Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə19/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   90

Yâni Hak Teâlâ Hazretleri, Âdem'e emânet bıraktığı şeyi göstermek sûretiyle, o şeye vâkıf kıldı ve göstererek vâkıf kıldığı bu şeyi, iki kabzasında ona gösterdi. O iki kabzadan birisi, kâbiliyyet sıfâtı sâhibi olan sol kabzadır ki, onda âlem var idi. Ve diğer kabza da fiili sıfatlar sâhibi olan sağ kabzâdır ki, onda Âdem ve evlâdı ve evlâdının mertebeleri görülür idi. Ne zaman ki Allah Teâlâ, bu büyükbabamız olan Âdem'de emânet bıraktığı şeye beni sırrımda vâkıf kıldı ve onun kâmil olan evlâdının ilâhi toplayıcı sûretlerini ayrıntılı olarak müşâhede ettirdi; bu kitapta sırrımda gerçekleşen müşahadelerimden bana belirtilen şeyi söyledim. Çünkü sırrımda nebîlerin hepsinin hakîkatlerini müşâhede ettiğimde, nebîlerin (zevklerini)bizzât yaşam hakîkatlerini Muhammedî (zevk)yaşam hakîkatleri çerçevesinde meydana çıkarmak ve bu kitapta beyân etmek için, (S.a.v.) Efendimiz tarafından bana bir sınır belirlendi. Bundan dolayı ben bu kitapta bana belirlenen sınırı geçmedim. Ve sırrımda gerçekleşen müşâhedelerimin hepsini yazmadım. Zâten müşâhede ettiğim sırlar ve zevkler, ne bu kitaba ve ne de şu ân mevcût olan âleme sığmaz. Çünkü bir sonsuz deniz olan zevkler ve ma’nâlar sûret elbiselerine sığmaz.Nitekim Hakîm-i Senâî hazretleri buyurur: Beyt:

Tercüme: "Söylediğimden rücû' ettim. Çünkü sözde ma’nâ ve ma’nâda söz yoktur."

İşte bu kitapta emânet ettiğim şey dahi, sırrımda müşâhede ederek vâkıf olduğum zevkler ve mârifetlerdendir. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz, Âdem kelimesinde mevcût olan "ilâhi hikmeti” bana belirtti, o da bu bölümdür. Bundan dolayı ilâhi hikmetlerden sırrımda vâkıf olduğum şeyi bana belirtilen yönüyle yazdım. Ondan sonra sırasıyla her birinin (zevkleri)bizzât yaşam hakîkatleri, bu mübârek kitâbın birer bölümü olarak anlatılmak istenen her bir fassta beyân olunmuştur. Her bir kelimenin bir hikmete tahsis edilme sebebi, her fassın başlangıcında ön bilgi olarak gösterilmiş olduğundan burada ayrıca beyânına lüzûm görülmemiştir.

Ve her bir hikmetin fassı, kendisine bağıntılanan kelimedir. Bundan dolayı bu kitapta, ümmü'l-kitap’ta sâbit olduğu şey üzere, bu hikmetlerden bahsettiğim şey üzerine sözü kısa kestim. Şimdi ben, bana resmedilen şeye uydum. Ve bana belirtilen şey indinde durdum. Ve eğer bunun üzerine ilâve etmeğe meyletsem, kâdir olmaz idim. Çünkü hazret bundan meneder. Başarıya ulaştıran ancak Allah'dır. Onun gayri Rab yoktur (24).

Yâni her bir hikmet, bir nebînin kalbinde nakşolunmuştur. Ve o nebînin vücûdu bir kelimedir ki, onun kalbinde nakşolunmuş olan hikmet o kelimeye bağıntılanır. "Kelime" ve "fass" haklarındaki îzâhlar "Önsöz"ün şerhinde geçti. 

Hz. Şeyh (r.a.) buyurur ki: Ben bu kitapta, ümmü'l-kitapta sâbit olan ölçü çerçevesinde, bu hikmetlerden bahsettiğim zevkler ve mârifetler üzerine sözü kısa kestim. Bu ümmü'l-kitap’ta sâbit olan ölçüyü tecâvüz etmedim. Bu ümm-i kitap, hakîkat-i muhammediyyeden ibâret olan ilk taayyündür. Ve bütün nebîler ve evliyâ, zevklerin ve ilimlerin tümünü, hâss mûhammediyye velâyeti ve makâm-ı mahmûddan ibâret bulunan, bu mertebeden alırlar. Ve bu ümm-i kitap son evliyâ mişkâtıdır. Bu konudaki ayrıntılar Şît Fass'ında gelecektir. Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) nebevî kâmil vârislerden olduğundan buyururlar ki; Ben nebîlerin sonuncusu mişkâtında, bu Fusûsu'l-Hikem kitabında beyân ettiğim nebîlerin ilimleri ve zevklerini yazmakta, bana resmedilen ölçüye uydum; ve bu belirtilen kadarın sınırında durdum. Bu sınırı aslâ geçmedim. Eğer bunun fazlasına meyletseydim, kâdir olamaz idim. Çünkü ben kulluk mertebesinde mevcûdum. Ve kulluk mertebesi ise, efendinin resmettiği şeye muhâlefetten meneder. Bundan dolayı hakîkat-i muhammediyyeden alınmış olan bu Fusûsu'l-Hikem'de ortaya koymaya me'mûr olduğum mârifetlerde ne fazla ve ne de noksan olmamıştır. Doğru yolda tevfik ihsân eden ancak Rabbü'l-erbâb olan Allâhü zü'l-celâl hazretleridir. O Rabbü'l-erbâbın gayri olan bir Rab yoktur. [ف الله يدبر الا مر]

Şimdi kitap yazarları kendi hal ve şanlarına kıyâsen, bu Fusûsu'l-Hikem'de Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) efendimizin himmet ve tasarrufun önüne geçtiği zannına kapılırlar ise, çok büyük hatâ ederler. Kâmil vârislerin ilimleri, perde ehlinin tabîat âleminden tetkikleri sonucu çıkan aklî delillere dayanan ilimleri gibi değildir. İşte bu nefslerine dayanan kıyastan dolayıdır ki, zâhir âlimlerinden birçoğu bu mübârek kitâba îtirâz edip yakmaya teşebbüs etmişler; ve bazıları Hz. Şeyh'in yüksek kadrini îtiraf etmekle berâber, sırf zâti isti'dâdlarının müşâadesinin olmayışından dolayı kitapta mevcût olanlardan ürkerek, bu kitâbın bir İspanyol generali tarafından yazılarak Hz. Şeyh'e atfedildiğini beyân etmişlerdir. Oysa bu atıf o kadar câhilânedir ki, red zahmetine bile değmez.

Şu kâdar diyelim ki, bu mübârek kitâbın yazılması, hicri 627 senesindedir. Fütûhât-ı Mekkiyye ise 590 senesinde Mekke'-i Mükerreme'de yazılmıştır. Tecelliyât-ı Mevsıliyye ise Musul'da yazılmıştır. Oysa o zamanlarda matbaa usulü mevcût olmadığı yönle Fütûhât-ı Mekkiyye gibi çok geniş bir eserin İspanya'ya kadar dağıtımı nasıl mümkün oldu da bu general bu mübârek kitâpta Fütûhât-ı Mekkiyye ve Tecelliyyâta Mevsıliyye ve Kitâbü İnşâi'd Devâir gibi Hz. Şeyh'in birtakım büyük eserleri içinde mevcût olanlara hakîkatleri atfetti? O ne büyük general imiş ki, Kur'ân'ın özüne ve Hz. Şeyh-i Ekber'in yüksek eserlerinde haber verdiği zevklere ulaşmış ta; Fusûsu'l-Hikem gibi çok büyük bir eseri vücûda getirmiştir ve kemâl mertebesinde Hz. Şeyh'e eşit olmuştur? Bunun mümkün olmadığı meydanda olduğundân bu atıf câhilâne bir uydurmadır.

Ey tefekkür eden mü'min, eğer bu ve benzeri büyük eserleri okuyup anlamıyor isen, kötüleme! Benim için değildir, de, bırak! Bu, insâf yoludur. Ve insâf, dînin yarısıdır. Çünkü büyük eserlerden her ferdin nasîbi yoktur. “Vallâhu yahtassu bi rahmetihî men yeşâu, vallâhu zul fadlil azîm” yâni “Ve Allah, rahmetini dilediği kimseye tahsis eder. Ve Allah, “büyük fazıl” sahibidir.” (el-Bakara, 2/105).

Bitişi: Perşembe gecesi 2 Ocak 1919 ve 29 Rebîu'l-Âhir 1337; Saat 01:50.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM

-2-


ŞÎT KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN "NEFSİYYE HİKMETİ"NİN BEYÂNINDA OLAN FASSTIR

"Nefs" [نفث]"tuh tuh diyerek üflemek" ma’nâsına gelir. Nitekim azâim ehli, yânî hastalar üzerine okuyucular yapar. Zamânımızda onlara alay etme yoluyla "üfürükçü" de derler; ve Araplar o gibi kimselere "neffas” derler ve Kur'ân-ı Kerîm'de: “Ve min şerrin neffâsâti“ (Felak, 113/4) buyurulur ki, "neffâse olan kadınların şerrinden" demektir.

Ve "Şît" "tâ" ile İbrânî dilinde "Allah’ın ihsanı" ma’nâsınadır. Araplar "sâ" harfiyle "Şîs" olarak telâffuz ederler. Âdem (a.s.), Hâbil'in şehâdeti olayından sonra üzüntüsünün yatışması için Hak'tan bir ihsan talep etti. Ona Şîs (a.s.) ihsan edildi.

Burada "nefs"ten kasıt, ahadiyyet zâtında mahbûs kalıp sıkılan ilâhi isimleri nefes-i rahmânîsini göndermekle Hakk'ın nefeslendirmesinden ibârettir. Ve "nefsiyye hikmeti"nin Şît kelimesine tahsîs edilmesinin sebebi budur ki, cenâb-ı Âdem ilk icmâl taayyün olup onun mertebesi âlem mertebelerinin tümünü içine almakta idi. Hak Teâlâ Hazretleri o icmâli, mutlak vücûdunun a'yân-ı sâbite üzerine yayılmasından ibâret olan nefes-i rahmânîsi ile ayrıntılamayı murât etti. İhsan feyzi ve karşılıksız vermekten ibâret bulunan Hz. Şît'in taayyünüyle açığa çıktı. Ve bu açığa çıkma "nefes-i rahmânî" sebebiyle olduğu için, nefes göndermek ma’nâsına olan "nefs"e bağlı hikmet, "Allah’ın lütfu" ve "Allah’ın hibesi" ma’nâsına olan Şît Kelimesine tahsîs edildi. Ve Hz. Şeyh (r.a.) bu sebepten dolayı, “nefsiyye hikmeti“ni “ilâhi hikmet”ten sonra anlatarak bunda, Şîs (a.s.)'ın mübârek kalbine gelmiş olan ilâhi hibeye ait ilimleri ve zâti lütûfları ve onun birtakım hükümlerini ve mârifetlerini ve zevlerini ve kemâlâtını beyân buyurdu.



Bilinsin ki, varlıkta kulların elleri üzere ve onların ellerinin gayrı üzere olan zâhir lütûflar ve ihsanlar iki kısım üzerinedir: Onlardan biri zâti lütûflar, diğeri isimlerin lütûflarıdır; ve zevk ehli indinde bir diğerinden farklı olur (1).

Yânî öğretmen vâsıtasıyla öğrencide oluşan herhangi bir ilim ve şeyh ve melekler ve nebîlerin ve evliyânın rûhları vâsıtalarıyla mürîdde oluşan rabbâni mârifetler gibi, kulların elleri vâsıtasıyla ve bir öğretmenin öğretmesine ve şeyhin irşâdına muhtâç olmaksızın Hakk tâlibine bâtın tarafından hâsıl olan ilim gibi, kulların elleri aracı olmaksızın hâricî vücûtta olan Allah'ın lütûfları ve ihsanları iki kısımdır: Biri "zâti lütûflar", diğeri "isimlerin lütûfları"dır.

Bilinsin ki, mutlak vücût olan Hakk ahad olan zâtı sebebiyle, lütûf ve ihsân etmez. Çünkü lütûf sıfatların ve isimlerin gereğidir. Bu mertebede ise Hak bütün sıfatlar ve isimler ile açığa çıkmaktan ganîdir. Ve O'nun bütün sıfatları ve isimleri ahadiyyet zâtında mevcût ve helâk olmuştur. Bunlar açığa çıkmasa da, mutlak zâtı, yine mutlak zâttır. Ne zaman ki zâtında mahv ve helâk olmuş olan bu sıfatlar ve isimler açığa çıkmak isterler, Hak kendi zâtına, yine kendi zâtında tecellî etmekle, onların ilmi sûretleri Hakk'ın zâtında peydâ olur. Buna "akdes feyz" derler. Ve Hakk'ın bu tecellîsi ile "ilim mertebe"sine tenezzülü isimler ve sıfatlar mertebesi, vahdet ve ulûhiyyet mertebesidir.

Ondan sonra Hakk zâtının her bir mertebeye tenezzülü, bu ilim mertebesinde oluşan isimlerinin sûreti üzerine olur. Bundan dolayı hâricî vücûtta, yânî şimdi bizim içinde bulunduğumuz şehâdet mertebesinde ve dünyâ âleminde bu vücûtlarımızda oluşan lütûflar, isimlerin lütûflarıdır. Ve bu isimlerin lütûfları, zâti lütûflarda mevcûttur. Çünkü Hakk’ın zâtı, ilminde peydâ olan isimlerin sûretlerine, nefes-i rahmânîsiyle yayılmak, yânî letâfet mertebesinden kesâfet mertebesine tenezzül etmek sûretiyle vücût verdi. Ve onların istîdâd ları ve kâbiliyetleri neden ibâret ise, ona göre lütûf ve ihsan etti. Bundan dolayı bu lütûflar, vahdet ve ulûhiyyet zâtından meydana çıktı. Bu sûrette zâti lütûflar ve zâti tecellîler dedikleri ulûhiyyet zâtının tecellîsi olur.

Şimdi insan-ı kâmil, "Allah" toplayıcı isminin görünme yeri olması îtibârıyla, varlık âleminde Hakk'ın zâtî tecellîsi özel olarak ona olur. Ve o saâdet sofrası zât mevcûtların tümünün a'yân-ı sâbiteleri gereğince, kendilerine ulaşması gereken lütûfları ve ilâhi ihsanları, halîfe oluşu ve vekil oluşu sebebiyle, onlara dağıtır. Varlık âleminde gerçekleşen bu isimlerin tecellîlerine "mukaddes feyz" derler. İşte bu iki kısım lütûf, zevk sâhipleri indinde bir dîğerinden farklı olur.

Nitekim ondan bâzısı, belirli bir istekten ve belirli olmayan istekten olur ve ondan bâzısı da isteme ile olmaz. Gerek zâti lütûflar olsun, ve gerek isimlerin lütûfları olsun aynıdır. Şimdi "Yâ Rab bana bunu ver!" diyen gibi belirterek isteyen, ona o istediğinin dışında bir şey hatıra getirmeyen bir emri tâyîn eder ve bir şey belirtmeden isteyen de "Yâ Rab benim latîf ve kesîften olan zâtımın her bir parçasına tâyînim olmadan, benim onda faydam olduğunu bildiğin şeyi ver!” diyen kimse gibidir (2).

Hz. Şeyh (r.a.) ilâhi lütûfları, "zâti lütûflar" ve "isimlerin lütûfları" adıyla iki kısma taksîm edip ayırımını da (zevke)bizzât hakîkatini yaşayarak idrak etmeye havâle buyurdu. O lütûfları burada da, duyu ile idrâk olunan kısımlara taksîm edip, aralarındaki farkı örnek ile açıkladı. Çünkü idrâk edilebilir şeyler örnek ile algılanabilir olur.

Ve ilk taksîm fâil yönünden ve bu taksîm ise kabûl edici yönündendir. Yânî Hak'tan söz ile bir şey iste-yen kul, ilim ve yakîn gibi ya belirli bir şey ister; veyâhut "Yâ Rab! Sen benim hâlimi ve benim iyiliğimin hangi şeyde olduğunu bilirsin. Benim zâtımın latîf olan parçasına, yânî rûhuma ve rûhâni kuvvetlerime ve kesîf olan parçalarına, yânî kesâfet âleminde taayyün etmiş ve kayıtlanmış olan vücûduma ve nefsime ve nefsâni kuvvetlerime uygun ve sâlih olan ne ise tâyînim olmadan onu ihsân et!" sözünde olduğu gibi belirli olmayan bir şeyi ister. Ve istek sözü ile olmayan lütûf ta, istek sözüyle olan ile eşittir.

Bu lütûflar ister zâtî, ister isimlerin olsun. Çünkü isteme ya söz veyâ hâl lisânı veyâhut istîdâd ile olur. İstek olması husûsunda hepsi birbirine eşittir. Örneğin bir dilenci gelip "On para ver!" der. Bu söz lisânı ile istemedir. Bir diğer dilenci gelip boynunu bükerek el açıp durur, bu da hâl lisânı ile sadaka ister. Fakat âile sâhibi olup akşama yiyeceği ve bir kazancı olmadığını bildiğiniz bir fakîr ne söz lisânı ile ve ne de hâl lisânı ile sizden sadaka istemediği halde, siz onun sadaka mahalli olmak istîdâd ını taşıdığını bildiğiniz için ona yardımda bulunursunuz. Bundan dolayı onun sizden sadaka talep etmesi istîdâd lisânı ile olmuş olur.

Ve söz lisânı ile isteyenler iki sınıftır: Bir sınıfı istemeye tabîatındaki acelecilik sevketti. Çünkü insan çok aceleci bir mahlûktur. Ve diğer sınıfı da istemeye ilmi sevketti. Çünkü bildi ki Allah indinde, ilim olarak öne geçen işler olur. Ona ancak istekten sonra nâil olunur. Şimdi der ki, umulur ki, Hak'tan istediğimiz şey bu sınıftan olsun. Böyle olunca onun isteği, mümkün olabilecek şeyden üzerinde bulunduğu şey için tedbirdir. Ve halbuki Allah'ın ilminde olan şey ve onun istîdâd ının kabûlde verdiği şey bilinmez. Çünkü her zaman kişide, o anda kişinin istîdâd ına vâkıf olmak, mâlûmâtın anlaşılması en güç olanındandır. Ve eğer istîdâd , istemeyi vermeseydi, istemezdi (3).

Yânî Allâh'ın lütûflarını, ihsanlarını söz lisânı ile isteyenler iki sınıftır. Bir sınıfını bu lütûfları Hak'tan istemeye sevkeden şey tabîatından gelen aceleciliktir. Çünkü acele etmek insanın şânındandır; o çok aceleci olarak hálk olunmuştur. Vakti gelmeden önce kemâle ulaşmayı ister. Söz lisânı ile isteyenlerden bu sınıf, bilmezler ki, istedikleri lütûfları, ilâhî ilimde ayn-ı sâbitelerinin istîdâd lisânı ile olan istekleri üzerine Hak hükmetmiş midir; ve kendilerinin hangi zamanda, hangi şeye isti’dâdları vardır? İşte bir sınıfın isteği böyle cehâlet üzerine olur.

Diğer sınıfı istemeye sevkeden şey ise, onun ilmidir. Çünkü bu sınıf genel olarak bilirler ki, Allah'ın indinde ilâhî ilim olarak öne geçmiş olan birtakım işler vardır; ve o işlere ancak istekten sonra nâil olunur. Yânî birtakım ilâhi lütûflar vardır ki, onların açığa çıkması, ilâhî ilimde isteme şartına bağlı kılınmıştır. Bundan dolayı isteme olmadıkça açığa çıkmaz. Bunun için bu sınıf, Hak Teâlâ hazretlerinden bizim istediğimiz şey belki bu sınıftandır, deyip gerçekleşme imkânı, ilâhî ilimde istemeye bağlı olduğu düşüncesiyle o şeyi her ihtimâle karşı Hak'tan ister. Ancak bu istekle berâber, o şey ilâhî ilimde sâbit olmuş mudur; ve onun ayn-ı sâbitesinin istîdâd ı bu istediği şeyi ezelde, Hak üzerine hükmetmiş midir; ve bundan dolayı ilâhî ilimde sâbit olan şey, zâhirde beklediğine uygun mudur, bunları bilmez. Çünkü a'yan-ı sâbite Hakk'a ne sûretle ilim vermişler ise, o sûretle Hakk'ın ma'lûmu olurlar ve Hakk'a, bizim hakkımızda böyle hükmet diye, Hak üzerine ne yön ile hükmetmişler ise, Hakk'ın onlar hakkındaki hükmü de ona göredir. Çünkü hâkim hükmettiği şeyde üzerine hüküm verilendir. Bu bahsin ayrıntıları Üzeyr Fassı'nda anlatılmıştır. 

İşte söz lisânı ile isteyen ayn-ı sâbitesi Hak ilminde ne sûretle ma'lûm olduğunu bilmediği için, istediğim şey belki ilâhî ilimde sâbit olmuş bir şeydir, deyip her ihtimâle karşı ister. Fakat bunun sâbit olup olmadığını bilmez. Çünkü her bir zamanda, her bir şahsın istîdâd ına vâkıf olmak husûsu anlaşılması çok güç ve en derin ve gizli mâlûmât cinsindendir. Bundan dolayı her bir kişi, her ânda olan istîdâd ını bilmez ki, o dakîkada istîdâd lı olduğu şeyi hemen Hak'tan istesin de, o şey de derhal oluversin. İşte bunu bilmediği için, belki isteğim kabûl edilir diye, istîdâd lı olduğunu zannettiği şeyi Hak'tan ister. Bu sebeble onun istediği şeylerin bâzısı olur, bâzısı olmaz. Fakat şurası dikkâte değerdir ki, insan genel sûrette kabûlüne istîdâd lı olduğu şeyi idrâk edebilir. Meselâ bir kimse tıp veyâ matematik öğrenimine başlar. Az mesâî ile çok mâlûmât elde ettiğini ve o ilmin meselelerini anlamakta aslâ güçlük çekmediğini görür. Bundan anlar ki, o ilmin oluşmasına kendisinde istîdâd vardır. İşte bu genel olarak istîdâd ına vâkıf oluştur ki, buna "kazâ" derler. Fâkat onun zamanlerden hangi zamante ne miktar oluşacağını, yânî kazânın ayrıntılanması olan "kader"i bilmez. Meğer ki Hak bunların bâzısına kendini haberli kılsın. Ve bunların hepsine haberli olmak ilâhî ilimde olan şeye haberli olmaktır ki, bu da Hakk'a mahsûstur. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur:  “ve mâ tedrî nefsun mâzâ teksibu gadâ”(Lokman; 31/34).Yânî: "Bir nefis; yarın ne kazanacağını bilmez".

Şimdi kul her ne kadar istîdâd ını bilmez ise de, eğer istîdâd , isteyene istekte bulunmayı vermeseydi, ondan istek çıkmazdı. Çünkü kul üzerinde her anda geçerli olan haller, onun istîdâd ından ileri gelmektedir. Ve kulun isteği dahi, üzerinde geçerli olan hallerden bir haldir. Bundan dolayı kulun isteği de, onun istîdâd ından ileri gelen bir durum olur. Şu halde isteyen Hak'tan bir şey istediğinde, onun o isteği, istediği şeydeki istîdâd ına delil olur ve işte o istîdâd , istekte bulunmaya sebep olmuştur. Fakat kul, her zaman kendisinde, yâni herhangi bir an da, istîdâd ının ne şeyi gerektirdiğini bilmez. Eğer bilse idi istekte bulunmasını tâkiben o şey meydana gelir idi.

Şimdi bunun benzerini bilmeyen hûzur ehlinin gâyesi, onu içinde bulundukları zamanda bilmeleridir. Çünkü onlar huzurları sebebiyle bu zamanda Hakk'ın onlara verdiği şeyi ve onu ancak istîdâd sebebiyle kabûl ettiklerini bilirler. Ve onlar iki sınıftır: Bir sınıfı kabûllerinden istîdâd larını bilirler ve bir sınıfı da ne şeyi kabûl ettiklerini istîdâd larından bilirler. Bu da, bu sınıfta istîdâd mârifetinde olan şeyin en mükemmelidir. Ve bu sınıftan, aceleyle ve mümkün olma ihtimâli için değil, ancak, Allah Teâlâ'nın “ud’ûnî estecib lekum” yâni “Bana duâ ediniz ki size icâbet edeyim”(Mü'min, 40/60) sözündeki emrine uyarak istekte bulunan kimse vardır. Böyle olunca o, hâlis kuldur. Ve bu duâ eden için, istekte bulunduğu şeyde belirli ve belirsiz olsun, onunla ilgili himmeti yoktur. Onun himmeti ancak efendisinin emirlerine uymaktadır. Bundan dolayı hal, istekte bulunmayı gerektirdiğinde, kulluğuna istinâden istekte bulunur; ve işi Allah’a hâvale etmeyi ve sessiz kalmayı gerektirdiğinde de, susar. Şimdi Eyyûb'u ve diğerlerini mübtelâ kıldı. Oysa Allah'ın onları onunla mübtelâ ettiği şeyin kaldırılmasını istemediler. Daha sonra diğer zamanda onlara bunun kaldırılması istemek gerekti. Bundan dolayı istekte bulundular. O halde Allah, onlardan onu kaldırdı (4). 

Yânî isteyenlerden bunun benzerini, yânî ilâhî ilmi ve istîdâd larını bilmeyen huzûr ehlinin gâyesi, içinde bulundukları zamanda istîdâd larını bilmeleridir. Onlar a'yân-ı sâbitelerinin Hak ilminde ne sûretle sâbit bulduğunû ve istîdâd lisânlarıyla Hak'tan, ne şeyi istemiş olduklarını bilmemekle berâber, gerek vâsıtalı ve gerek vâsıtasız vâridâttan, tecellîlerden, ilimlerden ve ahlâktan, bulundukları zaman içinde Hakk'ın ne şeyi ihsân buyurduğunu ve hâzır oldukları zaman içinde kabûl ettikleri ilâhi lütûfları ancak o zamanda olan cüz'î isti’dâdlarıyla kabûl ettiklerini bilirler. Çünkü Hak'la huzûr ve müşâhedeleri sebebiyle, vücûtta ve te'sirde Hak'tan başka hiçbir şey görmezler. Ve Zeyd ve Amr eliyle kendilerine ulaşmış olan lütûfları gördüklerinde: "İşte bu bizim ilâhî ilimde sâbit olan a'yânımızın istîdâd lisânı ile Hak'tan istediği şeydir ki, şu zamandaki cüz’i istîdâd ımız sebebiyle şimdi bize Hak'tan ihsân olundu" derler.

Bu huzûr ehli de iki sınıftır: Bir sınıfı lütûfları kabûllerinden dolayı istîdâd larını bilirler; çünkü bunlara a'yân-ı sâbiteleri açılmış değildir. Bundan dolayı istîdâd larını ayrıntılı oarak bilmezler. Ancak kendilerine ulaşmış olan lütûfları kabûl edip hazmetmeleri sebebiyle istîdâd larını genel hatlarıyla bilirler ve "Eğer istîdâd ımız olmasa idi, bu lütfû kabûl etmezdik" derler. Nitekim Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a), bu Fusûsu'l-Hikem'de binlerce hakîkatleri ve mârifetleri beyân buyururlar. Nice kimseler vardır ki, bu mârifetleri havsalalarına sığdırıp kabûl edemez. Bu kabûl edememek husûsu şüphe yoktur ki istîdâd larının olmayışındandır. Ve yine bir çok kimseler Hz. Şeyh-i Ekber görünme mahallinden ulaşmış olan bu lütûfları kabûl edip ve âb-ı hayât gibi içip hazmederler. Bu da kabûle olan istîdâd dan dolayıdır.

Şimdi söz bir, fakat işitenlerin istîdâd ları muhteliftir. Ve huzûr ehlinin bir sınıfı da, ilâhî ilimdeki a'yân-ı sâbitelerini ve onların istîdâd larını bildikleri için, bu istîdâd ları sebebiyle ne şeyi kabûl edeceklerine vâkıftırlar. Bundan dolayı onlar ancak kendilerinde kabûle istîdâd gördükleri şeyi Hak'tan isterler ve istedikleri şey de hemen veyâ bir müddet sonra olur. Ve bu ikinci sınıf, huzûr ehli sınıfında, istîdâd bilme husûsunda olan şeyin en mükemmelidir. Yânî bu ikinci sınıf birinci sınıftan daha tamâmdır. 

Cenâb-ı Şeyh (r.a.) ilâhi lütûfları ilk önce "isteme ile" ve "istemeden" oluşan lütûflara; isteme ile olan lütûfları da "belirli" ve "belirsiz" olan şeye taksîm etti. Şimdi de isteyeni istemeye sevkeden şey sebebiyle taksîm edip buyururlar ki: Bu huzûr ehlinden olan istekte bulunanlardan bir isteyici vardır ki Hak'tan istekte bulunur, fakat tabîatında olan acelecilikten ve mümkün olma ihtimali olduğu için istemez; belki onun istekte bulunması Allah Teâlâ hazretlerinin  “ud’ûnî estecib leküm” (Mü'min, 40/60) yânî ''Benden istekte bulunun, sizin için isteğinize icâbet edeyim" sözüyle olan emrine uymak içindir. Bu isteyici hâlis kuldur. Onun dünyevî ve âhiretlik ve zâhirî ve bâtınî, belirli ve belirsiz hiçbir şeye himmeti bağlı değildir. Bundan dolayı istediği şeyi himmetini bağlayarak istemez. Onun himmeti, ancak Efendi'sinin emirlerine uymaktadır. Mesnevî:

Tercüme: "Din sultânı, mâdemki benden çok istememi ister, bundan sonra kanâatın başına toprak saçılsın!" 

Bundan dolayı hâl, istekte bulunmayı gerektirince, bu hâlis kul ancak kulluğuna istinâden istekte bulunur. Çünkü onun Hakk'ın vechinden ve mutlak cemâlden başka hiçbir murâdı yoktur. İcmal olarak vahdet makâmında ve ayrıntıyla çokluk görünme yerinde, yânî âlem sûretlerindedir. Eğer hâlin gereklerine göre laf ile Hak'tan bir şey isterse, Efendi'sine karşı kulluğun şânını ispât içindir. Ve eğer hâl, işleri Hakk'a havâle edip sessiz kalmayı gerektirirse, susar; ne himmeti ile ma'nen ve kalben ve ne de lisânı ile sözlü olarak bir şey istemez. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri Eyyûb (a.s.)ı ve diğer nebîleri ve onların vârisleri olan evliyâyı, birtakım belâlara mübtelâ etti; onlar bu belâların kaldırılmasını Hak'tan istemediler, o belâları çektiler. Daha sonra diğer zamanda hâl, o belâların kaldırılmasını istemeyi gerektirdi. Onlar da hâlin gereğine göre o belâların kaldırılmasını Hak'tan istediler. Hak Teâlâ hazretleri de kaldırdı.

Bilinsin ki, Hak Teâlâ hazretlerinin kullarını mübtelâ kıldığı her zahmet ve belâ salt kahır değildir; belki zahmet ve belâ sûretinde açığa çıkmış olan rahmet ve özel nîmettir. Ve zahmet ve belâ Hakk'ın Celâl'inden; ve rahmet ve nîmet ise Cemâl'indendir. Ve insan Cemâl ve Celâl görünme yeridir. Nitekim Hak Teâlâ insan hakkında “halaktu bi yedeyye” (Sâd, 38/75) yâni "İki elimle hálk ettim" buyurur ki, Cemâl elimle ve Celâl elimle hálk ettim demektir. Bundan dolayı Hak insanı, kâmil görünme yeri olduğu için kerem sahibi kılmıştır. Ve insanın gayri olan ilâhi mahlûklarda bu toplayıcılık yoktur. Onların bâzısı cemâlî ve bâzısı celâlîdir. Meselâ hayvânlar, Celâl görünme yeridir. Çünkü Müzill isminin görünme yerleridirler. İşte bu kemâlinden dolayı insan ilâhi tekliflerin muhâtabı olmuştur. Ve insan nefsi, yânî taayyün etmiş olan vücûdu ve kayıtlılığı îtibârıyla Celâl görünme yeri ve rûhu îtibârıyla da Cemâl görünme yeridir. Çünkü rûh aslında tabîat kirlerinden pâktır. Nefis ise böyle değildir. Onun yerleşik olduğu mekân madde ve tabîat âlemidir ve tabîat âlemi ise kahır ve celâl görünme yeridir. Onun için nefsin şânı Hakk'a muhâlefet ve rûhun şânı da itaat etmektir. Bundan dolayı nefsi rûhuna tâbî olanlar "cemâlî" ve rûhu nefsine tâbî olanlar ise "celâlî olur. Şimdi kahır ve lütûf, tahkik ehline göre tek bir hakîkatin işlerinden başka bir şey olmadığından, ikisi de tek bir şeydir. Ancak görünme yerleri sebebiyle biribirinden ayrı ve bir dîğerinin zıttı görünürler. İşte bu sebepten Hz. Mevlâna (r.a.) buyururlar: Mesnevî:

Tercüme: "Ben onun kahrına ve lütfûna cidden âşıkım; acaîptir ki ben, bu her iki zıttın âşıkıyım."

Bu gibi mübârek zâtlar nasıl kahra âşık olmasınlar ki, kahır Hakk vechinin perdesi olan nefse bağlantılanır ve onu yırtıp Hakk'ın cemâlini açığa çıkarır. Onların isteği de bundan ibârettir. Ve kahır ve celâlin ulaştığı yer imkân dâhilindeki vücût olup, onlar da dâim olmadıklarından, “rahmetim gazâbımı geçmiştir” hadîs-i kudsîsi gereğince kahır ve celâl arîzi; ve lütûf ve rahmet zâtîdir. Ve Hak Teâla hazretleri bu şehâdet âleminde gerek mü'minlere ve gerek kâfirlere kahır ve celâliyle tecellî buyurur. Mü'minîne isâbet eden kahrı, onların derecelerinin yükselmesi içindir. Çünkü her bir belâ geldikçe nefsinden uzaklaşması ve Hakk'a yakınlaşması artar. Bundan dolayı o belâ, zahmet ve musîbet sûretinde açığa çıkan rahmet ve çok özel nîmettir. Bu belâlara ancak Hakk'ın murâdını bilen ve kader sırrına vâkıf olan mübârek zâtlar tâlip olur. Ve kâfirlere isâbet eden kahır ise;  “Ve le nuzîkannehum minel azâbil ednâ dûnel azâbil ekberi” (Secde,32/21) yânî "Biz onlara büyük azâbın, âhiret azâbının gayrı olan daha yakın azâbı, dünyâ azâbını tattırırız" âyet-i kerîmesi gereğince ilâhî azâbtır. Bu konuda birçok sorular ve cevaplar vardır. Ayrıntısına girilirse, belki bir cilt kitap olur. Anlatılan esâslar irfân sahiplerine yeterlidir.

Cenâb-ı Şeyh (r.a.), isteyeni istemeye sevk eden şey sebebiyle ilâhi lütûfları taksîm ettikten sonra lütûfların çabukluğuna ve gecikmesine sebep olan şeyi beyân ederek buyururlar ki:

Ve istenen şeyde çabukluk ve gecikme, Allah indinde onun için belirli olan kaderden dolayıdır. Şimdi istek, vakte uygun olduğunda, icâbet ile çabucak olunur ve zaman, yâ dünyâda veyâ âhirette geciktiğinde icâbet, yânî istenen şey, gecikir; yoksa Allah'dan lebbeyk ile olan icâbet te'hîr edilmez. Şimdi bunu anla! (5).

Yânî Hak'tan talep edilen şeyin çabuk açığa çıkması veyâ geç kalması, duâ eden kimse için Allah indinde belirli olan kadere dayanmaktadır. Bundan dolayı kul Hak'tan bir şey istediği zaman, eğer bu duâsı belirlenmiş vakte uygun olursa, derhal fiilen lebbeyk ile icâbet olunur. Ve eğer belirlenmiş vakte uygun olmayıp ta, Allah indinde bilinen ayn-ı sâbitesinin istîdâd ı gereğince, ya dünyâda vakti gelince açığa çıkmayı veyâhut âhirette icâbeti gerektirse, Hak târafından derhal lebbeyk ile icâbet olunmakla berâber, fiilen icâbet gecikir. Nitekim hadîs-i şerîfde buyrulur: "Gerçekte kul, Rabb'ine duâ ettiği zaman, Allah Teâlâ Hazretleri, ey benim kulum lebbeyk, buyurur." Bundan dolayı kulun istîdâd ı, isteğine uygun olmadığı için icâbet fiilen te'hîr edilmekle berâber Hak, istenilen şeyin ya dünyâda veyâ âhirette vakti gelince verilmesi üzere; lebbeyk ile icâbet eder. Böyle olunca aslında her bir duâ icâbet olunmuştur. Fakat çabukluğu ve gecikmesi kadere bağlıdır. Bu sırra vâkıf olmayan kimseler zannederler ki, Hak bâzı kullarına istediği şeyi verir ve bâzısına vermez. Oysa iş böyle değildir. İlâhi lütûflar, a'yân-ı sâbitenin Hakk'a verdiği mâlûmât üzerine ulaşan ilâhî kazâ ve kadere tâbîdir. Ve kazâ ve kader ise hikmetine dayanmaktadır. Örneğin herkes Hak'tan zenginlik ister; oysa bu istek, kulların hepsinin istîdâd larına uygun değildir. Ve Hak istîdâd lara uygun olmayan lütûfları, farz edelim kullarına esirgemese, âlem düzeni bozulur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Ve lev besetallâhur rızka li ibâdihî le begav fîl ardı” (Şûra, 42/27). Yânî "Eğer Allah Teâlâ Hazretleri rızkı kullarına genişletse yeryüzünde fesât ederlerdi".


Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin