Bitişi: 02 Kasım 1917 cum'a günü sabâhı, sâat 03:00.
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM
- 5 -
İBRÂHÎM KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN "MÜHEYYEMİYYE
HİKMETİ"NİN BEYÂNINDA OLAN FASSTIR
“Müheyyem yâni aşırı âşıklık” “tehyim yâni aşktan kendini kaybetme” fiil kökünden ism-i mef’ûl yâni edilgen fiildir. Ve “heyemân” âşkın aşırı olanı ma’nâsınadır. Cenab-ı İbrâhîm (a.s.)da Hak muhabbeti gâlib olduğundan, Allah uğrunda babasından ve kavminden yüz çevirdi; ve Hak yolunda oğlunu kesmeye kalkıştı; ve çok olan mâlını terk etti. Ve muhabbetinin şiddetinde Hakk’ı, nûrlu oluşlarının zuhûru dolayısıyla yıldız görünme yerlerinden taleb edip: “Eğer Rabbim bana hidâyet etmez ve doğru yolu göstermezse, şaşırmışlardan ve Hakk’ın cemâlinde hayrete düşenlerden olurum” (En’âm 6/77) dedi. Bu hâllerin hepsi heyemânın yâni aşırı âşkın gâlib gelmesindendir.
Ve sonuçta heyemânın yâni aşırı âşkın kemâli dolayısıyla kendi nefsinde fânî ve Hak’la bâkî oldu. Ve Hakk’ı gökler ve yer ve rûhlar ve cisimler görünme yerlerinde idrâk etti. Bu teheyyüm yâni aşırı âşıklık, ilk önce müheyyem yâni aşırı aşık olan yüksek rûhlarda açığa çıktı. Çünkü Hak, onlara cemâlî celâlinden tecellî etti; ve onlar Hakk’ın nûrlarında aşklarından şaşkın olup nefislerinden kayboldular. Bundan dolayı nefislerini ve Hakk’ın mâsivâsını yâni Hakk’ın dışında bir şeyi bilmediler. Ve onların hálk edilişleri üzerine hakkıyyet tecellî edici ve gâlib olduğundan onlar bu tecellîde gark ve helâk oldular. İkinci olarak nebîlerin kâmillerinden İbrâhîm (a.s.)da açığa çıktı. Çünkü Hâlîlü’r-Rahmân idi.
Ve “halîl yâni karışmış” (خليل) muhibbin yâni habîb olmuşun rûhu meyânında “tahallül” (تخلل) eden yâni karışan habîbdir. Ve “hıllet yâni karışmışlık” habîbde tahallül eden yâni karışan muhabbettir. Bundan dolayı İbrâhîm (a.s.) Hakk’ın vücûduna mütehallil (متخلل) yâni karışmış ve Hakk’ın vücûdu da onda mütehallil yâni karışmış olup heyemânın yâni aşırı aşkın şiddetinden dolayı Hakk’ın dışındakilerden yüz çevirip göklerin ve yerin Fâtır’ına yönelmiş olduğundan İbrâhîm Kelimesi “müheyyemiyye hikmeti”ne birleşik kılındı. Ve bu fassta “heyemân yâni aşırı âşk”ın hâlleri bildirildi. Ve ilâhi sübûti sıfatlar, ilk önce cenâb-ı İbrâhîm (a.s.) ile açığa çıktığından “kuddûsiyye hikmeti”nden sonra, bu “müheyyemiyye hikmeti”nin anlatılması gerekli oldu.
İbrâhîm Halîl (a.s.)ın "halîl" ile isimlendirilmesi; ilâhi zâtın vasıflanmış olduğu bütün sıfatlara Halîl’in zâtının dâhil oluşu ve içine alması sebebiyledir (1).
Yânî Hz. İbrâhîm (a.s.)’ın zâtı, ilâhi zâtın vücûd tavrı ile vasıflandığı eşyânın tümüne müşâhede ile girmiş ve ilâhi sıfatların hepsine toplayıcı olduğu için kendisine "Halîl" ismi verildi. Bundan dolayı, ilâhi sıfatlar ve isimler İbrâhîm (a.s) ile ve cenâb-ı İbrâhîm de, isimlerin ve sıfatların görünme yerlerinin tamâmen hakkı ile kâim oldu. Ve bu şekilde, bütün ilâhi sıfatlar ve zâti isimler ile vasıflanmış olarak hepsine dâhil oldu. Ve zâti ilâhi muhabbet, cenâb-ı İbrâhîm'in bütün hakîkatlerine ve zâtına yayıldığı gibi, ibrâhîmiyye muhabbeti de, ilâhi hakîkatlere yayıldı. Bundan dolayı birinci îtibâra göre, "Halîl" olarak isimlendirilmesi "fâil" ma’nâsına ve ikinci îtibâra göre de "mef’ûl yâni fâilin fiilini kabûl eden" ma’nâsına olur.
Nitekim şâir dedi: Rûhum, bağlantısı olan vücûdumun parçalarında nasıl tahallül etmiş yâni karışmış ise, sen de öylece rûhun bağlantısı olan bütün âzalarımda tahallül ettin yâni karıştın. Bu sebepten dolayı Halîl'e "halîl" denildi (2).
Şair bu beyitte, "habîb yâni sevgilisi"ni rûh derecesinde görüp ona bu yön ile hitâb etmiş ve muhabbette "tahallül yâni karışma"nın kullanılması, benzetme yoluyla olmuştur. Çünkü kulun Hakk'ın bütün sıfatlarıyla vasıflanması ve onun sıfatlarının tümünü içine alması ve toplaması, birbirine karışma yoluyla olan "tahlîl" değildir. Belki "tahlîl" burada, kulun ilâhi isimler ile isimlenen olmak için, ilâhi sıfatların tecellîsi ile, kulun sıfatlarının mahvolması ve kulun Hakk’ın sıfatları ile kemâliyle kâim bulunmasıdır. Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a.) efendimiz Mesnevî-i Ma'nevî'lerinin ikinci cildinde bu hâli örnek vermek sûretiyle aşağıdaki mübârek beyitlerde beyân buyururlar:
Tercüme ve izâh: "Hû" küpünün rengi Allâh'ın boyasıdır. Onun içinde bütün fiiller bir renk olur. Yânî ilâhi zâti hüviyyet mertebesinin nûru ile amellerin hepsi bir renk olur. Birisi o küpe düştüğü zaman, sen ona kalk desen; yânî vahdet mertebesine ulaştığında, sen ona bu hüviyyet mertebesinden ayrıl, kalk beşeriyyete çık desen, şevkinden o sana: "Küp benim, yânî vahdetin küpü ve hüviyyetin nûru benim. Sen başkasın diye bana levm etme!"der. O "Küp benim" sözü ise "Ene'l-Hak yâni ben Hakk’ım" demektir. Örneğin ateş rengine giren demir, sonuçta yine demirdir. Fakat demirin rengi, ateşin rengi tarafından mahvedilmiştir. Ateşlikten dem vurur. Velâkin, susmuş gibidir. Yânî ateş gibi olan ilâhî tecellî gelince beşeriyyet ve insâniyyet hükmü mahvolup yerine ilâhi sıfatlar kaim olur. O zaman o kimse hakîkât lisânıyla "Ene'l-Hak yâni ben Hakk’ım" dâvâsına kalkar. Fakat beşeriyyetinden susmuş gibidir. Demir, kızıllıkta ma'dendeki altın gibi olunca onun sözü, diliyle, yânî hâl lisânı ile, "Ene'n-nâr yâni ben ateşim" olur. Ateşin renk ve tabîatından muhteşem oldu. Artık o, "Ben ateşim, ben ateşim" der. Ve yine der ki: "Ben ateşim, eğer senin şüphen ve zannın varsa tecrübe et, elini bana sür. Ben ateşim, eğer şüphelendin ise, bir an yüzünü benim yüzüme koy!" Âdem, Hudâ-yı Zü'l-Celâl'den nûr aldığı zaman, Hakk’ın güzîdesi olmasından dolayı, meleklerin secde ettiği oldu.
Şimdi hakîkatte "hıllet"in ma’nâsı, İbrâhîm (a.s.)ın ilâhi sûret ile zâhir olmasıdır. Bundan dolayı Hak, İbrâhîm (a.s.)’ın işiteni ve göreni ve söyleyeni ve diğer kuvvetleri olup cenâb-ı İbrâhîm (a.s), Hak'la işitir, Hak'la görür ve Hak'la söyler. Bu muhabbete "kurb-i nevâfil yâni nâfilelerle yaklaşma" derler. Çünkü kul sıfatları, kulun zâtı üzerinde ziyâdedir. Bundan dolayı kulun Hak'ta sıfâtıyla fenâsı, hubb-i nevâfil yâni nâfilelerle muhabbettir, yânî zâiddir. Böyle olunca İbrâhîm (a.s), sanki ilâhi hazretlere ve ilâhi sıfatlara dâhil oldu, tahallül etti yâni karıştı. Onun nefsi, sıfâtı ile Allah Teâlâ'ya yaklaştığında, Allah Teâlâ da ona kendi sıfâtını giydirip ilâhi sûret ile zâhir oldu.
Nasıl ki renk, renkli bir şeyde mütehallil olur yâni karışır ve açığa çıkar. Şimdi araz, cevherinin bulunduğu mahalde bulunur. O tahallül yâni karışma, mekân ve mekân sâhibi gibi değildir (3).
Cenâb-ı Şeyh (r.a.) cenâb-ı Halîl'in ilâhi sıfatlar arasına tahallülünü yâni karışmasını beyân için örnek verme yoluyla şu şekilde hakîkati izâh buyururlar ki:
Halîl (a.s.)’ın ilâhi zât ve sıfatlarda mütehallil yâni karışmış olarak zâtının ilâhi zâtta gizli ve sıfâtının fânî olması sûretiyle Hakk'ın sıfâtıyla vasıflanmış olması, rengin, renkli şeyin bütün parçalarında yayılmak sûretiyle tahallül etmesi yâni karışması gibidir. Bu sûrette arazdan ibâret olan renk, cevheri olan renkli şeyin mahallinde vâkî olur. Aralarındaki ayrılık kalkar.
Bu tahallül yâni karışma, bir mekân sâhibinin mekâna dâhil oluşu gibi değildir. Örneğin dövülmüş kireç tozu yeşil boya ile karıştırılıp doyurulsa, yeşil renk onun bütün zerrelerine işler. Boya araz ve toz cevherdir. Ve o tozun bir zerresinin içi ve dışı renkten hâriç kalmaz. Bu sûrette araz, cevherin her parçasına yayılır. Ve renk ile tozu ayırmak mümkün olmaz. Yânî bu renktir, şu da tozdur diye duyular ile göstermek mümkün olmaz. Bu öyle bir yayılmadır ki, bir mekân sâhibinin mekâna dâhil oluşuna aslâ benzemez. Çünkü mekân sâhibi ile mekânı ayrı ayrı göstermek mümkündür. Ve bir zarflanan şeyin zarfa dâhil oluşu gibi de değildir. Ve hulûl yâni girme de değildir. Kısaca Halîl (a.s.)ın Hakk'ın sıfâtı arasında tahallülü yâni karışması, mekân sâhibinin mekâna ve zarflanan şeyin zarfa dâhil oluşu ve hulûl yâni girme türünden değildir. Belki arazın, cevherin bütün parçalarına yayılması gibidir.
İdrâk edilebilir örnek ile anlaşılabilir olacağından, cenâb-ı Şeyh bu tahallülü yâni karışmayı anlatmak için, "renk" ile "renkli şey" örneğini vermiştir. Çünkü şehâdet ve cisimler âleminde olan her şey, gayb ve rûhlar âleminde olan şeyin delîlidir.
Ve sûret ma’nâ için konulmuştur. Meselâ, bu kitabın üzerine mürekkeple yazılan kelimelerin sûretleri, muhterem okuyuculara ma’nâları anlatmak içindir. Eğer bu yazılar olmasa, onların işâret ettiği idrâk edilebilir ma’nâlar, ne şekilde hissettirilecek idi? İşte, bu âlemde mevcût olan sûretlerin hepsi, birer kelime olup her biri bir ma’nâ için konulmuştur.
Yâhut Halîl'e "halîl" ismi verilmesi, İbrâhîm'in sûretinin vücûduna Hakk'ın tahallülünden yâni karışmasından dolayıdır. Ve anlatılan iki hükümden her birisi geçerlidir. Çünkü her bir hüküm için bir mertebe ve makâm husûle gelir ki, o hüküm o mertebede zâhir olur; onun dışına çıkmaz (4).
İbrâhîm (a.s.)’ın sûretinin vücûduna Hakk'ın dâhil oluşu ve yayılması, Hakk'ın sıfat ve İbrâhîm sûreti ile vasıflanmasıdır. Şeyh (r.a.) şahısların sûretlerine "Hak" dememek için, ibârede "İbrâhîm'in sûretine Hakk'ın tahallülünden yâni karışmasından dolayıdır” demeyip "İbrâhîm'in sûretinin vücûduna Hakk'ın tahallülünden yâni karışmasından dolayıdır" buyurdu. Bundan dolayı Hak, kendi vücûdu ile İbrâhîm'in sûretinin vücûdunda taayyün etmiştir.
Bu şekilde mahlûkların sıfâtından İbrâhîm'e âit olan bütün sıfatlar, Hakk'a bağlanır. Bu sûrette Hak, İbrâhîm görünme yeri ile fâil olup onun kulağı ile işitir ve onun gözü ile görür. Yânî cenâb-ı İbrâhîm Hakk'a âlet olur.
"İbrâhîm'in sûreti" demek ile "sûretinin vücûdu" demek arasındaki fark budur ki, bütün mertebelerde "vücûd" birdir; o da Hakk'ın vücûdudur. Ve her bir mertebe mutlak vücûdun tenezzüllerinden meydana çıkmıştır. Ve bütün taayyünlerin vücûdu bir olduğu halde, bir dîğerinden muhtelif sûretler ile ayrılmıştır. Bundan dolayı sûretler bir değildir. Bir sûret diğerine benzemez. Böyle olunca, şahısların sûretlerine "Hak" denilmesi câiz değildir. Fakat vücûd bir olduğu için, "sûretin vücûduna" "Hak" denilebilir. Onun için Şeyh (r.a.) "İbrâhîm'in sûretinin vücûduna Hakk'ın tahallülü yâni karışması" tarzında hakîkatı beyân buyurmuştur.
Halîl'in "halîl" olarak isimlendirilmesinde iki hüküm var idi ki: Birisi, yukarıda beyân olunduğu üzere, ilâhi zâtın vasıflanmış olduğu bütün sıfatlara Halîl zâtının tahallülü yâni karışması; ve diğeri de, burada beyân olunduğu üzere, "İbrâhîm'in sûretinin vücûduna" Hakk'ın tahallülü yâni karışması idi. İşte bu iki hüküm geçerlidir. Çünkü bu iki hükmün her birisi için bir mertebe ve makâm husûle gelir. Ve o hükümler, o mertebelerde açığa çıkıp kendi makâmlarının hâricine çıkmazlar. Ayrıntısı budur ki:
İlk mertebe: Bir çap ile yatay olarak ortadan yarı yarıya bölünmüş bir dâire farz edilsin. Bunun üst kısmı "hazret-i ulûhiyyet" mertebesidir; mutlak vücûdun zorunlu oluş mertebesidir. Bütün ilâhi isimler ve sıfatlar, bu mertebede taayyün etmiş ve bir aradadır. Ve bu mertebede cenâb-ı ulûhiyyet sonradan olanların sıfatlarından münezzehdir. İşte İbrâhîm (a.s.)’ın ilâhi sıfatlara tahallülü yâni karışması ve dâhil oluşu, bu hazret-i ulûhiyyet mertebesindedir. Bundan dolayı beşeri sıfatlardan fânî olarak ve nâfilelerle yaklaşma ile Hakk'a yaklaşarak ilâhi sıfatlar ile vasıflanmış olan insan, bu vücûd dâiresinin üst yarısına yükselir. Ve buradaki ilâhi isimlerin ve sıfatların toplanma yerine dâhil olur. Ve onda ilâhi sıfatların hükümleri açığa çıkar. Çünkü bu mertebe hakkani sıfatlar mertebesidir. Ve İbrâhîm (a.s.)ın ilâhi sıfatlar ile vasıflanmasının hükmü bu mertebeden dışarı çıkmaz.
İkinci mertebe: Vücûd dâiresinin alt kısmı "imkân dâiresinde olanlar mertebesi"dir. Bu mertebe hálk ediliş ve sonradan oluş sıfatlarının taayyün mertebesidir. Bundan dolayı Hak taayyün ve zuhûr sebebiyle, imkân dâhilinde olanlar âleminden ibâret olan bu alt kısma nüzûl ettiğinde yâni indiğinde, hálk edilmişlik sıfatlarıyla açığa çıktı. Ve bu imkân dâhilinde olanlar âleminde taayyün elbisesine bürünmüş olan şahsın vücûdunda taayyün etmiş olan Hak olduğundan, kendisinden hálk edilmişlik sıfatları çıkar. Hakk'ın "ezâ verme", "hile", "alay etme", "hastalık", "açlık" ve "susuzluk" gibi hálk edilmişlik sıfatları ile açığa çıkışı Kur'ân ve Hadîs'te sâbittir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur:
“yu’zûnallâhe” yâni “Allah’a eziyet edenler”(Ahzâb, 33/57) ve
“mekarallâhu” yâni “Allah da onlara hile yaptı” (Âl-i İmrân, 3/54) ve
“Allâhu yestehziu bihim” yâni “Allah da onlarla alay eder” (Bakara,2/15) ve
“sehirallâhu minhum“ yâni “Allah da onları maskara etti” (Tevbe, 9/79) ve
“İnnallâheşterâ minel mu’minîne” yâni “Muhakkak Allah mü’minlerden satın aldı” (Tevbe, 9/111) ve
“akradûllâhe kardan hasenen” yâni “Allah’a güzel borç verenler” (Hadîd, 57/18) ve
“men yuşâkıkıllâhe” yâni “kim Allah’a karşı gelirse” (Enfâl 8/13) ve
“İnnallâhe lâ yestahyî” yâni “Muhakkak Allah çekinmez” (Bakara,2/26)
Ve Hâdîs'te gelir: “mazartu fe lem tu’dini” yâni “Hasta oldum, ziyâretimi gelmedin” vb.gibi.
Bundan dolayı bu mertebenin icâbı yönü ile bu gibi noksan sıfatlar Hakk'a bağlanır. Lâkin bu hüküm bu mertebeden dışarı çıkmaz. Zîrâ cenâb-ı ulûhiyyet sonradan olanların sıfatlarından münezzehdir.
İşte İbrâhîm (a.s.)ın sûretinin vücûduna Hakk'ın tahallülü yâni karışması ve onun sûreti ile açığa çıkması ve İbrâhîm’e âit hálk ediliş sıfatları ile vasıflanması, anlatılan îzâhlar üzere, Hakk'ın, cenâb-ı İbrâhîm (a.s)ın vücûdunda taayyünü dolayısıyladır. Beyt:
Tercüme: "Mutlak vücûdun her mertebede bir hükmü vardır. Eğer bu mertebelerdeki hükümlere riâyet etmez isen zındıksın."
Sen Hakk'ı görmez misin ki, sonradan olanların sıfatları ile açığa çıkar? Ve kendi nefsinden onunla haber verdi. Ve noksan sıfatlar ile ve kötülenmiş sıfatlar ile açığa çıkar. Sen mahlûku görmez misin ki, başından sonuna kadar Hakk’ın sıfatları ile açığa çıkar? Ve Hakk'ın sıfatlarının hepsi, mahlûk için sâbittir. Nitekim, sonradan olanların sıfatları Hak için sâbittir (5).
Yânî sen İbrâhîm (a.s.)’ın sûretinin vücûdunda Hakk'ın tahallülüne yâni karışmasına şaşırırsan, Hakk'ın bu dünya yaşantısında sonradan olanların sıfatları ile açığa çıktığını görmüyor musun? Ve Hak Teâlâ kendi nefsinden sonradan olanların sıfatları ile açığa çıkışı:
“Allâhu yestehziu bihim” yâni “Allah da onlarla alay eder” (Bakara,2/15) ve
“sehirallâhu minhum“ yâni “Allah da onları maskara etti” (Tevbe, 9/79) ve
“mekarallâhu” yâni “Allah da onlara hile yaptı” (Âl-i İmrân, 3/54) ve benzeri âyetlerde haber verdi. Ve "alay etme" ve "maskaralık" ve "hile" sonradan olanların sıfatlarından olduğu halde, Hak Teâlâ bunları kendine izâfe buyurdu. Ve bu gibi noksan ve kötülenmiş sıfatlar ile açığa çıktı. Ve sen mahlûkun başından sonuna kadar Hakk’ın sıfatları ile açığa çıktığını görmüyor musun?
Şimdi ilâhi sıfatlar ile açığa çıkan mahlûk "insan-ı kâmil"dir. Ve “Allah Âdemi kendi sûreti üzere hálk etti” hadîs-i şerîfinde beyân buyrulan "Âdem"den maksat dahi "insan-ı kâmil"dir. Ve "Hakk’ın sûreti" de ilâhi isimler ve sıfatların hepsinin sûretidir. Ve ilâhi sıfatlardan bir sıfat, o insan-ı kâmilin küllî ihâtasından hâriç değildir. Belki ilâhi sıfatlar, onun ile kâim ve hükümleri onunla zâhirdir. Bundan dolayı ilâhi sıfatların hepsi insan-ı kâmil olan mahlûk için sâbittir. Yânî kâbiliyyet kapasitesi ve küllî istîdâdı dolayısıyla ilâhi sıfatlar ile açığa çıkmak, o insan-ı kâmilin hakkıdır. Çünkü mahlûkun hakîkati, kendisinin "ayn-ı sâbite"sidir. Ayn-ı sâbite ise, ilâhî ilmin sûretidir.Ve Hakk’In ilmi ise, Hakk'ın gayrı değildir ve gayrıdan kazanılmış olan ilim değildir. Çünkü ilim, Hakk'ın sıfatıdır. Ve sıfatı, zâtı ile kadîmdir. Ve mahlûkun vücûdu ise, Yâkûb Fass’ının şerhinde beyân olunduğu üzere, îtibârî iştir. Bundan dolayı hakîkati dolayısıyla ilâhi sıfatlar mahlûk için sâbittir. Ve nitekim bunun karşılığı olarak sonradan olanların sıfatları da Hak için sâbittir. Çünkü sonradan olanların sıfatları “külle yevmin hüve fî şe’nin” yâni “O her an yeni bir iştedir” (Rahmân, 55/29) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere, Hakk'ın işleridir. Ve sonradan olanların sıfatlarının hakîkati Hak'tır. Çünkü hálk edilmişlere âit görünme yerlerinde taayyün ve zuhûr onundur. Ve sirâyet etmiş olan hüviyetti îtibârıyla her şeyde hâzırdır; her görünme yerinde tecellî edicidir. Ve bütün görünme yerlerinden bakıcı olan odur. Şimdi sonradan olanların vücûdu, kendilerinde açığa çıkmış olan Hakk'ın vücûdu olunca, bu sonradan olanların sıfatları da tabî ki Hakk'ın sıfâtı olur.
Hak Teâlâ "el-hamdu lillâh" (Fâtiha, 1/1) buyurdu. Bundan dolayı her hamd edenden ve hamd edilenden senânın âkıbetleri Hakk'a dönücü oldu. Ve işlerin hepsi Hâkk'a döner. Şimdi bu dönüş hükmü kötülenmiş ve övülmüş olan şeye genel oldu. Oysa vücûdda kötülenmişten veyâ övülmüşten başka bir şey yoktur (6).
Yânî Hak Teâlâ "Hamd’ın hepsi Allâh'a mahsûstur" buyurdu. Oysa hamdda üç yön vardır:
Birincisi: Hak'tan hálka olan hamddır ki, bunun delîli “İnnallâhe ve melâiketehu yusallûne alen nebîyyi” yâni “Muhakkak ki Allah ve melekleri Nebî’ye salat ederler” (Ahzâb, 33/56) ve “Huvellezî yusallî aleykum” yâni “O ki sizin üzerinize salât eder” (Ahzâb, 33/43) ve benzeri Kur'ân âyetleridir. Bu sûrette Hak hamd eden ve hálk hamd edilen olur.
İkincisi: Halktan Hakk'a olan hamddır ki, bunun da delîli “ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî” yâni “Bir şey yoktur ki O’nu hamd ile tesbih etmesin” (İsrâ, 17/44) ve “Ve terel melâikete hâffîne min havlil arşı yusebbihûne bi hamdi rabbihim” yâni “Ve görürsün ki, arşın etrafında onu kuşatan melekler, Rab'lerini hamd ile tesbih ederler” (Zümer, 39/75) ve benzeri âyet-i kerîmelerdir. Bu şekilde de Hak hamd edilen ve hálk hamd eden olur. Şimdi "Hamid yâni hamd eden" ve "Mahmûd yâni hamd edilen" Allah olduğuna göre, bu iki yönde, hamdın Allah için olduğu açıktır.
Üçüncüsü: Halktan hálka olan hamddır. Bu sûrette "hâmid yâni hamd eden" ve "mahmûd yâni hamd edilen" hálk olur. Bu tür hamdın Allah için olmasının yönü budur ki, Hak taayyün yönüyle hâmidin yâni hamd edenin sûretinde açığa çıkmıştır ve hamd ile kendi kemâlini açığa çıkarır.
Ve her mahmûd olan yâni hamd edilen hálkın sıfatı olan senâ dahi, mahmûd yâni hamd edilen sûretinde kemâl ile tecellî edici olan Hakk'ın aynıdır ki, mahmûd yâni ham edilen o kemâl sebebiyle hamde hak kazanmış olur.
Bundan dolayı hamd, Hakk'ın kemâlâtından bir kemâlin sıfatıdır ki, Hakk'ın hakîkatinden çıkar. Şu halde mahmûdun yâni hamd edilenin görünme yerinden açığa çıkan kemâle karşı, hâmidin yâni hamd edenin görünme yerinden çıkan hamd dahi Hakk'a dönük olur. Bunun için Şeyh (r.a) "Her bir hâmid yâni hamd eden ve mahmûddan yâni hamd edilenden senânın âkıbeti Hakk'a dönücü oldu" buyurdu. Çünkü her bir mevcûdda açığa çıkan kemâlât ile hakîkatte hamd olunan Hak'tır. Ve çünkü Hak, o görünme yerinde taayyün etmiştir ve onun "ayn"ıdır. Ve aynı sebepten dolayı hâmid yâni hamd eden de hakîkâtte Hak'tır. Bundan dolayı bütün senâ ve hamdların âkıbeti Hakk'a dönük olmuş olur.
Şimdi cenâb-ı Şeyh (r.a) hamdların hepsini Hakk'a döndürüp bu tahsîsten övülmüş olmayan işler hâriçte kalmış oldu. Oysa işlerin hepsinin kaynağı Hak'tır. Bundan dolayı işin Hakk'a dönüşü hükmünü genelleştirip işin hepsi yânî övülmüşü ve kötülenmişi, Hakk'a döner buyurdu. Çünkü vücûd içinde mevcûd olan eşyâ, ya övülmüş veyâhut kötülenmiş olur. Bu iki halden başka üçüncü bir şey olması ihtimâli yoktur.
Her bir işin Hakk'a dönüş şekli:
Birinci şekil: Bu şekil, yukarıda anlatılmış idi. Burada biraz daha îzâh olunur. Bu kesîf âlem, "mutlak vücûd"un mertebe mertebe tenezzüllerinden açığa çıkmış ve kadîm olan "latîfin latîfi mertebesine” göre, ona "hálkedilenler âlemi" ve "sonradan olanlar âlemi" denilmiştir. Bundan dolayı bu sonradan olanlar âleminde, kesîf taayyün elbisesine bürünüp açığa çıkmış olan ancak Hakk'ın vücûdudur. Bu mertebede, her mahlûkun fiilleri ve sıfatları tabî ki Hakk'a izâfe olunur. Çünkü hepsi Hakk'ın vücûdunun işlerinden ibârettir. Ve mahlûk dediğimiz şeyin bağımsız vücûdu yoktur ki, ona bir şey izâfe edelim. Bundan dolayı mahlûktan çıkan bütün fiiller ve sıfatlar Hakk'a dönücü olur.
İkinci şekil: Her mahlûkun fiilleri ve sıfatları, mahall dolayısıyla izâfe yolu üzere, Hakk'ın vücûdundan kazanılmıştır. Eğer "mukaddes feyz" bir an kesilse, mahlûkun fiilleri ve sıfatları zâhir olmaz olur. Bundan dolayı o fiiller ve sıfatlar Hakk'a dönücü olmuş olur.
Üçüncü şekil: Mahlûkların vücûdu, kendi nefsinde olmayıp, isimlerin tecellîleri ve ilâhi taayyünler ile mevcûddur. En büyük kıyâmet olan zâtî tecellînin gerçekleşmesinde, gerek vücûd bulmuş olan ayn’larda açığa çıkan ilâhi isimlerin taayyünleri ve gerek ilk taayyünde ve ilim mertebesinde taayyün etmiş olan ilâhi isim ve sıfatlar ve bağıntılar ve izâfetler ve zâti işler “küllü şey’in hâlikun illâ vecheh” yâni “O’nun vechi dışında herşey helâk olucudur” (Kasas, 28/88) âyet-i celîlesi hükmünce, bütün taayyünlerin kaynağı olan ilâhi zâta döner. Ve bu şekilde işin hepsi Hakk'a dönmüş olur.
Soru: İşin hepsi, yânî övülmüşü ve kötülenmişi, Hakk'a döner denildi. Oysa kötülenmiş işlerin Hakk'a dönücülüğünden akıl ürküyor.
Cevap: Kötülenmiş şeyler, aklın veyâ şerîatın veyahut örfün belirlediği îtibari bir iştir. Ve bu îtibâr bağıntısal taayyün ile kâimdir. Eğer bu bağıntısal taayyüne îtibar edilmezse, kötülenmiş şeyler hakîkatleri dolayısıyla beğenilmiş ve övülmüş şeylere dönüşür. Meselâ şehvet, nefsin vücûduna yayılmış olan ilâhî zâti muhabbetin gölgesi olduğundan övülmüştür. Çünkü bu şehvet sâyesinde insan türü devamlılık bulur. Ve cemâli tecellîlerden bir tür kemâlin lezzeti oluşur. Fakat bu şehvet, zinâ şeklinde olunca, aile ortamının ve karı-koca ilişkisinin sona ermesine ve düzenin bozulmasına ve fitnelerin oluşmasına sebep olduğundan kötülenmiş olur. Ve zinânın kötülenmişliği için gösterilen sebepler ise yokluksal işlerdir ve hálk ediliş taayyünlerine mensûbdur ve imkân dâhilinde olanların sıfatlarına dönüktür. Eğer taayyünlerimiz kalksa, bu nisbetler de kalkar. Bundan dolayı bütün kötülenmişlerin Hakk'a dönüşü, onların bâzı izâfi yokluksal işler ile kötülenmiş olmaları îtibârıyla değil, belki kötülenmiş şeyler sûretinde zâhir olan hâkîkatleri îtibârıyladır. Çünkü kötülenmiş gibi görünen şey, diğer bir bakış açısıyla övülmüştür. Ancak bâzı ârızalar sebebiyle kötü sûrette açığa çıkmıştır ve diğer kötülenmiş şeyler de böyledir. Örneğin dışkı kötülenmiştir; ondan temizlenmek lâzımdır. Fakat bu temizlik insânî taayyüne göredir; yoksa domuza veyâ dışkı içinde gelişim bulan hayvânlara göre değildir. Belki dışkı, onların taayyünlerine göre, nefîs ve temiz bir gıdâdır.
Bilesin ki, bir şey bir şeye tahallül etmez yâni karışmaz, ancak o şeyde mahmûl yânî yüklenik olduğu halde karıştı. Şimdi etken şey olan "mütehallil" yâni “karışan”, edilgen şey olan "mütehallel" yâni “karışılan” ile örtülüdür. Bundan dolayı edilgen şey zâhir ve etken şey bâtın ve örtülüdür. Ve mütehallil yâni karışan yüne nüfûz eden su gibi, mütehallel yâni karışılan için gıdâdır. Şimdi yün, su ile daha fazla olur ve genişler (7).
Yânî bir şey, bir şeye nüfûz edince, nüfûz edilen şey, nüfûz eden şeyi hâsıl olur. Ve nüfûz eden şey, nüfûz edilen şeyin yüklenmişi olur. Bundan dolayı nüfûz eden şey nüfûz edilen şeyle örtülmüştür. Ve nüfûz edilen şey zâhir ve nüfûz eden şey ise bâtın ve örtülüdür. Ve dâhil olan bir şey, yüne giren su gibi, dâhil olunan için gıdâdır. Su, yüne nüfûz edince yün şişer ve genişler. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) su ile yünü anlatmak istediği şeyi izâh etmek için örnek olarak veriyor. Yoksa bu örnekte ikilik vardır. Oysa, Hak ile kul arasında ikilik olmâz.
Şimdi İbrâhîm (a.s), bütün ilâhi hazretlere mütehallil yâni karışan olmakla, hazret-i ilâhiyye’de yüklenik ve onlar ile örtülü olur. Ve bu sûrette de isimler ve sıfatlar ile, Hak için gıdâ olur. Ve bunun tersi olarak eğer Hakk’ın vücûdu, İbrâhîm sûretine mütehallil yâni karışan olursa, onunla örtülü olur. Ve bu şekilde de Hak, İbrâhîm'in duyuşu ve görüşü ve diğer kuvvetleri olur.
Sonuç olarak zâhir üzerine gelen feyz, bâtından olduğundan ve bâtının kıvâmı ve vücûdu da zâhirden bulunduğundan; bâtın zâhirin ve zâhir de bâtının gıdâsı olur. Bundan dolayı kul, mütehallil yâni karışan ve batın olduğu zaman, Hak mütehallel yâni karışılan ve zâhir olup kul onun kuvvet ve gıdâsı olur. Ve eğer Hak mütehallil yâni karışan ve bâtın olacak olursa, kul mütehallel yâni karışılan ve zâhir olup, kulun kuvvet ve gıdâsı olur.
Şimdi eğer Hak zâhir olacak olursa, hálk onda örtülü ve bâtındır. Bundan dolayı hálk, Hakk'ın bütün isimleri, duyuşu ve bakışı ve bütün bağıntıları ve idrâkleri olur. Ve eğer hálk zâhir olacak olursa, Hak hálkta örtülü ve bâtın olur. Bundan dolayı Hak hálkın kulağı, gözü, eli, ayağı ve bütün kuvvetleri olur. Nitekim hadîste ulaştı (8).
Hak zâhir ve hálk bâtın ve örtülü olmak sûretiyle olan yakınlığa "farzlar ile yaklaşma" derler. Çünkü vücûdun aslı Hak'tır. Ve bu vücûd zorunlu ve farzdır. Ve bu yakınlığın sâhibi ilâhî mahbûbtur. Onun sülûkü cezbeden sonradır; bakâsı fenâsından öncedir. Hak Zâhir ismi ile tecellî etmiş olduğundan, zâtı ve sıfatları fânî olup, tecellî edici olan Hakk'ın idrâkine âlettir. Bu şekilde kul, Hakk'ın duyuşu ve görüşü ve diğer kuvvetleri olur. Nitekim Hak Teâla “ve mâ remeyte iz remeyte“ yâni “attığın zaman sen atmadın” (Enfâl, 8/17) ve (s.a.v.) da “innallahe kâle alâ lisânen abdihi, semiallahu limen hamide” yâni “Allah Teâla kulunun lisânı üzere; Allah hamd edenin hamdını işitir” buyurdu.
Ve hálk zâhir ve Hak bâtın ve örtülü olmak sûretiyle olan yakınlığa da, "nâfilelerle yaklaşma" derler. Çünkü "nâfile" hálkın vücûdudur. Ve bu vücûd ise ikinci derecedir ve asıl üzerine ilâvedir. Ve bu yakınlığın sâhibi ilâhî muhibbdir. Sülûkü, cezbeden öncedir; fenâsı bakâsından öncedir. Sıfatları fânî ve zâtı bâkîdir. Hak, ona Bâtın ismi ile tecellî etmiş olduğundan, onun idrâkinin âleti olmuştur. Bundan dolayı "farzlarla yaklaşma" mertebesi, "nâfilelerle yaklaşma" mertebesinden daha mükemmel ve dahâ geniştir.
Cenâb-ı Şeyh'in metinde beyân buyurduğu hadîsten kasıt “Kulum Bana nâfilelerle durmadan yaklaşır, nihâyet Ben onu severim. Kulumu sevince de Ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı ve konuşan dili olurum” hadîs-i kudsîsidir. Şimdi, Cenâb-ı Halîl (a.s)’ın bu iki yakınlaşma ile yakınlaşması mümkündür. "Nâfilelerle yaklaşmanın" sülûkunun başlarında ve "farzlarla yaklaşmanın" ise, sülûkunun ortalarında ve sonlarında olması uygundur.
Daha sonra eğer ilâhi zât bu bağıntılardan arınık olsaydı, ilâh olmazdı. Oysa bu bağıntıları, bizim aynlarımız ortaya koydu. Bundan dolayı biz ilâh ediniciliğimiz ile ilâhı ilâh kıldık (9).
Yânî ilâhî zât ulûhiyyet yâni ilâh oluş, rubûbiyyet yâni Rabb oluş, hâlikıyyet yâni hálkedicilik, râzikıyyet yâni râzı oluculuk, Mûsâvviriyyet yâni tasavvur edicilik gibi bağıntılardan arınık olsaydı, ilâh olmaz idi. Çünkü, ulûhiyyet ilâhı olanla ve rubûbiyyet de rabbi olanla tahakkuk eder. İşte bu bağıntıları bizim hálkedilen aynlarımız ortaya koydu. Ve rabbi oluşumuz rubûbiyyeti ve ilâhı oluşumuz da ilâhın "ilâh" olarak isimlendirilmesini gerektirdi. Şimdi bu bağıntılar ulûhiyyet mertebesinde taayyün etmiş olan icâd edici zâta âittir. Yoksa "mutlak zât” bu gibi bağıntı ve izâfelerden ve isim ve resimden ve sıfattan ve bir şeyle üzerine hükmedilen olmaktan ganîdir. Ve bu zâtının mutlaklığı dolayısıyla âlemînden ganîdir. Bundan dolayı icâd edici zât bu bağıntılardan tenzih olunmaz. Fakat "mutlak zât" tenzîh olunur. Sonuç olarak zât, ilâhiyye ve hálkıyye bağıntılarından arınık olsaydı mutlaka zât olur ve "ilâh" ismiyle isimlendirilmez idi. Oysa açığa çıkma ve açığa çıkarma için ve zâtın celâ kemâli yâni kendisini kendisiyle bilmesinden ibâret olan ilk taayyünün kemâli ve isticlâ kemâli yâni isimleri ve sıfatlarının açığa çıkışıyla bilmesinden ibâret olan taayyünün kemâli için ulûhiyyet mertebesinin mevcûdiyeti lâzımdır:
Dostları ilə paylaş: |