Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə21/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   ...   90

Örnek: Yukarıdaki örnekte îzâh edildiği üzere Zeyd, kendisinde gülme, ağlama, öksürme, söyleme gibi sıfatlar olduğunu bilir. Fakat bunlar açığa çıkmadıkça Zeyd'in zâtında birlikte ve henüz potansiyeldirler. Ne zamanki Zeyd güler, ağlar, öksürür ve söyler, işte bu açığa çıkma mertebesinde bunların bir dîğerinden ayrı şeyler olduğu görülür ve gülmesinin ve ağlamasının tarzı ve sûreti kendine ma'lûm olur. Ve bu ilim, Zeyd'in zâtî icmâlî ilminin ayrıntısı olur ki, bir bağlanmış ilimden ibârettir ve bu ilim, tabiîdir ki önceki ilmin gayrıdır. Çünkü her ne kadar gülmek ve ağlamak Zeyd'in ma'lûmu idiyse, de, açığa çıktıktan sonra o gülme ve ağlamanın tarzı ve sûreti ona ayrıntılı olarak ma'lûm oldu. Şu kadar ki bu ilim Zeyd'e, Zeyd'in vücûdunun hâricinden gelmedi. Belki bu ilmi Zeyd'in vücûdu ve zâtı, Zeyd'e verdi. Ve Zeyd'in bu ilmi her açığa çıkmada yenilenir. İşte bu îzâhlardan da anlaşıldığı üzere Hâk Teâlâ Hazretlerinin “Ve le neblüvenneküm hattâ na’lemel mucâhidîne minküm (Muhammed, 47/31) Yânî "Biz sizi elbette imtihan ederiz, tâ ki, sizden mücâhid olanları bilelim" sözünü te'vîle mahal yoktur: "Tâ ki biz bilelim" sözünün ma’nâsı tahakkuk etmiştir; sıfatlara ve isimlere ait ilme dâirdir. Çünkü bu his ve şehâdet âleminde her bir görünme yeri, hangi taayyün elbisesine bürünüp açığa çıkmış ise o sûretle Hakk'ın ma'lûmu olur. Bundan dolayı mü'minler, bu dünyâda mücâhede ile vasıflanmadıkça, mücâhid sûretinde açığa çıkıp ve o sûretle de Hakk'ın ma'lûmu olmazlar.

Tenzîh edenin gâyesi bu sonradan oluşu, ilimde, ilişkilendirmek için kılmasıdır. O da bu meselede aklı ile konuşan kimse için en iyi yöndür. Eğer o, zât üzerine ilâve ilim isbât etmese idi. Bundan dolayı ilişkilendirmeyi zât için değil, ilim için kıldı; ve bununla ehlullâhdan keşf ve müşâhede sâhibi olan tahkik ehlinden ayrıldı (13).

Yânî vehmî ve aklî tenzîh ile tenzîh eden kimsenin en yüksek mertebesi  “hatta na’leme”(Muhammed, 47/31) yânî "Tâ ki biz bilelim" sözünde beyân buyrulan ilimdeki bu sonradan oluşu, yânî ilmin sonradan hâsıl oluşunu, ilmin ilişkilendirilmesi için kılmasıdır; yânî "Sonradan oluş, zâtın aynı olan ilmin hakîkatinden değil, belki bilenin, ilişkilendirmesindendir" demesidir. 

Eğer akıl ve fikrî görüş ile konuşan kimse, bu meselede zât üzerine ilâve ilim isbât etmese idi, bu söz, çok iyi bir yön olurdu. Bundan dolayı bu tenzîh eden, ilişkilendirmeyi zât için değil, ilim için kıldı. Oysa bunda bir yön ile bozukluk lüzûmu görülür. Çünkü zât üzerine ilâve olarak diğer bir şey isbât etti ve işte bu sebeble de ehlullâhdan keşf ve müşâhede sâhibi olan tahkik ehlinden ayrıldı. Çünkü tahkik ehli indinde, his ve şehâdet âleminde her bir görünme yerinde açığa çıkan ilim,onların a'yân-ı sâbitelerinin izâfi yoklukları hâlinde sâbitlik bulan ilmin ayrıntısıdır ve bu ilim zât üzerine ilâve bir şey değildir. Nitekim daha önce misaller ile îzâh edildi.

Bundan sonra lütûflara dönelim. Şimdi biz deriz ki, muhakkak lütûflar, yâ zâtidir yâhut isimlerdendir. Zâtî olan bahşişlere ve inâyetlere ve lütûflara gelince, o ebeden olmaz, ancak ilâhî tecellîden olur. Ve zâttan olan tecellî dahi ebeden olmaz, ancak kendisine tecellî olunanın istîdâd ı sûretiyle olur. Bunun gayrı olarak olmaz (14).

Cenâb-ı Şeyh (r.a.) daha önce ilâhi lütûfların istek üzerine olan kısımlarını beyân buyurduğu sırada söz, istîdâd bahsine geçmiş ve bu bahse dâir olan sırlar ve hakîkatler lüzûmu kadar beyân edilmiş idi. Şimdi de lütûfların beyânına başlayarak buyururlar:

Lütûflar, ya ulûhiyyet zâtından gelir, buna "zâti lütûflar" derler; veyâhut ilâhi isimlerden gelir, buna da "isimlerin lütûfları" denir. Zâtî olan bahşişlere ve inâyetlere ve lütûflara gelince bunlar, aslâ ve ebeden bir ismin husûsiyyeti olmaksızın, ancak ilâhî tecellîden olur. Bu lütûflar ister ilimler ve hakîkatler gibi rabbânî ve rûhânî olsun; ve ister mal ve rızk ve kadın ve evlât gibi cismânî olsun farketmez. Ve bu ma'rifet ma'rifetlerin en yüksek bir kısmıdır; çünkü kulun zâtı Hakk’ı müşâhedesinde mahv ve helâk olur. Onun görüşünde Hakk’ın zâtından başka hiçbir şey kalmaz; sıfatlar ve fiiller kalır mı? İşte kul bu zaman "Allah" toplayıcı isminin görünme yeri oluşuyla şereflenir ve acz ve hayret, kula bu makâmda hâsıl olur.

Soru: Zâtın, zâtiyyeti yönünden âlemlerden ganî olduğu ve bundan dolayı tecellîden ganî bulunduğu bundan evvel çok kereler beyân edilmiş idi. Şimdi de zâtın tecellîsinden bahsediliyor. Bu ne demektir?

Cevap: Şüphe yoktur ki, zât zâtiyyeti bakımından tecellîden ganîdir. Bundan dolayı mutlak vücût olan Hak, ahadiyye zâtı sebebiyle tecellî etmez. Onun tecellîsi ancak sıfatlar ve isimler îcâbıdır. Bundan dolayı zâti lütûflar denilince sıfatlar ve isimler mertebesi olan ulûhiyyet zâtının tecellîsi anlaşılmalıdır. İşte bu hakîkâti beyân ederek Cenâb-ı Şeyh (r.a.) buyururlar ki, zâttan ebeden tecellî olmâz. Çünkü onun için mutlak gınâ sâbittir. Ve daha açıkçası budur ki, farz edelim ahadiyyet zâtında mevcût ve potansiyel olarak mevcût sıfatlar ve isimler bulunmasa, zât, zâtiyyeti üzere kalır ve ondan ebeden tecellî olmaz idi. Fakat onda potansiyel olarak birçok sıfatlar ve isimler bulunduğundan ve onlar istîdâd lisânlarıyla açığa çıkmayı talep ettiklerinden, zât onları nefeslendirip gayb gömleğinden ihrâc etti. Bundan dolayı ulûhiyyet zâtının tecellîsi ancak kendisine tecellî olunan şeyin, istîdâd ı sûretiyle oldu. Kendisine tecellî olunanın istîdâd ı da açığa çıkmayı talep eden ismin yapılmamış istîdâd ıdır.

Şimdi kendisine tecellî olunan, tecellîyi gördüğünde, Hak aynasından kendi sûretinin gayrini görmedi; ve Hakk'ı görmedi. Ve kendi sûretini, ancak onun içinde gördüğünü bilmesiyle berâber, onu görmek mümkün değildir, zâhirde ayna gibi. Sen onda sûretleri gördüğün zaman, muhakkak sen sûretleri veyâhut sûretini ancak onun içinde gördüğünü bilmen ile berâber, onu göremezsin. Şimdi Allah Teâlâ bunu, zâtî tecellîsi için, bir örnek olarak gösterip onu tâyin etti, tâ ki kendisine tecellî olunan onu görmediğini bilsin. Ve rü'yet ile tecellîye bundan daha yakın ve daha benzer örnek yoktur. Ve aynada bir sûreti gördüğün zaman, kendinde aynanın cirmini görmeğe çalış. Elbette onu hiçbir zaman göremezsin. Hattâ görünen sûretlerde bunun benzerini idrâk edenlerden bâzısı, görülen sûretin aynaya bakan kimsenin gözü ile ayna arasında oluştuğunu zannetti. Bu ona ilimden kâdir olduğu şeyin en üst seviyesidir. Ve iş bizim dediğimiz ve ona uymuş olduğumuz gibidir. Ve biz bunu F'ütûhât-ı Mekkiyye'de beyân ettik (15).

Yâni ilâhî tecellî, kendisine tecellî olunmuş olan kulun istîdâd ının sûreti üzere zâhir olduğu zaman, onun istîdâd ına göre taayyün etmiş olur. Bundan dolayı o tecellîde taayyün etmiş olup açığa çıkan ancak kendisine tecellî olunmuş olan kulun istîdâd ının sûretidir. Şu halde ilâhî tecellî kulun istîdâd ının sûretine ayna olur. Kendisine tecellî olunmuş olan kul, kendi istîdâd ının sûretinde ilâhî tecellî’yi müşâhede ettiği zaman, Hakk’ın vücûdu aynasında kendi sûretinden gayrısını müşâhede etmez ve kendisine tecellî olunan kulun müşâhede ettiği mutlak Hakk değildir. Çünkü onun mutlak Hakk’ı müşâhede etmesi mümkün değildir. Çünkü ilâhî ilim’de sâbitlik bulan ayn-ı sâbitesi mutlak Hakk’ın zâti işlerinden bir iştir; ve ilâhî tecellî’de kendisine tecellî olunan kulun bakıcı olduğu şey, ancak kendisinin ayn-ı sâbitesinden ibârettir. İlâhi işlerden birisini müşâhede etmekle tabî ki bütünsel ayn olan Hakk'ı müşâhede etmiş olmaz.

Ve mutlak Hakk’ı görmek mümkün olmamakla beraber kul, kendi sûretini ancak O'nun vücûdu içinde gördüğünü bilir. Bu hal, his âleminde ayna içinde yansıyan sûreti görmeye benzer. Nitekim sen ayna içinde yansıyan sûretleri veyâ kendi sûretini, ayna içinde gördüğünü bilirsin; fakat bu ilmin ile berâber aynanın cirmini göremezsin. Yâni sen aynadaki hayâlin müşâhedesinde gark olmuş ve onunla meşgûl iken aynanın yüzeyini ve aynanın yüzeyi ile meşgûl olduğun zaman yansıyan hayâli müşâhede edemezsin. Çünkü aynı zamanda hem hayâli ve hem de aynanın yüzeyini görmek mümkün değildir. Bununla berâber bakışının aynı zamanda her ikisine de yönelmiş olduğunu bilirsin.

İşte aynada rü'yet esaslarını Allah Teâlâ hazretleri zâtî tecellîsi için bir numûne ve örnek olmak üzere his ve şehâdet âleminde gösterip tâyin etti. Tâ ki kendisine tecellî olunan kul, mutlak Hakk’ı görmeyip, ancak kendi sûretini gördüğünü bilsin. Ve bu dünyâ âleminde zâti tecellî için bu örnekten idrâke yakın ve yüce zâtın rü’yetine en fazla benzeyen bir örnek yoktur. Bakışın aynada gözüken sûrete yönelmiş olduğu zaman, kendince aynanın cirmini ve yüzeyini görmeye çalış bakalım. Muhakkak sûrette aynı zamanda hem hayâl sûretini ve hem de aynanın cirmini göremezsin. İşte bunun gibi Hakk'ın vücût aynasında zâhir olan ayn-ı sâbitenin sûretini müşâhede ettiğin zaman, Hakk’ın vücûdunu müşâhede edemezsin. Bununla berâber müşâhede ettiğin sûreti Hakk'ın vücûdu içinde müşâhede edersin ve sen zannedersin ki, gördüğün sûret Hakk'ın sûretidir. Fakat o görülmüş olan sûret Hakk'ın değil, senin sûretindir. Hattâ aynadaki sûretin rü'yeti hâlinde aynanın yüzeyinin görülemediğini idrâk eden kimselerden bâzısı, aynada görülen sûretlerin, aynaya bakan kimsenin gözüyle, ayna arasında oluştuğuna ve aynada olmadığı zannına kapıldı. Bu kapıldıkları zan o kimsenin kudretinin yettiği ilmin sonu ve en üst seviyesidir. Halbuki işin hakîkati bizim îzâh ettiğimiz ve ona uymuş olduğumuz gibidir. Ve bu îzâhları biz Fütûhât-ı Mekkiyye'de beyân ettik.

Cenâb-ı Şeyh (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye'nin altmış üçüncü bâbında buyururlar ki: "Hayâl mevcût değildir, yok da değildir; ma'lûm değildir, mechûl de değildir; menfi değildir, müsbet de değildir. Nitekim insan, aynada sûretini idrâk eder. Bir yön ile sûretleri idrâk ettiğini kesinlikle bilir; ve onda gördüğü şey'in inceliğinden dolayı bir yön ile de kesinlikle sûretini idrâk etmediğini bilir. Aynanın cirmi büyük olduğu zaman, sûretini de son derece büyük görür; ve muhakkak kendi sûretinin, gördüğü şeyden daha küçük olduğuna hükmeder. Ve kendi sûretini gördüğünü de inkâra muktedir değildir; ve bilir ki aynada olan onun sûreti değildir; ve o sûret onunla ayna arasında mevcût değildir.

Ve ister kendi sûreti olsun ve ister kendi dışında olsun, hâriçten onda olan görülen sûrete gözün şuasının yansımasından oluşmuş değildir. Çünkü eğer böyle olsaydı, sûreti, miktârı üzerine ve bulunduğu şey üzere idrâk eder idi. Ve o sûretin parlak bir kılıçta uzunluk ve genişlikten rü'yeti, bizim bahsettiğimiz şeyi beyân eder. Hiç şüphesiz kendi sûretini gördüğünü bilmekle berâber o, kendi sûretini gördüğü sözünde sâdık da değildir, yalan söyleyici de değildir.

Şimdi o görülen sûret nedir ve onun mahalli neresidir ve işi nedir?

Bundan dolayı o sûret menfîdir, sâbittir; mevcûttur, yoktur, ma'lûmdur ve mechûldür. Kul bu hakîkati idrâkinde acz ve hayrete düştüğü zaman, bilmesi ve tahakkuk edici olması için, Hak Teâlâ Hazretleri bu aynada rü'yet esasının hakîkatini kul için bir örnek olarak gösterdi. Ve ayna ile hayâl, âlem görünme yerlerinden olduğu halde, kulun indinde hakîkatiyle bir ilim oluşmadı. Şimdi kul ona muhâlif olan şeyin hakîkatini bilmek husûsunda daha âciz ve daha câhil ve hayrette daha şiddetlidir."

Ve sen bunu tattığın zaman, mahlûk hakkında onun üstünde bir gâye olmayan gâyeyi tattın. Böyle olunca bu derecelerden daha yükseğine çıkmada açgözlülük etme ve nefsini yorma! Bundan daha yükseği aslâ vâki' değildir ve ondan sonrası ancak sırf yokluktur (16).

Yâni, ey mârifetullah için yâr olmuş olan insan! Bil ki, mutlak vücût olan Hak, mutlaklık mertebesinde bulundukça hiçbir şeyle taayyün etmiş olmaz. O'nun taayyünü ancak mutlak zâtında mevcût olan zâti bağıntılarıyladır. O zâti bağıntılar ki onun sıfatları ve isimleridir, açığa çıkma talebinde bulundukları için lâtiflerin en lâtifi Hakk’ın vücûdu, onların husûsiyyetleri ve istîdâd ları sûretine göre, her bir mertebede taayyün etmiş olarak açığa çıkmıştır. Ve mutlak vücûdun bu taayyünleri zâti işlerinin aynalarıdır. Bundan dolayı mutlak vücût olan Hak sıfat ve isimler mertebesine tenezzül buyurduğunda, ilk önce ilâhî ilimde peydâ olan ve senin idârecin ve rûhun bulunan hâs isminin sûretidir;bu da senin ayn-ı sâbitendir.

Demek ki, Hak senin hâs Rabbinin sûretine göre ilim mertebesinde taayyün eden olmuştur ve ilk ayna senin ayn-ı sâbitendir. Bundan dolayı Hak sana zâti tecellî ile tecellî buyurduğunda, sen Hakk'ı ancak ayn-ı sâbitenin sûretinde müşâhede edersin; ve bu müşâheden Hakk'ın vücûdunda olan bir müşahededir.

Şimdi eğer sen bu müşâhedede "Hakk'ı gördüm" dersen yalan söylersin. Çünkü Hâk, perdesiz aslı ve hakîkatiyle görülmez. Ve eğer "Hakk'ı görmedim" dersen, bu doğru değildir. Çünkü görülmesi mümkün olduğu kadar ayn-ı sâbitenin aynasında Hakk'ı müşâhede ettin. Nitekim daha önce geçen ayna örneğinde bu esas açıklandı. Çünkü aynada gördüğün sûretin, senin sûretin olduğunu iddiâ etsen bu sözünde sâdık da değilsin, yalan söyleyen de değilsin.

İşte sen bu ilmin bizzât yaşayarak hakîkatini idrâke ulaştığın zaman, öyle bir gâyeye ulaşmış olursun ki, onun üstünde mahlûk için başka bir gâye yoktur. Bu zevk mahlûkun zevkinin son noktasıdır. Bundan dâha yüksek bir dereceye ulaşacağım diye boş yere kendini üzme ve daha yükseğine ulaşmak için açgözlülük etme! Çünkü bundan ötesi sırf yokluktur; ve mutlak zâtta mahv ve helâk olmaktır. Çünkü sen, kesîf taayyünün ile sensin; ve taayyünün ise mutlak vücûda bağlı olan bir îtibârî vücût olup onun şânı yokluktur. Mertebelerin hepsinin îcâbına göre açığa çıkan taayyünün kalkınca, artık sen, sen değilsin; o senlik yokluk âlemine gider ve mahlûkiyyet talebi de zâil olur. Ve mahlûkıyyet mevcût olmadığı halde, bir mahlûkun Hakk'ı müşâhedesi de söz konusu olamaz.

Şimdi nefsini görmekte O senin aynandır ve sen isimlerini ve isimlerinin hükümlerinin açığa çıkışını görmesinde O'nun aynasısın. Oysa O'nun "ayn"ının gayri değildir. Böyle olunca iş, karışık ve belirsiz oldu. Bundan dolayı bizden ilminde câhil ve hayrette olan kimse "İdrâkin idrâkinden acz, idrâktir" dedi. Ve bizden bilen kimse bunun gibi demedi; ve o sözün en yükseğidir. Belki ilim, ona sessiz kalmayı verdi, aczi vermedi. Ve bu, Allâh ile olan ilmin en yükseğidir; ve bu ilim, ancak resûllerin sonuncusu ve evliyânın sonuncusu için oluşmuştur. Ve onu nebîlerden ve resûllerden bir kimse görmez, ancak son resûl mişkâtından görür ve evliyâdan bir kimse görmez, ancak son veli mişkâtından görür (17).

Yâni Hakk’ın vücûdu senin aynandır. Sen kendi nefsini onda müşâhede edersin. Çünkü sen ahadiyyet zâtında gizli, O’nun bir işi idin. Kendi vücûduna olan tecellîsi ile, o işin sûreti onun ilminde peydâ oldu. Ve yine o vücûdun her bir mertebeye olan tenezzülüyle, o ilmi sûretin ile açığa çıktın. Ve şimdi dünyâ âlemindeki hâlîn dahi böyledir ve bundan sonra gideceğin berzah âleminde ve toplanma âleminde ve mîmetler yurdunda dahi yine böylesin.

Eğer sen bu dünyâdaki taayyününe bağlı olan bağıntı ve sıfatlarından, yâni nefsâni sıfatlarından, soyunmuş olsan, Hakk’ın vücûdunda ayn-ı sâbiteni görürsün. Bundan dolayı Hakk'ın vücûdu kendi nefsini görmekte sana ayna olmuş olur.

Ve aynı şekilde sen insan sûretinde taayyün etmiş olduğun için, Hakk'ın isimlerinin hepsine görünme yeri ve o isimlerin hükümlerinin açığa çıkmasına isti’dâdlısın. Çünkü Allah Âdem'i kendi sûreti, yâni sıfatları, üzerine hálk etti. Bundan dolayı Hak işlerinin hepsinin kemâlâtının açığa çıkmasını senin izâfi vücûdunda müşâhede eder. Şu halde senin vücûdun da isimlerini müşâhede etmekte ve isimlerinin hükümlerinin açığa çıkmasında Hakk'ın aynası olmuş olur. Oysa ahadiyyet zâtının bağıntıları ve işleri olan ilâhi isimler, Hakk'ın zâtının gayrı değildir.

Şimdi Hakk'ın vücûdu sana ve senin vücûdun da Hakk'a ayna olmakla vücût işi birbirine karıştı ve belirsizlik meydana geldi. Nitekim, Hallâc-ı Mansûr Hazretleri buyurur: Beyit:

Tercüme: "Vücût ayn’ında olan bu "ayn" sen misin, yoksa ben miyim? İkilik ispâtından hem seni ve hem de beni tenzîh ederim.

İşte vücût işinde oluşan bu karışıklık ve belirsizlikten dolayı Muhammedî vârislerden olan bâzımız, hayrete düşerek ilminde câhil oldu. Ve nitekim Hz. Ebû Bekri's- Sıddık (r.a.) Efendimiz "İdrâkin sonu, vücût işini hâl hakîkati üzere idrâk edebilmekten aczini kabûl etmektir." dedi.

Ve bu bir hayrettir ki, ilmin netîcesi olduğu için makbûl ve tercih edilendir . Çünkü hayrete düşen kimseyi, ilmi iki taraftan bir tarafta karâr ettirmez. Ve (S.a.v.) Efendimizin "Yâ Rab, benim sende olan hayretimi arttır!" buyurmaları bu hayret hakkındadır.

Ve aynı şekilde Muhammedî vârislerden olan bâzımız bildi ki, Hakk'ın vücûdu hálk edilmişlere ve hálk edilmişlerin izâfi vücûtları da Hakk'a aynadır. Vücût işinin böyle olduğunu bildikten sonra bahsedilen sözler gibi bir söz söylemedi ve aczini açığa vurmadı. Belki mârifetinin kemâlinden sessiz kaldı; ve ilmi ona acz getirmedi. Ve bu ilmin sâhibi âlim-i billah olan grubun en yükseğidir. Ve bu ilim asâleten ancak resûllerin sonuncusu ve evliyânın sonuncusu için oluşmuştur. Ve o ilmi nebîlerden ve resûllerden gören, ancak son resûlün mişkâtından müşâhede eder ve evliyâdan gören de, ancak son velinin mişkâtından görür. Burada evliyânın sonuncusundan kasıt, Muhammedî velâyetin sonuncusudur.

Bilinsin ki, yukarıda bahsedilen ve izâh edilen ilim, ancak hakîkat-ı muhammediyye için oluşmuştur. Ve onun dahi zâhirleri ve bâtınları vardır ve gerek zâhir ve gerek bâtını için ahadî, cem'î, kemâlî bir taayyün mevcûttur.

Hakîkat-ı muhammediyyenin zâhiri ilâhi ve kevni bütün hakîkatleri toplamıştır. Bâtını ise, ilâhi bâtınları ve rabbâni vasıfları ihtîva eder. Zâhiri nebîlerin sonuncusunun mişkâtı; bâtını da evliyâların sonuncusunun mişkâtı’dır.

Resûllerin sonuncusunun kendisi, bahsedilen ilmi evliyâların sonuncusu olan kendi bâtınından alır; ve resûllerin hepsi, velâyetleri yönünden, resûllerin sonuncusundan alırlar. Ancak gerek resûllerin sonuncusu ve gerek diğer resûller bu ilmi açığa çıkarmazlar. Çünkü risâlet vasfı men eder. Fakat resûllerin sonuncusunun bâtını, evliyâların sonuncusu sûretinde zâhir olduğu zaman, bu ilmi açığa çıkarır. Nitekim bu Fusûsu'l-Hikem kitâbının yazarı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber ve misk-i ezfer (r.a.), resûllerin sonuncusunun evliyâların sonuncusu sûretinde zâhir olan bâtını olduğundan, son resûlün mişkâtından aldığı bu ilmi açığa çıkarmışlardır.

Hattâ muhakkak resûller o ilmi ne zaman görseler, ancak velâyetin sonuncusu mişkâtından görürler. Çünkü risâlet ve nübüvvet, yâni şeriat getiren nü­büvvet ve şeriat getiren risâlet kesilmiştir. velâyet ise ebe­den kesilmez. Resûller evliyâ olduklarından dolayı bahsettiğimiz ilmi ancak evliyâların sonuncusu mişkâtından görürler. Böyle olunca onların alt mertebesinde olan evliyâ nasıl olur da ondan almazlar? Her ne kadar evliyâların sonuncusu, hükümde resûllerin sonuncusunun şeriat olarak getirdiği şeye tâbî ise de, bu, onun makâmına eksiklik vermez ve bizim uymuş olduğumuz şeye de ters olmaz (18).

Bilinsin ki; velâyet "vâv"ın fethiyle, "hâkim ve tasarruf edici olmak" ma’nâsınadır. Bunun da çeşitleri vardır:



1. İlâhi mutlak velâyettir. Bu velâyet nebîlerin ve evliyâların hepsindeki velâyetleri toplamış ve eşyânın tümünün kendilerine hâs yönlerini ve  bütün mevcûtların a'yân-ı sâbitelerini ve hakîkatleri içine alan velâyettir. Ve bu îtibâr ile "Velî" ilâhi isimlerdendir. Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur: “ve huvel velîyyul hamîd“ yâni “Ve O, Velî'dir, Hamîd'dir” (Şûrâ,42/28).

2. Muhammedî hâs velâyettir. Bu velâyet dahi ilâhi isimlerin ve sıfatların hepsini toplamış olan ve zorunlu ve imkân dâhilindeki hakîkâtlerin hepsinin feyz kaynağı olan ilâhi mertebedir. Buna "son velâyet mişkâtı" derler. Önceki velâyet ile bu velâyet arasındaki fark taayyünden ibârettir. Ve bu velâyet nebîlerin sonuncusunun bâtınıdır ve bu makâm, makâm-ı Muhammed'dir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “asâ en yeb’aseke rabbuke makâmen mahmûdâ” ya’nî “umulur ki Rabbin seni Makam-ı Mahmûd’a ulaştırır” (İsrâ, 17/79)

Ve evliyâ ve nebîlerin hepsi ilimlerini buradan alırlar. Bundan dolayı nebîlerin hepsinin getîrdikleri şeriatlar, hakîkatte Muhammedî şeriat idi. Bunun için (S.a.v) Efendimiz: “Evvelin ve ahirin ilmi bana tâlim edildi” buyurdular.

Şimdi evliyâ nebîlerin vârisi olduklarından, onlardan her kim ki o husûsiyyetin vârisi ise, ona "Muhammedî" derler. Ve her kim Îsevi velâyetin vârisi ise, ona Îsevî derler; ve İbrâhîmî ve İshâkî ve Ya'kûbî ve Mûsevî ve diğer nebîler (aleyhimü's-selâm) buna kıyâs olunsun. Hakîkât ehlinin terimlerinde "falan velî falan peygamberin izi veyâ kalbi üzerindedir" denildiğinde bu ma’nâ anlaşılmalıdır; yâni o peygamberde olan ilimler ve tecellîler ve hâller bu velîye o peygamberin vâsıtasıyla "son velâyet mişkâtin"ten oluşur ve ulaşır demektir. Bundan dolayı o velî İbrâhîmî Muhammedî veyâ Mûsevî Muhammedî veyâ Îsevî Muhammedî olur.

Muhammedî velâyette iki çeşittir:



İlki budur ki, mânevî ve sûrî tasarruf arasını birleştirmiştir. Âlemde ma’nâ yönüyle tasarrufu, kutup hakkındaki tasarrufu gibidir; ve sûret yönüyle tasarrufu, sultanlar hakkındaki tasarrufu gibidir. Bu da iki çeşittir:

Birincisi hilâfete yakın olur.

İkincisi hilâfete yakın olmaz.

Muhammedî velâyetin ikinci çeşidi, sûrî ve mânevî tasarruf arasını birleştirmez.

Diğer nebîlerin velâyetinden ibâret olan Muhammedî velâyet, Fütûhât-ı Mekkiyye'de beyân buyurulduğu üzere dört çeşit üzerinedir. Bu dört çeşitten her bir çeşidin bir sonuncusu vardır.

Sûrî ve mânevi tasarruf arasını birleştirip hilâfete yakın olan Muhammedî velâyetten birinci çeşit sonuncu, Ali İbn Ebî Tâlib (Kerremallâhü vecheh ve radıyallâhu anh) Efendimiz hazretleridir. Çünkü Hulefâ-i râşidînin en sonuncusudur. Dedi (A.s.): el-Hilâfetü ba'dî selâsûne seneten ve kaddemtü bi Âlî” yâni “Benden sonra hilâfet Otuz senedir, Âlî ile sona erer”. Bu sonuncuya "büyük sonuncu" denir.

Sûrî ve mânevi tasarruf arasını birleştirmiş olup hilâfete yakın olan Muhammedî velâyetten ikinci çeşit sonuncu, Mehdî (alâ Nebiyyinâ ve aleyhi's-selâm) hazretleridir ki; âhir zamanda ortaya çıkar ve ismi Muhammed'dir ve hilkat ve sûrette Resûlullah (s.a.v.) Efendimize benzemektedir; ammâ hulkta onun altındadır. Ondan sonra hiçbir velî sultân olmaz. Bu velâyet onunla mühürlenir ve ona "küçük sonuncu" derler. Nitekim Şeyh-i Ekber. (r.a.) onu Fütûhât-ı Mekkiyye'lerinde beyân buyurmuştur.

Muhammedî velâyetten üçüncü çeşit sonuncu, bu kitâbın sâhibi Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabî (r.a.) efendimizdir. Ona "daha küçük sonuncu" derler. Çünkü o sûrî ve mânevi tasarrufun arasını birleştirmiş ve fakat yalnız mânevi tasarrufa sâhip olup, hilâfet yakınlığı olmayan velâyet çeşidinin sonuncusudur.

Muhammedî velâyetten dördüncü çeşit sonuncu, Meryem oğlu Îsâ (alâ Nebiyyinâ ve aleyhi's-selâm)dır ki, ondan sonra hiçbir velî mevcût olmaz. Yâni genel velâyet onunla mühürlenir. Ona da "daha büyük sonuncu" derler. Ondan sonra bu devr tamâm olup kıyâmet kopar. Yâni varsayılan sûretler kalkar. Ve “en nihayeti huver rücû el bi dâyeti” yâni “sonunda asıllarına dönerler” âşikâr olur. (Şerh-i Bosnevî ile Envâru'r-Rahmân'dan özet olarak alındı).

Bu îzâhlar anlaşıldıktan sonra metnin şerhi böyle olur: peygamberler bahsedilen ilmi her ne zaman görseler, ancak evliyânın sonuncusu mişkâtından görürler. Ve evliyânın sonuncusunun mişkâti Muhammedî hâs velâyettir ve makâm-ı mahmûddur; ve o ilmi oradan velâyetleri yönüyle alırlar, nübüvvetleri yönüyle almazlar. Ve hattâ her bir peygamber nübüvvetini ve şerîatının hükümlerini bile velâyetiyle alır. Çünkü peygamberin iki yönü vardır:

Birisi hálka göre onun kemâlidir ki, bu da âlemlerin hâdiselerine bağlı olan hükümlerin teblîğidir; ve o, bu teblîğ îtibârıyla resûl ve şeriat getirendir ve onun nübüvveti dahi şeriat getirmektir.

Diğeri onun Hakk'a göre olan kemâlidir ki, bu da gaybdan haber verme ve Hakk'ın zâtını ve sıfatlarını ve isimlerini anlatıp bildirmektir. Ve bu haber verme îtibârıyla velîdir; ve nübüvveti de tahkîk yolludur. Ve şeriat getiren risâlet, şeriat getiren nübüvvet hálk edilmişlere bağlantılı olduğu ve hálk edilmişlerde fenâ bulduğu için son bulucudur. Fakat onun velâyet makâmı Hakk'a bağlantılı olduğu ve Hak'ta bâkî bulunduğu için ebeden son bulucu değildir. Ve her bir peygamber velî olduğundan, bu ilmi ebedî olarak kesintiye uğramayan velâyetleriyle, velâyetlerin hepsini kapsamış ve toplamış olan velâyetin sonuncusu mişkâtinden alırlar. Bundan dolayı onların altında olan ve bir peygamberin şerîatına tâbî bulunan evliyânın Hakk’a bağlı olan ilimleri o mişkâtten almaları en iyi yoldur.

Ve evliyânın sonuncusunun, resûllerin sonuncusu tarafından getirilen şerîata tâbî olması makâmın ulviyyetine eksiklik ve noksan vermez. Ve biz bâtınları yönüyle evliyâ olan nebîlerin ve resûllerin ilimlerini onun mişkâtından aldıklarına uyanlardan olmuş idik. Bu hâl bizim şu uymuş olduğumuza da ters olmaz. Çünkü evliyânın sonuncusu, nebîlerin sonuncusunun bâtınıyla taayyün etmiş olan saâdet alâmetleri olan zâttır ki, zâhirde nebîlerin sonuncusunun getirdiği şerîata tâbîdir. Ve kendisi bir kânûn ve şerîat sâhibi değildir. Bu mübârek zâtın cismi ve sûreti her ne kadar Muhammed (s.a.v.) Efendimizin gayrı ise de, bâtını aynıyle Muhammed Mustafâ (s.a.v.) dır.

Ve şehâdet âleminde cismen taayyün etmiş olan hâtemü'l-enbiyâ Muhammed (aleyhi's-salâtü ve's-selâm) Efendimiz dahi, getirdiği şer'i kanunları ve hükümleri kendi bâtınları olan velâyetin sonuncusundan alırlar idi.

Diğer bir tâbirle söyleyelim: Muhtelif zamanlarda evliyânın sonuncusunun cismi ve sûreti değişir. Fakat ma’nâ yine o ma’nâdır; onda aslâ değişiklik yoktur. Bundan dolayı evliyânın sonuncusu hangi bir zamanda, her hangi bir sûret üzerine olursa olsun, nebîlerin sonuncusunun şerîatına tâbî olmakla berâber, bütün evliyânın ilimlerde feyz kaynağıdır. Nitekim Hz. Mevlânâ Celâleddin (r.a.) efendimiz, kendi nefslerinde haber vererek buyururlar:Beyt:

Tercüme: "Açtılar kenz-i füyûzu olunuz hil'at-pûş



Mustafâ geldi yine cümleniz îmân ediniz."

Bundan dolayı o, bir yönden aşağıda olur ve bir yönden yukarıda olur. Ve gerçekten bizim şeriatımızın zâhirinde Ömer'in Bedir esîrleri hakkında, onlara hükmetmekle gerçekleşen fazlı ve hurma ağacının aşılanması hakkında, bizim uymuş olduğumuz şeyi teyid eden şey zâhir oldu. Bundan dolayı kâmil için her şeyde ve her mertebede kendisi için önde olmanın oluşması lâzım gelmez; ve ancak er kişilerin bakışı, ilm-i billah mertebelerindeki önde oluşadır; onların arzusu oradadır; ve dünyâ hâdiselerine gelince, onların düşüncelerinin ona bağlılığı yoktur. Böyle olunca bizim bahsettiğimiz tahakkuk etti (19).

Yâni evliyânın sonuncusu, şer’i hükümlerinde resûllerin sonuncusuna tâbî olması ve şerîat ilmini ondan alması yönünden resûllerin sonuncusundan daha aşağı olur ve resûllerin sonuncusu ilimleri onun mişkâtından aldığı yönden, evliyânın sonuncusu, resûllerin sonuncusundan daha yüksek olur.

Bundan dolayı evliyânın sonuncusu, nebîlerin sonuncusu olan (s.a.v.) Efendimiz'in bâtınları olan velâyetin sonuncusu, zâhirleri olan nübüvvetin sonuncusundan bir yönden aşağıda, bir yönden yukarıda olur. Bir şeyin bir yönden aşağı, bir yönden yukarı olduğuna delîlin nedir diyecek olur isen, şerîatımızın zâhirinde Hz. Ömer (r.a.)’ın Bedir muhârebesinde alınan esirler hakkındaki hükmüyle, (S.a.v.) Efendimiz'in hurma ağaçlarının aşılanmasının terki hakkındaki hükmüne dikkat et!

Şöyle ki, Bedir savaşında İslâm ehli müşriklere gâlip gelmiş ve onlardan yetmiş esir almış idi. (S.a.v.) Efendimiz, esirler hakkında yapılması lâzım gelen muâmeleye dâir ashâb-ı kirâmıyla fikir alışverişinde bulundu. Hz. Sıddîk (r.a.) "Yâ Resûlallah, bunlar bizim akrabâ ve yakınlarımız­dandır; bir miktar para alıp onları âzâd edelim" buyurdu. Diğer ashâb-ı kirâm da bu görüşü kabûl ettiler. Ve Hz. Ömer (r.a.) "Bunlar küfrün önderleridir; hepsini öldürelim." buyurdu. Ve Cenâb-ı Muâz (r.a.) da Hz. Ömer'e katıldı. Risâlet-penâh (s.a.v.) Efendimiz Hz. Sıddîk'ın görüşünü uygun buldular ve öyle yaptılar.

Onu tâkiben bu âyet-i kerime nâzil oldu:

Mâ kâne li nebîyyin en yekûne lehû esrâ hattâ yushıne fîl ard, turîdûne aradad dunyâ, vallâhu yurîdul ahırete, vallâhu azîzun hakîm.” ve “Lev lâ kitâbun minallâhi sebeka le messekum fîmâ ehaztum azâbun azîm.” (Enfâl 8/67-68) Yâni: "Elinde, yeryüzünde çok katl yapan esirler bulunan bir peygambere fidye almak lâyık olmadı. Siz dünyâ malını istersiniz. Oysa Allah, âhireti murâd eder. Allah Teâlâ hükmünde azîzdir. Eğer sizin azâblanma-manız için, Allah'dan ezelde hüküm öne geçmiş olmasa idi, aldığınız şey hakkında çok büyük azâb olurdu."

Bunun üzerine (S.a.v.) Efendimiz ağlayıp buyurdular ki: "Eğer azâb nâzil olaydı, Ömer ve Muâz (r.a.) dan başkaları kurtulmaz idi". Çünkü Sa'd b. Muâz hazretleri de Cenâb-ı Ömer'in görüşünde bulunmuş idi. Bundan dolayı Hz. Risâlet-penâh bu husûsta her ikisini de orada hâzır olanların üzerine üstün kıldı; ve Risâlet-penâhın kendi nefsi dahi tabî ki hâzır olanlar arasında idi.

Ve aynı şekilde ashâb-ı kirâm hurma ağaçlarını aşılamanın mı, yoksa terk etmenin mi münâsib olduğunu Fahr-i âlemden sordular. Cevâben: "Eğer terk olunurlarsa çoğalır zannederim" buyurmaları üzerine ashâb aşıyı terk ettiler. O sene hurma az oldu. Bunun üzerine Risâlet-penâh Efendimiz: "Siz dünyânızın işlerini daha iyi bilirsiniz" buyurdu; ve bu husûsta ashâbın üstünlüğünü isbât eyledi.

İşte bu iki şer’i delîl, kâmil için her şeyde ve her mertebede önde oluşun lâzım gelmediğini gösterir. Çünkü bu bahsedilen cüz'i fâziletler nübüvvetin gereğinden değildir. Başkalarında bulunup da nebîde bulunmaması, onun nübüvvetine noksan vermez. Er kişilerin ve kemâl ehlinin bakışı bu gibi cüz'i fâziletlere değil, ancak ilm-i billah mertebelerindeki önde oluşadır. Onların arzuları bu mertebelerdedir. Onlar kişiyi ilm-i billah mertebelerindeki fazîletleriyle ölçerler. Âlemlerin hâdiselerine ve dünyâ vukûâtlarına hâtırlarını bağlayıp bunlara bağlı olan cüz'i fâziletlere aslâ önem vermezler. Çünkü bunların hepsi vahdet cemâlinin örtüsüdür.

İşte bu îzâhlar ile; "evliyânın sonuncusu bir yönden aşağıdadır ve bir yönden yukarıdadır" sözümüz tahakkuk etti.

Ne zaman ki nebî (s.a.v.)’e nübüvvet, kerpiçten bir duvar ile temsîl olundu; bir kerpiç yerinden eksik olmuş idi; şimdi Resûlullah (s.a.v.) bu kerpiç oldu. Şu kadar ki Resûlullah (s.â.v.), dediği gibi ancak bir kerpiçten başka kerpiç görmedi. Ve evliyânın sonuncusuna gelince, onun için de bu rûyâ gereklidir. Bundan dolayı o, Resûlullah (s.a.v.)’e temsîl olunan şeyi görür; ve duvarda iki kerpiç yerini görür. Kerpiç de altından ve gümüştendir. Şimdi duvarın noksan olup onlar ile tamam olan bu iki kerpiçin birisini altından ve birisini de gümüşten görür. Böyle olunca onun kendi nefsini bu iki kerpiçin yerini doldurur görmesi gereklidir. Bundan dolayı evliyânın sonuncusu bu iki kerpiç olup duvar tamâm olur (20).

Yâni Cenâb-ı peygamber'e rûyâsında veyâhut hayâlinde, nübüvvet kerpiçten binâ olunmuş bir duvar sûreti nde temsîl olundu ki, o duvarın ancak bir kerpici eksik kalmış idi. O kerpiç de (S.a.v.) idi. Nitekim hadîs-i şerîfte buyurulur: "nebîler arasında benim örneğim, bir duvar binâ edip ve bir kerpiç hariç olarak onu tamamlayan adamın örneği gibidir. İşte ben bu kerpiçim. Benden sonra, ne nebî ve ne de resûl yoktur". (S.a.v.) bu hadîs-i şerîfte buyurduğu gibi kendisine temsil olunan nübüvvet duvarında noksan olarak, ancak bir kerpiç gördü.

Evliyânın sonuncusuna gelince, onun da böyle bir rûyâ görmesi lâzımdır. Böyle olunca evliyânın sonuncusu Resûlullah (S.a.v.) Efendimiz'e rûyâsında temsîl olunan duvarı görür; ve duvarda da iki kerpiç yerini görür. Oysa evliyânın sonuncusunun gördüğü duvarın kerpici, altından ve gümüştendir. Yâni o öyle bir duvardır ki, bir kerpici altından ve bir kerpici de gümüşten olmak üzere binâ olunmuştur. Bundan dolayı evliyânın sonuncusu duvarda noksan olup onlar ile tamâm olacak olan iki kerpiçten birini altından ve diğerini gümüşten müşâhede eder; ve altın ile gümüşten olan iki kerpiçin yerini kendi nefsi ile kapattığını evliyânın sonuncusunun görmesi lâzımdır.

Burada "altın kerpiç"ten kasıt nübüvvetin bâtını olan velâyet ve "gümüş kerpiç"ten kasıtta, velâyetin zâhiri olan nübüvvettir. Bundan dolayı bâtın "altın" ve zâhir "gümüş" olarak temsîl olunmuştur. nebîlerin sonuncusunun gördüğü duvardaki gümüş kerpiçlerin her birisi bir peygamberi temsil eder; ve onda noksan olan kerpiç kendisinin nübüvvetidir.

"Duvarın bir kerpiç ile tamâm olması" onun mühürlenişini gösterir. Bâtını velâyetin sonuncusu olduğu hâlde "duvarda altın kerpiçin noksan olduğunu" müşâhede etmemiş olması, kendisinin velâyetle değil, nübüvvetle açığa çıkmasından dolayıdır; çünkü hálka şerîat hükümlerini teblîğe me'mûrdur.

Evliyânın sonuncusuna gelince, "duvarda bir altın ve bir de gümüş kerpicin noksan olduğunu" görmesi, kendisinin zâhirde bir peygamberin şerîatına tâbî olduğunun sûretidir. Bundan dolayı "gümüş kerpiç", tâbî olduğu nebîlerin sonuncusunun nübüvvetine; ve "altın kerpiç" de, evliyânın sonuncusu olup zâti ilâhi sırlar ile açığa çıkışına işârettir.

Ve Cenâb-ı Şeyh (r.a.) Mekke-i Mükerreme'de Hicrî 599 (Milâdî 1202) senesinde böyle bir rûyâ gördüğünü Fütûhât-ı Mekkiyye'de beyân buyururlar. Bu yüksek haberlerine göre kendilerinin evliyânın sonuncusu olduklarına şüphe yoktur.

Onun iki kerpiç görür olmasını gerektiren sebep dahi, evliyânın sonuncusunun zâhirde resûllerin sonuncusunun şerîatına tâbî olmasıdır; ve o tâbî olması da gümüş kerpiçtir. O da zâhirdir; ve hükümlerden ona tâbî olduğu şeydir. Nitekim o, zâhiri sûrette onda tabî olucu olduğu şeyi, sırda Allah'tan alıcıdır. Çünkü o, emri olduğu hâl üzere görür. Onu böyle görmesi lâzımdır. O da bâtında kerpicin yeridir. Şimdi o öyle bir mâdenden alır ki, resûle onunla vahy olunan melek ondan alır. Eğer sen benim işâret ettiğim şeyi anladın ise, senin için faydalı bir ilim oluştu (21).

Yâni evliyânın sonuncusunun, rûyâda kendisine temsîl olunan duvarın üstünde iki kerpici noksan olarak görmesini gerektiren sebep, kendisinin zâhirde resûllerin sonuncusunun şerîatına tâbî olmasıdır. Ve onun tâbî oluşunun sûreti de "gümüş kerpiç"in yeridir ki, bu da evliyânın sonuncusunun zâhiridir; yâni hükümlerden resûllerin sonuncusuna tâbî olduğu şeydir ki, bu şey, evliyânın sonuncusunun zâhiridir. Ve nitekim sırda vâsıtasız Allah'tan aldığı hüküm ile zâhirde vasıflanmış olur. Yâni evliyânın sonuncusu, nasıl ki bâtınen vâsıtasız olarak Allah'tan hüküm alarak zâhirde bu hüküm ile vasıflanmış olur ve o hükmün tabî olucusu bulunursa, zâhiri şeriat hükümlerinden herhangi bir hükümde de resûllerin sonuncusuna tabî olup, zâhirde o hüküm ile vasıflanan olur. Çünkü evliyânın sonuncusu, ilâhî emri, hálk ediliş mertebelerine tenezzülünde hakîkati üzere müşâhede eder; ve ilâhî emirden hálk ediliş vücûdu ile örtülü olmaz.

Evliyânın sonuncusunun bu ilâhî emri bu anlatılan sıfat üzere görmesi  lâzımdır. Ve ilâhî emrin his ve aklın ötesinde bulunan îmân nûru ile sırda ve bâtın yönünden Allah'tan alınması "altın kerpiç" yeridir. Ve evliyânın sonuncusu ilâhî emri kendi bâtınından aldığı gibi, resûle getirdiği ilâhî vahyi de melek oradan alır. Bundan dolayı Cibrîl (a.s.) nebîlerin sonuncusu (s.a.v.) Efendimiz'e getirdiği ilâhî vahyi onların bâtını olan evliyânın sonuncusu mişkâtından alır; ve her iki alış dahi tek bir mâdenden olmuş olur.

Ey ilâhî sırların tâlibi, bu söylediklerimde işâret ettiğim şeyi anladın ise, dünyâda ve âhirette cidden sana faydalı bir ilim oluştu. Bu nîmete şükret! Bundan da gâfil olma ki, bu alış-veriş Hakk’ın vücûdunda ve Hakk'ın bağıntıları arasında olur.

Nitekim, Cenâb-ı Şeyh (r.a.) Risâle-i Ahadiyye'lerinde buyururlar: "Hakk'ı, Hakk'ın gayrı bir kimse görmez; gönderilmiş nebîler dahi Hakk'ı görmez;ve kâmil veli ve yakın olan melekler dahi Hakk'ı bilmez. Hakk'ın nebîsi kendi zât-ı âliyyesidir; ve Hakk'ın resûlü kendi zât-ı şerîfidir. Ve Hakk'ın risâleti ve kelâmı dahi, kendi zât-ı şerîfidir. Kendisinin gayrı sebep ve vâsıta olmaksızın Hak Teâlâ Hazretleri, kendi zât-ı şerîfini, kendi zâtı ile, kendi zâtından, kendi zât-ı şerîfine gönderdi. "Mürsel yâni gönderilmiş" ve "mürselün-bih yâni kendisiyle gönderilen" ve "mürselün-ileyh yâni kendisine gönderilen" arasında fark yoktur. Yâni "Cibrîl" ve "vahy" ve "resûller" arasında fark yoktur. Hepsi birdir. nebîlerin vücûdu Allah’ın vücûdu olduğundan başka "nebe"' ve "enbiyâ" harflerinin vücûdu dahi, Hak Teâlâ'nın vücûdudur; Hakk'ın gayrı değildir. Ve Hakk'ın gayrisi için vücût olmadı; ve olan vücûdun fenâsı da olmadı ve olan vücûdun ismi ve isimlendirilmiş olanı da olmadı. Böyle olduğundan dolayı, nebî (s.a.v.) Efendimiz: "Rabb'imi Rabb'imle bildim" diye buyurdu."

Şimdi, Âdem zamânından son nebîye varıncaya kadar, eğer ki hálkedilen vücûdu sonra gelir ise de, onlardan hiçbiri yoktur, illâ ki velâyetin sonuncusu mişkâtından alır. Çünkü o, hakîkatı ile mevcûttur. O da peygamberimizin "Ben peygamber idim; halbuki Âdem su ile çamur arasında idi" sözüdür. Ve nebîlerden diğerleri, ancak gönderildikleri anda nebî oldu. Ve aynı şekilde evliyânın sonuncusu dahi velî idi; halbuki Âdem, su ile çamur ­arasında idi. Ve evliyâdan onun dışındakiler, ancak ilâhi ahlâktan olan velâyet şartlarını tahsîl ettikten sonra onunla vasıflanmada, Allah Teâlâ'nın Velî ve Hamîd ile isimlenmiş olmasından dolayı, velî oldu (22).

Yâni ilk nebî olan Âdem (a.s.)dan îtibâren, nebîlerin sonuncusu Efendimiz (s.a.v)den evvel ve son nebî olan Hâlid b. Sinan (a.s.)a varıncaya kadar; açığa çıkan nebîlerin her birisi, nübüvvetine ve ümmetine bağlı olan ilmi ancak velâyetin sonuncusu mişkâtından alır. Her ne kadar evliyânın sonuncusunun hálkedilen madde vücûdu, o nebîlerin madde vücûtlarından sonra gelir ise de, Hz. Âdem'den son nebîye gelinceye kadar, o hakîkâti ile mevcûttur; ve nebîlerin hepsinin zâhirleri olan nübüvvetleri ve bâtınları olan velâyetleri toplamıştır. Ve onun hakîkâti ile mevcût olup zorunlu ve imkân dâhilinde olan bütün hakîkatlerin feyz kaynağı olduğuna delîl de (S.a.v.) Efendimiz'in "Ben peygamber idim; halbuki Âdem su ile çamur arasında, yâni Âdem aynî vücûdu ile su ile çamur arasında ve rûhânî vücûduyla ilim ile "ayn" arasında idi" mübârek sözleridir. Ve nebîlerin sonuncusundan başkaları ancak gönderildiği zaman nebî oldu, ondan evvel nebî olmadı.


Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin