Bir kısım, çalışıp bulduk, derler. Bunlar nebîlere tâbî olup onların getirdikleri şeriatlara harfiyyen uyan ve onların karşısında akıllarını aslâ kullanmayan kimselerdir ki, hakîkât ehli ve tasavvuf ehlidir. Bu grup sözden ziyâde, hâle rağbet ederler. Nitekim bu ma’nâyı anlatmak için Hakîm Senâî hazretleri buyurur:
Tercüme: "Söylediğim şeyden vazgeçtim. Çünkü sözde ma’nâ ve ma’nâda söz yoktur."
İkinci grup: Şimdiye kadar çalıştık, henüz bulamadık ve anlayamadık. Fakat yine çalışacağız. Elbette bir gün bulup anlayacağız, derler. Bunlar, nebîlere tâbî olmaktan kaçınıp akıllarına îtimât edenlerdir ki, daha önce îzâh edildiği şekilde, bu yoldan kaynaklarına ulaşmaları mümkün değildir. Ve bu hükümleri ancak vehimden doğmaktadır.
Tabîat âleminin yalnız akıl ile tetkîkinin, insanı salt hakîkata ulaştıramayacağı îzâh edildikten sonra tahkik ehlinin önderi ve tasavvuf ehlinin zübdesi olan Şeyh-i Ekber (r.a.) hazretlerinin Hak lisânı ile "tabîat" hakkındaki beyânına geri dönelim: Dikkati çekmek için sormak sûretiyle buyururlar ki: Tabîat dediğin nedir? Ve tabîattan açığa çıkan kimdir? Yânî "tabîat", ulûhiyyet’in açığa çıkışı olan “bir” olan hakîkattir. Ve bir dîğerine zıt birtakım esaslara sâhip olan tabîi cisimler, o “bir” olan hakîkatten açığa çıkıp çeşitli taayyünler ile taayyün etmiştir. Bundan dolayı tabîat ve tabîattan açığa çıkan tabîi cisimlerin bütün hepsi, hakîkat yönünden “bir” olan ayn’dır. Ve taayyün yönünden ise çok olan ayn’lardır. Ve "bir olan ayn" da, Hakk'ın hakîkati olan "ahadiyye ayn’ı"dır. Ve bu tabîi sûretler “bir” olan ayn’ın muhtelif taayünleri olduğu için, taayyünler sahasında mevcût olmayan bir şey tabîattan açığa çıktığında veyâhut mevcût cisimlerden birtakımı bozulup yok olduğunda, o tabîat ne eksilir, ne de fazlalaşır. Belki bu hâl latîf oluştan kesîf oluşa ve kesîf oluştan latîf oluşa geçiştir. Bundan dolayı açığa çıkan sûretler, mutlak yokluktan gelmez. Ve yok olan sûretler de mutlak yokluğa gitmez. Onların varlık ve yoklukları izâfidir.
Ve "tabîat"tan açığa çıkan şey, tabîatın gayrı değildir. Çünkü tabîattan açığa çıkan tabîi cisimlerin bütün hepsi hakîkat yönünden “bir” olan ayn’dır. Ve tabîat kendisinden açığa çıkan şeyin aynı değildir. Çünkü tabîattan açığa çıkan muhtelif sûretler üzerine bu, soğuk ve kurudur; ve bu, sıcak ve kurudur, diye hükmolunur. Bundan dolayı böyle muhtelif hükümler sâhip bulunan iki şey arasında tabîat kuruluğu birleştirdi; fakat soğukluk ile sıcaklığı ayırdı. Şu halde, tabîat elbette onların aynı olmaz. Çünkü tabîat bütün hükümleri toplayıcıdır. Fakat tabîattan açığa çıkan eşyâ, tabîatın bâzı hükümleri ile açığa çıkar. Şu halde zıtları toplayıcı olan tabîattır. Hayır, belki bu mevcûtların hepsini muhtelif sûretler ile açığa çıkaran "bir olan ayn"dir ki, o “bir” olan ayn tabîatın aynıdır. Bundan dolayı tabîat âlemi bir aynada gözüken muhtelif sûretlerdir. Yânî tabîat âlemi çoğalma hâsıl olmaksızın ilâhi zât aynasında gözüken türlü türlü sûretlerdir. İşte bu müşâhede "tevhid ehli"nin müşâhedesidir.
Ondan sonra Hz. Şeyh (r.a.) tahkik ehlinin makâmını beyânen buyururlar ki: Hayır, belki tabîat âlemi lâhi zâttan ibâret olan bir sûretin aynalar derecesinde bulunan ayn’ların sûretlerinde görüntüsünden ibârettir. Nitekim şu beyitte işâret olunur. Beyt:
Tercüme ve îzâh: "Muhakkak bir vechin gayrı vücûtta bir şey yoktur. Sen aynaları birden fazla kıldığın zaman, o bir vech de aynaların gereğine göre çoğalır.”
Şu halde perde ehlinin bakışı çeşitli olduğu için vücûtta "hayret"ten başka bir şey yoktur. Çünkü aklî fikri kendisine perde olan kimse, tabîat âleminde var olmuş olan muhtelif sûretlere baktığı zaman: Bu çok olan sûretler nedir ve “bir” olan hakîkat ile aralarındaki ilişki ne gibi bir şeydir? der ve tetkîk ettikçe hayreti artar. Ve işin hakîkâtini anlayamadığı için çırpınır durur.
Bunlardan birinin düşüncelerini özet olarak burada anlatmak, fayda sağlayacaktır: "Haydi kabûl edelim ki, bir mutlak hakîkat ve bizden bağımsız olarak mevcût bir "varlık" vardır. Ve biz o mutlak hakîkat ile her sâniye, her ân bir samîmî temasta bulunuruz. Lâkin bu temâs onun zâti hakîkatine vâkıf olmak için yeterli gelmiyor. Muhakkaktır ki bizim için ilk idrâk vâsıtası duyulardır. Duyular ise, bize olduğu gibi, o eşyânın hakîkatini bildirmiyor. Onların ancak bizim vicdânımızda gerçekleşen te'sîrleri algılıyor. Bu ancak eserdir. Oysa biz hakîkî te’sir ediciyi zâti hakîkati ile, yâni hadd-i zâtında olduğu gibi görmek, bilmek ve anlamak kaydındayız. Bunun sebebi budur ki, bizim makinemiz, ilk önce düşünmek değil, uygulamak, hareket eylemek için yapılmıştır. Yaşamak ve hayâti menfaâtleri mümkün olduğu kadar sür'at ve kat'iyyet ile takdîr ve tâyîn edebilmek için, uzuvlarımız, kendi muhîtine mutâbakat etmek mecbûriyyetindedir. Zâten başka türlü olamazdı. Eğer olsa idi, birer uzvî vücût olarak bakâ bulup kemâl bulamaz idik. İşte bunun için biz, bu duyularımızla kâinâta baktığımız zaman, onda gizli olan zâti hakîkâti değil, ancak işimize yarayan ve şahsımızın devamlılığına yardımcı olan yüzeysel hâdiseleri anlayabiliyoruz. Bundan dolayı aradığımız hakîkate karşılık gelen, onun zâtına, aslına kat'iyyen benzemeyen bir fikrî simge elde edebiliyoruz. Şu halde ne yapmalı da eşyanın hakîkatini idrâke yol bulmalı? Bâtına bakışımızı döndürerek vicdâni esasları inceden inceye tahlîl etmeli; vs."
İşte görülüyor ki, bu filozof duyular ile algılanan şeylerden idrâk edilebilen şeylere geçiyor. Fakat idrâk edilebilen şeyleri de türlü türlü kusurlardan hâlî görmüyor. Tetkiklere girişiyor. Emîn olsun ki, bu akli tetkikleri vehminin te'sîri altındandır. Vehim ise hayvânî vücûtta vicdâni esasların en güçlüsüdür. İşte fikrî görüş ile kaynağa doğru bu kadar gidilebilir. Diğer filozofların görüşleri de hep bunun gibidir. Onun için Hz. Hayyâm onların hâlini şu rubâîde ne güzel tasvîr buyurmuştur. Rubâî:
Tercüme: "Âlemde türlü türlü sözler söylediler. Bu hâlin hakîkatinden habersiz olanlar mârifet cevherini deldiler. Ne zaman ki âlemin sırlarına ve eşyânın hakîkatlerine vâkıf olmadılar,evvelâ çene çaldılar; sonra da uyudular."
Oysa nebîlerin sûretlerinde taayyün etmiş olan “bir” olan hakîkatin akli vehimlerden temizlenmiş olan haberlerini ve öğretimlerini önem verip dinlemedikçe hakîkate ulaşmak mümkün değildir. Çünkü bu haberler o “bir” olan hakîkatin kendisi tarafından, yine kendi çok olan vecihlerine, isimlerinin ve sıfatlarının hepsini teblîğden ibârettir. Eğer o “bir” olan hakîkat nübüvvet ve risâlet mertebesine tenezzül etmese idi, herkes kendi hâs rabbine dönük kalır ve Rabbü'l-erbâb ve Vâhid-i Kahhâr olan Allah'tan gâfil bulunurdu. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm’de buyrulur: “e erbâbun muteferrikûne hayrun emillâhul vâhıdul kahhâr” (Yûsuf; 12/39) yâni "Farklı farklı Rab’ler mi hayırlıdır, yoksa Vâhid-i Kahhâr olan Allâh mı hayırlıdır?"
Ve bizim dediğimiz şeyi ârif olan kimse, hayrete düşmez. Her ne kadar ilim artışta ise de, ancak mahallin hükmündedir. Oysa mahal, ayn-ı sâbitenin aynıdır. Bundan dolayı Hak, onunla aynada türlü türlü olur. Böyle olunca onun üzerine hükümler çeşit çeşit olur. Şu halde her hükmü kabûl eder. Oysa onun üzerine ancak tecellî ettiği "ayn" hükmeder. Ve, olan âncak budur (13).
Yânî biz daha önce gerek sayı mertebelerini ve gerek tabîatı îzâh ettiğimiz sırada beyân ettik ki, Hakk’ın bir olan vücûdu, zâtı yönünden “bir” olup çoğalmayı kabûl etmez. Fakat çok olan isimleri dolayısıyla çeşitli sûretler ile zâhir olup türlü türlü görünür. İşte bunun böyle olduğunu bilen kimse çok olan taayyünleri görüp: "Müstakil bir hakîkî vücût vardır. Fakat bu çoklukla o birlik arasındaki ilişki nedir? Ve o vücût nasıl olmuş da çeşitli sûretler ve türlü türlü vücûtlar ile çoğalmıştır"?" diye perde ehli gibi hayrete düşmez. Vâkıâ her bir nefesinde o ârifin Hak ve hálk hakkındaki ilmi artar. Ve kendisi (s.a.v.) Efendimiz hazretlerinin yüce yoluna uyarak yeterli bulmayarak “rabbi zidnî ılmâ” yâni “Rabbim, ilmimi arttır” (Tâhâ, 20/114) der. Fakat bu ilim artışı hayreti gerektirmez; belki o ilimler, bâzısı bâzısının üstünde olarak yakîni ilimlerdir. Ve hayretin yokluğu ile berâber, ilimdeki artış, ancak mahallin hükmünden hâsıl olur. Ve mahal ayn-ı sâbitenin aynıdır ki, Hak o a'yân-ı sâbitenin isti'dâdlarına göre aynada ve görünme yerlerinde türlü türlü görünür.
A'yân-ı sâbitenin ne demek olduğu Üzeyr Fassı’nda örnek ile îzâh olunmuştur. A'yân-ı sâbitenin bir dîğerinden ayrı oluşu, ilâhi isimler arasındaki fark ve ayrı oluştan kaynaklanmaktadır. Çünkü, a'yân-ı sâbite ilâhi isimlerin gölgeleridir. Gölgeler ise, gölge sâhiplerinin biçimine göre gözükür. Hakk’ın bir olan vücûdu ise tabîidir ki kendi isimlerini toplamıştır. Bundan dolayı Hakk'ın kendi zâtına tecellîsi indinde, kendi ilminde peydâ olan ve isimlere âit sûretlerden ibâret olan a'yân-ı sâbite, Hak üzerine isti'dâdlarıyla ne hüküm vermiş iseler, Hak o hükümleri kabûl eder; yâni Hak üzerine hükmedilen olur. Fakat Hak üzerine hükmeden a'yân onun zâtından hâriç şeyler değildirler. Çünkü a'yân-ı sâbite, ki tecellî mahallidir, ilâhî ilimde açığa çıkan sûretlerden ibârettir. Ve ilmi sûretler ise, Alîm'in zâtından hâriç değildir.
Örneğin bir ressam çizeceği tablonun sûretini il önce zihninde tasavvur eder. Bundan dolayı tablonun ilmî vücûdu ressâmın ilminde peydâ olur. İşte bu sûret ressâmın kendi zâtından hâriç değildir. Ve aynı şekilde o ressâm olan şahısta hattâtlık sıfatı da bulunup da bir yazı levhası düzenlemek istese, yazacağı levhayı ilk önce yine zihninde tasavvur eder. Ve bu levhanın da ilmî sureti peydâ olur. Fakat resim levhasıyla yazı levhası başka başka hükümleri taşırlar. Çünkü ressâmlık ve hattâtlık sıfatları o şahıs üzerine isti'dâd lisânlarıyla "Bizi böyle tasvîr et!" diye hükmettiler. O şahıs da onların verdikleri hükme binâen, kendi zâtının kendi zâtına tecellîsi indinde, ilminde peydâ olan onların ilmi sûretlerine, o sûrette olmalarına hükmetti. Şu halde o “bir” olan şahıs hükmü, ancak kendi zâtından kabûl etmiş oldu. İşte hakîkâtte olan hâl ancak bundan ibâretir. Yânî Hak üzerine hükmeden ancak Hakk'ın tecellî ettiği a'yân-ı sâbitedir. Ve Hak “bir” olan ayn iken isimleri ve sıfatlarının sûretlerinden ibâret bulunan a'yân-ı sâbitenin verdiği hükümler ile türlü türlü görünür. Ve “külle yevmin hüve fî şe’n” yâni “O her an yeni bir iştedir” (Rahmân, 55/29) âyeti kerîmesi gereğince ebediyyen bu tecellîsi devâm edip gider. Çünkü ilâhi isimler her ne kadar bütünsellik îtibarıyla sayılması mümkün ise de cüz'iyyâtı yâni parçasallık îtibarıyla sonsuzdur. Bundan dolayı tecellîsi de sonsuz olur.
Hz. Şeyh (r.a.) yukarıda beyan buyurduğu hakîkatleri aşağıdaki mübârek beyitlerde icmâl edip ya’nî öz olarak buyururlar ki:
Şimdi Hak, bu vech ile hálktır. İbret alınız! O vech ile de hálk değildir. Tezekkûr edin yâni hatırlayın! (14)
Yânî a'yân aynalarında, “bir” ayn olan Hakk'ın, o aynaların icâbına göre açığa çıkması îtibarıyla meydana gelen bu çok olan sûretler, ki biz ona "hálk" tâbîr ederiz, onların hepsi Hak'tır. Bundan dolayı bundan ibret alıp aynaların çokluğunu bırakârak, bu aynalarda tecellî edici olan “bir” olan vechi müşâhede ediniz! Ve yine biliniz ki, Hakk’ın latîf vücûdu ahadiyyet mertebesinde çokluk ve kesâfetten münezzehdir. İşte bu îtibar ile Hak, "hálk" dediğimiz bu çok olan sûretler değildir. Bundan dolayı “bir” olan vechi tezekkür edin yâni hatırlayın!
Benim dediğim şeyi bilen kimsenin basîreti değersiz olmaz. Ve onu ancak gözü olan kimse bilir (15).
Yânî Hakk'ın bir vech ile hálk olduğunu, bir vech ile olmadığını bilen kimsenin basîret gözü ilâhî yardıma nâil olur. Ve ilâhî yardım onun basîretini terk etmek sûretiyle değersiz olmaz. Ve bu bahsedilen hakîkatleri ancak çabuk kavrayan ve bakışı keskin göz sahibi bilir ve anlar.
Cem' et ve fark et! Çünkü "ayn" birdir. Ve o çoktur; devamlılığı sona erdirmez ve bırakmaz (16).
Yânî ulûhiyyet mertebesinde "cem’ yâni toplama” ve "vahdet yâni birlik" ile hükmet! Ve çokluk mertebesinde de "fark" ile hükmet! Çünkü hakîkatte "ayn", birden ibârettir. Ve o “bir” olan ayn, ki hakîkî “bir” olan vücûttur, a'yân aynalarında tecellî edici olan isimleri dolayısıyla birden fazla ve çok görünür.
Vahdeti ile tecellî ettiğinde o çoklardan hiç bir şeyin devamlılığını sona erdirmez. Ve onlardan hiç birisini hâli üzere terk etmez. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “li menil mülkül yevm, lillâhil vâhidil kahhâr” (Mü'min, 40/16) Yânî küçük ve büyük kıyâmette Hak, isimlerinin çokluğuna hitâben "Mülk kimindir?" buyurur. Oysa o çokluklar, “bir” ayn olan kendi hakîki “bir” olan vücûdunda gizlendikleri cihetle isimlerin dili sus-pus olup "senindir" veyâ "benimdir" diyen bulunmaz. Yalnız, üç ismin hükümleri geçerli olduğundan cevap bütün isimleri ihâtası altına almış olan "Allah" ismi tarafından çıkar. Çünkü "Kahhâr" ismi, bütün çokluklara kahr ile tecellî edip onları “bir” olan ayn’a geri döndürmüştür. Ve "Vâhid" ismi de, o çoklukları Kahhâr isminin elinden alıp kendinde cem' etmiş yâni toplamıştır. Ve "Allah" ismi ise, isimlerin hepsini olduğu gibi o mertebede Vâhid ve Kahhâr'ı dahi ihâta etmiştir. Bundan dolayı küçük ve büyük kıyâmette ilâhi isimler faaliyet dışı kalmayıp ve Hakk’ın tecellîleri kesilmeyip belki bu üç ismin kemâlâtı açığa çıkmıştır. Şu kadar ki, diğer isimlerin hükümleri bu üç ismin saltanatının açığa çıkmasında, onların hükümlerinin zevâline bakışla gizlenmişlerdir. Nitekim Hak "rızâ" ile açığa çıktığı anda "gazab" ile açığa çıkmaz. Bundan onun gazabının faaliyet dışı bulunduğu ma’nâsı anlaşılmaz. Ve örneğin güneş doğduğu zaman, yıldızların nûru faaliyet dışı değildir. Yine onlar nûrlarını saçmaya devam ederler. Fakat güneşin nûrunun şiddetinden onların ışıkları görünmez. Ve büyük kıyâmet hakkındaki diğer ayrıntılar Âdem Fassı'nda anlatılmıştır.
Soru: Küçük ve büyük kıyâmet ne demektir?
Cevap: "Küçük kıyâmet" “Kim öldü ise onun kıyameti kopmuştur” hadîs-i şerîfi gereğince her bir ferdin ölümüyle gerçekleşen kıyâmettir. Ölüm de iki türlüdür; birisi "irâdî ölüm", diğeri "kaçınılmaz ölüm"dür. "İrâdî ölüm", Hakk yoluna sâlik yâni yolcu olanların şiddetli riyâzât ve çok mücâhedeler yapmasıyla nefsâni sıfatlarını imhâ etmeleriyle zuhûra gelir. “Ölmeden önce ölünüz” hadîs-i şerîfinde emr buyrulan ölüm budur. Bu hâle gelen sâlikin bakışında, ne kendi vücûdu ve ne de âlem çokluklarının vücûdu kalmaz. Her nereye baksa “bir olan vechi görür. Belki onun görmesi, Hakk'ın kendisini görmesi olur. "Kaçınılmaz ölüm", hâllerin hakîkatlerinden habersiz olan ve hayvâni hayatta bütün hayvânlar ile ortak olan perde ehlinin ölümüdür. Bu bahsin detayları uzundur. Bu kadarı yeterli olur.
"Büyük kıyâmet"te, âlemin bütün herşeyiyle Âdem’in izâfi vücûdu gibi vâkti gelince fenâ bulmasıdır. Çünkü âlemin tamamı, Âdem gibi bütün ilâhi isimlerin görünme yeri olduğundan hakîkat ehli "büyük insan" olarak isimlendirmişlerdir. Eceli gelince küçük insan nasıl ölür ve izâfi vücûdu muzmahil yâni yok hükmünde olursa, büyük insan da öylece ölür ve izâfî vücûdu mahvolur. Ve bu anda da yukarıda îzâh edildiği üzere Allah, Vâhid ve Kahhâr isimlerinin kemâlâtı açığa çıkar. Çünkü hálk ediliş öncesi olan ulûhiyyet ve vâhidiyyet ve kahhâriyyet ile hálk ediliş sonrası olan ulûhiyyet ve vâhidiyyet ve kahhâriyyet arasında icmâl ve ayrıntı îtibarıyla fark vardır. Diğer ayrıntılar Âdem Fassı’nda anlatılmıştır.
Bu mübârek beyitlerden sonra Hz. Şeyh (r.a.) İdrîs Fassı’nın beyânına geri dönerek buyururlar ki:
Şimdi nefsiyle "Aliyy" odur ki, onun için bir kemâl ola ki onunla bütün varlıksal işleri ve yokluksal bağıntıları gark etsin. O vech ile ki, ondan bir nitelikte onu dışlamak mümkün olmaya. Gerek örfe ve akla ve şerîata göre övülmüş olsun ve gerek örfe ve akla ve şerîata göre kötülenmiş olsun, farketmez. Oysa bu, ancak hâssaten "Allah" ismi ile isimlenmiş olan içindir (17).
Yânî kendi zâtı ve hakîkâti ile "Aliyy" olan vücût, o vücûttur ki, o vücût için öyle bir kemâl sâbit olur ki, ne kadar varlıksal işler ve yokluksal bağıntılar varsa, o kemâl sebebiyle hepsini gark eder ve hepsine muhît olur. Ve bu gark ediş ve ihâta öyle bir gark ediş ve ihâtadır ki, o varlıksal işler ve yokluksal bağıntılardan hiçbir nitelikte onu dışlamak mümkün olmaz.
"Varlıksal işler"den kasıt, hâriçte mevcût olan a'yândır. Ve "yokluksal bağıntılar"dan kasıtta hâriçte görünme yerleri ve a'yânı olmayan sıfat ve isimlerdir. Ve o vücûdun gark ettiği ve muhît bulunduğu varlıksal işler ve yokluksal bağıntılar, cömertlik ve yiğitlik ve cömert ve yiğit gibi örfe göre ve ihsâna ihsân ile mukabele ve ihsan eden gibi akla göre; kâtilin öldürülmesi ve cihât ve bu husûstaki öldürme gibi şerîata göre övülmüş olabilir. Veyâhut cimrilik ve korkaklık ve cimri ve korkak gibi örfe göre ve ihsân etmeme ve ihsân etmeyen gibi akla göre ve Allâh'ı inkâr eden ulûhiyyeti inkâr eden gibi şerîata göre kötülenmiş olabilir. Böyle dahî olsa farketmez.
Çünkü bunlar da isimlerin görünme yerleridir. Ve bâzı isimlerin kemâlâtının açığa çıkması bunların vücûdunu gerektirir. Ve bütün övülmüşlerin ve kötülenmişlerin Hakk'a geri dönüşü esasları bahsi İbrâhîm Fassı'nda ayrıntılı anlatılmıştır. Oraya mürâcaat lâzımdır. Ve bütün övülmüşlerin ve kötülenmişlerin vücûdu, Hakk'a göre hikmettir. Övülmüşlük ve kötülenmişlik hálk edilmişlere göredir.
Oysa bu zâtî ve hakîkî ulüvv, ancak hâssaten "Allah" ismi ile isimlenmiş olan zât için sâbittir. Ve "Allah" ismi ile isimlenmiş olan zât ahadiyyet mertebesinden vâhidiyyet mertebesine tenezzül etmedikçe bu isim ile isimlendirilmiş olmaz. Çünkü ahadiyye zâtı hiçbir sıfat ve nitelik ve isimler ile vasıflanmış ve nitelenmiş ve isimlenmiş degildir. Sırf zât mertebesinden sıfat ve isimler mertebesine tenezzül ederek "ilk taayyün" ile taayyün ettiğinde "Allah" toplayıcı ismiyle isimlenen olur. Ve bu mertebe bütün ilâhi isimlerin sûretlerinin ilâhî ilimde peydâ olarak bir dîğerinden ayrılmış olduğu mertebedir. Ve bu mertebe, mâdemki bütün isimleri toplayıcıdır, şu halde ne kadar varlıksal işler ve yokluksal bağıntılar varsa hepsini muhît olur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur “ve kânellâhu bi külli şey’in muhîtâ” yâni “Ve Allah herşeyi muhîttir” (Nisâ, 4/126)
Hikâye: Bir tasavvuf ehli ile bir kelâm âlimi arasında karşılıklı konuşma oldu. Kelâm âlimi dedi ki: "Ben köpek sûretinde de tecellî edici olan Hudâ'dan bîzârım." Tasavvuf ehli de buyurdu ki: "Ben de köpek sûretinde tecellî edici olmayan Hudâ'dan bîzârım." Orada hâzır olanlar dediler ki: "Bunlardan birisinin sözü küfür oldu." Tahkik ehlinden bir zât cevap verdi ki "Hayır; hiçbiri kâfir olmadı. Çünkü birinin sözü diğerine göre her ne kadar fenâ görünüyor ise de, kelâm âlimi, Hakk'ın değersiz eşyâda açığa çıkışını uygun görmedi; ondan tenzîh etti. Tasavvuf ehli ise Hakk'ın değerli ve değersiz eşyâda tecellî edici olmasını ilâhi kemâlattan bilip eşyâyı değersiz oluştan tenzîhi bu kemâlâta aykırı buldu. Bundan dolayı her ikisi de Hakk’ın zâtı hakkında güzel görüş sâhibi olmuş oldu.
Bilinsin ki, değerli oluş ve değersiz oluş göreceli işlerden ibârettir. Örneğin pislik beşer taayyününe göre fenâdır; yenmez ve şerîata göre haramdır. Ve üzerimize bulaşsa namaz kılınmaz; temizlik lâzımdır. Fakat bu hüküm diğer taayyünlere göre böyle değildir. Pislik, pislik böceğine göre elbette değerlidir. Çünkü pislik içinde yaşamını sürdürür. Ve aynı şekilde domuz da onunla beslenir. Şu halde güzellik ve çirkinlik görecelidir. İnsan kendince çirkin gördüğü şeyde Hakk'ın zuhûrunu uygun görmez. Her ne kadar bu edebdir, hoştur. Fakat işin hakîkatinden gaflettir. Onun için Hz. Şeyh-i Ekber (r.a) Risâle-i Ahadiyye'lerinde buyururlar ki:
Yânî: "Eğer bir sorucu soru sorup kötü görülenlerin ve sevilen şeylerin hepsine hangi bakış ile bakalım? Bir pislik ve iğrenç bir şey gördüğümüz zaman, ona Allah Teâlâ mı diyelim? Biz deriz ki, Hak Teâlâ bunlardan bir şey olmaktan mukaddes ve âlîdir. Ve bizim sözümüz, pisliği pislik ve iğrenci iğrenç görmeyen kimseyedir. Belki sözümüz basîreti olup anadan doğma kör olmayan kimseyedir."
Ve ammâ hâssaten "Allah" ismi ile isimlendirilenin gayrısı ki, onun için meclâ yâni görünme yeridir, yâhut onda bir sûrettir. Eğer onun için görünme yeri olursa, farklılık olur. Bir görünme yeri ile diğer bir görünme yeri arasında bu, lâzımdır. Ve eğer onda bir sûret olursa, şimdi o sûret, zâti kemâlin ayn’ıdır. Çünkü o, onda zâhir olan şeyin aynıdır. Böyle olunca "Allah" ile isimlenmiş olan için sâbit olan, bu sûret için de sâbit olur. Ve o sûret odur ve onun gayrıdır, denilmez (18).
Yânî hâssaten "Allah" ismiyle isimlendirilenin gayrısına gelince: O, ya "Allah" için meclâ yâni görünme yeridir; veyâhut Hakk’ın vücût aynasında zâhir olan bir sûrettir.
Yânî ya hâricî ve hissî vücût ile taayyün etmiş olan âlemlerin sûretlerinden bir meclâ yâni görünme yeri ve ayna olup onu açığa çıkarır. Veyâhut hâricî ve hissî vücût ile tayyün etmeyip Hakk’ın vücût aynasında akıl mertebesinde zâhir olan bir sûret olur.
Bundan dolayı âlem sûretlerinden biri gibi "gayr" ismi ile isimlendirilmiş olan şey, Allah için meclâ yâni görünme yeri ve ayna olursa, o zaman bu görünme yerleri arasında farklılık olur. Meselâ âlem sûretlerinden bir sûret olan insan-ı kâmil, bütün isimler için görünme yeri ise de, o sûretlerden birisi olan insan-ı kâmil olmayan, bütün isimler için görünme yeri değildir. Belki isimlerin bâzıları onda zâhir olmamıştır. Ve aynı şekilde her birerleri birer görünme yeri olan hayvan ve bitki ve madenler de böyledir. Hayvanda açığa çıkan isimler, bitkilere ve bitkilerde açığa çıkan isimler mâdenlere göre daha fazladır. İşte görünme yerleri arasında böylece farklılık olur. Şu halde görünme yerlerinden her bir görünme yeri için zâtî kemâl yoktur. Belki o görünme yerlerinin görünme yeri oldukları isimlere göre kemâlden nasîbleri vardır. Bundan dolayı her birisinin zâti ulüvvden de nasîbleri ancak ihâtalarına göre olur.
Ve eğer "gayr" ismi ile isimlendirilmiş olan şey, hâricî ve hissi vücût ile taayyün etmeyip Hakk’ın vücût aynasında akıl mertebesinde zâhir olan bir sûret olursa, yâni ilâhî ilimde peydâ olan a'yân-ı sâbiteden biri ve ilâhi ilmi sûretlerden bir sûret olursa, o sûret için zâtî kemâlin ayn’ı hâsıldır. Çünkü o sûret, içinde zâhir olduğu vücûdun aynıdır. Demek ki "Allah" ile isimlendirilmiş olan vücût için sâbit olan zâti kemâl, Hakk’ın vücûdunda zâhir olan o bir sûret için de sâbit olur.
Ve "Allah" ile isimlendirilmiş olan zât için sâbit olan sûrete, Hakk'ın aynıdır denilmez. Çünkü bir şeyin sûreti, her yön ile o şeyin aynı değildir.
Ve aynı şekilde o sûrete, "Allah" ile isimlendirilmiş olan zâtın her yön ile gayrıdır da denilmez. Çünkü zâta mensûb olan bir sûret olup isimlerden ayrılmış değildir.
Örnek: Farzedelim kendisinde hattâtlık, ressâmlık ve nakkâşlık sıfatları bulunan bir kimse, hattât ve ressâm ve nakkâş isimleriyle açığa çıkmak için hâriçte bir yazı ve resim levhası vücûda getirir ve bir nakış gösterir. İşte his mertebesinde görülmüş olan bu sûretler, o şahsın bu isimlerinin birer meclâ yâni görünme yeri ve aynalarıdır. Ve bu sûretler arasında ayrılık bulunduğu açıktır. Çünkü yazı levhasında o şahsın ressâmlığı ve nakkâşlığı görünmez. Ve resim levhasıyla nakşında da onun hattâtıyeti görülmez. Fakat o şahıs, bunları henüz yazmamış ve resmetmemiş ve nakşetmemiş, ancak onların ilminde sûretlerini tasarlamış bulunursa, o sûretler hissî vücût ile taayyün etmeyip henüz akıl mertebesindedirler. Ve bunlar o şahsın vücûdunun hâricinde taayyün etmedikleri için, kendisinin aynı olurlar. İşte yukarıdaki hakîkatlerin her yönü bu örneğe tatbîk edilebilir. Çok çok iyi düşünmek lâzımdır.
Ve muhakkak, Ebû Kasım ibn Kasiyy, Hal'ında: "Tahkîkan her bir ilâhî isim bütün ilâhi isimler ile isimlenen ve onlar ile nitelenen olur" sözü ile buna işâret etti. Ve burada beyânı budur ki, muhakkak her bir isim zâta ve kendisi için konulan ma’nâya delâlet eder ki, onu taleb eder. Bundan dolayı onun zâta delâleti yönünden, onun için bütün ilâhi isimler hâsıldır. Ve onunla kendisine hâs olan ma’nâya delâleti yönünden, Rab ve Hâlık ve Mûsâvvir ve diğerleri gibi, kendisinin dışındakilerden ayırır. Şimdi isim, zât yönünden isimlendirilendir. Ve isim, kendisi için konulan ma’nâdan ona âit olan şey yönünden isimlendirilenin gayrıdır (19).
Yânî Ebû'l-Kasım b. Kasiyy (k.s.) hazretleri, ki Batılı şeyhlerin en büyüklerindendir, yazmış olduğu Hal'-i Na'leyn ismindeki yüksek kitâbında fassın ibâresinde geçen ma’nâya işâreten buyururlar ki: İlâhî isimlerden hangi birini alırsan al, o isim, ilâhi isimlerin hepsiyle isimlenen ve o isimler ile nitelenen olur.
Hz. Şeyh (r.a), zâten Hal'-i Na'leyn kitabını tamâmen şerh buyurmuş oldukları gibi, burada da kitabın bu ibâresini îzâh ederek buyururlar ki: Her bir ilâhî ismin delâlet edişi ikidir: Birisi zât, diğeri kendisinin mevzû' olduğu özel ma’nâdır. Örneğin "Rezzâk" dediğimiz zaman aklımıza Hakk’ın zâtı gelir. Çünkü hakîkî Rezzâk ancak Hakk’ın zâtıdır. Fakat rızık verebilmek için Rezzâk, Hayy, Alîm, Semî', Basîr, Hâlık, Rab, Mûsâvvir, Ganiyy vs. ne kadar isimler var ise hepsine hâiz olmak lâzım gelir. Bundan dolayı Rezzâk ismi zâta delâlet etmesi yönünden bütün isimler ile isimlenen ve nitelenen olur.
Ve fakat kendine mahsûs olan ma’nâ yönünden diğer isimlerden ayrılır. Çünkü Rezzâk'ın gördüğü iş, Alim ve Semî' ve Mûsâvvir'den beklenmez. Şu halde isim, zâta delâleti yönünden isimlenendir. Fakat taşıdığı özel ma’nâya delâleti yönünden isimlenenin gayrı olur.
Şimdi, sen bizim bahsettiğimiz "Aliyy"yi anladığın zaman, muhakkak onun mekân ulüvvü ve mekânet yâni rütbe ulüvvü olmadığını bildin. Çünkü mekânet yâni rütbe ulüvvü, sultân ve hâkimler ve vezirler ve kadılar ve bu mevkîye ehliyeti bulunsun bulunmasın, her bir mevkî sâhibi gibi âmir olanlara mahsûstur (20).
Yânî biz bu mübârek fassta "ulüvv" hâkkında ayrıntılar verdik. Bu anlatılanları anladığın zaman, Hak hakkındaki ulüvvün, mekân ulüvvü ve mekânet yâni rütbe ulüvvü olmadığını bilmiş oldun. Bundan dolayı Hak zâtıyla "Aliyy"dir. Çünkü mekân ulüvvü, cisme mahsûstur. Hak cisim değildir ki, mekân ile âlî olsun. Ve mekânet yâni rütbe ulüvvü ise, ehliyeti olsun olmasın, hâkimler, vezirler ve kadılar gibi mevkî sâhiplerine mahsûs olan arazdan ibârettir. Ve kezâ Hak cevher değildir ki, ona araz katılmış olabilsin. Onun ulüvvü ancak zâtî ulüvvdür.
Ve sıfat ile olan ulüvv böyle değildir. Çünkü kendisi için hükmetme mevkî bulunan kimse, her ne kadar insânların en câhili olsa da, bâzen insânların en âlimine hükmettiği olur. Böyle olunca bu, tâbî oluş hükümleriyle, mekânet yâni rütbe ile "aliyy"dir. O kendi nefsinde "aliyy" değildir. Bundan dolayı, bulunduğu mevkîden alındığı zaman, ulüvvleri gider. Oysa âlim, böyle değildir (21).
Hz. Şeyh (r.a.) burada zâtî ulüvv ile mekân veyâ mekânet yâni rütbe vâsıtalarıyla kazanılan tâbî oluş ulüvvü arasındaki farkı beyân buyururlar. Çünkü zâti ulüvv, mekân veyâ mekânet vâsıtalarıyla olan ulüvv gibi değildir. Mekân ulüvvü ile olan ulüvv, duyusaldır. Mekânet ve mertebe ile olan ulüvv ise, akılsal ulüvvdür. Oysa zâtı ile "Aliyy" olan Hak Teâlâ hazretleri akılsal ve duyusal ma’nâlardan münezzehdir. İşte Hakk'ın zâti ulüvvü böyledir.
Ve sıfâtî ulüvv de mevkî sâhiplerinin mekânet yâni rütbe ulüvvü gibi değildir. Çünkü hakîkî mutlak kemâl ancak kendisine mahsûstur. Ve onun sıfâtî ulüvvü akılsal ve duyusal olmayıp belki akıl ve duyunun aslıdır. Çünkü ondan o sıfatın zevâli mümkün değildir. Belki zâti bağıntılarından ibâret bulunan o sıfat, ezelî ve ebedî bulunan zâtıyla berâber ezelî ve ebedîdir.
Ve bu sıfat ulüvvü, mahlûklar arasında da mekân ulüvvü ve mekânet ulüvvünden farklıdır. Çünkü bir câhil hükmedici mevkîlerden birine geçip idâresi altında bulunan âlimlere hükmeder. O câhil âlimlerden mekânet yâni rütbe ulüvvü ile ve o âlimler de o mevkî sâhibi olan câhilden sıfat ulüvvü ile aliyydir. Ve aynı şekilde bir câhil kürsüye çıkar ve bir âlim de yerde oturur. O câhil orada mekân ulüvvü ile ve âlim ise sıfat ulüvvü ile aliyydir. Bundan dolayı mekân ve mekânet ulüvvü ile aliyy olan kimsenin ulüvvü, mekâna ve mertebeye tâbî oluş ile olur.
Mekânet ve mertebe ulüvvü ile aliyy olan kimse, o mertebeden azlolunduğu veyâ yüksek bir mekânda bulunmak sûretiyle aliyy olan kimse, o mekândan indiği vakit, o ulüvvler ondan gider. Fakat sıfat ulüvvü ile âlî olan âlim, ister yüksek ister alçak mekânda bulunsun ve ister mevkî sahibi veyâ insânlardan bir insan olsun, dâimâ sıfat ulüvvü ile "aliyy"dir. Çünkü onun ulüvvü tâbî oluşla değil, nefsîdir.
Şu halde ulüvv, dört kısım üzerine olmuş olur. Âlâsı yâni en yükseği "zâti ulüvv"; daha sonra "sıfâtî ulüvv"; daha sonra "mekânet yâni rütbe ulüvvü"; daha sonra "mekân ulüvvü"dür. Ve Hak Teâlâ toplu ve ayrıntılı olarak bu dört kısım ulüvv ile "Aliyy" olur. Çünkü Hak ahadiyyet mertebesinde "zâti ulüvv" ile ve vâhidiyyet mertebesine tenezzülünde de "sıfat ulüvvü" ile ve şehâdet mertebesine tenezzülünde de "mekânet ulüvvü" ve "mekân ulüvvü" ile "Aliyy" dir.
Ve "Allah" toplayıcı isminin görünme yeri olan İdrîs (a.s.) gibi, insan-ı kâmil’in bu dört kısım ulüvvden bol nasîbi vardır. Çünkü İdrîs (a.s.) da zâtî şerefi gibi "zâtî ulüvvü" ve ilim kemâli gibi "sıfâtî ulüvvü" ve nübüvvet mertebesi gibi "mekânet ulüvvü" ve “Ve refa’nâhu mekânen aliyyen” (Meryem, 19/57) yâni "Biz onu yüksek mekâna kaldırdık" âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere "mekân ulüvvü" mevcûttur.
Dostları ilə paylaş: |