyâk duyar idi."
Şimdi Hakk'ın bize ihtiyacı, kendisinden gayrı bir ihtiyaç zannedilmesin. Bu ihtiyaç O’nun isimleri arasındaki bağıntılardan bir bağıntıdır. Onun Bâtın ismi, açığa çıkmada Zâhir ismine muhtaçtır. Bizler ise Hakk'ın Zâhir isminin görünme yerleriyiz. İşte bizim açık söylediğimiz ve dolaylı anlatmadığımız bu söz haktır.
Şimdî eğer sen Ganî'yi zikredersen, ki onun muhtaçlığı yoktur; bundan dolayı bizim sözümüz ile kastettiğimiz şeyi muhakkak bilirsin (20).
Yâni eğer sen, Hak Teâlâ Hazretlerinin zâtı îtibârıyla ganî olup, hiçbir şeye muhtaç olmadığını hatırlatırsan, bu takdîrde sen bizim yukarıdaki beyt-i şerîfte "Gerek Hak ve gerek âlem bir dîğerine muhtaçtır” sözümüzden ne ma’nâyı kastettiğimizi bilirsin; ve anlarsın ki, bizim Hak hakkında beyân ettiğimiz muhtaç oluş, onun aslâ zâtına ilişkilendirilmez. Belki bu muhtaç oluş ilişkisi ancak isimler ve sıfatlar îtibârıyladır.
Beyt-i şerîfteki “zikredersen” kipinde ikrâm sahîbi şerh ediciler: “İki îtibâr vardır; birisi "muhâtab olan" diğeri "söyleyenin kendisi"dir, diyorlar. Muhâtab olan olarak düşünülürse, az önceki sorunun cevâbı olur. Yâni gûyâ bir sorucu çıkıp der ki: Ey hazret, sen Hakk'ı da muhtaç oluş mevkîine koydun; bu nasıl olur? Oysa, Allah Teâlâ Hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'inde: “innallâhe le ganiyyun anil âlemîn” yâni “Muhakkak ki Allah, âlemlerden ganîdir”(Ankebût, 29/6) buyurur. İşte bu beyt-i şerîf buna cevap olur. Eğer söyleyenin kendisi olursa, beyt-i şerîf önceki beyt-i şerîfin îzâhı olur.
Bundan dolayı hepsi, hepsine irtibatlıdır. Şu halde ondan onların ayrılması yoktur. Benim dediğim şeyi benden alın! (21).
Yâni gerek küll olan Hak ve gerek o küllün bütün isimlerinin sûretlerinden ibâret olmakla küll olan âlem bir dîğerine irtibatlıdır. Onların o irtibâttan aslâ ayrılması yoktur. Benim: "Hak, Rubûbiyyetini açığa çıkarmak için âleme irtibatlıdır ve âlem de vücûtta Hakk'a muhtaçtır. Bundan dolayı bu husûsta iki tarafında bir dîğerine ihtiyacı sâbittir" dediğim sözü benden alın ve iyi kavrayın! Çünkü bu söz, felsefe ehlinin hükümleri gibi akli delillerin mahsûlü değil, belki keşf yoluyla söylenmiştir.
Şimdi muhakkak sen, Âdemin bedenî oluşumunun hikmetini bildin; ben onun zâhirî sûretini kastederim. Ve muhakkak Âdemin rûhî oluşumunu da bildin, ben onun bâtınî sûretini kastederim. Bundan dolayı o Hak ve hálktır. Ve onun derecesini de bildin. O da onunla halîfe olmaya hak kazandığı toplayıcılıktır. Böyle olunca Âdem, kendisinden bu insan türü hálk olunan tek bir nefstir. O da Hak Teâlâ`nın sözüdür: "Ey insânlar, sizi tek bir nefsten hálk eden ve ondan onun eşini ve her ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabb'inizden sakının!"(Nisâ, 4/1). Şimdi “ittekû rabbekum” yâni “Rabb’inizden sakının” sözü, sizden açığa çıkan şeyi Rabb'inize koruma yapın. Ve sizden bâtın olan şeyi ki, o sizin Rabb'inizdir, kendinize koruma yapın, demektir. Çünkü iş, kötüleme ve övmedir. Bundan dolayı siz, kötülemede koruyucu olun ve onu övmede kendinize koruyucu edin ki, âlimlerin edeb sahibi olanlarından olasınız. (22)
Yâni sen daha önceki izâhlardan, Âdem'in cesedi olan zâhirî sûretinin âlem hakîkatlerinden ve onun sûretlerinden inşâ olunduğunu ve bunun hikmetinin de, Âdem’in âlemde halîfe olarak kabûl edilerek bu halîfenin, âlemin muhtâç olduğu şeyin hepsi ile kâim olması lâzım gelmesinden ibâret bulunduğunu bildin. Ve aynı şekilde Âdem'in rûhu olan bâtınî sûretini de Hak Teâlâ hazretlerinin kendi sûreti üzere inşâ edip onun işiteni ve göreni olduğunu bildin. Ve aynı şekilde Âdem'in halîfe olmasından ibâret olan derecesini de bildin ki, o derece, Hak Teâlâ hazretlerinin Zâhir ve Bâtın isimlerinin ihâtası altında bulunan bütün isimlerin toplayıcılığından ibârettir; ve Âdem, bunların bütün hepsini toplamış olduğu için, halîfe olmaya hak kazanmıştır. Âdem zâhiri ve bâtını toplayıcı olunca, kendisinden bu insan türü hálkedilen tek bir nefs olmuş olur.
Örnek: Elimize bir şeftâli alalım. Bu tek bir nefs’ten ibâret bir meyvedir. Çekirdeği, bâtını ve içi; ve eti, zâhiri ve dışıdır. Demek ki bu şeftâli, zâhiri ve bâtını toplamıştır. Onun çekirdeğini yere dikip terbiye ettiğimizde bir şeftâli ağacı çıkar. Çekirdek bâtın ve ağaç zâhir olur. Ve ağaçta binlerce şeftâli oluşur ki, her bir şeftâli zâhir ve bâtını toplayıcı bulunur. İşte o elimize aldığımız bir şeftâliden silsileler yönüyle sonsuz ağaçlar ve şeftâliler meydana gelir. İşte bu örneğe uygun olarak, Hak Teâlâ Âdem'den bu insan türünü hálk etti. Bunun delîli de Hak Teâlâ Hazretlerinin: “Yâ eyyuhen nâsuttekû rabbekumullezî halakakum min nefsin vâhidetin ve halaka minhâ zevcehâ ve besse minhumâ ricâlen kesîran ve nisâen,” (Nisâ, 4/1) mübârek sözüdür ki, metnin tercümesinde yüksek ma’nâsı beyân olundu.
Âdem’in hálk edilişi hakkında kitâp ehli ile maddeciler arasında ihtilâf vardır. Kitâp ehli, Âdem'in zâhirî sûreti olan cesedinin kırk günde tesviye edilerek, rûh üflendiğini ve sonra onun sol kaburga kemiğinden eşi olan Havvâ'nın hálkedildiğini ve sonra meydana gelen hatâları sebebiyle yeryüzüne indirildiklerini beyân ederler ki, indirilmiş olan kitapların zâhirî ibârelerinden böyle anlaşılır.
Maddeciler ise, âlemin hálk edilişinin tekâmül kâidelerine dayandığını ve yeryüzünün başlangıçta parlak bulutlar hâlinde var olup, daha sonra ateş buhârı, sonra da ateş akışkanı hâline geldiğini ve ondan sonra da katılaşarak milyonlarca seneler sonra yeryüzünde bitkiler bittiğini ve yüz binlerce sene sonra bitkilerin türleri derece derece kemâle ere ere ilk hayvânlar olan sürüngenlerin ortaya çıktığını ve sürüngenlerin derece derece kemâli ile memeli hayvanlar şekline dönüştüğünü ve çok uzun senelerden sonra bu hayvânların da kemâle ererek maymuna dönüştüğünü ve maymunun kemâle ermesinden de ilk insanların meydana geldiğini ve bu ilk insanların derece derece kemâle ererek bugünkü mertebeye ulaştıklarını fosillerin tetkiklerine dayanarak beyân edip Hâlık'ı, peygamberi, dîni inkâr ederler. Ve derler ki: "İnsanın kendisinde ebedî bir rûh tasavvur etmesi benliklerine muhabbetten ileri gelen bir şeydir. Bu benliğe o kadar irtibatlıdır ki, kendi ecdâdı olan hayvânlarda böyle bir rûh tasavvurunu zihnine sığdıramaz. Ve kendisini hayvânlardan ve bitkilerden ve mâdenlerden bu husûsta ayrı görür." Oysa daha öncede görüldüğü üzere, hayat, ilim, sem' vb. idrak edilebilir hakîkatlerden olup onların hâriçte vücûdu yoktur. Onların hükmünün meydana gelmesi için aynî mevcûtlara lüzûm vardır. Bundan dolayı hayât idrak edilebilir küllî bir husûstur ki, hükmü mevcûtların tümünde sirâyet etmiştir. Şu kadar ki, her bir mevcûdun taayyünü bu hayâtın açığa çıkmasına müsâit değildir. Hayât, mâdenlerde hissedilemez, bitkilerde hissedilebilir, hayvânlarda açıkça görülür ve en güzel sûret üzere hálk edilmiş olan insanda ise apaçıktır. Şu halde tahkik ehli indinde, mevcûtların her bir ferdi rûh sâhibidir. Çünkü her birisi bir ismin görünme yeridir; ve o isim onun Rabb-i hâssı ve rûhudur ve onun idare edicisi olan bu isim, zâta delil oluşu sebebiyle isimlerin hepsini toplamıştır. O mevcûdun "Hayy" isminden dahi nasîbi vardır. Velâkin, bu ismin hükmü bâzısında bâtın ve bâzısında zâhirdir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de bu hakîkate işâreten buyrulur: “ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî ve lâkin lâ tefkahûne tesbîhahum“ yâni “O'nu hamd ile tesbih etmeyen bir şey yoktur.Ve fakat onların tesbihlerini siz anlayamazsınız.” (İsrâ, 17/44) Şimdi her bir şeyin Hakk`ı tesbîh etmek için rûh sâhibi olması lâzımdır.Perde ehli onların tesbîhlerini işitmez ve bilmezler. Velâkin taayyün perdelerinden kurtulmuş keşf ehli rûh işitmesi ile onların konuşmalarını işitirler. Bu husûstaki ayrıntılar Hûd Fass'ında ve diğer fasslarda gelecektir. Mâdemki her bir mevcûdun hakîkati, kendisine görünme yeri olduğu isimdir ve isim ise isimlendirilmiş olanın aynıdır; şu halde o mevcûdun sûreti fenâ bulmuş olsa da, hakîkati bâkîdir. Bu husûstaki ayrıntılar da Yûnus Fassı'ndadır. Bundan dolayı Âdem’in hálk ediliş esasları maddecilerin tetkiklerine uygun olsa dahi, Hakk'ı, peygamberi, dîni inkâr etmek için hiçbir sebep yoktur. Bu inkâr, onların vehm ile karışmış olan aklî bakışlarının hükmü gereklerindendir. Yazık ki benlik perdelerinin sürüklemesiyle Peygamber'e tabî olmaktan kibirlenerek kırık dökük olan cüz'i akıllarına güvenerek, insan sûretinde mevcût olmak gibi bir nîmetin kadrini bilmezler. Ey ma'rifet tâlibi, bu fırsat eline bir defa geçer. Kibir ve gurûr ve üste çıkmak gibi nefsâni hazlara tâbî olup isti'dâdını ziyân etme!
Şimdi, Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) “Yâ eyyuhen nâsuttekû rabbekumullezî halakakum min nefsin vâhidetin ve halaka minhâ zevcehâ ve besse minhumâ ricâlen kesîran ve nisâen,” yâni "Ey insânlar, sizi tek bir nefsten hálk eden ve ondan onun eşini ve her ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabb'inizden sakının!" (Nisâ, 4/1) âyet-i kerîmesinin hakîkat lisânı ile tefsîrine başlayıp buyururlar ki: “ittekû rabbekum” yâni “Rabb’inizden sakının” sözü "Zâhiri vücûdunuz olan bu kesîf taayyününüzü Hakk'a koruma, yâni siper ediniz" demektir. Çünkü bu beşerî kesîf vücûdun bir çok kötülenmiş vasıfları vardır. Her ne kadar hakîkatte bunların senden açığa çıkması ilâhi isimlerin eserlerinden ibâret ise de, mâdemki senin ortada bir sonradan olan kesîf vücûdun vardır ve bunların hepsinin o vücûda bağlılığı apaçıktır ve Hak, zâtı yönünden, bunların hepsinden münezzehtir; şu halde, senden kötülenmiş sıfatlar ve fiiller çıkacak olursa, "Bunlar Hakk'ındır”; deme; “benimdir” de! Ve eğer kerem ve lütûf ve rahmet gibi övülmüş vasıflar ve fiiller çıkacak olursa bâtının olan Rabb'ini nefsine siper edip "Bunlar Hakk'ındır, de!" Çünkü bunlar ilâhi ahlâktandır. Ve biz bu ahlâk ile ahlâklanmaya me'mûruz. Nitekim buyrulur: “Tahalluku bi Ahlakillahi” yâni “Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanınız”. Ve Hak Teâlâ bize şu “Mâ esâbeke min hasenetin fe minallâhi, ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsike”(Nisâ, 4/79) yâni "Sana iyilikten bir şey isâbet ederse, Allâh'dandır; ve fenâlıktan bir şey isâbet ederse nefsindendir" âyet-i kerîmesinde bu edebi öğretti. Eğer böyle yapacak olursan, yâni varlık vücûdunda mevcût olan kötüleme ve övmeden, kötülemede nefsini Hakk'a siper ve övmede Hakk'ı nefsine siper edecek olursan, âlim olan kimselerin edeb sâhibi olanlarından olursun. Nitekim Âdem (a.s.) kendisinden çıkmış olan hatâyı hâlin hakîkatine ârif iken, kendi nefsine dayandırarak “rabbenâ zalemnâ enfusenâ” yâni “Rabbimiz, biz nefslerimize zulmettik” (A'râf, 7/23) buyurdu. Ve hatâsında nefsini Rabb'ine siper ettiği için, sâdece bu edebi sebebiyle makbûl oldu. Ve İblîs ise Hak'la çekişerek edebi terk ettiği ettiği için tard edilmiş ve uzaklaştırılmış oldu.
Ondan sonra Allah Teâlâ, onda emânet bıraktığı şeye onu vâkıf eyledi. Ve bunu kendisinin iki kabzasında kıldı. Bir kabzada âlem ve diğer kabzada Âdem ve evlâdı ve onda onların mertebeleri var idi. Ne zaman ki Allah Teâlâ, bu büyükbabamızda emânet bıraktığı şeye, sırrımda beni vâkıf kıldı; bu kitapta, ondan bana belirtilen şeyi söyledim, yoksa ona vâkıf olduğum şeyi değil. Çünkü buna, ne kitap ne de şu an mevcût olan âlem kapsam olmaz. Şimdi bu kitapta emânet ettiğimiz şey, müşâhede ettiğim şeydendir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) Âdem Kelimesinde mevcût olan ilâhi hikmeti bana belirtti. O da, bu bölümdür. Daha sonra Şîs Kelimesinde mevcût olan nefesiyye hikmeti, daha sonra Nûh Kelimesinde mevcût olan subbûhiyye hikmeti, daha sonra İdrîs Kelimesinde mevcût olan kuddûsiyye hikmeti,
daha sonra İbrâhim Kelimesinde mevcût olan müheyyemiyye hikmeti,
daha sonra İshâk Kelimesinde mevcût olan hakkıyye hikmeti,
daha sonra İsmâîl Kelimesinde mevcût olan aliyye hikmeti,
daha sonra Ya'kûb Kelimesinde mevcût olan rûhiyye hikmeti,
daha sonra Yûsuf Kelimesinde mevcût olan nûriyye hikmeti,
daha sonra Hûd Kelimesinde mevcût olan ahadiyye hikmeti,
daha sonra Sâlih Kelimesinde mevcût olan fütûhiyye hikmeti,
daha sonra Şuayb Kelimesinde mevcût olan kalbiyye hikmeti,
daha sonra Lût Kelimesinde mevcût olan melkiyye hikmeti,
daha sonra Uzeyr Kelimesinde mevcût olan kaderiyye hikmeti,
daha sonra Îsâ Kelimesinde mevcût olan nebeviyye hikmeti,
daha sonra Süleymân Kelimesinde mevcût olan rahmâniyye hikmeti,
daha sonra Dâvûd Kelimesinde mevcût olan vücûdiyye hikmeti,
daha sonra Yûnus Kelimesinde mevcût olan nefsiyye hikmeti,
daha sonra Eyyûb Kelimesinde mevcût olan gaybiyye hikmeti,
daha sonra Yahyâ Kelimesinde mevcût olan celâliyye hikmeti,
daha sonra İlyâs Kelimesinde mevcût olan înâsiyye hikmeti,
daha sonra Lokmân Kelimesinde mevcût olan ihsâniyye hikmeti,
daha sonra Hârûn Kelimesinde mevcût olan imâmiyye hikmeti,
daha sonra Mûsâ Kelimesinde mevcût olan ulviyye hikmeti,
daha sonra Hâlid Kelimesinde mevcût olan samediyye hikmeti,
daha sonra Muhammed Kelimesinde mevcût olan ferdiyye hikmetidir (23).
Dostları ilə paylaş: |