Örnek: Kendisinde ressâmlık ve hattâtlık sıfatları bulunan bir şahıs, resim yapacağı veyâ yazacağı levhanın sûretini hâriçte açığa çıkarmadan önce zihninde tasavvur eder. Zihninde peydâ olân o levhaların hakîkî vücûtları yoktur. Onların ilmî ve zihnî vücûtları ressâmın vücûdudur. Ve onlar bağıntılardan ibârettir ve bağıntılar ise yokluksal işlerdir. Ne zaman ki o şahıs levhaları hâriçte resimlendirir veyâ yazar, onların o şahsın ilmindeki sûretleri kendi halleri üzere bâkîdir. Hârice çıkan levhalar ancak onların gölgesidir. Bundan dolayı levhaların ilmî vücûtları vücûttan bir koku almamış olurlar. Çünkü duvarlara asılan levhaların vücûdu, ressâmın ve hattâtın ilminde peydâ olan sûretlerin vücûdu olsa, levhalar hârice çıkmakla ressâmın veyâ hattâtın ilminde onların sûretlerinin bâkî kalmaması lâzım gelir idi. Oysa iş böyle değildir. Eğer o levhalar yanmış olsa, ressâm ve hattât ilmindeki sûretlere, yine hâricî vücût giydirebilir ve ilmi sûretler yine yerinde durur.
İşte ilâhî ilimdeki isimlerin sûretleri de bunun gibidir. Bundan dolayı mevcûtlarda sûretlerin çoğalması ile berâber, a'yân-ı sâbite halleri üzere bâkîdir. Oysa "bir olan ayn", yâni bir olan hakîkî mevcût, kendisinin yansıması olan mevcûtların bütün hepsinden açığa çıkmış ve "vücût" îtibarıyla mevcûtların tümünde sâbittir; onlardan hâriç değildir. Ve hakîkî mevcût mevcûtların hepsinde ancak birdir. Ve o "bir olan ayn"dır ki, ilmi sûretlerden ibâret olan yokluksal ayn’lar gereğince taayyün etmiş ve mevcûtların sûretleriyle açığa çıkıp birden fazla oldu.
Bundan dolayı çokluk vücûdu isimlerin çokluğundan ileri geldi. Ve isimler de bağıntılardan ibârettir; ve bağıntılar da yokluksal işlerdendir. Çünkü bağıntıların vücûdu yoktur. O ancak bağıntıların sâhibi ile kâimdir. Böyle olunca "vücût"ta, "zât” olan "bir ayn"dan başka bir şey yoktur. Şimdi mevcûtların sûretleri, a'yân-ı sâbite aynalarında bir ayn olan bir zâtın tecellîsinden taayyün etmiş ve açığa çıkmış olunca, Hak sûretlerin hepsinde izâfet ile değil, zâtî ulüvv ile ve nefsinden dolayı "Aliyy"dir.
Şimdi bu îtibar ile âlemde izâfet ulüvvü yoktur. Lâkin vücûdun vecihleri fazladır. Böyle olunca izâfet ulüvvü, çok olan vecihler îtibarıyla bir olan ayn’da mevcûttur. İşte bunun için biz âlem hakkında odur, o değildir; sensin, sen değilsin, deriz. Harrâz dedi; oysa o, Hakk’ın vecihlerinden bir vecihdir ve lisanlardan bir lisandır. Kendi nefsinden konuşur ki: "Muhakkak Allah Teâlâ ancak onu zıtlar arasında toplamakla, onun üzerine onunla hükmetmekte bilinir." Böyle olunca Hak, Evvel'dir, Âhir'dir, Zâhir'dir ve Bâtın'dır. Bundan dolayı O, zâhir olan şeyin "ayn"ıdır. Ve O, zâhir oluşu hâlinde bâtını olan şeyin "ayn"ıdır. Ve vücûtta O'nu gören O'nun dışında bir şey yoktur. Ve vücûtta, O'ndan bâtın olduğu kimse yoktur. Şimdi O nefsine zâhirdir ve ondan bâtındır. Ve Ebâ Said el-Harrâz ile ve muhdesât yâni sonradan olan isimlerden diğerleri ile isimlendirilen O'dur (6).
Yânî Hakk’ın mevcûtların "ayn"ı oluşu îtibarıyla, âlemde izâfî ulüvv yoktur; belki zâti ulüvv vardır. Fakat Hakk'ın bir olan vücûdunun isimlerinin fazla oluşu ve bu isimlerin fazlalığı dolayısıyla o isimlerin görünme yerleri vücûdunun vecihlerinin bulunuşu ve onların vücûtlarının izâfi vücûtlar oluşu yönüyle tabî olarak fazlalık hükmü bunlarda da geçerlidir. Bundan dolayı izâfet ulüvvü bir olan ayn’da bu çok olan vecihler yönünden mevcûttur. Şu halde biz âlem hakkında hakîkati dolayısıyla Hak'tır ve taayyünü dolayısıyla Hak değildir; ve aynı şekilde "sûret" dolayısıyla sensin ve "hakîkat" dolayısıyla sen değilsin, deriz.
Örnek: Buhâr bir latîf maddedir. Bir mertebe kesîfleşerek tenezzül edince bulut olup gözle görülür. Ve bir mertebe daha tenezzül ettiğinde su olup dokunma duyusu onun vücûdunu hisseder. Ve bir mertebe daha tenezzül edince donup buz olur. Bu tenezzüllerde buharın zâtı bozulmadı. Çünkü bozulsa, buzun eriyip su ve suyun buharlaşarak bulut ve bu lutun lâtifleşerek tekrâr buhar olmaması lâzım gelir. Ve bu tenezzüllerinde buhârın terkîbine başka bir şey dâhil olmadı. Belki buharın her bir mertebede kazandığı sûret, onun ârızi sıfatlarından ibârettir. Buzun hüviyyeti ve bâtını buhardır. Ve buz buharın zâhiridir. Buzun vücûdundaki buhar buza "hulûl" etmedi yâni girmedi ve buzun vücûduyla "ittihâd" etmedi yâni birleşmedi. Buz buharın aynı değildir, gayri de değildir. Bundan dolayı biz buz hakkında "hakîkati" dolayısıyla buhardır ve “taayyünü" dolayısıyla buhar değildir, deriz.
Ebû Saîd Harrâz (k.s.) buyurdu: Oysa o hazret Hakk'ın vecihlerinden bir vecihdir; ve onun lisanlarından bir lisandır. Ona "Hakk'ı ne şeyle bildin?" dediler. O saâdet sofrası olan zât zıtları toplamış olan Hakk'ın sûreti üzere olmakla bu soruya cevâben buyurdular ki: "Zıtlar ile onun üzerine hükmetmekte onu cem' etmekle bildim." Çünkü Hak zâtı bakımından ahad ve isimleri ve sıfatları bakımından ahad’dır. Ve ilâhi hüviyyet karşılıklı ve birbirine zıt isimlerin hepsini toplayıcıdır.
Ve zıt oluş ve karşılıklı oluş, isimler arasındaki göreceliklerden ibârettir. Yoksa ilâhi hüviyyete göre zıt oluş ve karşılıklı oluş yoktur. Bundan dolayı Hak bütün zıtları toplamakla bilinir. Çünkü Celîl ve Cemîl ve Hâdî ve Mudill ve Dârr ve Nâfi' ve Muhyî ve Mümît ancak O'dur. Şu halde Hak üzerine zıtları toplamakla hükmolunur. Ve mâdemki, Hak zıtları toplayıcıdır, şu halde Hak Evvel'dir; ve Evvelin zıddı ve karşısı olan Âhir'dir.
Ve aynı şekilde Hak Zâhir'dir ve Zâhir'in zıddı ve karşısı olan Bâtın'dır. Ve Hak zâhir olan şeyin "ayn"ıdır. Ve zâhir oluşu hâlinde bâtın olan şeyin "ayn"ıdır. Ve vücûtta O'ndan gayri bir kimse yoktur ki, zâhir olduğu vakit O'nu görsün.
Ve aynı şekilde vücûtta bir kimse yoktur ki, O'ndan bâtın olsun. Bundan dolayı Hak zâhir oluşu hâlinde kendi nefsine zâhir olur. Ve bâtın olduğu zaman da zâhir olan kendi nefsinden yine kendi nefsi bâtın olur. Ve bu kevn yâni varlık mertebelerine tenezzülleri dolayısıyla Ebû Saîd Harrâz ile Cüneyd Bağdâdî ve Şiblî (rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn) hazretleri gibi çeşitli muhdesât yâni sonradan olan isimleriyle isimlenen ancak O'dur.
Şimdi Zâhir "ben" dediği zaman, Bâtın hayır, der. Ve Bâtın "ben" dediği zaman, Zâhir hayır, der. Ve bu, her bir zıdda vardır. Oysa söyleyen tektir. Ve o işitenin aynıdır (7).
Yânî Zâhir ismi kendi benliğini açığa çıkarmak ve Bâtın ismini kaldırarak kendisini isbât için "ben" dediği zaman, onun zıddı olan Bâtın ismi ona karşılık verip "hayır, sen değilsin" der.
Ve aynı şekilde Bâtın ismi kendisini isbât edip "Ben" dediği vakit, ism-i Zâhir ona mukâbele edip "hayır sen değilsin" der. Çünkü zıd zıddı kaldırır. İşte bu hüküm her bir zıdda böyledir. Çünkü her biri kendi zâtının icâblarını isbât eder ve kendisine karşılık olan zıddın icâblarını kaldırır. Oysa Zâhir ve Bâtın olan ancak bir ayn olan Hak olduğu için "ben" sözüyle söyleyen birdir; ve "ben" sözünü işitenin "ayn"ıdır.
Nebî (a.s.) buyurur ki: "Muhakkak Allah Teâlâ, nefislerinin söylediği, onların söylemedikleri, yâhut işlemedikleri şeyi ümmetimden geçti." Şimdi nefis, kendi söylediklerini dinleyen ve işitendir. Ve nefsin söylediği şeyi bilicidir. Ve oysa her ne kadar hükümler muhtelif ise de, "ayn" birdir. Ve bunun benzerinin cehline yol yoktur. Çünkü her bir insan kendi nefsinden bunu bilicidir. Ve insan Hakk'ın sûretidir. Bundan dolayı işler muhtelif oldu. Ve sayılar, bilinen mertebelerde bir ile açığa çıktı. Böyle olunca bir, sayıyı meydana getirdi. Ve sayı da biri ayrıntılandırdı. Ve sayının hükmü ancak saymakla ortaya çıktı (8).
Daha önce Zâhir ve Bâtın tek bir ayn olan Hak'tan ibâret olduğu için "ben" sözünü söyleyen bu sözü işitenin "ayn"ıdır, denilmiş idi. Hz. Şeyh (r.a.) bu hâli izâh etmek için örnek verip buyururlar ki; Sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz: "Muhakkak Allah Teâlâ, nefislerinin söylediği ve fakat onların harf ve söz ile söyleyerek hârice çıkarmadıkları veyâhut işlemedikleri şeyi ümmetimden affetti ve o şeyden geçti" buyurur. Meselâ bir kimse birine gazab etti. Bâtınından kendisine hitâben "Ona şu şekilde söv; veyâhut bir tokat vur!" denildi. O kimse bâtınının verdiği şekilde küfür lisânıyla konuşur ve tokadı vurursa, bu söz ve ameline cezâ gerekir. Bir şey söylemez ve bir amelde bulunmazsa nefsin o lakırdısı affedilmiştir.
Şimdi nefis, hem kendi söylüyor, hem de kendi dinliyor. Ve bir kimsenin nefsi kendisine bu lakırdıları söylediğinde yanında oturan kimselerin haberi bile olmamakla berâber, o kimse, nefsinin kendisine söylediğini bilir. Ve bu, insanın "bâtın"ının "zâhir"ine olan emridir. Oysa insanın bâtınının söyleyip zâhirinin dinlemesiyle onun "ayn"ı çoğalmaz; o yine tek bir ayn’dan ibârettir. Söyleyen ve işiten yine insanın nefsidir. İhtilâf ancak açığa çıkma mertebelerindedir. Bir mertebeden söyler, diğer mertebeden işitir. Ve açığa çıkma mertebelerinde ihtilâf bulunması insanın tek bir ayn’dan ibâret olmasına mânî değildir.
Ve hiçbir insan, kendi nefsinin söyleyip yine kendi nefsinin dinlemesi mes'elesinin câhili değildir. Bunun böyle olduğunu herkes bilir. Ve bu, ondan dolayı böyledir ki, insan Hakk'ın sûretidir. Nitekim hadîs-i şerifte “Allah Âdem’i kendi sûreti üzere hálk etti” buyrulmuştur. Çünkü Hak zâtı dolayısıyla birdir. Karşılıklı isimleri ve sıfatlarıyla çoktur. Ve daha önce beyân olduğu üzere Ebû Saîd el-Harrâz (k.a.s.).hazretlerinin buyurduğu gibi Allah Teâlâ birbirine zıt isimlerin ve sıfatların arasını cem' etmekle bilinir. Böyle olunca tekrârlanan işler tek bir ayn’da karıştı ve onda toplandı ve isimlerin çokluğu zâhir oldu. Buna örnek istersen, sayılara bak! Çünkü sayılar iki, üç, dört, on, yüz, bin vb. gibi bilinen mertebelerde birin tekrârı ile zâhir oldu. Bundan dolayı bir tekrar ile sayıyı îcât etti. Ve sayı da bilinen mertebelerde biri ayrıntılandırdı.
Bilinsin ki, "bir"in vâhidiyyeti yâni birliği bir kavramdır ki, onda aslâ çokluk yoktur. Çünkü "vâhidiyyet" yâni birlik dediğimiz zaman zihnimizde ancak bir ma’nâ oluşur; zihinde ikinci bir ma’nâ oluşmaz. Ve bir sayı değildir. Çünkü sayılma ile oluşan bir şey değildir. Belki sayıların menşe' ve kaynağıdır. Bütün sayılar birden zâhir olur.
Örneğin iki, üç, dört vb. birer sayıdır. Çünkü biri, ikide iki ve üçte üç ve dörtte dört defa sayarız. Bu hal Aritmetik ile ilgili şekilde daha açık görünür. (1+1=2) ve (1+1+1=3) ve (1+1+1+1=4) ve (1+1+1+1+1=5) ve sonsuz olarak böylece zincirleme gider. Ve birden dokuza kadar olan âhâd mertebeleri birin cüz'i mertebeleri ve onlar ve yüzler ve binler mertebeleri de küllî mertebeleridir. Bununla berâber birin tekrârından meydana gelen sayıların her birisi de birer sayıdır. Örneğin (1 + 1 + 1 + 1 + 1= 5) dediğimiz zaman, bu bütünsellik ki, "beş''ten ibârettir, tek bir sayıdır. Çünkü, "beş" dediğimiz zaman, zihnimizde ancak bir sayının ma’nâsı bulunur; zihnimiz diğer sayılardan soyutlanmıştır. Bundan dolayı (5) sûret ve madde ve bütünsellik îtibariyle birdir. Şu kadar vardır ki, çokluk sûretinde tecellî etmiştir.
Bu hal, küllî mertebelerde de böyledir. Örneğin "on" sayısı, birlerin on defa ve "yüz" sayısı da yüz defa ve "bin" sayısı da bin kere tekrârlanmasıyla oluşur. Diğer mertebeler de buna kıyas edilebilir. Ve bu küllî mertebeleri gösteren sayıların her biri (10) ve (100) ve (1000) gibi sûret ve madde ve bütünselliği îtibarıyla birdir. Çünkü herhangi birisinden bir çıkarılsa o mertebe bozulur.
Şu halde sayıların bütün mertebelerinde ve sayıların isimlerinde ve sûretlerinde dâhil ve onlar ile berâber isimlendirilendir. Yânî "üç" bir sayıdır. "Üç" dediğimiz zaman, üç defa tekrâr eden biri söylemiş oluruz. Ve bir, üçün üçüncüsü ve dördün dördüncüsü ve beşin beşincisi ve altının altıncısıdır. Çünkü her birinden bir çıkarılsa sayının ismi değişir. Şu halde bir, sayıyı meydana getiriyor ve sayı da biri ayrıntılıyor. Ve sayının hükmü ancak saymakla zâhir oldu. Çünkü bir teşkîl edeceğimiz sayı miktârınca sayılmadıkça o sayı zâhir olmaz.
Ve sayılandan bâzısı yoktur; ve ondan bâzısı vardır. Bundan dolayı zaman olur ki, bir şey his yönünden yok olur. Oysa o şey, akıl yönünden mevcûttur. Şimdi sayı ve sayılan lâzımdır. Böyle olunca bir, lâzımdır ki sayıyı inşâ etsin. Şu halde sayı, bir sebebiyle zâhir olur. Ve her ne kadar meselâ dokuz, on gibi aşağıya ve sonsuz olarak yukarıya kadar olan sayının her bir mertebesi bir hakîkat ise de o, bütün değildir. Ve ondan birlerin toplamının ismi ayrılmaz. Çünkü "iki" bir hakîkattir. Ve "üç" de bir hakîkattir. Bu mertebeler gittiği yere kadar böyledir. Ve her ne kadar bir hakîkat ise de onlardan bir ayn diğer kalan şeyin aynı değildir. Böyle olunca toplamak tutar. Şu halde toplamak, onlardan onlar ile kâildir. Ve onlar ile onlar üzerine hâkimdir. Ve muhakkak bu sözde yirmi mertebe zâhir oldu. Bundan dolayı terkîb, o mertebelere dâhil olur. Böyle olunca sen indinde zâtından dolayı kaldırılmış olan şeyin aynını isbât etmekten ayrılmazsın (9).
Yânî sayılan ve sayılmış olan şeyin bâzısı, histe ve hâriçte yoktur ve bâzısı da vardır. Bundan dolayı bâzen bir şey, his yönünden yok olur; fakat o şey akıl yönünden mevcûttur. Örneğin dört elma ile beş armudu bir tabağa koyduk. Dört ile beş sayıları, sayılmış olan armut ve elmanın varlığı ile histe mevcût oldu. Yânî his olarak dört ile beş sayısını gözümüz gördü. Fakat sayı bunlardan ibâret değildir. İki, üç, altı, yedi vb. birçok sayılar daha vardır. Sayılmış olmadığı için o sayıların varlığı histe görünmüyor. Ancak akılda mevcûttur.
Ve kezâ sayılmış olan elma ile armudu yedik. Dört ile beş sayısı his mertebesinden akıl mertebesine intikâl etti; yâni his mertebesinde yok oldu ve akıl mertebesinde mevcût oldu. Şu halde ya akılda veyâhut histe sayı ile sayılmak elbette lâzımdır. Ve sayı ile saymak lâzım olunca sayıyı inşâ ve var etmek için de birin varlığı gerekir. Bundan dolayı sayı, birin varlığı sebebiyle zâhir olur. Şiir:
Tercüme: "Eğer her iki âlemde yüz bin dalga gösterirlerse, hepsi birdir. Tekrâr ile zâhir olmuştur. Aşk bağında bâkî olan bir ahadiyyet, dal ve ağaç ve gül yaprağı ve diken olarak gelmiştir. Vahdet perdesinin altından bir akseden yaprak çıkıp, yüz bin vehim ve zan perdesinde zuhûr etmiştir. Bir müttefik ve müttehid ayn’dır ki, onun gayrı bir zerre yok idi; açığa çıkınca bütün bu ağyâr yâni başkalar zuhûra geldi. Bir gayr nasıl yüz gösterir? Çünkü açığa çıkan "ayn", gayr dediğimiz şey hep birdir."
Gülşen-i Râz'dan:
Tercüme: "Bu şehâdet âleminde bütün fertler birdir. Sayıların "ayn"ından sârî olan bir gibidir. Sen vahdetin "ayn"ı olan bir bütünsün. Ve sen çokluğun "ayn"ı olan birsin."
Şimdi “bir” sebebiyle zâhir olan sayıların dokuzdan aşağıya ve ondan sonsuz olarak yukarıya kadar olan her bir mertebesi, gerçi birer “bir” hakîkatidir. Yânî dokuz, sekiz, yedi, altı dediğimiz zaman her bir sayı bir kavram beyân eder ki, o kavram diğerlerinde yoktur. Meselâ altı sayısının kavramı beşte, dörtte, sekizde ve dokuzda yoktur. Böyle olmakla berâber, her bir mertebe de mertebelerin bütünü değildir. Çünkü her birinin kavramı kendine mahsustur. Ve mertebeleri teşkîl eden birlerin bütünü değildir. Çünkü diğer sayıları teşkîl edecek olan sonsuz birler, kendi mertebesinin hâricinde kaldı.
Ve “bir” hakîkatı olan o mertebe birlerin hepsini toplamış olmamakla berâber birlerin toplayıcı ismi kendisinden ayrılmaz. Çünkü "altı" sayısının oluşması için birin altı defa toplanması lâzım gelir. (1+1+1+1+1+1=6) gibi. Ve aynı şekilde "iki" bir hakîkattir. "Üç" dahi bir hakîkattir. Bu mertebeler böylece gittiği yere kadar gider. Ve sayıların her bir mertebesi her ne kadar “bir” hakîkatı ise de, onlardan herhangi birisini alsan, o aldığın bir ayn, diğer mertebelerden hiçbirisinin aynı değildir. Örneğin iki üçün, dördün ve beşin vb. aynı olmadığı gibi, bunların her birerleri de bir dîğerinin aynı değildir.
Şimdi, bütün sayıların mertebelerini tutan, birlerin toplanmasıdır. Şu halde birleri toplamak toplayıcılık hakîkatinden o mertebeler ile kâildir. Ve o hakîkat ile onların üzerine hâkimdir. Örneğin birleri toplamak "üç" mertebesinde bu mertebenin lisânıyla "Ben üçüm" der. Ve onun lisânıyla onun üzerine hükmeder.
Ve bu sözde sayı mertebelerini temsîl eden yirmi mertebe zâhir oldu ki, onlar da: (1,2,3,4,5,6,7,8,9) sayılarından ibâret olan birler mertebeleri ve (10,20,30,40,50,60,70,80,90 ve 100) sayılarından ibâret olan onlar mertebeleri ve bir de (1000) mertebesidir. İşte bu mertebelerin tümü "yirmi" olur. Bunlardan her bir mertebe için “bir” hakîkatı sâbit olur ki, bu sâbit hakîkat ile bir dîğerinden ayrılırlar. Ve birlerin toplanması ismi bu mertebelerin her birerlerini kapsamına alır. Ancak "bir" birlerin toplanmasından oluşmuş bir sayı olmadığı için bu isim onu kapsamına almaz. Ve "bir" sayı değildir. Belki bütün sayıların aslı ve menşeidir. Bundan dolayı bu yirmi mertebeye terkîb dâhil olur. Ve birlerin toplanması ismi "bir" den başka bir mertebeye kapsam olur.
Böyle olunca sen zâtından dolayı indinde kaldırılmış olan şeyin "ayn"ını isbât etmekten ayrılmazsın. Yânî sen dersin ki: "Bir sayı değildir, belki sayıların menşeidir. Ondan sonra tek olsun terkip edilmiş olsun ne kadar sayı gelirse, hepsi birin gayrıdır." Bu sözün ile mertebelerin hepsinde biri kaldırırsın. Daha sonra dönüp dersin ki: "Farz edelim (5) sayısı "bir"in beş defa tekrârından oluşan bir mertebedir. Ve bir beş defa tekrâr edip toplanmasa bu mertebenin varlığı olmazdı." Oysa ilk başta (5) sayısına "bir"in gayrı deyip biri ondan kaldırmış idin. Daha sonra bu sûretle isbât etmiş oldun. Diğer bir tâbir ile, sen çoğalma şânından olmayan "bir"i, zâtından dolayı icmâlinin mertebesinde bütün sayısal mertebelerden kaldırıp onlar birin gayridir dedin. Sonra da onun ârızi sıfâtı olan tekrârından dolayı ayrıntılama mertebesinde isbât ettin.
Gülşen-i Râz'dan:
Tercüme: "O vahdet bu çokluktan zâhir oldu. "Bir"i tekrâr ile saydığın vakit çok oldu. Vâkıâ sayı başlangıçta "bir"dir. Velâkin onun aslâ sonu yoktur."
Ve kim ki, sayılar hakkında izâh ettiğimiz şeye ve muhakkak onların kaldırılmasının, onların isbatının ayn’ı olduğuna ârif olsa, her ne kadar hálkedilen, Hâlık'tan farklı ise de, muhakkak tenzih edilen Hakk’ın teşbih edilen hálk olduğunu bilir. Şimdi iş budur ki, Hâlık mahlûktur. Ve yine iş budur ki, mahlûk Hâlık'tır. Bunun hepsi “bir“ ayn’dandır. Hayır belki o, bir olan ayn’dır; o çok olan ayn’lardır (10).
Yânî bir’in, sayıyı inşâ ettiğini ve sayının da "bir"i ayrıntılandırdığını ve "bir"in sayılardan kaldırılmasının, onlarda onun isbatının aynı olduğunu ve her bir sayısal mertebenin bir îtibar ile diğer mertebelerin gayrı olan bir “bir”in hakîkati olduğunu ve fakat hepsinin birin toplanmasından oluşmuş olan birer mertebe olmaları îtibarıyla, bir dîğerinin aynı bulunduğuna ârif olan kimse bildi ki, ahadiyye hakîkati îtibarıyla teşbîhden münezzeh olan Hak, taayyün etmiş olan sûretteki tecellîsi îtibarıyla teşbih edilen hálktır.
Bununla berâber hálk, Hâlık'tan farklıdır. Çünkü îcâd olunan şey, mûcidin gayrıdır. Nitekim "bir" dokuz sayısını îcâd eder. Fakat "dokuz" birin aynı değildir; bir dîğerinden farklıdır. Ve kezâ "bir" tektir. "İki" sayısı ise çifttir. Tek ile çift arasındaki fark ve ayrılık ise açıktır.
Ve Hakk’ın vücûdu ile hálkedilenlerin vücûdu arasındaki ilişkinin ne sûrette olduğu daha önce bahsedilen buhar, bulut, su ve buz örneklerinde îzâh olundu. Aralarındaki fark latîf oluş ve kesîf oluştan ibârettir. İşte bu hakîkati izâhen ârif-i billâh Ebu'l-Hasan Gûrî (k.s.) hazretleri "O zât-ı celîlü’ş-şânı tenzîh ederim ki, nefesini* ve zâtını latîf kılıp onu "Hak" olarak isimlendirdi. Ve aynı şekilde zâtını ve nefesini kesîf kılıp onu "hálk" olarak isimlendirdi" buyurur. Bundan dolayı "hálk" dediğimiz cisimler âlemi, kendinin üstünde bulunan misâl âlemine göre kesîftir. Ve misal âlemi de rûhlar âlemine; ve rûhlar âlemi de ilim âlemine; ve ilim âlemi ise Hakk'ın zâtına göre kesîftirler. Ve hepsi Hakk'ın latîf zâtının derece derece kesîf mertebelere tenezzülünden husûle gelmiştir. Şu kadar ki latîf zât her bir mertebeye tenezzül edip kesîf oluşla tecellî edici olduğunda birer isimle isimlenir. Artık onlara "zât" denemez. Nitekim latîf buhar tenezzül edip bir derece kesîf oluşla tecellî edici olunca ona "bulut" deriz. Ve diğer kesîf mertebelerinde de "su" ve "buz" olarak isimlendiririz. Buz her ne kadar buhardan ibâret ise de, buza buhar ismini vermek mümkün değildir. Çünkü aralarında çok fark vardır.
Bu îzâhtan da görüldüğü üzere işin hakîkâti budur ki, Halik mahlûktur ve onun aksi olmak üzere, mahlûk Hâlik'tir.Yânî taayyün ve zuhûr ancak kendisinin olması îtibarıyla, Hâlik mahlûktur. Ve vücûdu bağımsız olmayıp ancak latîf zâtın kesîf mertebeye tenezzülünden husûle geldiği için, mahlûk da Hâlik'tir. Ve Hâlik ile mâhlûkun hepsi bir ayn’dandır.Yânî bir ayn’dan zuhûra gelmiştir.
* Buradaki "nefes" kelimesini "nefs" okumak mümkündür. Zâten şârih de tercümesinde "zat" kelimesini ilâve ederek,'"nefes" okunması hâlinde de, ma`nânın "zât" ile eşanlamlı olacağına işâret etmiş olmaktadır. (Nâşirler)
Sa'dî’nin (k.s) beyiti:
Tercüme: "Cihân ile o sebepten sevinçliyim ki, cihânın sevinçli oluşu ondandır. Bütün âleme âşıkım, çünkü bütün âlem ondandır."
Bilinsin ki, tahkik ehli arasında Hak ile hálk arasındaki ilişki iki meşreb üzerine beyân olunur: Birisi "Heme ez öst", yâni "Hep O'ndandır", diğeri "Heme öst", yâni "Hep O’dur". Hz. Şeyh (r.a.) ilk meşrebe göre “hepsi “bir“ ayn’dandır” buyurmuşlar ve Hz. Sa'dî'nin beyti dahi aynı şekilde bu meşrebe göre olmuştur.
Reşehâtü Ayni'l-Hâyât'da anlatılmıştır ki: "Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.a.s.) buyurmuşlar ki: Bir gün Şeyh Bahâeddin Ömer hazretlerine gittim. Âdetleri olduğu yön ile "Şehirde ne haber var?" diye sordular. "İki türlü haber var" dedim. "O iki türlü haber nedir?" buyurdular. Cevap verdim ki: "Şeyh Zeynüddîn ve ashâbı "Heme ez öst", yâni "Hep O'ndandır" derler. Ve Seyyid Kâsım ve tâbîleri ise "Heme öst", yâni "Hep O'dur" derler. Siz ne buyurursunuz?" Buyurdular ki: "Şeyh Zeynüddîn takımı doğru söylerler." Ondan sonra Şeyh Zeynüddîn'in sözünü tavkiye için delîl getirmeye başladılar. Fakat getirdikleri deliller, Seyyid Kâsım'ın sözünü te'yîd etmekte idi. Dedim ki: "verdiğiniz deliller Seyyid Kâsım tarafının sözünü te'yîd ediyor?" Hz. Şeyh, yine sözlü deliller söylemeye başladı. Fakat yine Seyyid Kâsım tarafının sözünü te'yîd etmekte idi. Anladım ki, mübârek amaçları bâtını dolayısıyla "Heme öst" olduğuna inanmak ve zâhiri îtibarıyla "Heme ez öst" sözünü delil vermek husûsunu tavsiyeden ibârettir."
Çünkü zayıf akıllar âlemin Hak olduğunu kolayca idrâk edemez. Ve mertebelerin icâblarını bilememesi, kendisini dalâlet çukuruna düşürür. Ve mâdemki bu iki söz de esas îtibariyle doğrudur, hakîkât ehli, kullara rahmetinden dolayı, avâma ilk söz ile zâhir olurlar.
Ve sâlik ilâhi mârifetlerde ilerledikçe mutlak vücûdun her mertebedeki îcâblarına vâkıf olup şerîatın boşlanması tehlikesinden yakasını kurtarır. Ve o zaman "Âlem hep O'dur" inanışında bulunur. Bunun için Hz. Şeyh (r.a) ilk önce "Hâlık ve mahlûk hep bir ayn’dandır " buyurduktan sonra bu ma’nâdan ilerlemeye işâret ederek: "Hayır, belki o bir ayn’dır" buyururlar. Yânî mertebeleri dolayısıyla Hâlık oluş ve mahlûk oluş ile taayyün etmiş olan vücût, bir ayn’dan değil, belki ilâhi vâhidiyyetin hakîkati îtibarıyla bir ayn’dır.
Ve çeşitli mertebelerde ve çok olan görünme yerlerinde taayyünü ve zuhûru îtibarıyla, o vücût, çok olan ayn’lardır. Nitekim sayıların hepsi, bir ayn olan “bir”den oluşmuştur. Ve belki hepsi “bir”in aynıdır. Şu halde “bir”, birçok sayı mertebesinde taayyün etmiş olan çok olan ayn’lardır. "Bir" ile “sayıların” mertebeleri arasındaki fark, icmâl ve ayrıntıdan ibârettir. Şimdi Şeyh (r.a.) “bir” olan vücûdun taayyünler ile çok ve çok olan taayyünlerin hakîkatte bir vücût olduğunu îzâh etmek için İbrâhîm (a.s.) kıssasının beyânına başlayarak buyururlar ki:
Şimdi bak, ne görürsün! "Ey babacığım, emrolduğun şeyi yap! dedi." (Saffât, 37/102) Çocuk, babasının aynıdır. Şimdi o nefsinin dışında bir şeyi boğazlar görmedi. Ve ona büyük kurbanlığı fidye kıldı. Şimdi, insan sûretiyle zâhir olan kimse, koç sûretiyle zâhir oldu. Böyle olunca çocuk sûretiyle zâhir oldu. Hayır, belki babanın aynı olan kimse, çocuk hükmünde zâhir oldu. Ve ondan onun eşini hálk etti. Bundan dolayı nefsinin dışında bir şeyi nikâh etmedi. Şu halde eşi ve çocuğu ondandır. Oysa iş, sayıda birdir (11).
Hz. Şeyh (r.a.) Fusûs'un ibârelerinin ekserîsini, işâretler derecesinde mücmel yâni öz olarak anlatmışlardır. Onun için kelime kelime olan tercümesi Arab lisânı ile Türk lisânı arasında, kelimelerin ve zamirlerin ma’nâlarının kapsam ve ifâde ettikleri açısından çok fark olduğu yön ile, işâretler derecesinde olan aslından daha çok şerh ve tefsîre muhtaçtır. Bundan dolayı mücmelin şerhi şu şekilde olur: Kur'ân-ı Kerîm’de boğazlama kıssası Sâffât sûresinde “Fe lemmâ belega meahus sa’ye kâle yâ buneyye innî erâ fîl menâmi ennî ezbehuke fanzur mâzâ terâ, kâle yâ ebetif’al mâ tû’meru setecidunî inşâallâhu mines sâbirîn” yâni “Böylece onunla beraber çalışma çağına eriştiği zaman dedi ki: "Ey oğulcuğum! Gerçekten ben, uykuda seni boğazladığımı gördüm. Haydi bak (bir düşün). Bu konudaki görüşün nedir?" "Ey babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın" dedi.” (Saffât, 37/102) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulmuştur.
Hz. Şeyh (r.a.) bir olan vücûdun taayyünler ile çok ve çok olan taayyünlerin hakîkatte bir vücût olduğunu bu âyet-i kerîmeyi beyân ile îzâh buyurur.
Yânî bir olan vücûdun bir taayyün etmiş görünme yeri olan İbrâhîm (a.s.), o bir olan vücûdun taayyünü olan kendi oğluna hitâb edip der ki: "Ey oğlum, ben seni rûyâda boğazlar olduğumu yâni kestiğimi gördüm. Sen basarın ve basîretin ile bak ki ne görürsün? Çünkü vücût işi birdir. O bir olan vücûdu Hâlık mı, yoksa mahlûk mu görürsün? Eğer onu "Hâlık" görürsen, kastedilen mârifet budur. Ve eğer "mahlûk" görürsen, bu ancak vücût işini hâlin hakîkatinin tersi görmen için, tabîî ve unsurî cesedinin basarını ve basîretini istîlâ etmiş olmasından dolayıdır. Şu halde senin boğazlanman yâni kesilmen ve unsurî ceset hükmünün senden kalkması lâzımdır, tâ ki vücût işini hâlin hakîkati üzere göresin."
Şimdi bir olan vücût, ki Hak'tır, İshak (a.s.)’ın sûretiyle giyinmiş olduğu halde, İbrâhîm (a.s.) sûretinde taayyün etmiş olan kendi nefsine hitâben:
“yâ ebeti” "Ey babacığım", yâni "Ey kendi sûretinde Hak açığa çıkıp, o açığa çıkış vâsıtasıyla Hakk'ı benim sûretimde açığa çıkaran mübârek taayyün!"
“if’al” “yap” yâni "Hakk’ın fiilinin senin sûretinde açığa çıkışına başla!" dedi.
Oysa baba, oğlunun aynıdır. Çünkü, oğlunun vücûdu, babanın vücûdunun parçalarından ayrılmış olan nutfeden ibârettir. Ve nutfe ise, sûreten babanın gayrı ise de, mânen ve hakîkaten gayrı değildir. Şu halde İbrâhîm (a.s.) rûyâsında oğlu olan İshak (a.s)’ı boğazladığını gördüğü zaman, kendi nefsinden başkasını boğazlar görmedi; yâni kendi nefsini boğazlar gördü.
Ve kurban edilecek olan İshak (a.s) mıdır, yoksa İsmâil (a.s.) mıdır? Bu husûs İshâk Fassı'nın giriş bölümünde ayrıntılı olarak beyân olunur.
Hz. İbrâhîm'in Hz. İshâk sûretinde görülen nefsine Allah Teâlâ büyük kurbanlığı fideye kıldı. Bundan dolayı hayâl âleminde "insan" sûretinde görülen kimse, his âleminde "koç" sûretinde görüldü ki, bunun sırrı Hz. Şeyh (r.a) tarafından İshâk Fass’ında îzâh buyrulmuştur.
Şimdi görünme yerlerinin hepsinde şahsiyetle taayyün etmiş olan bir olan hakîkî vücût, oğul sûretinde, hayır belki oğul hükmünde açığa çıktı. Çünkü oğul ile babanın sûreti, tür hakîkatinde birlikte olmaları îtibarıyla birdir. Çünkü ikisi de insan sûretinde taayyün etmiştir. Gayr oluş ancak babalık ile oğulluğun hükümlerinde ve şahsi sûretindedir.
Cenâb-ı Şeyh (r.a.) bir olan vücûdun taayyünler ile çok ve çok olan taayyünlerin hakîkatte bir olan vücût olduğunu, yâni bir olan ayn’ın çok ayn’lar ile açığa çıktığını “Yâ eyyuhen nâsuttekû rabbekumullezî halakakum min nefsin vâhidetin ve halaka minhâ zevcehâ ve besse minhumâ ricâlen kesîran ve nisâe” (Nisâ, 4/1) yâni "Ey insânlar, sizi tek bir nefsten hálk eden ve ondan eşini hálk eden ve onlardan birçok erkek ve kadınları üretip yayan Rabb’inizden sakının!" âyet-i kerîmesiyle şâhitlendirerek buyurur ki:
Bir olan hakîkî vücût, bir olan nefsten onun eşini hálk etti. Yânî bir olan hakîkî vücût isimlerinin kemâlâtını açığa çıkarmak için mertebelere tenezzül edip "Âdem" dediğimiz şahıs ile taayyün etti ki, bir nefstir. Ve o bir olan nefsten onun eşi olan Havvâ'yı açığa çıkarıp Havvâ’nın şahsı ile taayyün etti. Şu halde Hz. Âdem kendi nefsinden başkasını nikâh etmemiş oldu. Bundan dolayı onun eşi olan Hz. Havvâ, Hz. Âdem'in kendi nefsinden mahlûktur. Ve Âdem (a.s) nasıl ki, eşi sûretinde kendi nefsini nikâh etmiş ise, İbrâhim (a.s.) da oğlunun sûretinde öylece hayâl âleminde kendi nefsini boğazlar görüp his âleminde, koç sûretinde, yine kendi nefsini fidye verdi. Oysa vücût işi, hakîkatte sayı sûretinde birden ibârettir. Nitekim sayıların mertebelerinin birden ne şekil ile zuhûra geldiği daha önce detaylı anlatılmıştı.
Bilinsin ki, küllî hakîkat olan bir olan ayn, küllî taayyün ile taayyün ettiği zaman, mutlak insan olur. Çünkü âlemde ne kadar insan fertleri varsa "insan" küllî kavramı altına dâhil olur. Bu taayyün, bir olan ayn’ın tür taayyünü ile taayyün etmesidir. Ve yine o bir olan ayn cüz'î taayyün ile taayyün ettiği zaman, insan fertlerinden bir fert ve bir şahıs olur. Bundan dolayı “bir” hakîkat olan Hakk’ın bir olan vücûdu çeşitli mertebelerde açığa çıkmış ve çok olan taayyünlerde taayyün etmiştir. Ve her bir mertebe ve taayyünde bir isim ile isimlenen olur. Örneğin şehâdet mertebesinde insan şahıslarından birer şahsın sûretleri ile taayyün ettikte Mehmed, Es'ad, Ahmed, Avnî vb. gibi özel isimler ile isimlenendir. Bu şahıslardan üreme gerçekleştiğinde "nutfe" denilir. Anne rahminde "alaka", "mudğa", "cenîn" ve daha sonra "bebek" ve "insan" isimleriyle isimlenir. Ve bir sûretle tayyün ettiği zaman, o sûrete verilen isim, diğer taayyünlere verilmez. Bundan dolayı "sûret" ne kadar çok olursa olsun "hakîkat"leri birdir; gayr oluş, ancak sûretlerdedir. Hz. Mevlânâ (r.a.) bu hakikâte işâreten Mesnevî-i Şerîf’te aşağıdaki beyitleri söylerler: Mesnevî:
Tercüme: “Türlü türlü yüz bin yemek vardır. Îtibârda hepsi bir şeydir. Birinden tamâmen doyduğun zaman, gönlün elli yemekten soğur. Sen açlık işinde şaşı olmuşsun. Çünkü biri yüz bin görmüşsün."
Ve bu ma’nâyı Fîhi Mâ-fîh ismindeki yüce eserlerinde de te'yîd ederek şöyle îzâh buyururlar:
"Hakîkatte cezbeden birdir, fakat çeşitli görünür. Görmez misin ki, bir adam türlü türlü yüz şey arzû eder. Meselâ “tutmaç isterim, börek isterim, helva isterim, yahni isterim, meyve isterim, hurma isterim, incir isterim” der. Ve bunları sayarak lisâna getirir. Ve lâkin onun aslı açlıktır, o da birdir. Görmez misin ki, bir şeyden doyunca bunların hiçbirisi lâzım değildir, der. Bundan dolayı bilindi ki, on ve yüz yoktur, belki bir vardır. [وَمَا جَعَلْنَا عِدَّتَهُمْ إِلَّا فِتْنَةً] “ve mâ cealnâ ıddetehum illâ fitneten” (Müdessir, 74/31). Yâni "Halkın bu sayması fitnedir.
Şimdi "tabîat" kimdir ve ondan açığa çıkan kimdir? Ve biz onu kendisinden açığa çıkan şeyle noksan ve açığa çıkan şeyin yokluğu ile fazla olduğunu görmedik. Ve açığa çıkan şey onun gayrı değildir. Ve sûretlerin ihtilâfından dolayı onun üzerine bu; soğuk ve kurudur; ve bu, sıcak ve kurudur diye hüküm ile berâber, açığa çıkan şey onun aynı değildir. Böyle olunca "tabîat" kuruluğu birleştirdi ve bundan gayrısını da ayırdı. Oysa toplayıcı olan tabîattır. Hayır, belki "ayn" tabîattır. Bundan dolayı tabîat âlemi, bir aynada olan sûretlerdir. Hayır, belki çeşitli aynalarda olan bir sûrettir. Şu halde bakış açılarından dolayı, ancak "hayret" vardır (12).
Bilinsin ki, insan denilen düşünen mahlûk, kendi varlığını ve çevresindeki mevcûtları idrâke başlayınca fikri bunların kaynağını araştırmaya başlar. Vahşi kavimlerin bile bir var edicinin varlığını kabûl ile şuna buna tapmaları bu fikirlerin araştırmasının netîcesidir. İnsanların sûretlerindeki farklılık gibi akılları da farklı farklı bulunduğundan akıllar genel olarak terbiye ve tahsîl ile aydınlanıp düşünceleri o oranda yükselir. Fakat akıl ne kadar aydınlanırsa aydınlansın ve yükselirse yükselsin, vehim ile karışmış olduğundan eşyânın hakîkatlerine ulaşmak için uyguladığı çok ince ve derin tetkikler vehmin hükmünden sıyrılamaz. Bundan dolayı, ben aklımla hakîkati bulurum, diyen herhangi bir düşünen âklın vehim ile karışmış olan aklının verdiği bir hüküm, onun vehim hükmünden hâriç bulunan diğer bir âkıl tarafından bir delîl getirilerek çürütülür. Fakat delili hükümsüz bırakan tetkikçinin vehmi de kendi vücûdunda hâkim olduğu için, onun koyduğu felsefi kanunlar da o kimsenin vehim hükmünden hâriç olan bir diğeri tarafından iptâl olunur. Bu hal böylece silsileler halinde gider. İşte bunun netîcesi olarak âlemde birçok felsefi meslekler meydana gelmiştir. Her ne kadar her birerlerinin hakîkatlere temâs ettiği noktalar mevcûttur. Fakat akıllarına hâkim olan vehimleri dâimâ doğru yoldan ayaklarını kaydırmıştır. Zamânımızın düşünürleri ise bilim dâiresinde tabîat âlemini tetkîk ve hakîkatleri duyular ile algılanan şeylerden delil getirerek açıklamak yolunu tâkîp ederler. Fakat duyularla algılanan şeylerden silsiler yoluyla kaynağa ulaşmak mümkün değildir. Bir sınır gelir ki duyularla algılanan şeyler müzmahıl yâni yok hükmünde olur. İşte o zaman yine idrak edilebilenler sâhasına dalmak ve vehmin üstün gelen kuvveti altında zebûn kalmak vardır. Bundan dolayı hakîkatleri akıllarıyla bulup çıkarmak için sürekli mesâîde bulunanlar Ömer Hayyâm hazretlerinin şu: Rubâî:
Tercüme: "Onlar ki akıl kârı çalışırlar. Yazık ki hep öküzden süt sağarlar. Ahmaklık elbisesi giymeleri iyidir; öyle ki bugün akıl ile yaprak bile satmasınlar!”
Rubâîsinde dediği gibi öküzden süt sağmak kabîlinden boşyere ömürlerini ziyân ederler. Bu hâlin sebebi, isimlerine ve sıfatlarına ait hakîkatleri öğretmek için şehâdet mertebesine tenezzül ederek nebîlerin (aleyhimü's-selâm) taayyünleriyle taayyün etmiş olan bir olan hakîkî vücûdun, onların lisanlarından gerçekleşen haberlere kulak asmamaktır. Nitekim (s.a.v.) Efendimiz "Ben öğretmen olarak gönderildim" buyururlar. Hâlin hakîkati bu merkezde iken akıllar kendi akıllarına îtimât edip "Bizim öğretmene ihtiyâcımız yoktur, biz aklımız ile hakîkatleri idrâk edinceye kadar çalışırız. Nübüvvet dâvasıyla içimizden ortaya çıkan bizim gibi bir akıla niçin tâbî olalım?" deyip dik başlılık ederler. Eğer tâbî olsalardı kendi nefislerini bilmekle, Hak kendilerine zâhir olur idi. Nitekim Hak Teâlâ Kur'ân-ı kerîmde buyurur: “Se nurîhim âyâtinâ fîl âfâkı ve fî enfusihim hattâ yetebeyyene lehüm ennehul hakk“ (Fussılet, 41/53) yâni "Biz âyetlerimizi ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara gösteririz, tâ ki Hak onlara zâhir olur." Bundan dolayı eşyanın hakîkatine ulaşmak için çalışanlar mücmel olarak yâni topluca iki kısma ayrılır:
Dostları ilə paylaş: |