Örnek: İnsan kavramı, mutlak olarak zihnimizde canlandığı zaman, onun bağıntıları olan mi'mârlık, ressâmlık, hattâtlık ve diğerleri gibi sıfatları, bu kavramın dışında kalır. Çünkü o kavram bu mutlaklık mertebesinde bunlardan ganîdir. Bu bağıntılar kendisine izâfe edilmemiş olsa da yine insan kavramı, mutlak oluşu ile berâber mevcûttur. İnsanın insan olması için mutlaka mi'mâr; ressâm ve hattât olmasına ihtiyâç yoktur. Fakat onun icâd ediciliği söz konusu olunca, kendisine bir takım bağıntıların izâfesi lâzım gelir. Ve mi'mâr bir binâ inşâ etmedikçe ve ressâm bir tablo çizmedikçe, kimse onlara mi'mâr ve ressâm demez. Bundan dolayı mi'mârı mi'mâr ve ressâmı da ressâm kılan binâ ve tablodur. Ve bunların açığa çıkma ve çıkarılmaları ve kendilerinin kendilerini kendileriyle bilmelerinin ve kendilerini isimler ve sıfatlarıyla bilmelerinin kemâli yâni celâ ve isticlâ kemâli için eserlerinin mevcûdiyeti lâzımdır. Farz edelim, binânın dili olup da: "Beni inşâ eden mi'mârı mi'mâr kılan benim îmar edilişimdir" dese, doğru söylemiş olur.
Şimdi bu örnek, idrâk edilebiliri algılanabilir kılmak için verildi. Yoksa benzetmede, benzetme ile kendisine benzetilen şey arasında tamâmen uygunluk olmadığı herkesçe bilinir. Nitekim, şehâdi yânî görünen aynlar ile gaybî yânî görünmeyen aynların, Hakk'ın vücûdu dışında kendilerine âit bağımsız bir vücûtları yoktur. Bundan dolayı "Biz ilâh ediniciliğimiz ile îlâhı, îlâh kıldık" sözü, binânın mi'mâra söylediği söze benzemez. Çünkü binânın vücûdu, mi'mârın vücûdundan hâriç ve bağımsızdır. Bizim vücûdumuz ise, Hakk’ın vücûdundan hâriç değildir. Ve Hakk’ın vücûdu ile hálkın vücûdu Ya'kûb Fassı’nın şerhinde îzâh olunmuştur. Bundan dolayı “kılınmışlık” ve "kılıcılık" bir vücûdun bağıntıları arasındadır.
Şimdi biz ârif olmayınca ilâh da ârif olmaz. Onun için Resûlullah (s.a.v.): "Bir kimse nefsine ârif olsa, muhakkak Rabbine ârif olur" buyurdu. Oysa o, Allâh'ı bilen hálkın en âlimidir. Bâzı filozoflar ve Ebâ Hâmid: "Allah âleme bakılmaksızın bilinir" diye iddiâ ettiler. Bu ise hatâdır. Evet, Zât'ın kadîm ve ezelî olduğu bilinir. Lâkin ilâhı olan bilinmeyince, zâtın ilâh olduğu bilinmez. Şu halde ilâhı olan ilâha delîldir (10).
Yânî biz ki ilâhı olanız, bilinmesek ilâh da bilinmez. Nitekim rubûbiyyet rabbi olanla mevcût olduğu ve Rab rabbi olan ile bilindiği için, (s.a.v) Efendimiz Rabb'i bilmeyi, rabbi olan nefsin bilmesine bağladı. Bununla berâber Ebû Alî Sînâ ile ona tâbî olan filozoflar ve Ebû Hâmid İmâm Muhammed Gazzâlî (rahımehüm'ullah) "Âleme bakmaksızın Allâh'ı bilmek mümkündür" diye iddiâ ettilerse de, bu dâvâlarında hatâ ettiler. Çünkü ulûhiyyet yönüyle Allâh'ı bilmek, âleme bakmaya bağlıdır. Ve ilâhi âyetler âfâk yâni dışta ve enfüste yânî içte zâhirdir.
Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de “Se nurîhim âyâtinâ fîl âfâkı ve fî enfusihim hattâ yetebeyyene lehüm ennehul hakk” (Fussılet, 41/53) buyrulur. Yüksek ma’nâsı: "Biz onlara âyetlerimizi âfâk ve enfüste gösteririz; tâ ki Hak onlara zâhir ola." Ve aynı şekilde hadîs-i kudsîde buyruldu: “Küntü kenzen mahfiyyen feahbebtü en unefe fe halektel hálka li uref” yüksek ma’nâsı "Ben gizli bir hazîne idim. Bilinmeme muhabbet ettim; hálkı bilinmem için hálk ettim". İşte bu âyet ve hadîs, Hakk'ın âleme bakışla bilineceğinin şâhididir.
Evet, mutlak zâtın âleme bakmaksızın, kadîm ve ezelî ve âlemlerden ganî olduğu icmâl yolu üzere bilinir. Fakat ilâhı olan, ilâhın delîli olduğundan, o bilinmeyince Zât'ın ilâh olduğu bilinmez. Bundan dolayı, Allâh'ın ulûhiyyetini bilmek, âleme bakmaya bağlıdır. Çünkü, ulûhiyyet mertebesi, ne kadar ilâhi isimler ve rabbâni sıfatlar varsa hepsini toplamıştır. İsimler ve sıfatlar ise, görünme yerleri olmayınca taayyün ve tahakkuk etmez. Fakat Hakk'ın zâti vücûdu aslâ bir şeye bağlı değildir. Çünkü zâtiyyeti yönünden isimlerden ve onların görünme yerleri olan âlemlerden ganîdir.
Bundan sonra, ikinci halde, sana açılım verir ki: Tahkîk üzere Hakk'ın nefsi, kendi nefsine ve ulûhiyyetine delîl oldu. Ve tahkîk üzere âlem, onların a'yân-ı sâbitesinin sûretinde Hakk'ın tecellîsinden başka değildir. Şöyle ki, o a'ynların vücûdu o tecellî olmaksızın olmaz (11).
Yânî ilâhı ilâhı olan ile bildikten sonra ikinci hâl olan "cem"' makâmında; aynın sana açılım verir ve bu açılım ile, Hakk'ın nefsinin kendi nefsine ve ulûhiyyetine delîl olduğunu ve âlem denilen şeyin ancak o âlem fertlerinin a'yân-ı sâbiteleri sûretlerinde Hakk'ın tecellîsinden başka bir şey olmadığını ve o aynların vücûdunun da o tecellî olmaksızın mümkün olmadığını bilirsin.
Şimdi ilâhı olanın hakîkatine bakıldığı zaman, onun zihnî vücûdu ilk önce ayn-ı sâbitesinde "akdes nefes" ile, zâtın tecellîsiyle; ve ikinci olarak aynî vücûdunun da isimler ve sıfatların tecellîsiyle olduğu görülür. Bu şekilde a'yân-ı sâbiteye bakarak, Hakk'ın nefsi, yânî ilâhı olanın ayn-ı sâbitesinde zâti tecellî ile tecellîsi, kendi zâtına delîl olur. Ve varlıkların aynlarına bakarak, ilâhı olanın aynasında, o ilâhı olan dolayısıyla kayıtlanarak açığa çıkan Hakk'ın nefsi mutlak olan kendi zâtına ve nefsine ve toplayıcı mertebe olan ulûhiyyetine delîl olur.
Ve tahkîk üzere Hak, bu aynların hakîkatleri ve halleri dolayısıyla türlü türlü ve sûretlenmiş olur. Bu açılım da, Hakk'ın bizim ilâhımız olduğuna ilim oluşmasından sonradır (12).
Yânî sana hâsıl olan açılım, aynların hakîkatleri ve halleri îcâbına göre türlü türlü görünenin ve sûrete girenin Hak olduğunu bildirir. İşte bu açılım da biz, kendi nefsimizi ilâhı olan ve rabbi olan ve Hakk'ı ilâh ve Rab bildikten sonra bizlerde oluşur.
Aynların hakîkatleri ve halleri dolayısıyla Hakk'ın türlü türlü ve sûretlenmiş olması bu yön iledir ki, ilk taayyün mertebesinde, Hakk'ın kendi zâtına “akdes nefes" ile olan tecellîsiyle, Hakk'ın ilminde eşyânın sûretleri peydâ olur. Fakat bu sûretlere imkân âleminde, yâni bu şehâdet âleminde, birer kesîf taayyün elbisesi giydirmek lâzımdır. Oysa Hakk’ın vücûdundan başka hiçbir şey mevcût değildir ki, bu türlü türlü kesîf sûretler öyle bir maddeden tasvîr olunsun. Bundan dolayı Hak, ilmindeki sûretlere vücût feyzi vermek için, letâfet mertebesinden, mertebe mertebe, kesâfet mertebesine tenezzül etti. Ve bu kesâfet âleminde,o ilâhî ilimde olan muhtelif ve türlü türlü sûretler, kendi hakîkatleri ve halleri îcâbına göre, yine Hakk'ın vücûdundan birer taayyün elbisesi giydi. Ve şu halde türlü türlü görünen ve muhtelif sûretlere bürünen Hak oldu. Ve ilâhî ilimdeki a'yân-ı sâbite yine yokluğu üzerine kaldı. İşte "Allah var idi, O'nunla berâber bir şey yok idi; şu an dahi öyledir." Ve "A'yân vücût kokusunu duymadı" dediklerinin ma’nâsı budur. Bundan dolayı Hakk’ın vücûdu, bu âlemde kendi ilmi sûretlerine ayna oldu. Ve aynanın kendi, nasıl ki gizli ve içindeki görülen sûretler zâhir ise, Hakk’ın vücûdu da öylece gizli ve bu görülen ilmi sûretler zâhir oldu.
Ondan sonra diğer açılım gelir ki, bizim sûretlerimizi Hak'ta sana gösterir. Ve Hak'ta bâzımız bâzımıza zâhir olur. Ve bâzımız bâzımızı ârif olur. Ve bâzımız bâzımızdan ayrılmış olur (13).
Yânî önceki açılımdan sonra, "fenâdan sonra bakâ" ve "cem'den sonra fark" makâmı olan diğer bir açılım daha gelir. Bu açılım ayna mesâbesinde olan Hakk'ın vücûdunda bizim sûretlerimizi sana gösterir. Ve ahadiyyet mertebesinde birlik üzere iken, bir dîğerimizden ayrıldığımızdan bâzımız bâzımıza zâhir olur. Ve yokluk bilinmezliği içinde bir diğerimizi bilmez iken, bâzımız bâzımızı hakkanî vücût ile ârif olur. Ve her sûretin zâti özellikleri bulunduğundan, bâzımız bâzımızdan ayrılmış olur. Beyt:
Zuhûr ve birbirinden ayrılma, en başta ilk taayyün mertebesinde husûle gelmiştir. Çünkü bu mertebede Hakk'ın zâtının yine kendi zâtına olan ilk tecellîsiyle aynların ilmi sûretleri peydâ oldu. Ve her bir sûret, zâti özellikleriyle birbirinden ayrıldılar. Bunların aralarında zâtî ve sıfâtî olan birtakım münâsebet gereğince teârüf yâni bilmeklik ve münâsebetin olmayışı dolayısıyla da tenâkür yâni bilmemezlik olur. Bundan dolayı Hz. Fahr-i âlem (s.a.v.) Efendimiz’in “Rûhlar sıralanmış asker toplulukları gibidir. Onlardan teârüfü olanlar yâni birbirlerini bilenler uyuşurlar, tenâkürü olanlar yâni bilemeyenler ise uyuşamazlar.” hadîs-i şerîfinde beyân buyrulan rûhlar âlemindeki teârüf yâni bilmeklik ve tenâkür yâni bilmemezlik, ilim mertebesindeki bilmeklik ve bilmemezlik sonucu olduğu gibi, bu içinde bulunduğumuz şehâdet mertebesindeki bilmeklik ve bilmemezlik dahi rûhlar âlemindeki bilmeklik ve bilmemezliğin netîcesidir. Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a) efendimiz buyururlar:
Tercüme:
Cânımızda var idi evvelce
Bir bilmeklik ki, tanıştık burada,
Bugünün ülfeti mâzîdendir,
Sen unuttun onu lâkin arada.
Bizden bâzımız, bize muhakkak bu mârifetin yânî bilmenin, aynlarımızın vermesi sebebiyle, Hak'ta olmuş olduğunu bilir. Ve bizden bâzımız, bu mârifetin, zâti özelliklerimizin vermesi sebebiyle, bize ilâhî ilim mertebesinde olmuş olduğunu bilmez. Ben câhillerden olmamdan Allâh'a sığınırım (14).
Yânî ikinci açılımda, Hakk'ın vücût aynasında, taayyün elbisesine bürünerek açığa çıkan bizim imkâni sûretlerimizden bâzımız, dünyâ dediğimiz his âleminde, yukarıda bahsedilen mârifetin yâni bilmenin bize bizim aynlarımızın vermesi sebebiyle, Hak'ta olduğunu bilir. Örneğin aynanın yüzeyinde belirmiş olan bir sûretin hâriçte vücûdu yoktur. Fakat sûret sahîbinin aynada görülen sûreti onun hâriçte olan kendisine has sûreti dolayısıyladır.
İlk açılımda ise, Hakk'ın vücûdu, varlıksal aynlar aynalarında, o aynların hallerine göre açığa çıkmaktadır. Yânî her birerlerimizin vücûdu birer varlıksal ayn ve birer ayna mesâbesindedir. Bizim aynalarımızda Hakk’ın vücûdu bizim hallerimizin gereğine göre açığa çıkar. Ve her birerlerimizin hakîkatleri olan a'yân-ı sâbitemiz de, Hakk'ın vücûdunda, Hakk'ın dolayısıyla değil, ancak kendilerinin zâti özellikleri ve kendilerine has istîdâdlarıyla açığa çıkar.
Bizden bâzılarımız, ilmi sûretlerden ibâret olan bu a'yân-ı sâbite âlemindeki teârüfü yâni bilmekliği bilmez. Onların bu cehâletleri, ya ilâhî ilimdeki ayn-ı sâbitelerinin bu mârifete yâni bilmeye istîdâdları olmamasındandır veyâhut insan sûretine gelinceye kadar, her geçtiği varlıksal mertebenin rengine boyanarak, tabîat örtülerinin ve cismâni vasıfların altında zebûn kalmalarından ve bu sebeple fenâ işlere düşmelerindendir. İlmi mertebeyi bilmediklerinden, Hakk'ın vücûdunda a'yân-ı sâbiteyi müşâhede edemezler. Onlar ancak hálk edilmişlerin çokluğunu, yânî dağları, deryâları, ağaçları, ayları, güneşleri, yıldızları, hayvânların çeşitlerini, elektrikleri, trenleri, topları, tüfekleri ve her türlü bilimsel buluşları ayrı bağımsız bir vücût zannederler. Bu sayılan varlıksal eşyâdan başka gördükleri bir şey yoktur. Ne bunlarda Hakk'ı ve ne de bunların Hakk'ın vücûdu içinde olduğunu müşâhede edemezler. Hak Teâlâ bunlar hakkında “Ya’lemûne zâhiren minel hayâtid dunyâ, ve hum anil âhıreti hum gâfilûn“ yânî “Onlar, dünya hayatının zahirini bilirler. Ve onlar, ahiretten gâfil olanlardır” (Rûm, 30/7) buyurur. İşte bunlar, Hak'tan perdeli ve Hakk'ın kapısından uzaklaştırılmış olan Celâl ehlidir. Hz. Şeyh (r.a.) bu halden Hakk'a sığınır.
Velâkin bizden bâzılarımız, ilk açılım hâlinde, a'yân-ı sâbitede Hakk'ı müşâhede ederler. Bunlar Celâl'den Cemâl ile ve hálktan Hak ile örtülmüş olan Cemâl ehlidir. Ve zâtî mutlaklıkta bakâ bulan müheyyemlerin yâni aşırı aşıkların en büyükleridir. Cemâl'in Celâl'i onları müheyyem yâni aşırı aşık etmiş, aşkın en ileri derecesine düşürmüştür.
Yine bizden bâzılarımız, ikinci açılım hâlinde, a'yân-ı sâbitede Hakk'ın vücûdunu müşâhede etmekle berâber, Hakk'ın vücûdunda da a'yân-ı sâbitenin sûretlerini görürler. Bundan dolayı bu celîl yâni daha yüksek grup Cemâl'den' Celâl ile ve Celâl'den de Cemâl ile ve Hak'tan hálk ile ve hálktan da Hak ile örtülü olmayan kemâl ehlidir. Bunlar hakkında Hak Teâlâ:
“Ricâlun lâ tulhîhim ticâratun ve lâ bey’un an zikrillâhi” yâni “O erler ki ne ticâret ne alış-veriş onları Allah zikrinden alıkoymaz” (Nûr, 24/37) buyurur.
Ve iki açılım ile berâber Hak bizim üzerimize, ancak bizim ile hükmeder. Hayır, belki biz, bizim üzerimize bizim ile hükmederiz; velâkin Hak'ta hükmederiz (15).
Yânî iki açılım ile, Hak bizim aynlarımız üzerine, dünyâda ve âhirette, saâdet ve şekâvet, tâlihsizlik ve tâlihli oluş, noksan ve kemâl ile, ancak ayn-ı sâbitemizin zâti özelliklerinin gereklerine ve onun verdiği hükme göre hükmeder.
Bu iki açılımdan ilk açılımın verdiği bilme, a'yân aynalarında Hakk'ın muhtelif sûretler ile açığa çıkmasının ve tecellîsinin, a'yân-ı sâbitemizin zâti özellikleri ve yapılmamış istîdâdlar dolayısıyla olmasıdır.
Ve ikinci açılımın verdiği bilme de Hakk’ın vücût aynasında a'yân-ı sâbite sûretlerinin, açığa çıkmasının onların gerekleri dolayısıyla olmasıdır.
Bu iki açılımın birden verdiği bilme bu olur ki: Hak ezelen bizim a'yân-ı sâbitemiz üzerine ve ebeden de vücûd aynlarımız üzerine, ancak istîdâdımızla kendisinden taleb ettiğimiz veyâ onun üzerine önceden hükmettiğimiz şeyle hükmeder. Ve bu sûrette aynlarımız üzerine biz hükmetmiş oluruz. Velâkin bizim, bizim üzerimize, bizimle olan bu hükmümüz Hakk'ın vücûdunda olduğumuz halde olur. Çünkü biz, Hakk'ın zâti işleri ve ilmi bağıntılarının sûretleriyiz. Ve bu hüküm kader sırrına dayanır.
Bunun için Allah Teâlâ “fe lillâhil huccetul bâligatu“ (En'âm, 6/149) buyurdu. Yânî "Perdeli olanların üzerine Allah için hüccet-i bâliğa yânî apaçık delîl sâbittir" dedi. Ne zaman ki perdeli olanlar, arzûlarına uygun olmayan şeyden dolayı, Hakk'a: "Niçin bize böyle böyle yaptın?" derler. Şimdi Hak, onlar için sâkı açar. Ve "sâk", ârif olanların burada açtığı iştir. Bundan dolayı perdeli olanlar, Hakk'ın onlara iddiâ ettikleri şeyi etmediğini ve ettiği şeyin onlardan olduğunu görürler. Çünkü Hak onları, ancak ilmi mertebede sâbit oldukları şey üzerine bildi. Böyle olunca perdeli olanların delîlleri bâtıl ve hüccet-i bâliğa yânî apaçık delîl Allah için sâbittir (16).
Yânî Celâl ehli, dünyâda kendilerinden çıkmış olan fiillere karşılılık, kendilerine hoş gelmeyen karşılık ile azarlandıkları zaman Hakk'a; "Niçin bize böyle azâb ediyorsun? Bizden çıkmış olan fiiller, ancak senin ezelde takdîr ettiğin şeydir. Şimdi bu takdîr edilen fiillerimizden dolayı bizi azarlayıp azâb etmek zulümdür" derler. Hak Teâlâ da onlara "sâk"ı, yânî a'yân-ı sâbitelerinin yapılmamış olan istîdâdlarını açar. Ve bu halde Hakk'ın onlara iddiâ ettikleri yön ile zulüm etmediğini ve belki ezelî istîdâdlarının icâbınca ne istemiş iseler onları verdiğini ve işledikleri fiillerin kendilerinden olduğunu görürler. Ve “ve mâ zalemehumullâhu ve lâkin kânû enfusehum yazlimûn” yâni “Ve Allah, onlara zulmetmedi. Fakat onlar, kendi nefslerine zulmediyorlardı” (Nahl, 16/33) âyeti kerîmesini tasdîk eden hâl ortaya çıkar. Çünkü Hak'tan onların üzerine geçerli olan ve gerçekleşen fiil, onların gerekleri dolayısıyladır; yoksa cebren değildir. Ve Hak isti’dâdları dolayısıyla her şeye vücût feyzi buyurur. Ve onların istek ve talebi üzerine hüküm uygular ve fiil açığa çıkarır. “Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hum yus’elûn“ yâni “O yaptıklarından mes’ul olmaz, onlar ise mes’uldürler” (Enbiyâ, 21/23) âyet-i kerîmesi icâbınca Hakk'a, "Niçin onların isteklerini yerine getirdin?" diye soru sorulmaz. Çünkü Feyyâz yâni “Feyz verici” elde aslâ cimrilik yoktur; kim ne isterse onu verir. Bu husûsta ancak tâlepte bulunanlar mes'ûldür. Ve "sâk"ın açılması, yânî a'yân-ı sâbitenin istîdâdını öğrenmek, perde ve Celâl ehli için âhiret yurduna mahsûstur. Fakat âhiret oluşumu üzerine olan mârifet ehli, dünyâ yurdunda da "sâk"ı açıp işi müşâhede ederler.
Şimdi bu "sâk"ın açılması anında perde ehlinin: "Bizim fiilimiz Hakk'ın takdîri iledir" diyerek ortaya koydukları delîl, Hak Teâlâ Hazretlerinin: "Benim takdîrim kudretime ve kudretim irâdeme ve irâdem ilmime ve ilmim de sizin yapılmamış olan bilinen istîdâdlarınıza tâbîdir" diyerek ortaya koyduğu delîl ile çürütülür. Ve delîl Hak için sâbit olur.
Şimdi eğer sen diyecek olur isen ki: "Şu halde Hakk'ın “fe lev şâe le hedâkum ecmaîn” yâni “Eğer O dileseydi, elbette hepinize hidâyet ederdi” (En'âm, 6/149) sözünün ne faydası vardır?" Biz deriz ki: “lev” yânî “eğer” olumsuzluk harfidir, olumsuzluk içindir. Bundan dolayı Hakk'ın irâdesi, iş ne üzerine ise o şey üzerine oldu (17).
Yânî sen soru sorarak diyecek olursan ki: Yukarıda bahsedildiği üzere bizim üzerimize hâkim olan mâdem ki bizim aynlarımızdır; Hak ise, ancak aynlarımızın icâbına göre vücût feyzi veriyor, şu halde Hakk'ın: "Eğer Hakk dilese idi, hepinize hidâyet ederdi" (En'âm, 6/149) kavlinde ne fayda vardır? Çünkü bu sözden hidâyetin ancak Hakk’In dilemesi ile olduğu anlaşılmaktadır.
Biz cevâben deriz ki: “lev şâe” yânî “eğer dileseydi”deki “lev” yânî “eğer” olumsuzluk harfidir. Bir şeyin olumsuzluğunu icâb ettiren diğer şeyin olumsuzluğu için konuldu. Ve âyet-i kerîmenin yüksek ma’nâsı "Eğer küllün hidâyetini dileseydi, hidâyet eder idi. Velâkin, hidâyet için küllün istîdâdının olmadığına ilminden dolayı hepsine hidâyet etmedi" şeklindedir. Bundan dolayı yânî küllün hidâyetinin olumsuz oluşundan dolayı, olumsuzluk şartı olan "lev" dilemeye dâhil oldu.
Velâkin aklın delîli hükmünde, imkân dâhilinde olanın "ayn"ı, bir şeyi ve onun zıddını kabûl edicidir. Ve idrâk edilebilir olan iki hükümden hangisi gerçekleşirse; o hüküm sâbitliği hâlinde onun üzerine bulunduğu iştir. Ve “le hedâkum” yânî “hidâyet ederdi” kelimesinin ma’nâsı “li yubeyyine lekum” yâni “size beyân ederdi”dir. Velâkin, âlemden her imkân dâhilinde olanın, kendi nefsinde işin, ne şey üzerine sâbit olduğunu idrâk etmesi için, Allah Teâlâ basîret aynını açmadı. Bundan dolayı onların bâzısı âlim ve bâzısı câhildir (18).
Yânî akıl, kendinde hakîkati, bulunduğu hâl üzere idrâkten perdeli ve âciz olduğundan, getirdiği delîl ile, imkân dâhilinde olanın ayn-ı sâbitesinin hidâyete ve onun zıddı olan dalâlete kâbiliyeti olduğuna hükmeder. Aklın bu hükmü, a'mâ olan kimsenin hükmüne benzer. Meselâ bir a'mânın yanında bir kimse ses çıkarmadan dursa, o a'mânın bu kimse hakkındaki hükmü ikidir. O der ki: "Bu kimse Zeyd'dir veyâ Zeyd'in dışında biridir.” Eğer gözü görse idi, hakîkat bir olduğundan "Bu Zeyd'dir" diye hükmedecek ve bu hükmü birden ibâret olacak idi. Ve a'mânın bu hükümleri imkân dolayısıyla doğru olsa bile işin aslında yalnız birisi hakîkattir. İşte imkân dâhilinde olanın ayn’ı da bunun gibidir. Hakîkati, müşâhede sâhibi olan kimse bilir. Bu bahsi biraz daha îzâh edelim:
Biliyoruz ki, a'yân-ı sâbite ilâhî ilimde sâbit olan ilâhi isimlerin sûretleri ve görünme yerleridir. İlâhi isimler ve sıfatlar ise, kâdim olan zât ile mevcût ve onun aynıdır. Bu sûrette a'yân-ı sâbite hakîkat yönünden zâtın aynı olur. Zât ise bâkî, ezelî ve ebedîdir. Ve ona fenâ ve yokluk ârız olmadığı gibi yapma ve îcâd dahi ârız olmaz. Bundan dolayı a'yân-ı sâbitenin istîdâdları ilâhi isimlerin icâbları olduğundan yapılmış değildir. Halbuki Hak Teâlâ hazretleri kâbiliyetleri, ancak istîdâdlarına göre îcâd etti. Ve vücûtta, ancak aynlarının verdikleri şey oldu. A'yân-ı sâbite ise, ancak zâtlarının icâbını verdi. Ve zât, bir şeyi ve onun zıddını gerektirmez. Meselâ Hadî isminin sûreti ve görünme yeri, hidâyette olma ayn’ıdır; dalâlette olma ayn’ı olamaz. Çünkü Hâdî isminin icâbı hidâyettir. Onun zıddı olan dalâleti gerektirmez. Nitekim (s.a.v.) Efendimiz Hâdî isminin en mükemmel görünme yeri olduklarından "Beni gören, beni görmüştür. Çünkü, şeytan benim sûretim ile sûretlenemez" buyururlar. Çünkü şeytan, Mudill isminin en mükemmel görünem yeri olduğundan, bu ismin zıddı olan Hâdî ismini kabûl edici değildir.
Bununla berâber aklın delîli hükmederken,"imkân dâhilinde olan", bir şeyi ve onun zıddını kabûl eder, der. Bu, onun imkân ile vasıflanmasından dolayıdır. Çünkü imkân, varlık ve yokluk taraflarının eşitliğini icâb ettiricidir. Nitekim a'mâ, yanında hareket eden bir mahlûka "Ya hayvan veyâ insandır" diye iki hüküm verir. Bu iki hükümden hangisi gerçekleşirse, o hüküm hakîkate uygundur.
Ve “le hedâkum” yânî “hidâyet ederdi” “li yubeyyine lekum” yâni “size beyân ederdi” ma’nâsınadır. Yânî: Eğer Allâh dilese idi, işin ilâhî ilimde sâbitliği hâlinde, ne şey üzerine sâbit olduğunu Hak hepinize beyân eder idi, demek olur.
Şimdi, Hak dilemedi, onların hepsine hidâyet etmedi ve dilemez de; “in yeşâ” yânî “eğer dilerse” sözü de böyledir. Hiç diler mi? Bu olmaz şeydir (19).
Yânî Hak onların hepsine hidâyet etmeyi ezelde dilemedi ve ebedde de dilemez. “İn yeşa’ yuzhibkum ve ye’ti bi hálkın cedîd” yâni “Eğer dilerse sizi giderir ve yeni hálk getirir“ (İbrâhîm 14/19) âyet-i kerîmesindeki “in yeşâ” yânî “eğer dilerse” sözü de “lev şâe” yânî “eğer dileseydi” gibidir. "İn" "lev" ma’nâsınadır. Geçmiş zaman kipi olan "şâe" yâni “diledi” kelimesindeki "lev" şart harfi olumsuzluk için olduğu gibi, gelecek zaman kipi olan "yeşâ” yâni “dilerse” kelimesindeki "in" şart harfi de olumsuzluk içindir.
Yânî ezelde ilâhî ilimde sâbit olduklarında, giderilmesine kâbiliyyetleri olmadığından, gelecek zaman olan ebedde de giderilmelerine dilemenin isâbet etmesi olumsuz oldu, demek olur.
Cenâb-ı Şeyh (r.a.) reddetmeyi içine alıcı olan dikkat çekme sorusuyla "Hiç diler mi?" buyururlar. Yânî ezelde hepsinin aynları hidâyeti taleb etmediği halde, hiç onların hidâyetine ebedde ilâhi dileme isâbet eder mi? Elbette etmez. Çünkü, bu olmayacak bir şeydir ve olumsuzdur demektir.
Böyle olunca, Hakk'ın dilemesi ahadiyyet üzere isâbet eder. O da ilme yânî bilmeye tâbî olan bir bağıntıdır. Ve ilim de ma'lûma yânî bilinene tâbî olan bir bağıntıdır. Oysa ma'lûm yâni bilinen sensin ve senin hallerindir. Bundan dolayı ilim için ma'lûmda eser yoktur. Belki ma'lûm için âlimde yânî bilende eser vardır. Şu halde, ma'lûm kendi nefsinden, aynında sâbit olduğu şeyi Hakk'a verir (20).
Yânî zâti dilemenin, ilâhi ma’lumların hepsine isâbet etmesi ve bağıntısı ahadiyyet üzere ve bir seviyededir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Ve mâ emrunâ illâ vâhıdetun ke lemhın bil basar” yânî “Ve Bizim emrimiz, tek bir emirden başka bir şey değildir, gözün bir anlık bakışı gibidir.“ (Kamer, 54/50). Fakat her bir ma'lûm, zâtının istîdâdınâ göre, o tek bir dileme olan zâtî tecellîden kendisine mahsûs olan hissesini ve nasîbini alır. Ve her ma'lûmun istîdâdı muhtelif olduğundan, bir olan isâbet ediş dahi türlü türlü olur. Meselâ güneşin ışıkları ahadiyyet üzere isâbet eder. Fakat pencerelerinin camı yeşil, kırmızı, mavî, sarı, mor renkte olan bir hâneye tecellî ettiği zaman, hânenin içine giren ışıklar türlü türlü olur. Bu türlü türlü oluş ise camların birbirinden farklı olan istîdâdlarından kaynaklanır. Yoksa güneş, her mahalle bir seviyede bir renkte tecellî edicidir.
"Meşiyyet yâni dileme" dediğimiz şey "ilm"e ve ilim de "ma'lûm"a tâbi' olan birer bağıntıdır. Çünkü ma'lûm olmayan bir şeye irâde ve dilemenin isâbet etmesi mümkün olmadığı gibi, ortada da bilinen bir şey olmadıkça bilmek durumu da oluşmaz. Daha açıkçası, bir şeyi istemek onu bilmeğe bağlıdır. Çünkü bilinmeyen bir şeyi dilemek mümkün olmaz. Ve bir şeyi bilmek için de ma'lûmun yâni bilinenin belirli bir sûretinin mevcût olması lâzımdır. İşte ma'lûm sensin ve senin ayn-ı sâbitenin halleridir. Ve ayn-ı sâbite bir dîğerinin zıddı olan iki şeyden birisinin vücûdunu icâb ettirir. Yânî hidâyet ve dalâletten birisini icâb ettiricidir. Bundan dolayı dileme de, o bir olan hükme isâbet eder. Bu sûrette, a'yân-ı sâbiteden her birisi, Hakk'a ne hüküm vermiş ise kendisi o hüküm ile Hakk'ın ma'lûmu yâni bilineni olur.
İşte bu sebepten dolayı ilmin "ma'lûm" üzerine bir te'sîri yoktur; belki "ma'lûm"un âlim üzerine te'sîri vardır. Çünkü ma'lûm, hâl dili ile âlime: "Ben şu hâl üzerine sâbitim. Sen beni bu sâbit olduğum hâl üzerine bil!" der. Ve nefsinden, aynında sâbit olduğu şeyi Hakk'a verir.
Ve ilâhî hitâb, muhâtablar ne şey üzerine uygun oldularsa, ancak o şey dolayısıyla ve aklî bakış açısının verdiği şey dolayısıyla ulaştı. İlâhî hitâb, açılımın verdiği şey üzerine ulaşmadı. İşte bundan dolayı mü'minler çok ve keşf yâni açılım sâhibi olan ârifler az oldu (21).
Yânî insânların geneli çok akıllılardan ve fikrî bakış sâhiplerinden olduklarından “fe lev şâe le hedâkum ecmaîn” yâni “Eğer O dileseydi, elbette hepinize hidâyet ederdi” (En'âm, 6/149) ve “Ve lev şâe rabbuke le âmene men fîl ardı küllühum cemîân“ yânî “Ve eğer Rabb’in dileseydi yeryüzünde olanların hepsi elbette îmân ederlerdi” (Yûnus, 10/99) ve benzeri olan ilâhî hitâp onların hallerine, yânî akıllarının icâbına göre ulaştı; keşfin yâni açılımın îcâblarına göre ulaşmadı. Çünkü, aklî bakış sâhiplerinin istîdâdları buna yetişmez. Ve kader sırrına vâkıf, keşf yâni açılım sâhiplerinden olan ârifler ise azdır. Ve mârifet tavrı, aklî idrâk tavrının üstündedir. Ve mârifet tavrı ise, işlerin hakîkatleri olduğu yön üzere, keşiftir.
Ve bizden ancak ma’lum yânî bilinen makâmı olmayan bir kimse yoktur. Ve bilinen makâm, sâbitliğinde onunla olduğun ve vücûdunda onunla açığa çıktığın şeydir (22).
Yânî, bizim taayyün etmiş olan vücûtlarımızdan hiçbir vücût yoktur ki, onun bir bilinen makâmı bulunmasın. Ve ister âriflerden olsun, ister diğer kişilerden olsun, hiç birisi bu bilinen makâmını geçerek onun dışına çıkamaz. Çünkü bilinen makâm, senin ilâhî ilimde sâbitliğin hâlinde giyinmiş olduğun şeydir ki, sen bu hâricî vücûdunda dahi o şeyle açığa çıktın. Bundan dolayı bir kimsenin ilâhî ilimde makâmı, her şeye akıl vâsıtasıyla vâkıf olmayı gerektirse, hâricî vücûtta, yânî bu dünyâda dahi o makâmının, yânî akıl âletinin zebûnudur. Bu zümre her şeyi kendi akıllarıyla kıyâs ederler ve akıllarına uygun gelmeyen şeyi reddederler. Halbuki akıl, hakîkatleri idrâkten âcizdir. Felsefeciler ile zâhir ehli olan âlimlerin halleri meydandadır. Hattâ İmâm-ı Fahreddîn Râzî (rahmetullâhi aleyh) gibi âlimlerin büyüklerinden olan bir zât bile, aklın zebûnu olup kalmıştır. Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a). efendimiz Mesnevî-i Şerîf’lerinde buyururlar:
Tercüme: "Eğer akıl bu bahiste yol görücü olaydı, Fahreddîn Râzî, dînin sırrını bilici olurdu."
Bu böyle olduğu gibi, bir kimsenin ilâhî ilimde makâmı, keşif yâni açılım ile kader sırrına vâkıf olmayı gerektirse, hâricî vücûdu olan bu dünyâda dahi, o sûretle açığa çıkar ve cehâletin sürüklemesiyle Allâh'a îtirâz etmez.
Sonuç olarak ilâhî ilimde olan sâbitlik üzere hâricî vücûtta açığa çıkmak, ilâhî dileme iledir. Ve dileme ise, ancak ilâhî ilimde olan sâbitlik üzerine isâbet eder. Ve ilâhî ilimde olan a'yân-ı sâbitenin özellikleri muhtelif olduğundan, dilemenin isâbeti de muhtelif olur. İşte bu sebepten dolayı ilâhî dileme hepsinin hidâyetine isâbet etmedi. Çünkü, kişilerden her bir kişi, bir bilinen makâm sâhibidir, oradan çıkamaz. Bundan dolayı hidâyete istîdâdı olmayan şahsın hidâyetine, ilâhî dileme isâbet etmez.
Şimdi, vücût mârifetinde, meşrebler ve zevkler bu bilinen makâm gereğince muhtelif olup bâzısı, Hak için vücût isbât ederek, hálkı Hak'ta müşâhede ettiği ve bâzısı hálk için vücût isbât edip Hakk'ı hálkta gördüğü ve bâzısı da bir vech ile Hakk'ı ve bir vech ile hálkı isbât eylediği yönle cenâb-ı Şeyh (r.a.) bu muhtelif zevkleri, şart kipi kullanarak aşağıdaki cümlelerde beyân buyururlar:
Bu, senin için vücût olduğu sâbit olursa böyledir. Ve eğer sâbit olacak olursa ki, tahkîk ile vücût Hak içindir, senin için değildir; bundan dolayı hüküm, Hakk’ın vücûdunda şüphesiz senin için sâbittir. Ve eğer sâbit olacak olursa ki, tahkîk ile sen mevcûtsun; o halde hüküm hiç şüphesiz senin içindir. Ve eğer hâkim Hak olacak olursa, bu halde Hak için senin üzerine vücût feyzi vermekten başkası yoktur. Ve senin üzerine olan hüküm, senin için sâbittir (23).
Yânî bu makâm, Hak'la berâber senin için vücût sâbit olursa, oluşur. Yânî senin yok hükmünde olan ayn-ı sâbitenin aynasında, Hakk'ın vücûdu bu ayn-ı sâbitenin gereğine göre taayyün edip, o ilmi sûret hâricî vücûtta, yânî şehâdet âleminde, açığa çıktığı zaman, senin için vücût sâbit olursa, bu makâm sana bağlanır. Ve eğer ayrıntısı daha önce geçen ilk keşfin verdiği mârifet üzere, a'yân-ı sâbite aynalarında taayyün etmiş bulunan ve bu taayyün icâbına göre hissî vücûtta açığa çıkan Hakk’ın vücûdunun, taayyün eden için olduğu sâbit olursa, hiç şüphesiz Hakk'ın vücûdunda hüküm senin için oluşur. Çünkü senin ayn-ı sâbiten zâti özellikleriyle, kendisinde açığa çıkmış olan Hakk'a bir hüküm verdi. Hak da o hüküm ile onda açığa çıktı. Vâhidin yâni birin vücûdu zât yönünden vâhiddir yâni birdir; onda birden fazla oluş yoktur. Ve aynı şekilde tecellî de zâttan başlangıçta vahdet yâni birlik üzere açığa çıkar. Fakat a'yân aynalarında farklılık ve çeşitlilik, Hakk’ın vücûdunda birden fazla oluş ve çokluk açığa çıkarır. Bu şekilde vücût Hakk'ın, hüküm ise aynlarındır. Aynlar ise çekirdeğin içindeki ağaç gibi yok hükmündedir.
Ve eğer yine ayrıntısı daha önce geçen ikinci keşfin verdiği mârifet üzere, Hakk'ın vücûdu a'yân aynalarında, bu aynların icâblarına göre açığa çıkıp bunlar bir dîğerinden farklı olduğu zaman, senin aynın üzerine, feyz verilmiş olan vücût nûru ile senin mevcût olduğun ve mutlak vücûdun senin aynında kayıtlı olduğuna îtibâr edilirse, hiç şüphesiz hüküm, senin için oluşur. Çünkü sen, sana özel hüküm ile senin aynın üzerine hükmetmesini, istîdâdın dolayısıyla Hak üzerine hükmedersin.
Ve eğer sana vücût vermesi dolayısıyla, senin üzerine hâkim Hak olacak olursa, Hakk’ın hükmü, senin üzerine ancak vücût feyzi vermekten ibâret etmiş olur. Ve senin aynın üzerine hüküm, yine senin tarafından olur. Çünkü senin ayn-ı sâbitenin sana özel isti’dâdı, Hakk’a ne hüküm vermiş ise, Hakk bu ayn-ı sâbiten üzerine ancak o hüküm ile hükmeder.
Şimdi sen ancak nefsine hamd et ve ancak nefsini kötüle! (24).
Yânî senin ayn-ı sâbiten saâdet ve kemâli icâb edip Hakk’a, hâl lisânı ile “Benim üzerime saâdet ve kemâl ile hükmet!” diye hükmetmiş ve bundan dolayı hâricî vücûtta, yânî bu dünyada, o ezelî hükmün eseri, sende saâdet ve kemâl sûretinde açığa çıkmış ise, bundan dolayı ancak nefsine hamd et; çünkü hüküm senindir. Ve eğer ayn-ı sâbiten şekâveti ve noksanı icâb edip Hakk’a bu hükmü verdiği için, bu âlemde de sen şekâvet ve noksan üzerine isen, bundan dolayı da kendi nefsini kötüle; çünkü hüküm, yine senindir.
Hidâyet ve dalâlet ve hayır ve şer ve her şey, vücût feyzi vermesi îtibârıyle Hakk’ındır. Yoksa a’yân-ı sâbite, Hakk’a ne hüküm vermiş ve Hakk’tan ne istemiş iseler, o açığa çıktığı için bunların hepsi aynlardandır. Bundan dolayı eğer zulûm olursa hálktandır, Hak’tan değildir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “ve mâ zalemnâhum ve lâkin kânû enfusehum yazlimûn” yânî “Biz, onlara zulmetmedik. Fakat onlar, kendilerine zulmediyorlardı.” (Nahl, 16/118)
Ve Hak için, vücût feyzi vermenin hamdinden başka bir şey bâki kalmaz. Çünkü bu O’nun içindir, senin için değildir. Şimdi sen hükümler ile O’nun gıdâsısın ve O vücût ile senin gıdândır (25).
Aynlar yokluk üzerine olup, Hak Teâlâ onlara vücût feyzi vermiştir. Bundan dolayı sen, vücût bulduğun ve açığa çıktığın için Hakk'a hamd edersin. Çünkü vücût ve açığa çıkmada senin parmağın yoktur. Bununla berâber, aynlar hakîkatte Hakk'ın gayrı olmadığından hamdların hepsi yine Hakk'a dönük olur. Şimdi sen hüküm verdiğin, Hakk da sana vücût verdiği için, sen, hükümlerle Hakk'ın gıdâsısın. Çünkü senin ayn-ı sâbitenin hükümlerinin sûretlerine büründüğü halde açığa çıkan Hakk'ın vücûdudur. Bundan dolayı senin esâsların ile açığa çıkan Hakk'ın vücûdu, senin ayn-ı sâbitenin sûretiyle ve onun hükümleri ile gıdâlanan olur. Ve gıdâ gıdâlananın vücûdunda gizli ve gıdâlanan zâhir olduğu gibi, senin ayn-ı sâbitenin hükümleri de Hakk'ın vücûdunda gizli ve Hak zâhirdir.
Ve aynı şekilde sen, Hakk'ın vücûdu ile zâhirsin. Ve Hakk'ın vücûdu ile zâhir olan ayn-ı sâbitenin sûretinde Hak, gizlidir. Bundan dolayı sen, Hakk’ın vücûdu ile gıdâlanansın. Ve sen zâhirsin; Hakk’ın vücûdu da bâtındır.
Burada "gıdâ" tâbîri, mecâz yoluyla kullanılmıştır. Çünkü gıdâ, nasıl ki gıdâlananın devamlılığına ve olgunlaşmasına ve kemâlâtının açığa çıkmasına sebep olur ise, aynların hükümleri de o aynlarda açığa çıkan Hakk'ın vücûdunun olgunluk ve devamlılığına sebeptir. Ve aynı şekilde Hak dahi vücûdu ile aynların olgunluk ve devamlılığına sebeptir. Ve gıdâ gıdâlananda gizlenmiş olduğu gibi, Hak gıdâlanan gibi aynlarda zâhir ve aynlar gıdâ gibi Hak'ta gizlenmiştir. Ve aynı şekilde aynlar, Hak'tan vücût bulup gıdâlanan gibi zâhir ve Hak, gıdâ gibi onlarda gizlenmiş oldu. Bundan dolayı aynlar, Hak üzerine hükümler ile ve Hak da aynlar üzerine vücût ile hâkimdir.
Şimdi senin üzerine taayyün etmiş olan şey, Hak üzerine taayyün etmiş oldu. Bundan dolayı emr, Hak'tan sana ve senden Hakk'adır. Şu kadar ki sen mükellef olarak isimlenirsin. Oysa Hak sana, ancak hâlin ile ve üzerinde bulunduğun istîdâdla, bana teklîf et, dediğin şeyle teklîf etti. Ve Hak (ism-i mef'ûl yânî edilgen ortaç olarak) mükellef olarak isimlendirilmez (26).
Yânî ezelde ayn-ı sâbitenin hükmü, Hak üzerine taayyün edici olduğundan, Hak üzerine hükmedilen oldu, sen de hâkim oldun. Ve aynı şekilde zâhir vücûtta senin vücûdunun üzerine Hakk'ın hükmü taayyün edici olduğundan, sen üzerine hükmedilen oldun, Hak da hâkim oldu. Bu şekilde hüküm Hak'tan sana dönüktür. Çünkü senin ayn-ı sâbiten üzerine vücût feyzi vermekle Hak senin üzerine hâkimdir ve sen hüküm verilensin.
Ve yine hüküm, senden Hakk'a âittir. Çünkü ayn-ı sâbiten, zâti özelliklerinin icâb ettirdiği hükmü Hakk'a vermekle, sen Hak üzerine hâkimsin ve Hak üzerine hüküm verilendir. Bundan dolayı Hak ile aynlar bir yön ile hâkim yâni hüküm veren bir yön ile mahkûm yâni hüküm verilendir.
Ancak Hak ile senin aranda, üzerine hüküm verilen olmak husûsunda, şu kadar fark vardır ki, sana "ism-i mefûl yâni edilgen ortaç" kipiyle "mükellef" denilir ve Hakk'a denilmez. Çünkü Hak üzerine hiçbir külfet ârız olmaz.
Şiir:
Şimdi Hak bana hamd eder; ben de Hakk'a hamd ederim. Ve Hak bana ibâdet eder; ben de O'na ibâdet ederim (27).
Yânî Hak, benim vücût dâireme karışmasına ve zâtı yönünden değişmeksizin, ilâhi sûretiyle bütünsel ve ayrıntısal olarak bende açığa çıkışına ve benim onun bütün isimlerine görünme yeri oluşuma hamd eder. Çünkü, eğer ben olmasa idim, Hak bilinmez idi ve ibâdet olunmaz idi ve kendisine hamd edilmez idi; bütünsel ve ayrıntısal açığa çıkma ile açığa çıkmaz idi. Kendisini kendisiyle bilmesinden ibâret olan ilk taayyün(celâ) ve isim ve sıfatlarının açığa çıkışıyla olan bilmesinden ibâret olan taayyünün(isticlâ) kemâli oluşmaz idi. Nitekim Şems-i Mağribî buyurur. Beyt:
Tercüme: "Senin zuhûrun benim iledir; benim vücûdum da Sen'dendir. Eğer ben olmasa idim, Sen açığa çıkmaz idin ve eğer sen olmasa idin, ben vücût bulmaz idim."
Ve aynı şekilde Hâce Hâfız Şîrâzî buyurur. Beyt:
Tercüme: "Ma'şûkumuz olan Hakk'ın gölgesi, âşık olan bir mahlûkûn üzerine düştü ise ne oldu? Çünkü biz vücûtta O'na muhtâc idik, O da açığa çıkmada bize iştiyakli idi."
Ve Hak bana hamd ettiği gibi ben de Hakk'a hamd ederim. Çünkü beni “Allah Âdemi kendi sûreti üzere hálk etti” icâbınca kendi sûreti üzerine ortaya çıkarıp "akdes feyz"i, ahadiyyet nefes-i rahmânîsi ile bana vücût feyzi verdi. Ve bütün kemâlât ile bende açığa çıkıp ilâhi sûretini bana ni’met olarak verdi. Nitekim Âdemoğlundaki bu görünme yeri oluşa işâret olarak cenâb-ı Sa'dî buyurur. Beyt:
Tercüme "Cenâb-ı Mün'im'den ni’met olarak verilen Âdemoğlunun siyahlık sırrındaki şey, ne felek için müsellemdir, ne de melek için hâsıldır."
Ve Hak bana ibâdet, yânî itâat eder.Çünkü “ud’ûnî estecib lekum” yânî "Bana duâ ediniz ki size icabet edeyim” (Mü'min, 40/60) îcâbınca ben O'ndan taleb ederim, O da benim talebime îcâbet eder. Ve ben ilk taayyün mertebesinde taayyün ettiğimde beni rûhânî olan mertebelerden ve cismânî olan tavırlar ve değişimlerden geçirerek insan sûretinde icâd etti ve açığa çıkardı. Ve insâni sûreti düzenleyip ilâhi kemâl sûretinin rûhunu üflemek için beni terbiye eyledi. Nitekim cenâb-ı Mevlânâ (r.a) bu tavırlar ve değişimlere işâret olarak Mesnevî-i Ma'nevî'lerinde buyururlar. Mesnevî:
Tercüme: "Mâdenlik mertebesinden öldüm, bitki oldum. Ve bitki mertebesinden öldüm, hayvan ile berâber oldum. Hayvanlıktan öldüm; Âdem oldum. Şu halde ölmekten ne korkayım, ne vakit ölmekten noksan oldum?"
Hak bana ibâdet ettiği gibi ben de O'na ibâdet ederim. Çünkü bana ni’met olarak verdiği ilâhi sûretin bütün kemâlâtını ve isimlere ve zâtına âit tecellîleri kabûl edip, o sûret ile onu açığa çıkardım.
Şimdi ibâdetin Hakk'a ıtlâkı kötü edebden kaynaklanmadığı gibi, sarhoşluk sâhiplerinin sözü türünden de değildir. Bu söz, tahkîk ehli ârif ve işlerin en ince yönlerini araştıran vârislerin sözüdür. Ârifin sözü ise, usûl ve mârifet üzeredir. Ondan her ne yol üzere bir ibâre çıksa edebe uygundur. Âriften, şüphe sahipleri ve kötü edeb sâhiplerinden çıkan söz şeklinde ibâreler çıksa bile, hükümde onlar gibi değildir. Çünkü ârif zâti ihâtaya bakıcıdır. Onun şâhitliğinde Hakk'ın kabûl etmeyeceği bir hüküm ve zâhir olmayacağı bir vasıf yoktur. Özellikle bu grup (rahmetullâhi aleyh), ilâhi sırları istîdâd sâhiplerine anlatmak için, diğer ilim sâhiplerince konulan birtakım terimler gibi, terimler koymuşlardır. Ve onların terimleri îcâbınca “ibâdet"ten kasıt "îcâd” ve "terbiye"dir; ve "itâat", yânî îcâbet etmek de “îcâbet”tir. Nitekim Ebû Tâlib, (S.a.v.) Efendimize “Ey Muhammed, senin Rabb’in sana ne kadar itâatli!” dedi. Ve cenâb-ı Fahr-i âlem Efendimiz de “Ey amcam, eğer sen O’na itâat edersen, O da sana itâat eder. O’na onun emirlerine uyarak kulluk et!” buyurdular. Bundan dolayı asıl kötü edeb bu saâdet sofrası zâtların terimlerine anlayış yokluğu sebebiyle sözlerini kötü edebe yükleyerek îtirâzlarda bulunmaktadır.
Şimdi halde ben O'na ikrâr ederim ve aynlarda O'na inkâr ederim. O beni bilir, ben O'nu inkâr ederim. Ve ben O'nu ârifim; bundan dolayı O'nu müşâhede ederim (28).
Yânî cem' ve vahdet makâmının üstün gelmesi hâlinde, Hakk'ın vücûdunun birliğine ikrâr ederim. Çünkü bütün eşyâyı Hakk’ın vücûdunda fânî ve helâk olmuş bir halde müşâhede eylerim. Fakat ne zaman ki muhtelif aynlara bakarım, hálkı görürüm. Çokluğun üstün gelişinden dolayı, bu sonradan olma aynlarda O'nun taayyün etmiş ve gizlenmiş olup, onlardan tecellî edici oluşunu tenzîh sebebiyle inkâr ederim. Hak hallerin ve tavırların hepsinde beni bilir. Çünkü bütün a'yânı sâbiteyi ve sonradan olan işleri kapsamıştır. Ve şehâdet âleminde eşyâ sûretlerinde tecellî edip açığa çıkınca, ben inkâr ederim. Çünkü zâtının birliği dolayısıyla, ben O'nu birden fazla olma ve çokluktan tenzîh ederim ve sonradan olan eşyâ sûretlerinden O'nu sıyırırım. Ve ben O'nu bilirim. Şu halde O'nu toplu ve ayrıntılı müşâhede ederim. Çünkü mârifet ve müşâhede, benim hakîkatimin îcâbıdır. O'nu bilmeyi ve görmeyi, benim hakîkâtim bana verdi.
Bizden nasıl ganî olur? Oysa ben O'na müsâade ederim. Ve ben O'nu is'âd ederim. Hak bunun için beni îcâd etti, tâ ki ben O'nu bileyim. Şimdi ben O'nu ilimde îcâd ettim. Bize hadîs bu ma’nâ ile geldi. Ve Hakk'ın maksadını bende tahkîk et! (29).
Yânî Hak isimleri ve sıfatlarıyla bizden nasıl ganî olur? Oysa ben, O'nun isimlerinin ve sıfatlarının ve tecellîlerinin bende açığa çıkmasında, O'na müsâade ederim. Ve müsâade "yardım" ma’nâsınadır. Ve "yardım" hakkında âyet-i kerîmede “in tensurûllâhe yensurkum” yânî “Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, O da size yardım eder“(Muhammed, 47/7) buyrulur. Çünkü kabûl edici, yânî edilgen, fâilin fiiline yardım eder. Ve ben zâtımın aynasında ve aynımın görünme yerinde Cemâl ve Celâl'iyle açığa çıkışında, Hakk'ı is'âd ederim yâni saîd kılarım. "İs'âd", hakîkatte bâtındaki kemâlâtın zâhire ihrâç ve ortaya çıkarılmasından; ve isimlerin kemâlâtının aynlarda açığa çıkmasından ibârettir. Nitekim hadîs-i şerîfte “Eğer siz hiç günâh işlemeseydiniz, Allah Teâla sizi helâk eder ve yerinize, günâh işleyecek mağfiret edeceği bir kavim getirirdi.” buyrulur. Ve bu hadîs-i şerîfin yüksek meâline uygun olarak Şeyh Nazîf Mevlevî buyurmuştur:
Mağfiret aynası isyân sûretinedir.
Halk günâh etmese hálk eder başkalarını İlâh.
Sonuç olarak Hak, zâtı yönünden âlemlerden ganîdir. Fakat isimleri ve sıfatları yönünden bizlerden ganî değildir. Çünkü ulûhiyyet ilâhı olan ile ve hâlıkıyyet hálk olan ile ve rubûbiyyet rabbi olan ile ve ma'bûdiyyet kul ile tahakkuk eder. İşte O'nun rubûbiyyetine ve ulûhiyyetine müsâade etmem ve O'nu açığa çıkarıcı olmam için, ben ilâh olanı ve rabbi olanı îcâd etti. Ve mâdemki ben ilâhı olanım ve rabbi olanım, İlâh'ımı ve Rabb'imi bu sıfatlarımla bilirim. Ve ben O'nun bütün mevcûtlarda açığa çıktığını bildikten ve O'nu ilimde bu sûretle îcâd ettikten sonra, bu sırrı perde ehline açarım.
Bahsedilen ma’nâdan dolayı, Hakk'ın mârifeti ve ilimde îcâdı talebini içinde barındırarak Resûl lisânı ile bize “Küntü kenzen mahfiyyen feahbebtü en urefe fe halektel hálka li uref” yâni “Ben gizli bir hazîne idim, bilinmeye muhabbet ettim ve bunun için hálkı hálk ettim” hadîs-i kudsîsi geldi. Ve Hakk'ın maksadı ve talebi bende tahkîk olundu. Yânî Hak, mâdemki mahlûkları kendisinin bilinmesi için hálk etti ve mâdemki ben de O'nu bilecek olan mahlûkum; şu halde O'nu bilmek için bana ilim lâzım geldi. Ve ilim tahakkuk edince, O'nu bu ilimde îcâd etmek gerekti. Çünkü Hak, bendeki bütünsel kâbiliyyet ve toplayıcı görünme yeri oluşumdan dolayı, bende toplu ve ayrıntılı açığa çıkma ile açığa çıktı ve tecellî edici oldu. Ben de O'nu bütünsel mârifet ile ârif olup O'nu ilmimde müşâhede ettim. Ve bu ilmimdeki müşâhede üzerine O'nu açığa çıkardım.
Ne zaman ki Halîl (a.s.) için, Halîl olarak isimlendirildiği mertebe sâbit oldu, bunun için ziyâfeti sünnet ve âdet edindi (30).
Yânî ne zaman ki istîdâd ve kâbiliyyetinin kapasitesi dolayısıyla, Hak Teâlâ'nın açığa çıktığı bütün ilâhi makâmlara görünme yeri olma mertebesi İbrâhîm (a.s.) için sâbit olup, o makâmlara tahallül ederek yânî karışarak, rızkın rızıklananın beden parçalarında sirâyet etmesi gibi, o makâmlarda sirâyet etti ve Hakk'a gıdâ oldu. Ve aynı şekilde Hak da, İbrâhîm (a.s.)’ın bütün hakîkatlerine ve kuvvetlerine karışmış ve sirâyet etmiş olup vücûdu ile ona gıdâ oldu. Bu sebepten dolayı İbrâhîm (a.s.), hálkı ziyâfete dâvet edip yemek yedirmeyi âdet edindi. Ve bu ilâhi makâmlara tahallül etmek yâni karışmak ve Hakk’ın onun kuvvetlerine mütehallil yânî karışmış olması hâli kendisine üstün gelip hakîkatinin ve makâmının sırrı, onun zâhirine de dağılmış oldu; ve hâli, fiilinde açığa çıktı.
Ve İbn Meserre el-Cebelî onu Mîkâîl ile berâber rızıklar için kıldı. Ve rızıklananların gıdâlanması rızıklar ile olur. Rızk, onda bir şey artmamak sûretiyle, rızıklananın zâtına tahallül ettiği yânî karıştığı zaman, ancak rızkın karışımı kalır. Çünkü gıdâ gıdâlananın bütün parçalarına ve parçaların hepsine sirâyet eder. Oysa burada parça yoktur. Böyle olunca ilâhi isimler ile ifâde edilen bütün ilâhi makâmlara İbrâhîm (a.s.)ın tahallülü yânî karışması, ve en celîl ve âlâ Zâtın onunla açığa çıkması muhakkaktır (31).
Yânî yol ehlinin en büyüklerinden olan tahkîk ehli şeyh Muhammed bin Abdullah bin Meserre el-Cebelî Kurtubî (k.s.), İbrâhîm (a.s.)’ın Hz. Mîkâîl ile berâber rızıklara vekil olduğunu beyân etti. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye'nin on ikinci bölümünde bu husûsun Meserretü'l-Cebelî hazretlerinden rivâyet olunduğunu beyân buyurmuşlardır.
Rızk gıdâlananın zâtına dâhil olup da, onun parçalarından hiçbir şey kalmayıp tamâmiyle hazmolsa, ancak tahallül yâni karışım kalır. Çünkü gıdâ, gıdâlananın bütün parçalarına yayılır. Ve rızıklananların gıdâlanması da rızıklar ile olur. Bundan dolayı iki karışandan her birisinin vücûdu, bütün herşeyiyle diğerinin hakîkatinde tahallül eder yânî karışır. Nitekim gıda hakîkati ile gıdâlananın bütün parçalarına yayılır. Bununla berâber ilâhi toplayıcılıkta parçalar olamaz. Gıdâ ile gıdâlananın tahallülü yânî karışması, burada sadece bir temsîlden ibârettir. Çünkü gıdâ ile gıdâlananın vücûdu bir dîğerinin gayrıdır. Ve bâtın olan Hakk’ın zâtı, zâhir olan hálkın taayyün yönünden gayri ise de, hakîkatte zâhir ve bâtın Hak'tır. İkisi arasında gayri oluş yoktur.
Şimdi İbrâhîm (a.s.) Hakk'a gıdâ olup onda karışan olduğunda, "isimler" olarak ifâde edilen ilâhi makâmların hepsine tahallül etmesi yânî karışması ve İbrâhîm (a.s.)ın görünme yerinde zâhir olan ilâhi isimler ile Hak Celle ve Alâ'nın zâtının zâhir olması muhakkaktır. Bu sûrette cenâb-ı İbrâhîm isimlere gıdâ olunca, o isimlerde gizli ve bâtın olur; ve Hakk’ın zâtı İbrâhîm'de açığa çıkan olur.
Şiir:
Şimdi biz, Hak içiniz. Nitekim delîllerimiz sâbit oldu. Ve biz, bizim içiniz (32).
Yânî biz Hak içiniz. Çünkü daha önce beyân olunduğu üzere, ilk açılımın verdiği mârifet yânî bilme gereğince bizim gaybi ilmi sûretlerimiz a'yân-ı sâbite aynalarında Hakk'ın sûretleridir. Ve ortaya çıkan keşfi delîllerimiz îcâbınca zâhir vücûtlarımız O'nun vücûdudur. Bundan dolayı biz Hakk'ın mülküyüz. Ve biz a'yân-ı sâbitemizin sûretleriyiz ve onların mülküyüz. Bundan dolayı, bizim bu hârici aynlarımızda açığa çıkan ve hâkim olan o a'yân-ı sâbitemizdir.
Ve O'nun için benim olmamdan gayri yoktur. Şimdi biz O'nun içiniz; biz bizim için olduğumuz gibi (33).
Yânî Hak için benim üzerime vücût feyzi vermekten gayri bir şey yoktur. Bu sûrette biz O'nun mülküyüz; ve O bizim üzerimize vücût ile hâkimdir. Bizim üzerimize â'yân-ı sâbitemiz hâkim olduğu gibi.
Şimdi benim için iki yön vardır: "Hüve yânî O" ve "ene yânî ben". Oysa Hakk'ın benliğinin açığa çıkışı için "ene yânî ben" sözü yoktur (34).
Yânî benim vücûdum ne zaman ki mutlak vücûdun aynı oldu, bu vücûdum o mutlak vücûdun ayn-ı sâbiteme katışmasıyla taayyün etti. Yânî Hak, ilmi sûreti olan ayn-ı sâbiteme, latîf mutlak vücûdunun tenezzül ile kesâfeti yönüyle, bu şehâdet âleminde, bir vücût verdi. Bundan dolayı, benim için iki yön vardır ki, birisi "hüviyyet yönü" ve diğeri "enâniyyet yânî benlik yönü"dür.
Birinci yöne göre, Hak ile aramızda ayrıcalık yoktur. İkinci yöne göre ayrıcalık oluşur ve ubûdiyyetle yânî kul oluş ile rubûbiyyet yânî Rabb oluş açığa çıkar. Ve Hakk'ın enâniyyeti yânî benliğinin açığa çıkması için "ene yâni ben" sözü yoktur. Yânî Hak için benlik yoktur. Belki O'nun kendi zâtiyle bir benliği vardır. Çünkü "ene yânî ben" sözü, kişinin kendi çevresinde bulunan benliklerden, kendi benliğini ayırmak için konulmuş olan bir sözdür. Oysa Hak mevcûttur ve onunla berâber ezelen ve ebeden hiçbir şey mevcût değildir. “Kânallahu velem yekun meahu şey'a”; “elân kemâ kân” yânî “Allah var idi onunla berâber başka bir şey yok idi”; “Şu an dahi öyledir.” Bundan dolayı O'nun benliği kendi zâtiyledir ve kendi zâtında helâk olmuştur. Şu halde Hak için "ene yânî ben" sözü yoktur. Ve Hak zâtı dolayısıyle kendinin gayri görünen âlemlerden ganîdir. Ve benim benliğim ona muhtaçtır. Çünkü "ben, ben" dediğim, benim bu taâyyünüm, O'nun mutlak vücûdunun bu elbise ile kayıtlanarak açığa çıkmasıdır. Eğer O zâti benliğini açığa çıkarsa, eşyâ fânî ve gayri denilenler yok olur. Sonuç olarak bâzı akıl ehlinin zannettikleri gibi O'nun bizden ayrı benliği ve taayyünü yoktur. Bu zannedişin kökeni, O'nun bizim benliğimizde gizlenmiş olmasındandır.
Velâkin Hakk'ın açığa çıkışı benim vücûdumdadır. Bundan dolayı biz Hak için "inâ"', yânî kab gibiyiz (35).
Yânî Hakk'ın hakîkati bende açığa çıkmıştır. Bu sûrette biz Hak için bir zarf mesâbesindeyiz. Çünkü o bizim sûretlerimize ve renklerimize göre bizim ile açığa çıkıp taayyün etti. Nitekim şekilleri ve renkleri muhtelif birtakım bardaklara su konsa, su aslında taayyünsüz ve renksiz iken, bardak ne şekilde ise o şekle uyarak taayyün eder. Ve bardakların renklerine göre kırmızı, yeşil, mâvî ve sarı görünür. İşte Hakk’ın zâtı da böyle taayyünsüz ve renksizdir. Bizim taayyünlerimize göre muhtelif ve türlü türlü sûretlerde açığa çıkar.
Şimdi "su" ile "zarf ' ancak bir örnekten ibârettir. Çünkü "su" ile "kap" arasında ikilik ve gayri oluş vardır. Suyun vücûdu ile bardağın vücûdu başka başka şeylerdir. Suyun bardağa dâhil oluşu, girme sûretiyledir. Daha önce tekrar tekrar bahsedildiği üzere, Hakk'ın bizim taayyünlerimize tahallülü yânî karışması ise ikilik ve girme sûretiyle değildir. Bizim bu vücûdumuz, mutlak vücûdun tenezzülünden oluşmuş, kayıtlı bir kesîf vücûttur. Bundan dolayı, ayrı bağımsız bir zarf ve hâriç sayılamaz.
Girmeye inanmış olanlar, Hakk’ın vücûdu ile hálkın vücûdunu bir dîğerinin gayri zannettikleri için bu girme çukuruna düşmüşlerdir.
Ve Allah Teâlâ Hak olan şeyi söyler ve doğru yola işâret ve hidâyet eder (36).
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber ve misk-i ezfer (r.a.) kendi nefîs nefsini, Hakk'a görünme yeri olma husûsunda, su kabına benzetip kendi görünme yerinde, Hakk'ın bütün isimler ve rabbâni sıfatlar ile açığa çıkışını, taayyününü ve tecellîsini isbât ettiğinden, bu parıltılar saçan fassta beyân buyurduğu hakîkatlerde, lisânının Hak lisânı olduğuna işâret olarak: "Bu hakîkatleri söyleyen Hak'tır; benim lisânım ile sizi vahdet yâni teklik yoluna işâret ve hidâyet eder" buyururlar. "El-hamdü lillâhi rabbi'l âlemîn."
Dostları ilə paylaş: |