Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə22/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   90

Soru: Nebîlerin kevnî vücûtları a'yân-ı sâbitelerinin ve a'yân-ı sâbiteleri de ilâhi isimlerin sûretleridir. Bundan dolayı her bir nebînin ayn-ı sâbitesi, görünme yeri olduğu ismin istîdâd lisânı ile ne talep etmiş ise, onun hakkında Hakk'ın kazâsı dahi o sûretle olmuştur. Şu halde nebînin ayn-ı sâbitesi, istîdâd lisânı ile Hak'tan nübüvveti talep etmemiş olsa, kevn âleminde nebî olmaz idi. Bundan dolayı bu sözü diğer nebîlerin de söyleyebilmesi mümkün olmaz mı? Ve ikinci olarak nebîlerin sonuncusundan başkalarının ancak gönderildikleri zaman, nebî olmaları nasıl olur; ilâhî ilimde nebî değilmiydiler?

Cevap: Gerçi her bir nebînin nübüvveti ezelîdir. Fakat o mertebede onların hiçbirisi feyz kaynağı değildir. Bundan dolayı fiilen nebî değildir. Onların fiilen nübüvvetleri şehâdet âleminde gönderildikleri anda başlar. Ve nübüvvetleriyle ümmetleri ile ilgili olan ilmi kendi hakîkatlerinden alırlar. Ve halbuki hakîkat-ı muhammediyye onların hakîkatlerini toplamış olduğundan, o ilimleri nebîlerin sonuncusu mişkâtından almış olurlar. Bundan dolayı nebîlerin sonuncusu hakîkâti ile mevcût ve fiilen nebî olup hakîkatlerin tümünün feyz kaynağıdır. Sonuç olarak diğer nebîler gönderildikleri zaman, fiilen nebî olup feyz verirler ve nebîlerin sonuncusu ise gönderilmeden evvel nebî olup hakîkâti ile feyz verir.

Ve nebîlerin sonuncusunun nübüvveti önde olduğu gibi, evliyânın sonuncusunun dahi velâyeti madde bedeninden öndedir. O velîdir, oysa Âdem, aynî vücûdu ile su ile çamur arasında ve rûhanî vücûduyla "ilim" ile "ayn" arasında idi.

Ve evliyânın sonuncusunun dışındaki evliyâ ise ancak velâyet şartlarını tahsîl ettikten sonra velî olur. Ve velâyet şartları da, ilâhi ahlâkın hepsi ile ahlâklanmaktır. Nitekim, hadîs-i şerîfte buyrulur: "İlâhi ahlâk ile ahlâklanınız".

Ve bu maddesel sûretinde Hakk'a ve hálk edilmişlere karşı gereken muâmelesinde bu velînin o ahlâk ile vasıflanmasıdır. Ve onun ilâhi ahlâk ile vasıflanmada, velâyet şartlarını tahsîl ettikten sonra velî olması, Allah Teâlâ Hazretlerinin kendi nefsini Veli ve Hamîd ile isimlendirmesinden dolayıdır. Çünkü velâyet Hakk'ın zâti sıfatlarındandır. Ve Hak Teâlâ Hazretleri kuluna mutlak vücûdunun tenezzülü sûretiyle, ayrıntı elbisesini giydirdikten sonra, icmâl elbisesini de giydirmiştir. Ve kul beşeri sıfatlarından soyunduktan sonra o zâil olan sıfatlar yerine, Hakk'ın sıfâtı kâim olur. Bundan dolayı bu beşeri vücûtta ondan çıkan sıfatları ve fiilleri her ne kadâr sûrette diğer insanlardan açığa çıkan sûretler, sıfatlar ve fiillere benzer ise de, iç yüzü öyle değildir. Hepsi Hakk'ın sıfatları ve fiilleridir. Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a.) buyururlar:

Tercüme: "Ben senin hoş olan ırmağına çıplak olarak dalayım, diye bütün sıfâtımdan soyundum."

Böyle olunca resûllerin sonuncusunun velâyeti yönünden, onun velâyetin sonuncusuna nisbeti, nebîlerin ve resûllerin ona nisbeti gibidir. Bundan dolayı resûllerin sonuncusu velî ve resûl ve nebîdir. Ve evliyânın sonuncusu, asıldan alıcı olan vârisdir ve mertebelerin müşâhede edicisidir. Ve o, şefâat kapısının fethinde Âdem evlâtlarının efendisi ve cemâatin önde olanı olan Muhammed (s.a.v.)’in güzelliklerinden bir güzelliktir (23).

Yâni resûllerin sonuncusunun velâyeti yönünden velâyetin sonuncusuna olan nisbeti, nebîler ve resûllerin velâyetin sonuncusuna nisbeti gibidir. Çünkü nebîler ve resûller velâyetleri yönüyle ilimleri, velâyetin sonuncusu mişkâtından aldıkları gibi, resûllerin sonuncusu dahi kendisinin bâtını olan şahsi kayıtlanmış velâyeti yönüyle ondan alır.

Bilinsin ki, velâyet, mutlak ve kayıtlı, yâni "genel velâyet" ve "özel velâyet" kısımlarına ayrılmıştır. Çünkü velâyet esâs ve hakîkât îtibârıyla mutlak ilâhi sıfâttır. Ve nebîlere ve evliyâya nisbeti îtibârıyla da kayıtlıdır. Kayıtlı olan ise, mutlakla mevcûttur; ve mutlak dahi kayıtlı olan ile açığa çıkmaktadır. Bundan dolayı nebîlerin ve evliyânın velâyetlerinin hepsi, mutlak velâyetin parçalarıdır. Ve nitekim nebîlerin parça oluşu dahi, mutlak nübüvvetin parçası oluşudur.

Ve burada Hz. Şeyh (r.a.)’ın resûllerin sonuncusunun velâyetinden kastı, şahsi kayıtlanmış velâyettir. Ve şüphe yoktur ki, bu velâyetin mutlak velâyete nisbeti, diğer nebîlerin nübüvvetlerinin mutlak nübüvvete nisbeti gibidir.

Şimdi resûllerin sonuncusu velîdir; ve velâyeti gereğince ilimleri ve sırları Hak'tan vâsıtasız alır. Ve resûldür, Hak'tan aldığı hükümleri ümmetine teblîğ eder. Ve nebîdir, Hak'tan ve âhiret işlerinden ümmetine haber verir.

Evliyânın sonuncusuna gelince o, ezelde ayn-ı sâbitesinin sûretiyle velîdir. Ve resûllerin sonuncusunun şerîatına tabî olup, onun bütün ilimlerine ve zevklerine vârisdir; ve nebîden verâset yönünden aldığı ilimleri asıldan, yâni Hak'tan, vâsıtasız alıcıdır. Ve "hakîkatlerin hakîkati" olan hakîkât-i muhammediyye mertebesinde taayyün etmiş olduğu için "nübüvvet", "risâlet", "velâyet" ve "hilâfet" mertebelerini ve diğer ilâhi ve kevni mertebeleri müşâhede eder ve taayyün etmiş olduğu bu mertebeden feyz verir ve yardım eder.

Bu sûrette evliyânın sonuncusu şefâat kapısını açmak husûsunda Âdem evlâtlarının efendisi; ve nebîler ve evliyâ cemâatinin önderi bulunan Muhammed (s.a.v.) Efendimiz'in güzelliklerinde bir güzelliktir. Çünkü evliyânın sonuncusu resûllerin sonuncusu Efendimiz (s.a.v)'in şerîat hükümlerine en güzel ve en mükemmel bir şekilde tabî ve sonuncu oluşta onun en mükemmel vârisi olduğundan, zâhirde onun güzelliği olur. Ve hakîkatlerin hepsini toplamış olan hakîkat-i muhammediyye’de taayyün etmiş olup resûllerin sonuncusunun bâtını olan bu makâmdan feyz verdiği ve yardım ettiği için de, bâtında onun güzelliğidir.

Ve resûllerin sonuncusu Efendimiz (s.a.v), vücûtta bütün taayyünlerden evvel olduğu için tabî ki diğer nebî ve evliyâ cemâatinin önderidir. Ve ahadiyyet zâtında mahbûs ve saklı olan ilâhi isimlerin taayyün ile açığa çıkmalarına sebep olduğu ve taayyün kapısının fethinde şefâati öne çıktığı gibi, kıyâmet gününde nebîler arasında şefâat meselesi tereddütte kaldığı zaman, şefâat yine ona döneceği için, şefâat kapısının fethi husûsunda Âdemoğullarının efendisidir. Beyt:

Tercüme: ''Saçların latîf, dudakların kırmızı ve yüzün güzeldir. Yûsuf’un güzelliği, Îsâ'nın nefesi, Mûsâ'nın parlak eli hep sendedir. Bütün güzellerin birleştiği şekil ve ahlâk ve hareket ve duruş güzelliklerinin hepsi sende toplanmıştır, (Sallallahu aleyhi ve sellem)”.

Şimdi özel hâli ayırdı, genelleştirmedi;ve bu özel hâlde ilâhi isimler üzerine öne geçti (24).

Yâni (S.a.v.) Efendimiz: "Ben şefâat kapısında Âdem evlâtlarının efendisiyim" buyurmakla efendiliğini özel hâl ile, yâni şefâat kaydıyla, ayırdı ve kayıtladı; "Ben Âdem evlâtlarının efendisiyim" demek sûretiyle efendiliğini genelleştirmedi, yâni işlerin tümünde ve cüz'i ve küllî hâllerde efendiliğini beyân buyurmadı; belki"Siz dünyâ işlerinizi benden daha iyi bilirsiniz" diyerek bâzı cüz'i işlerde ashâb-ı kirâmı hakkında, risâlet-penâhîleri kendisi üzerine üstünlük isbât etti.

İşte bu özel hâlde, yâni şefâat kapısının fethinde, ilâhi isimler üzerine öne geçti. Çünkü nebîlerin sonuncusu (s.a.v.) Efendimiz’in kalbi isimlerin hepsini toplamış bulunan "Allah" isminin görünme yeri ve vücûdu da "Rahmân" isminin görünme yeridir. Bundan dolayı hakîkât-ı muhammediyye ahadiyyet zâtının celâli altında helâk olmuş olan ilâhi isimlerin açığa çıkmasına şefâat ettiği gibi, Rahmân isminin görünme yeri olan (S.a.v.) Efendimiz, kıyâmet gününde Müntakım isminin tecellîsi zamanında mahşer ehli hakkında da genel olarak şefâat eder. Ve "Rahmân" ismi ilâhi isimlerin hepsini toplamış olduğundan, bu şefâati ile diğer ilâhi isimler üzerine öne geçer.

Böyle olunca Rahmân ismi, Müntakım indinde belâ ehli hakkında ancak şefâat edicisinin şefâatinden sonra şefâat etti. Bundan dolayı Muhammed (s.a.v.) bu hâs makâmda efendilikle üstün oldu. Şimdi mertebeleri ve makâmları anlayan kimse üzerine, bunun gibi anlatımların kabûlü güç gelmez (25).

Yâni Rahmân ismi, Müntakim isminin görünme yeri olan belâ ehli hakkında, en başta şefâat etmez. Ve diğer ilâhi isimlerin şefâatine bekleyici olur. Onların şefâati te’sîrli olmayınca o zaman belâ ehli hakkında şefâat eder. Çünkü Rahmân ismi en başta şefâat etse, diğer şefâat ehli olan isimlerin hükümleri açığa çıkmaz ve faaliyetlerinin durmuş olması lâzım gelir. Örneğin Müntakim ve Kahhâr isimlerinin intikam ve kahrı hafif olduğu zaman, Raûf ve Rahîm isimlerinin şefâati ile sâkin olur. Fakat onların intikam ve kahrı şiddetli olunca, bu isimlerin şefâatini kabûl etmezler ve bu isimler, onların şiddetine karşı koyamazlar. İşte bu zaman Rahmân ismi şefâat eder; ve bu isimlerin açığa çıkışı geçer ve bâtın olur. Bundan dolayı Rahmân isminin Müntakim ve Kahhâr isimlerine ve diğer ilâhi isimlere üstünlüğü ve öne geçişi sâbit olur. Çünkü Rahmân isminin saltanatı hepsi üzerine zâhirdir. Eşyânın tümü başlangıç olarak onun cömertliği ve feyzi ile yokluk karanlığından kurtulduğu gibi sonuç olarak dahi belâ ehli, azâb zilletinden onun şefâati ile kurtulur. Hz. Mevlânâ (r.a.) efendimiz buyururlar:

Tercüme: "Eyyûb (a.s)’ın derdine, Ya'kûb (a.s.)’ın ihtiyacına, başka bir çâre olmadı. Ancak Rahmân’ın rahmeti yetişti."

İşte 'nebîlerin sonuncusu (s:a.v.) Efendimizin saâdetli vücûtları, Rahmân ismi görünme yeri olduğundan, onlar bu hâs makâmda, yâni şefâat makâmında, efendilikle üstün oldu; ve şân-ı şerîflerinde: “Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemîn” yâni “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ, 21/107) buyruldu.

Şimdi mertebeleri ve makâmları yâni nübüvvetin velâyetin zâhiri ve velâyetin de nübüvvetin bâtını olduğunu ve nübüvvette taayyün etmiş olan zâtın, nebîlerin sonuncusu ve onun bâtını olan velâyette taayyün etmiş bulunan evliyânın sonuncusu olduğunu anlayan ve nübüvvetin velâyetten yardım istediğini ve velâyetin hükümlerinin ve eserlerinin açığa çıkmasının da nübüvvet ile olduğunu bilen kimsenin, daha önce anlatılan "Evliyânın sonuncusu bir yönden aşağıda ve bir yönden yukarıdadır" ve "Resûllerin sonuncusunun, velâyeti yönünden velâyetin sonuncusuna nisbeti, nebîler ve resûllerin ona nisbeti gibidir" ve benzeri anlatımları kabûl etmesi kolay olur.

Ve isimlerin lütûflarına gelince: Bilesin ki, muhakkak Allah Teâlâ hazretlerinin hálk ettiklerine olan lütûfları, O'ndan onlara rahmettir; ve onun hepsi isimlerdendir. Ya dünyâda lezîz rızıktan tayyib gibi; kıyâmet gününde de hâlis olan saf rahmettir. Bunu Rahmân ismi verir. O da rahmânî lütûflardır. Veyâhut içilmesini râhat tâkîbeden acı ilacın içilmesi gibi, karışmış rahmettir; ve o da ilâhî lütûflardır. Çünkü ilâhî lütûflar, isimlerin hizmetkârlarından bir hizmetkârın iki eli üzerine olmadıkça, Allah'dan lütûf salınımı mümkün olmaz (26).

Cenâb-ı Şeyh (r.a.) "zâti lütûflar"dan olan nübüvvet ve velâyet hükümlerini beyân buyurduktan sonra, "isimlerin lütûfları"nın îzâhına başlayarak buyururlar ki:

İsimlerin lütûflarına gelince, bil ki Allah Teâlâ'nın mahlûkâtına bahşettiği lütûfları kendi tarafından o mahlûkâtına rahmettir ve lütûfların hepsi isimlerden çıkar ve ulaşır. Bu rahmet te, ya saf rahmet olur; veyâhut karışmış rahmet olur. Saf rahmet, dünyâ hayâtında yiyecek, içecek, giyecek, bakacak, işitecek ve koklayacak, ev ve nikâhlı eş ve benzeri; lezîz rızklardan tayyib, yâni helâl gibi ki; kıyâmet gününde de hesâp kederinden ve vebâl ve belânın ulaşmasından hâlistir. Nitekim, Hak Teâlâ A'râf sûresinde buyurur: “Kul men harreme zînetallâhilletî ahrece li ibâdihî vet tayyibâti miner rızkı, kul hiye lillezîne âmenû fîl hayâtid dunyâ hâlisaten yevmel kıyâmeti” (A'râf, 7/32) yâni "Ey Nebiyy-i zî-şânım! De ki, Allah'ın çıkardığı zîneti ve rızıktan tayyib olanı kim haram etti? De ki o zînet ve tayyib rızık dünyâ hayâtında ve hâlis olarak da kıyâmet gününde mü'minler içindir."

Ve bu bahsedilen rızkı, vücût arşı üzerine tecellî edici olan Rahmân ismi verir. Bu ilâhî lütûflar hâlis rahmettir, başka bir şey ile karışık değildir.

Karışmış rahmet, kokusu kötü olan bir ilâcın içilmesi gibidir ki, bunu içtikten sonra hastaya râhat gelir. Bu da ilâhî lütûftur. Çünkü her ne kadar o kokusu kötü olan ilâç içilirken hasta bir azâb duyduğu yönle bu hâl "Muazzib" isminin görünme yeri olur ise de, daha sonra bu hâli Rahmân isminin görünme yeri olan râhat tâkîp ettiğinden bu "Muazzib" ismi "Rahmân" isminin hizmetkârı olur. Çünkü ilâhi lütûflar, isimlerin hizmetkârlarından bir hizmetkâr ve tabî olanı vâsıtasıyla bir hizmet ileri getirmedikçe, ilâhî lütûfların salınımı mümkün olmaz. Ve çünkü ne kadar ilâhi isim varsa hepsi "Allah" ve "Rahmân" isimlerinin altında mevcûttur ve o isimler bu iki ismin hizmetkârlarıdır. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: “Kulid’ullâhe evid’ur rahmân, eyyen mâ ted’û fe lehul isimlerul husnâ“. Yâni "Ey Nebiyy-i zî-şânım! De ki, ister "Allah" ister "Rahmân" deyin, hangisi ile duâ ederseniz edin, şimdi onun için isimler-i hüsnâ vardır."

Bilinsin ki, ilâhi lütûfların hepsi, zât ve sıfatları içine alan ilâhi mertebeden, yâni ulûhiyyet mertebesinden feyz olunur. Fakat bu feyz olunma zât yönünden değil, belki sıfatlar ve isimler yönündendir. Ve ilk önce feyz olunan şey, vücût ve hayat rahmetidir, yâni yokluktan ihrâçtır. Daha sonra bunlara tabî olan şeylerdir. Ve o rahmet dahi üç kısma ayrılmıştır.



Birincisi: Zâhirde ve bâtında salt ve hâlis rahmettir ki; dünyâda helâl olan lezîz rızktır. Bir kimse dünyâda helâl rızk ile nimetlenmiş olsa, âhirette "Niçin helâl rızk yedin?" diye azarlanmaya tutulmaz. Bundan dolayı zâhiren ve bâtınen salt rahmet olur. Ve faydalı olan ilimler ve mârifetler de âhirette hâlis rahmettir.

İkincisi: Karışmış rahmettir. Bu rahmet dahi, ya zâhirde rahmet, bâtında belâdır. Veyâhut bunun aksi olarak zâhirde belâ, bâtında rahmettir. Meselâ haram yemek, şarab içmek, zinâ etmek ve diğer günâhlar ve kalbi Hak'tan uzaklaştıran nefse uymak gibi tabiâta uygun olan şeyler zâhirde rahmet, bâtında, belâdır ve ibâdet ve nefsin arzûlarına muhâlefet ve mücâhede ve riyâzet ve tabiâtın hoşlandığı günahlardan sakınmak, zâhirde bela ve bâtında nîmettir. Hz. Mısrî-i Niyâzî ne güzel buyurur: Beyit:

İç ol zehri ki bal ola sonunda

Sonunda zehr olan balı nidersin

Üçüncüsü: Zâhiri belâyı tâkîb eden zâhiri nîmettir ki, bu da karışmış rahmetin bir çeşididir. Meselâ kokusu çirkin olan bir ilâç içilir; o ilâcın te’sîriyle hastalığın elemi atlatılmış olup râhat hâsıl olur.

Bu bahsedilen üç kısımdan birincisi "Rahmânî lütûflar"dır. Çünkü salt rahmet olduğundan diğer bir ismin hizmeti araya girmeksizin doğrudan doğruya bunu "Rahmân" ismi vermiştir. İkincisi ve üçüncüsü Rahmânî lütûflar değil, belki "ilâhî lütûflar"dır. Çünkü Rahmân isminin altında mevcût olan isimlerin hizmetkârlarından bir hizmetkârın elleri üzerinde açığa çıkmış olan rahmettir ve bu rahmet acılık ile karışıktır, hâlis değildir.

Şimdi Allah Teâlâ, bâzan bir lütfû kula Rahmân'ın iki eli üzere verir. Bundan dolayı lütûf, o vakitte tabiâta hoş gelmeyen veyâ gâyeye yöneltmeyen ve buna benzer şâibeden hâlis olur. Ve Allah Teâlâ bâzan lütfû kula Vâsi'in iki eli üzere verir. Şu halde genel olur. Yâhut Hakîm'in iki eli üzere verir. Böyle olunca vakitte en uygun olana nazar eder. Yâhut ni’metlen-dirmek için Vâhib'in iki eli üzere verir; ve Vâhib'e karşı kendisine faydalanma olan kimseye şükür ve amelden bir karşılık ile teklîf olmaz. Yâhut Cebbâr'ın iki eli üzere verir. O halde konumuna ve kulun hakedici olduğu şeye nazar eder. Yâhut Gaffâr'ın iki eli üzere verir. Bu halde de mahalle ve kulun üzerinde sâbit olduğu hâle nazar eder. Eğer kendisine faydalanma olan azâbı hakedecek bir hal üzere olursa, ondan onu örter; yâhut azâbı haketmeyecek bir hal üzere olursa, azâbı hakedici olur olan halden onu örter. Bundan dolayı kendisine faydalanma olan mâsûm ve lütûfta bulunulmuş ve korunmuş olarak isimlendirilir. Ve bundan gayri ki, bu sınıfa uygun ola (27).

Yâni hâlis rahmet ile karışmış rahmet’in detaylanması budur ki, Allah Teâlâ bâzan bir kuluna bir lütfû Rahmân isminin iki eli üzere verir; çünkü Rahmân'ın biri "fâil" ve diğeri "münfail yâni fâilin fiilini kabûl edici" olmak üzere iki eli vardır. Biriyle verir, diğeriyle alır. Diğer isimler hakkında da bu îtibâr vârdır. Bundan dolayı bu lütûf, hâlis lütûf olur. Geliş vaktinde tabîata hoş gelmeyen şeyle karışık değildir. Meselâ karnı aç olan kimseye helâl olan latîf ve nefis yemek ihsânı gibidir. Bu bir ihsan ve lütûftur ki, aç olan kimse hakkında rahmet ve hâlis lütûftur. Ne zâhiren ve ne de bâtınen tabiâta hoş gelmeyen bir şeyle karışmış değildir.

Veyâhut o lütûf kendisine faydalanma olan kimseyi gâye ve maksada yöneltmemekten, yâni kulu gâyesine ulaşmaktan men eden şeyden ve diğer buna benzer keder sebebi olacak şeylerden hâlistir. Meselâ bir pâdişah helâl mâlından bir kimseye on bin liralık bir çiftlik ihsân etse, bu hâlis lütûftur. Ve o kimsenin gâyesi ondan faydalanmaktır. Fakat bir hak sahibi çıkıp o çiftliğin kendi malı olduğu dâvâsına kalkışsa, bu dâvâ, o kimseyi gâyeye ulaşmaktan men eden bir şey ve keder sebebi bir hâl olur. İşte hâlis lütûfta bu gibi şeyler olmaz.

Ve bâzan Allah Teâlâ bir lütfû, "Vâsi"' isminin iki eli üzere verir. Ve bu lütûf, ya sıhhat ve rızık gibi genel olarak hizmetkârlara şâmil olur; veyâhut her hangi bir kuluna hâs olup onun zâhir ve bâtınına ve rûh ve tabîatına ve hâllerinin tümüne genel olur.

Ve bâzan Allah Teâlâ lütfû "Hakîm" isminin iki eli üzere verir. Ve o anda en fazla sâlih olan emir ne ise, Hak Teâlâ ona bakar. Meselâ, bir kimsenin çürük bir dişi çok şiddetli olarak ağrır. Bu ağrıdan kurtulması o dişin çekilmesine bağlıdır. Oysa diş çekilirken, o ağrıdan daha şiddetli bir acı hissedilir. Fakat sonunda râhat vardır. Bundan dolayı kulun o anda en fazla işine yarayacak olan şey, dişin çekilmesidir. Ve hikmette kulun hâline uygun olan şeyi vermektir. Bu lütûfta belâ ile nîmet karışıktır. Ve Hakîm isminin hizmetiyle rahmet hâsıl olmuştur. Yâni Hakîm ismi, Rahmân isminin hizmetkârı olmuştur. Onun için buna ”rahmânî lütûf” denmez, belki “ilâhî lütûf” denir. Çünkü “İlah” mâbuddur; ve mâbud ise kula göre mâbuddur. Ve hasta ise, Şâfi ismine ibâdet eder ve muhtac olduğu şeyi o isimden taleb eder. Ve Hakîm ismi ise o kulu muhtâc olduğu mâbudu tarafına götürmeğe hizmetkârdır. Ve Şâfi ismi, Rahmân ismi altında mevcûttur.

Yâhut Allah Teâlâ lütfû, nîmetlenmesi için Vâhib isminin iki eli üzere verir. Ve bu isim vâsıtasıyla gelen ilâhî lütfa karşı, kendisine faydalanma olan kimse, şükür ve amel etmek gibi bir karşılık ile mükellef olmaz. Yâni bu lütûf, kula şükrettiği ve sâlih amel işlediği için verilmiş değildir. Belki nîmetlenmenin salt olması içindir. Ve Allah Teâlâ bu salt nîmetlenme ile nîmetlerinin vücûdunu açığa çıkarır. Nitekim ömrü boyunca bir defa bile şükretmemiş olan veyâhut zâten îmânı olmadığı için sâlih amel işlemek aslâ aklına gelmemiş olan kimseler, çeşitli ilâhi nîmetler ile nîmetler içindedir. Cenâb-ı Sa'dî (k.s.) buyurur:

Tercüme: "Ey kerîm olan Allâh-ı zü'l-Celâl! Sen gayb hazînenden mecûsîleri ve kâfirleri rızıklandırırsın. Sen düşmanlarına nîmet verdiğin ve ihsân ettiğin halde, hiç dostlarını nîmet vermekten mahrûm eder misin?"

Yâhut Allah Teâlâ lütfû Cebbâr isminin iki eli üzere verir. Ve bu sûrette de Cebbâr ismi konumuna ve kulun haketmiş olduğu şeye bakar. Meselâ kulun kibir ve azameti kendisinin âfetidir; kemâl ise tevâzu'dadır; bundan dolayı onun haketmiş olduğu şey, bu konumda zillettir. Cebbâr ismi, o kulun uğramış olduğu kibir âfetini zilletle cebrederek defeder.

Yâhut Allah Teâlâ lütfû Gaffâr isminin iki eli üzere verir. Bu halde Gaffâr ismi, mahalle ve kul ne hâl üzere sâbit ise o hâle bakar. Meselâ bir mü'minin ayıbından haberdar olduğumuz zaman, onu örtmeye memûruz; çünkü gıybet ve ayıbı açıklamak haramdır. Fakat hayâsız olan kimsenin ayıplarını gördüğümüz zaman, hálkın kınaması ve kabahatli bulması sebebiyle o ayıplarda ısrardan vazgeçer ümîdi ile, onlardan bahsetmek mümkündür. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulur: "Kim ki hayâ gömleğini çıkarıp atarsa, onun için gıybet yoktur." Bundan dolayı ayıbı örtmek ve örtmemek husûsunda mahalle, yâni ayıbın sâhibine ve onun bulunduğu hâle bakılır.

Şimdi Gaffâr ismine görünme yeri olan kimse, şu iki halden biri ile kayıtlıdır. Ya azâbı hakedecek bir hâl üzere olur; veyâhut azâbı haketmeyecek bir hal üzere bulunur. Eğer azâbı hakedecek bir hal üzere olursa Gaffâr onu azâbtan örter. Yâni kul, günah bir iş işleyip azâba hak kazandığı halde Gaffâr onu örter; ve eğer azâbı gerektirmeyen bir hal üzere, yâni Allah(c.c)’ın emirlerini yerine getirir ve sâlih ameller ve güzel ahlâk üzere bulunursa, azâbı hakedici olacağı halden, yâni günah işlere girişmekten örter. Ve işte azâbı gerektirecek olan halden örtülmüş olan kimseye "mâsûm ve lütûfta bulunulmuş ve korunmuş" olarak isim verilir. Ve bu sınıfa benzeyen ve münâsib olân bahsedilen isimlerin gayri ki, hep isimlerin lütûflarındandır.

Ve nezdinde olan hazînelerin hâzinedârı oluşu yönüyle veren, Allah'dır. Bundan dolayı o lütfû hâs isminin iki eli üzere, bu emr ile, ancak mâlûm kader üzere çıkarır. Böyle olunca Adl ismi ve ihvânının iki eli üzere, her bir şeyin hálk edilişini verdi (28).

Yâni her bir ilâhî isim bir hazînedir; ve bütün isimler "Allah" isminin altında toplanmıştır. Bundan dolayı "Allah" ismi bütün hazînelerin hazînedârıdır. Her bir ismin hazînesinden gelen lütûfları, hepsinin hazînedârının "Allah" ismi olması yönüyle, o verir. Şu halde veren Allah'dır.

Ve Allah bu lütûfları, her bir görünme yerinin idârecisi ve rûhu ve Rabb-i hassı olan hâs isminin iki eli, yâni veren el ve alan el üzere ancak bilinen kader ile o hazîneden ihrâç eder. Doğduğu günden öleceği güne ve dakîkaya kadar bir kimsenin, hâs isminin hazînesinde ne varsa, doğar doğmaz hepsi birden ihrâç olunmaz; hastalık, sağlık, açlık, tokluk, rızık ve ilim, zaman zaman bilinen mikdârı üzere iner.

Bundan dolayı Allah Teâlâ Adl isminin ve onun kardeşleri olan Muksit ve Hak ve Hakem gibi diğer isimlerinin iki elleri üzere her şeyin hálk edilişi ne ise, yâni ezelde istîdâd lisânı ile Hak'tan taleb ettiği ve onun bu talebi üzerine Hakk'ın da onun hakkında hükmettiği şey ne ise, onu verir. Şu halde "Bu niçin fakîr oldu; ve o niçin zengin oldu?"; veyâ "Bu âsî, o itaâtkâr oldu?"; veyâhut "Bu insan, o da köpek oldu?" diye Hakk'a îtiraz olunamaz. Çünkü Adl ve Hakem isimleri her şeye hálk edilişini vermiştir. Bundan dolayı, herkesin hakîkâti ve ayn-ı sâbitesi neyi beğenip istemiş ise ona o verilmiştir.“Fe lillâhil hüccetül bâligah” (En'âm, 6 / 149) yâni "Allah için apaçık delil sâbittir" ve “Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hum yus’elûn” (Enbiyâ, 21/23) Yâni "Allah işlediğinden mes'ûl değildir, onlar mes'ûldür". Çünkü Hak herkese istediğini vermiştir. "Niçin istediğini verdin?" diye, bir kimseye îtiraz olunmaz. Fakat "Niçin sen fenâ şeyi beğendin aldın?" diye, îtiraz olunabilir.

Bu bahisde "İsteyen kim; mes'ûl kim; ve iyi şey dururken, fenâ şey nasıl alınır?" gibi, birçok sorular akla gelir. Bunların hepsi, diğer bölümlerde sırası geldikçe îzâh olunmuştur. Hemen Cenâb-ı Hak doğru anlayış ve selîm olarak bizzât hakîkatlerini idrâk ederek yaşamayı ihsân buyursun.

Ve Allah’ın isimleri sonsuzdur. Çünkü o isimler, onlardan olan şey ile bilinir; ve onlardan olan şey de sonlu değildir. Ve eğer ki ilâhi isimler, sonlu asıllarına döner, ki, o da isimlerin asıllarıdır, yâhut isimlerin makâmıdır. Ve hakîkatte vücûtta ilâhi isimler ile dolaylı olarak anlatılmak istenen bağıntıların ve izâfetlerin hepsini kabûl eden tek bir hakîkatten başkası yoktur. Oysa hakîkat, sonu gelmeksizin açığa çıkan bir isim için bir hakîkatın sâbit olmasını verir ki, o isim, o hakîkat ile diğer isimden ayrılmış olsun; ve o hakîkat ki, isim onunla diğer isimden ayrılır, o ismin "ayn"ıdır. Kendisinde iştirâk olan şeyin "ayn”ı değildir (29).

Yâni Allah'ın isimleri her ne kadar sonlu olan asıllara, yâni zâti isimler tâbîr edilen Hayy, Alîm, Semî', Basîr, Mürîd ve Kadîr gibi isimlerin asıllarına veyâ isimlerin makâmlarına döner ise de, cüz’i hükümleri îtibâriyla sonsuzdur.

Çünkü isimler, kendilerinden çıkan eserler ile bilinir ve çıkan eserler ise sonsuzdur. Ve işin hakîkatine bakılırsa, tek bir hakîkat olan mutlak vücûttan başka bir vücût yoktur. Ve o tek bir hakîkat bağıntıların ve izâfetlerin tümünü kabûl eder; ve bu bağıntılar ve izâfetler o hakîkâtin ahadiyyetinde helâk olmuş olmaları îtibârıyla birbirinin aynıdır. İşte bu bağıntıları ve izâfetleri biz "ilâhi isimler" tâbîriyle dolaylı olarak anlatırız.

Ve hakîkat sonu gelmeyen eserleriyle açığa çıkan bir isim için bir hakîkatın sâbit olmasını gerektirir, tâ ki her bir isim kendi hakîkati ile diğer isimden fark edilebilsin. Meselâ Hâdî ve Mudill isimlerinin ayrı ayrı birer hakîkâtlari olmasa, bir dîğerinden bunları ayırmak mümkün olmaz idi. Oysa bunların eserleri muhteliftir. Birinin eseri düzeltme, diğerinin eseri bozmadır. Mâdemki eserleri başka başkadır, elbette hakîkâtlerinin de başka başka olması lâzım gelir. Ve her bir ismi diğer isimden ayıran hakîkat, o ismin "ayn"ıdır.

Fakat her bir ismin hakîkâti, içinde müşterek olarak sâbit oldukları, tek bir hakîkâtin "ayn"ı değildir. Çünkü o hakîkât bütünsel ayn’dır; ne kadar hakîkat var ise hepsini toplamıştır. Ve parça, bütünü ihâta edici olamaz ki onun "ayn"ı olsun.

Örnek: Gökyüzü dediğimiz sonsuz uzaydaki sonsuz cisimler "esîr" denilen latîf maddenin kesâfet peydâ etmesinden oluşmuştur. Bundan dolayı her birinin hakîkâti "esîr"dir. Ve onun hakîkâti esîrden kendisinin nasîbi olan miktârın "ayn"ıdır. Yoksa bütünsel ayn olan esîrin "ayn"ı olamaz. Çünkü esîr, o cisme isâbet etmiş olan miktardan ibâret değildir.

Nitekim muhakkak lütûflar, her ne kadar tek bir ayn’dan ise de, her bir lütûf, kendi şahsıyyeti ile, kendinin dışındakilerden ayrılmıştır. Bundan dolayı bunun, o diğeri olmadığı bilinir. Ve bunun sebebi, isimlerin birbirinden farklı olmasıdır. Böyle olunca hazret-i ilâhiyyede, onun genişliğinden dolayı, aslâ tekrar eden bir şey yoktur. İşte bu, kendisine îtimât olunan haktır (30).

Yâni her bir ismin hakîkâti, diğer bir ismin hâkîkatinden ayrı olduğu gibi, ilâhi lütûflardan her bir lütûf dahi kendi şahsıyyeti ile diğer lütûflardan farklı olur. Bununla berâber lütûfların hepsi bir asıldandır. Yâni bütün isimleri toplamış olan Hakk'ın bir olan vücûdundandır. O da aha­diyye zâtıdır. Fakat ahadiyye zâtının zâtiyyeti yönünden hiçbir lütûf çıkmaz. Çünkü ondan hiçbir tecellî olmaz. Lütûf ancak isimler eliyle ulaşır. Bundan dolayı Allah Teâlâ her lütfû bir mahsûs ismin hâzînesinden verir. Ve isimlerin istîdâdları başka başka olduğundan, o isimlerin hazîne­lerindeki lütûflar dahi tabî ki biribirine benzemez. Şu halde lütûflar, bir dîğerinden ayrılır.

İşte bu îzâhlardan bilinir ki, bu lütûf, o diğer lütfûn aynı değildir. Ve lütûfların birbirinden ayrı olmasına sebep de isimlerin bir dîğerinden ayrı olmasıdır. Bundan dolayı hazret-i İlâhiyye, yâni ulûhiyyet, o kadar geniştir ki, sonsuz olan isimlerin birbirinden farklı olan hakîkatlerini toplamış olduğu yön ile, onda aslâ tekrar eden bir şey bulunmaz; yâni ulaşan lütûfların ebedin ebedi bir daha aynı çıkmaz. Çünkü gelen, bitmez tükenmez bir sonsuzluktur. Tekrar ise darlıktan oluşur.

Ve bu tekrarın olmayışı hakkındaki mezheb, kendisine îtimât olunan hak bir mezhebtir; çürük bir bâtıl mezheb değildir. Mesnevî:

Tercüme: "O izâfî yokluk, ölüden daha ölüdür. Onun var etme (kef)finde çaresiz olur. Sen Kur'ân-ı Kerîm’de “külle yevmin huve fî şe’n“ (Rahmân, 55/29) yâni "O her anda bir iştedir" âyet-i kerîmesini oku da, onu işsiz ve fiilsiz bilme! Onun her gün en aşağı olan işi odur ki, o üç orduyu seferber kılar. Bir orduyu babaların sulbünden rahimde nebât bitmek, yâni evlâd hâsıl olmak için, anaların tarafına yollar; ve bir orduyu, cihânın erkek ve dişi ile dolması için yeryüzüne gönderir; ve bir orduyu, her bir kimse amel güzelliğini görmesi için arzdan ecel tarafına yollar."

İşte bunların hepsi isimler dolayısıyla ilâhî tecellî ve ilâhî lütûflardır; ve O'nun işleri sonsuzdur.

Ve bu ilim, Şîs (a.s.) ‘ın ilmidir ve onun rûhu, rûhlardan bunun benzeri söz söyleyenlerin hepsi için yardım edicidir. Sonuncunun rûhu müstesnâdır. Çünkü her ne kadar madde bedeninin oluşumu zamânında, bunu kendi nefsinden idrâk etmedi ise de, ona asıl, rûhlardan bir rûhdan değil, ancak Allah'dan gelir. Belki onun rûhundan rûhların tümüne asıl olur. Şimdi o, hakîkatı ve mertebesi yönüyle bunun hepsini, aynıyla âlimdir. Maddesel oluşumu yönünden onu câhildir, bu yönler ile o âlimdir, câhildir. Bundan dolayı zıtlar ile vasıflanmayı kabûl eder. Nitekim asıl, bununla vasıflanmayı kabûl eyler. Celîl ve Cemîl gibi. Zâhir ve Bâtın ve Evvel ve Âhir gibi. Ve oysa, o, kendinin aynıdır; onun gayrı değildir. Şimdi o, bilir, bilmez ve âriftir, ârif değildir ve müşâhiddir, müşâhid değildir (31).

Yâni işte bu ilâhi lütûflara dâir olan ilim, Şîs (a.s.)ın hâs ismi hazînesinde gizli olan ilimdir. Ve Kâmil rûhlardan her kim bu ilâhi lütûflar bahsinde söz söylerse, Şîs (a.s.)’ın rûhu, bu ilimde onların rûhlarına yardım eder.

Ancak evliyânın sonuncusunun rûhu bu yardım alıştan müstesnâdır. Çünkü evliyânın sonuncusu, bütün evliyânın ilimlerde feyz kaynağıdır; ve ona gelen ilimin özü hiçbir rûhtan gelmez, ancak Allah'tan gelir. Çünkü ilâhi mutlak velâyette gizli olan şey, en evvel muhammediyye’ye hâs velâyette taayyün etmiş olur. Ve bu velâyet, isimlerin hepsini ve ilâhi sıfatları toplamış olduğundan, ne kadar zorunlu ve imkân dâhilinde hakîkatler varsa, hepsine feyzler bu mertebeden dağılır. Ve rûhların hepsine, velâyetin sonuncusunun rûhundan öz olur.

Fakat evliyânın sonuncusu, cesedinin bu şehâdet âleminde unsurlardan oluşmuş olduğu zamanda bunun böyle olduğunu kendi nefsinden idrâk etmedi ve anlamadı; velâkin isimlerinin hakîkâti ve rûhâni mertebesi yönünden, her şeye yardım ettiğini "ayn"ıyle ve zâtı ile bildi. Şu halde evliyânın sonuncusunun bunu hakîkatiyle bilmesine ve maddesel oluşumu yönüyle bilmemesine bakılacak olunursa, onun hem âlim ve hem de câhil olduğuna hükmolunur.

Bundan dolayı evliyânın sonuncusu, ilim ve cehil gibi zıtlar ile vasıflanmayı kabûl eder. Nitekim asıl, yâni Hakk’ın bir olan vücûdu, zıtlar ile vasıflanmayı kabûl etmiştir. O zıtlar da Celîl ile Cemîl ve Zâhir ile Bâtın ve Evvel ile Âhir gibidir. Ve oysa zıtları kabûl eden bir olan vücût kendi vücûdunun aynıdır; kendi vücûdunun gayrı değildir. Örneğin insanın ayni vücûdu gülmeyi ve ağlamayı ve gazabı ve rızâyı ve gam ve sevinci kabûl eder. Bunlar ise birbirinin zıddı olan şeylerdir. Ve insanın bir olan ayn’ı, kendi vücûdunun aynıdır, gayri değildir.

Ve o zıtlar zâti işlerdir ve zâti işler o bir olan ayn’ın aynıdır ve işler arasındaki zıt oluş bir dîğerine göredir.

Şimdi evliyânın sonuncusu zâtının hakîkâti ile âlimdir, âriftir ve şâhid olandır; ve maddesel oluşumu ile âlim değildir, ârif ve şâhid olan değildir; çünkü maddesel oluşum perdedir.

Ve bu ilim sebebiyle Şîs olarak isimlendirildi. Çünkü onun ma’nâsı "Allah’ın hibesi"dir. Bundan dolayı, sınıflarının ve bağıntılarının farklılığı üzere, lütûfların anahtarı onun elindedir. Çünkü, Allah Teâlâ'nın Âdem'e hibe ettiği şeyin ilki odur ve onu ancak Âdem'in kendisinden hibe etti. Çünkü çocuk, babasının sırrıdır. Bundan dolayı ondan çıktı, yine ona döndü. Şimdi idrâki Allah'dan olan kimse için, Âdem'e garib gelmedi. Ve kevnde olan lütûfların hepsi bu kanal üzeredir (32).

Yâni bu lütûflar ilmi sebebiyle, Şîs (a.s.)a "Şîs" adı verildi. Çünkü Şîs'in ma’nâsı İbrânîce "Allah’ın hibesi"dir. Çünkü Âdem (a.s.) Hâbil'in şehâdet hâdisesinden sonra mahzûn olup, ilâhi hibe olan vahyi ilimler ile sâlih bir oğul taleb etti. Hak ona Şîs (a.s.)ı ihsân etti. Bundan dolayı Cenâb-ı Âdem onu, ismi müsemmâsına uygun olmak üzere, "Allah’ın hibesi" ma’nâsına gelen Şîs ismiyle isimlendirdi.

Ve hibesel ilimler ilk olarak insâni sûretlerde Şîs (a.s.) ile açığa çıktığından, lütûfların anahtarı, onların sınıflarının ve bağıntılarının farklılığı üzere, Şîs (a.s.)ın elindedir. Ve lütûfların sınıflarının ve bağıntılarının muhtelif oluşu da, onların menşei olan isimlerin farklılığındandır.

Ve Allah Teâlâ'nın Âdem (a.s.)a ilk olarak hibe ve ihsân ettiği şey Şîs (a.s.) olmakla berâber, Allah Teâlâ o hibe ve lütfû, Âdem'e yine Âdem'den verdi. Çünkü hadîs-i şerîfte: "Çocuk babasının sırrıdır" buyrulmuştur. O babasının vücûdunda örtülü ve onda potansiyel olarak mevcûttur. Bundan dolayı Âdem'in vücûdundan nutfe sûretinde çıkıp anne rahmine ulaştı. Ve insan sûretinde doğmak ile zâhiri ve sûreti Âdem'in zâhirine ve sûretine uygun oldu. Ve Cenâb-ı Âdem'in bâtını ilâhi isimlerin toplanmışlığının sûreti idi. Şîs (a.s.)’ın bâtınına da, menşei ilâhi isimler olan ilâhi lütûflar hakkındaki ilim hibe ve ihsân olundu. Bundan dolayı Cenâb-ı Şîs'in bâtını da, Hz. Âdem'in bâtınınâ uygun oldu. Bu sûrette Şîs (a.s.) Âdem (a.s.)ın zâhiren ve bâtınen sırrı oldu. Ve zâhiren ondan çıktı; bâtınen ve mânen ona döndü.

Şimdi Cenâb-ı Şîs idrâki, anlamak esasını, Allah'tan alan kimse indinde, Hz. Âdem'e hâriçten gelen bir garîb değildir. Çünkü idrâki doğrudan doğruya Âllah'tan alan kimse bilir ki, herkese gelen ilâhi lütûflar Hak ilminde sâbitlik bulan kendi ayn-ı sâbitesinin, ezelde istîdâd lisânı ile Hak'tan taleb etmiş olduğu şeylerden ibârettir. Ve insana kendi hakîkâti olan ayn-ı sâbitesinin hâricinden hiçbir şey gelmez.

Fakat idrâki, doğrudan doğruya Allah'tan almayıp felsefeciler ve fen ilmi sahipleri gibi muhtelif kevni görünme yerleri vâsıtasıyla alırsa, o gibilerin indinde bu ma’nâ akla uzak olur. Çünkü onun kalb ve beyninde hükümrân olan şeyler vehimden ibârettir. Oysa kevnde, yâni bu çokluk âleminde, gerçekleşen lütûfların hepsi, ister adet üzere vâsıta ile ve ister vâsıtasız gelsin, bu kanal üzerinedir, yâni herkesin yapılmamış olan istîdâdları ve zâti hakîkâtlerinden dolayıdır. Kişiye kendisinin hâricinden hiçbir lütûf ulaşmaz.

Şimdi bir kimsede Allah'tan bir şey yoktur. Ve her ne kadar onun üzerine sûretler çeşit çeşit oldu ise de, bir kimsede kendi nefsinden gayrı bir şey yoktur. Ve ehlullahdan kimsenin gayrı bir kimse bunu ârif değildir. Ve muhakkak iş bunun üzerinedir. Şimdi bunu bilen kimseyi gördüğün zaman, ona îtimâd et! Bu, ehlullâh’ın içindekilerden hâsların hâssının hülâsasının sâfileşmişinin aynıdır. Şimdi herhangi keşf sâhibi, maârifden kendi indinde olmayan şeyi kendisine ilkâ eden ve bundan evvel mevcût olmayan lütfû veren bir sûreti müşâhede etse, bu sûret onun aynıdır; gayri değildir. Bundan dolayı kendi nefsinin ağacından kendi ilminin yemişini toplar. Parlak bir cisim karşısında, kendisinden hâsıl olan zâhir sûret gibidir ki, o sûret onun gayrı değildir. Ancak şu kadâr vardır ki, kendi nefsinin sûretini ilkâ eder gördüğü mahalde, yâhut mertebede o sûret bir yönden, o mertebenin hakîkatı dolayısıyla değişmiş olur (33).

Yâni sonsuz görünme yerlerinden her bir görünme yeri, ilâhi işlerden bir iş olan bir hâs ismin görünme yeridir. Hakkın mutlak vücûdu o isim dolayısıyla, o görünme yeri sûretinde taayyün etmiş ve kayıtlı olmuştur. Bundan dolayı o görünme yeri bağımsız bir vücût ve Hakk’ın vücûdu karşısında bir, iki, üç diye sayılabilecek bir mevcût olmadığından, herhangi bir görünme yerinin vücûdunu isbât edip bunda Allah'tan şu kadar şey vardır diyemeyiz. Aksi halde Allah'ın dâhil olma ve parçalara ayrılma kabûl ettiğini iddiâ etmek olur. Halbuki işin hakîkâti aslâ böyle değildir.

Bu görünme yeri latîf olan mutlak vücûdun mertebe mertebe kesîfleşmesinden husûle gelmiş olan birer aynadır ki, onlarda her bir ismin sûreti yansıyıcı olmuştur. Örneğin bir kimsenin sûreti bir aynada görüldüğü zaman, o hayâli sûrette, hayâlin sâhibi olan görenin vücûdundan bir şey mevcûttur denemez. Ancak o hayâl ile hayâl sâhibi arasında esassız ve târîfe sığmaz bir bağlılık mevcûttur. Mesnevî:

Tercüme ve îzâh: İnsanların Rabbi, yâni kendilerini terbiye eden hâs isim için, insanların cânı île esassız ve kıyâssız bir bağlılık vardır. Çünkü her bir hâs isim bir zâtî iştir. Hak, ilim mertebesinde bu iş ile taayyün edici olur; ve ilmi sûretler, bu işlerin gölgesidir. Ondan sonra rûhlar mertebesine tenezzül edip yine bu işin ilmi sûreti üzere, o mertebenin îcâbına göre taayyün eder ki, rûhlar ilmi sûretlerin gölgesidir. Ve aynı şekilde yine böylece misâl âlemine ve şehâdet mertebesine tenezzül eder. Bundan dolayı her bir mertebede taayyün etmiş olan sûret kendinden önceki mertebede taayyün etmiş bulunan sûretin gölgesi olur ve gölge sâhibi ile gölge arasındaki bağlılık, esassız ve kıyâssızdır.

Ve bir kimsenin üzerinde vücûdunun hâlleri dolayısıyla türlü türlü sûretler açığa çıkar ise de, onda kendi nefsinden başka bir şey yoktur; çünkü her bir kimsenin hakîkâti, ilâhî ilim mertebesinde Hakk’ın vücûduyla taayyün etmiş olan zâti işlerden bir iştir. O ilâhî işin istîdâdı neden ibâret ise, zâti gereği olan şeylerin hepsi onun hazînesinde toplanmıştır. Her bir mertebede o mertebenin îcâbına göre, vakti geldikçe yavaş yavaş kuvveden fiile gelir. Bundan dolayı bizim üzerimize, doğduğumuz günden öleceğimiz güne kadar, ne sûretlerde ilâhi lütûflar ulaşmış ve ulaşacak ise, hep kendi hakîkatimizden ve nefsimizden ve ayn-ı sâbitemizden ulaşmıştır. Hakîkâtimizin anbarında mevcût olmayan şeylerin bizlere ulaşması imkânsızdır.

Ve bu ilmi, ehlullahdan isimlerin ve sıfatların sırlarına ve kader sırrına vâkıf olan kişilerden başkası zevk ile ve hâl ile bilmez; ve işin hakîkâti muhakkak bahsettiğimiz yön üzeredir. Böyle olunca ey ilâhî isimlerin ve sıfatların sırlarının tâlibi bu ilmi zevkan ve vicdânen bilen kimseyi gördüğün zaman, ona îtimâd et ve yıkayıcının elindeki ölü gibi ona teslîm ol! Çünkü bu ârif, ehlullâhın içindekilerden hâsların hâssının hülâsasının ve özünün sâfileşmişinin aynıdır, yâni süzülmüşüdür.

Bilinsin ki, ehlullâhın avâmı tevhîdi müşâhede ederler.Ve tevhîdin muhtelif makâmlarında zikir "lâ ilâhe illallah"tan ibârettir. Ve bu tayyib kelime gayrının vücûdunu kaldırdığı ve Hakk'ın vücûdunu isbât ettiği için ikiliğin ma’nâsını içinde barındırır. Çünkü bir şeyin vücûdunu kaldırmak için ilk önce onu isbât etmek lâzımdır. Bundan dolayı bunda "tevhîd" ve "muvahhid", yâni tevhîd eden; ve "muvahhed", yâni tevhîd olunan gerekli olup bunlar da çokluktur ve aklen bunlar bir dîğerinin gayrıdır.

Ehlullâh’tan hâssanın hâssasına gelince bu zâtlar çoklukta vahdeti müşâhede ederler. Yâni görünme yerlerinin hepsinde isimleri dolayısıyla taayyün etmiş olan Hakk'ın bir vücûdudur, derler. Bundan dolayı bir olan hakîkî vücût ile görünme yerlerinin vücûdu arasında gayriyyet görmezler; ve bakışları bir olan hakîkî vücûdadır.

Ehlullâhtan hâssanın hâssasının zübdesi de vahdette çokluğu müşâhede ederler. Bakışları bir olan hakîkî vücûtta taayyün etmiş olan görünme yerlerinedir. Yâni mutlak vücûdun tenezzül mertebelerinde açığa çıkan çokluğa bakıcıdırlar. Bu bakışta da gayriyyet yoktur.

Ehlullâhdan hâsların hâssının hülâsasının süzülmüşü ve sâfîsi de iki müşahede arasını birleştirirler. Yâni çoklukta vahdeti ve vahdette çokluğu mü­şâhede ederler. Onların bakışında hakîkî bir olanın vücûdu görünme yerlerinin çokluğuna ve görünme yerlerinin çokluğu da hakîkî bir olanın vücûduna perde olmaz.

Şimdi herhangi bir keşif sâhibi bir sûret görse ve o sûret ona bilmediği ilmi ilkâ etse ve evvelce kendisinin bilmediği sırları ve hakîkatleri öğretse ve meselâ "Ben senin Allâh'ınım şunu yap, bunu yapma" dese, o kimse bu gördüğü sûreti "Allah" zannetmesin! O sûret ancak onun ayn-ı sâbitesinin sûretinde olan Hakk'ın bir sûrî tecellîsidir; ve ayn-ı sâbitesi ise kendisinin aynıdır, gayrı değildir. Bu sûret, o keşf sâhibinin kendi ayn-ı sâbitesi olunca, onun verdiği ilim de, yine kendisinden kendisine verilmiş olur. Ve kendi Rabb-i hâssı olan ismin ağacından ilimlerin meyvesini koparıp toplamış olur. Beyt:

Tercüme: "Şeker menba'ıyım, şeker kamışı tarlasıyım. O şeker benden büyüme ve gelişme bulur. Onu yine ben yerim". Beyt:

Tercüme: "İyilik ve kötülük herkese kendinden gelir. İyilere iyi ve kötüye de kötü ulaşır."

Bu hâl parlak bir cisim karşısında, insanın kendisinden zâhir olan sûrete benzer. Nitekim bu yansıyan sûret, görenin gayrı değildir. İşte o parlak cismin vücûdu, insana kendi zâtının müşâhedesi esâsını vukûa getirdi.

Aynı şekilde Hakk’ın vücûdunda, zâhir olan sûretler de, Hakk'ın vücût aynasında yansıyan a'yân-ı sâbitenin sûretleridir. Bundan dolayı her bir keşf sâhibinin Hakk’ın vücûdu aynasında müşâhede ettiği sûret kendi zâtının ve hakîkatinin, yâni ayn-ı sâbitesinin sûretidir.

Şu kadar ki, bu gördüğü sûret, mahal veyâ mertebe dolayısıyla bir yönden değişmiş olur. Yâni keşf sâhibinin gördüğü sûret, kendi ayn-ı sâbitesinin aynı olmakla berâber, o sûreti, hangi mertebede görmüş ise, o mertebenin îcâbına göre müşâhede eder. Çünkü o sûret, mertebelerin gereklerine tâbi olarak değişir. Meselâ beşli mertebeden, "rûhlar mertebesi"nde başka ve "misâl mertebesi"nde başka ve "şehâdet mertebesin"de başka olur. Fakat hepsi ayn-ı sâbitesinin sûretidir. Ancak mahalle göre değişmiştir.

Nitekim büyük şey, küçük aynada küçük ve uzunda uzun ve hareketlide hareketli olarak zâhir olur. Ve bâzen özel mahâlden sûretin baş aşağı dönmüş halini verir ve bâzen de, ondan zâhir olan şeyin aynını verir. Bundan dolayı, ondan zâhir olan sûretin sağı, bakanın sağına karşılık olur. Ve bâzen de sağ, sola karşılık olur. O da ekseriyâ aynada genel olarak alışılmış bir durumdur ve alışılmışın dışında olarak sağ, sağa karşılık olur ve terslik ortaya çıkar. Ve bunun hepsi, kendisinde tecellî edici olan mertebenin hakîkatinin verdiklerindendir ki, biz onu aynalar derecesine indirdik (34).

Yâni keşf sâhibi olan kimsenin gördüğü sûretin mahalle veyâ mertebeye göre değişmesinin örneği budur ki, hacmi büyük olan bir şey, küçük aynaya karşılık olduğunda küçük görünür. Yine aynı hacim uzun veyâ hareketli aynaya karşı dursa uzun ve hareketli olarak zâhir olur. Bundan dolayı o cisim, mahallin îcâbına göre görünür. İşte bunun gibi birer küçük aynadan ibâret bulunan her bir aynda Hak, o "ayn"ın îcâbına göre zâhir olur.

Bâzen ayna özel bir yakınlıktan dolayı, bakana sûretinin tersini, yâni taban tabana yansımış hâlini verir. Örneğin yeryüzüne yatay konulmuş ayna üzerine bir kimse basmış olsa, aynanın bu özel mahâlli, yâni özel olarak yakın ve hâzır oluşu, o kimseye sûretini baş aşağı dönmüş gösterir.

Ve bâzen aynada zâhir olan sûret, bakanın sûretine baş aşağı dönmeksizin uygun olur; yâni sûret ters çıkmaz, sağı sağa ve solu da sola karşılık gelir. Örneğin birbirine karşılıklı iki ayna konulsa ve bakan ikisinin arasında durmuş olsa, birinci aynadaki sûretinin sağı duran şahsın soluna; ve solu da sağına karşılık olur. Fakat o aynadaki sûret karşıda olan diğer aynada zâhir olduğu zaman sağı ve solu duran şahsın sağına ve soluna tamâmıyla uygun olur.

Fakat aynada görünen sûretin sağının, duran şahsın soluna denk gelmesi genel olarak ekseriyâ alışılmış bir durumdur. Ve mâdemki alışılmış olan sağın sola karşılık gelmesidir, şu halde aynadaki sûretin sağının bakanın sağına karşılık gelmesi alışılmışın dışında olmuş demek olacağından baş aşağı dönme, yâni terslik, zâhir olmuş olur.

İşte bu bahsedilen ihtilâfın hepsi, tecellî mahalli olan mertebenin verdiklerindendir. Bundan dolayı aynada görünen sûret, her ne kadar bakanın aynı ise de, aynanın kendine hâs vaziyetine ve bakanın ona olan özel yakınlığına göre zâhir olur.

Ve aynı şekilde birtakım aynalar derecesinde olan ilâhi ve kevni mertebelerden her bir mertebede keşf sâhibi olan bakan bir sûret müşâhede etse, o sûret kendisinin sûretidir. Ancak hangi mertebede zâhir olmuş ise, o mertebenin hakîkatinin gereklerine göre değişiklik gösterir.

Şimdi her bir kimseye ulaşan ilâhî lütûflar, kendi ayn-ı sâbitesinden gelir.

Şimdi istîdâdını ârif olan kimse, kabûlünü de ârif olur; ve kabûlünü ârif olan her kimse, her ne kadar onu mücmelen ârif ise de istîdâdını bilmez, ancak kabûlden sonra bilir. Şu kadar var ki, zayıf akla sahip olan görüş ehlinin bâzısı, kendilerinin indinde sâbit olduğu zaman, Allâh'ın “fe’alun li ma yeşâ” ya’nî “dilediğini yapar” olduğunu görürler. Allah üzerine hikmete aykırı olan şeyi câiz gördüler. Oysa iş, aslında onun üzerine değildir. Ve işte bunun için bâzı görüş ehli, imkânı kaldırmaya ve zât ile ve zâttan ayrı olarak zorunlu oluşu isbâta kalkıştı (35).

Hz. Şeyh (r.a.) ilâhi lütûfların çeşitli oluşunun mahallin veyâ mertebenin gereğine göre değişiyor olmasından ileri geldiğini beyân buyurduktan sonra, fassın baş taraflarında geçen “Ve bunu mücmel olarak bilen onlardan biridir; ve onu ayrıntılı olarak bilen de onlardan diğeridir. “ sözüne dönerek derler ki, "istîdâdını bilen kimse, kabûlünü de bilir."

Yâni Hakk'ın tecellî ettiği mertebede ismin hakîkatini bilmesi sebebiyle o ismin istîdâdının kabûl ettiği şeyi de bilir. Çünkü her bir isim için, onda tecellî edici olan Hak'tan ona mahsûs bir kabûl vardır. Latîf isminin kabûlü, Müntakim isminin kabûlünden başkadır; ve diğer isimler de buna kıyâs edilebilir.

Ve kevnî eser dahi tecellî edici ile üzerine tecellî olunan arasında isim ile açığa çıkarak bu isim ile isimlenen olur. Ve istîdâdını kabûlünden bilen kimse her ne kadar istîdâdını kabûlden önce mücmel olarak bilirse de, ayrıntılı olarak bilmez; ancak kabûlden sonra bilir. Yâni bir kimseye bir feyz ve lütûf gelse ve o tecellîyi kabûl etse, bu tecellîyi kabûl etmesinden bu lütfû taleb etmiş olan istîdâdını bilir. Çünkü istîdâdı olmasa idi, o feyzi kabûl etmez idi. Fakat her lütfûn kabûlünü ârif olanların hepsi, istîdâdlarını ayrıntılı olarak bilmezler. Çünkü istîdâda vâkıf olmak gâyet güçtür.

Bilinsin ki, istîdâd iki kısımdır:

Birisi küllî ve kadîmdir;

diğeri cüz'î ve sonradan olmadır.

Küllî ve kadîm istîdâd ilâhî ilim’de sâbit olan eşyânın istîdâdıdır ki, onunla vücûda hak kazanıp onu kabûl ettiler; o da yapılmamıştır, yâni sonradan olma değildir.

Cüz'î ve sonradan olma istîdad da aynda mevcût olan eşyânın istîdâdıdır. Bu istîdâd, eşyânın varlıksal hallerini ve bir halden başka bir hale geçen birtakım hallerini kabûlüne sebep olmaktadır.

İlk istîdâd vücûdî değildir, belki a'yân-ı sâbite için bir gaybi halden ibârettir. İkincisi vücûdî ve yapılmıştır. Ve bu her iki istîdâdın ayrıntılarından daha önce bahsedilmiştir.

Şimdi görünme yerlerinin ilâhî lütûfları kabûlleri ve Hakk'ın fiili ve irâde ve kudretin bağlantısı onların istîdâdlarına göre olduğu halde, Eş'ariyye gibi zayıf akıl sahiplerinden bâzı görüş ehli, Allah için fe’alun li ma yeşâ ve yahkumu mâ yurîdyâni “dilediğini yapar ve dilediğine hükmeder” sıfatlarının mevcûdiyetini müşâhede ettiklerinde Allah üzerine hikmete aykırı olan şeyi câiz gördüler de, Hakk'ın olmayacak olan şeylere kudreti olduğu inancında bulundular; ve "varın yok olması" ve "yokun var edilmesi” gibi şeyleri câiz gördüler. Ve oysa iş, hakîkatte onların zannettikleri gibi değildir. Onlar akıllarının zaafından dolayı olmayacak şeylere kudretin bağlanmasını tenzîh zannettiler. Hakîkatte varın yok olması ve yokun var olması mümkün değildir. Ne var yok olur ve ne de yok var olur. Evet, Hak dilediğini işler ve murâd ettiği şeye de hükmeder. Fakat onun ilmi kendisinin ma’lumu olan işlerinin sûretleri olan a'yân-ı sâbiteye ve irâdesi ilmine ve kudreti de irâdesine tabîdir. Ezelî hüküm eşyânın var edilmesini bu hikmet üzere düzenlemiştir. Ve eşyânın var edilmesi potansiyel olarak ahadiyyet zâtında mevcût olan işlerinin fiilen açığa çıkmasıdır. Yoksa salt yokluk, yâni potansiyel olarak mevcût olmayan şeye, varlık vermek değildir. Çünkü vücût birdir. O da Hakk'ın sonsuz vücûdudur. Akıl mertebesinde onun ötesi salt yokluktan ibârettir ve bu gördüğümüz eşyâ o vücûda bağlı olan birer îtibârî mevcûttur. Bundan dolayı onların salt yokluğa gitmeleri mümkün değildir. Bozulan sûretler ancak şekil değiştirirler.

İşte bu grup Allah üzerine hikmete aykırı olan şeyi câiz gördükleri için, kelâm ehlinden olan görüş ehlinin bâzısı "imkân dâhilinde olanları kaldırmaya" ve "zât ile ve zâttan ayrı olarak zorunlu oluşun ısbâtı"na kalkıştı; yâni dedi ki: "Vücût, birdir; o da zorunlu vücûttur; ve vücûtta ondan başkası yoktur; ve imkânsızın vücûdu imkânsızdır. Fakat zorunlu vücûdun zâtı ile ve zâtından ayrı olarak zorunlu olması vardır. Ve zât’ı ile zorunlu olan Hakk'ın vücûdudur; ve zâtından ayrı olarak zorunlu olan ise âlemin vücûdudur".

Bundan dolayı "zâtı ile ve zâtından ayrı olarak zorunlu oluş"un isbâtıyla imkân kaldırılmış oldu. Ve onlar "zorunlu vücûdun zâtından ayrı olarak zorunlu olması vardır" demeleriyle, hârîcî vücût olan âlem görünme yerini hesâba katarlar. Ve kuramsal akıl sahibi olan İslâm âlimlerini ve bütün felsefecileri ve hattâ bilim adamlarını dahi şaşırtan bu çokluk üzere olan görünme yerlerinin vücûdudur. Hepsi zorunlu vücûdu kabûl ederler; fakat bu eşyâyı görünce: "Bu eşyâ nereden ve nasıl çıkmıştır ve zorunlu vücût ile bağlantı ve münâsebetleri nedir?" bunları idrâk edemeyip, her grup bir şekilde aklî delîl getirerek iddialarını isbâta çalışır ve birçok boş sözlere düşerler.

Ve bizden tahkik ehli, imkânı isbât eder; ve onun mertebesini ve mümkünü ve mümkünün ne şey olduğunu ve onun nereden mümkün bulunduğunu; ve oysa onun ayn’ı yönünden gayr ile zorunlu olduğunu; ve kendisi için zorunluluk gerektiren gayr isminin nereden geçerli olduğunu bilir. Ve bu ayrıntıyı özellikleriyle ancak ulemâ-i billâh bilir (36).

Ve işin hakîkatini müşâhede eden bizim gruptan bulunan tahkik ehli, zorunlu oluş ve olmayış ile berâber, imkânı isbât eder. Çünkü imkânın mertebesi salt vücût ile salt yokluk arasındadır. Ve onun hâzır olduğu mahalli bilir ve onun hâzır olduğu mahalli, hâricî vücûttan önce akıldır. Örneğin "siyah" deriz, onun "ayn"ı akılda hâzırdır; ve o mertebede varlık ve yokluk gerekmez. Velâkin hâriçte sebebin varlık ve yokluğundan ayrılmış değildir.

Ve tahkik ehli, mümkünü ve mümkünün ne şey olduğunu da bilir ve mümkünün hakîkati, yokluk ile varlıktan terkib edilmiş ve onda yokluktan ona mahsûs bir miktâr bulunduğu gibi, varlıktan da onda sâbit ve tahakkuk etmiş olan bir miktâr vardır. Bundan dolayı mümkün hem zorunlu olmayanı ve hem de zorunlu olanı açığa çıkarır.


Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin