Örnek: İnsanda gülme ve ağlama gibi birçok işler vardır. İnsan gülmediği ve ağlamadığı zamanlar, bu işler potansiyel olarak mevcût ve fiilen yoktur. Ağlaması ve gülmesi, fiilen açığa çıktığı zaman bu açığa çıkış, irâdesi ve yapılışı ve te’sîri ile olmaz; belki zâtî gereklilik olarak irâdesiz ve yapılmaksızın ve te’sîrsiz gerçekleşir. Ya’nî insan, henüz gülmeden ve ağlamadan evvel, gülmeğe ve ağlamaya hazırlanmaz ve gülme ve ağlama işler olmaları i’tibârıyla insâni ma’nâda birlik halinde iseler de, açığa çıkmada bir dîğerinden ayrılırlar. Çünkü gülme, ağlamanın aynı değildir. Şimdi bunlar, insânın şahsında mevcût ve fiilen yok iken, bu yok olan işlerin mevcût şahıs üzerinde te’sîrleri görülür. Bundan dolayı mevcût şahıs bunların te’sîri ile gözüktüğünde, ya’nî güldüğünde ve ağladığında, bu işler de, fiilen mevcût olurlar; ve onların mevcûdiyyetleri mevcût şahısa bağlı olarak olur. Ve mâdemki insânın şahsı mevcûttur, elbette bu işler de onunla berâber potansiyel olarak mevcûtturlar; ve bir sebep altında da zâtî gereklilik olarak, irâdesiz ve yapılmadan ve te’sîrsiz, fiilen açığa çıkarlar. İşte bunun gibi hakîkî mevcût olan ulûhiyyet zâtında fiilen yok olan işlerin te’sîri ile Allah’ın zatı bu işleri sebebiyle tecellî eder. Çünkü a’yân-ı sâbite açığa çıkışın sebebi ve Allah’ın zatı ise, onların sonucudur. Ve sebebin sonuç üzerinde te’sîrini reddetmek ve kabûl etmemek mümkün değildir.
Nitekim sebep-sonuç ilişkisi meselesi, varlığa getirme örneği ile yukarıda anlatıldı. Bu te’sîr ve te’sîr alan ve sebep-sonuç ilişkisi meseleleri, vâhid olan Hakk’ın vücûdunun zâtî bağıntısından ibâret olup meydanda bir başkası bulunmadığından, ulûhiyyet şanına yakışmayacak bir hüküm türü olarak anlaşılmaz.
Sekizinci Kısım Üçüncü Ek: YAPILMAMIŞ İSTİ’DÂD VE KABİLİYET
Zâtî gereklilik olan a’yân-ı sâbiteden her bir “ayn”ın bir kendine has isti’dâdı ve kābiliyyeti vardır; aslâ biri diğerine benzemez. Mutlak vücût olan Hak, a’yân-ı sâbiteden her bir “ayn”ın isti’dâdına uygun olarak o “ayn”ın sûreti ile açığa çıkar. Şimdi a’yân-ı sâbite yapılmış olmayınca, onların isti’dâdları ve kābiliyyetleri de yapılmış olmaz. Şu kadar ki, bu istidadlar ve kābiliyyetler a’yân-ı sâbitenin ve a’yân-ı sâbite de Zât’ın gereklerinden bulunduğu ve bunların sebebi, ancak Allah’ın zâtının vücûdu bulunduğu ve sebebin sonuca te’sîrinin doğal olacağı yönüyle, bu isti’dâdların ve kābiliyyetlerin te’sîr edicisi de, ancak Allah’ın zâtının vücûdudur. İşte bu hakîkate işâret olarak, cenâb-ı Mevlânâ (r.a.) Mesnevi-i Şerif’lerinde şöyle buyururlar:
Tercüme: “O taş gibi katı kalbin çâresi bir değiştiricinin lütfudur; onun lütfu için kābiliyyet şart değildir. Belki kābiliyyetin şartı onun lütfudur. Çünkü lütuf iç ve kābiliyyet kabuktur.”
Çünkü a’yân-ı sâbiteye ilmi vücûdu bahşeden zâtî lütuftur; ve bu ilâhî ihsan olmasa, hiçbir sûret ilim mertebesinde mevcût olmaz ve onların isti’dâdları ve kābiliyyetleri de söz konusu olamaz idi. Bundan dolayı zâtî lütuf ve ilâhî ihsan iç ve isti’dâdlar ve kābiliyyetler kabuk derecesindedir. Şimdi burası iyi anlaşılsın ki, isti’dâdlarda ve kābiliyyetlerde zorlama yoktur. Zâtî lütuf ve ilâhî tecellî ve nefes-i rahmânî eşit seviyede olur. Rahmânî nefesi takiben her bir ayn kendi zâtî isti’dâdına ve kābiliyyetine göre açığa çıkmıştır. Bundan dolayı her bir ayn kendi kendine cebretmiştir.
Örnek: Bir kimse şiddetli soğukta aralıksız olarak bir cam üzerine nefesini gönderse, sûretsiz olan bu nefes cam üzerine aynı seviyede temâs eder. Fakat soğuğun şiddeti sebebiyle bu nefes, cam üzerinde yoğunlaştığı zaman, türlü şekiller açığa çıkar. Bu açığa çıkan şekillerin hiç birisi ne uzunluk ve ne de genişlik olarak bir dîğerine benzemez. Bu şekillerin her biri sûretsiz olan o nefeste mevcût idi. Yoğunlaşarak böylece açığa çıktılar; ve bu sûretle kendi isti’dâd ve kābiliyyetlerini gösterdiler. Bu isti’dâd ve kābiliyyetlere aslâ nefes verenin zorlaması yoktur. Belki nefesin ayn’ında onlar, isti’dâd ve kābiliyyetlerine göre kendilerini yine kendileri var ettiler. Ancak nefes verenin vücûdu onların açığa çıkma sebebi oldu ve onlar sonuç oldular. Şimdi bu şekillerin içinden birisi çıkıp da farzedelim nefes verene hitâben: “Sen beni niçin yanımda var olmuş olan şu güzel çiçek gibi şekillendirmedin; böyle upuzun bir şekilde kaldım?” sorusunu soramaz. Sorsa, nefes veren ona cevâben der ki: “Bu şekilde var olman için benim tarafımdan senin üzerine hiçbir zorlama olmadı; ben ancak seni nefeslendirdim; sen de potansiyel olarak mevcût ve fiilen yok olan kābiliyyet ve isti’dâdın sebebiyle böyle var oldun; zorlama ancak senden, sana oldu: niçin hitabını bana yönlendiriyorsun?”
Şimdi nefes-i rahmânî’nin nefeslendirmesinde, her bir ayn o nefeste “Kün(Ol)” emrine uyarak kendi isti’dâd ve kābiliyyeti çerçevesinde kendi kendini var etmiş ve ona o sûrette var olması için zorlama olmamış olduğundan, Hak “Lâ yüs’elü ammâ yef’al” ya’nî “Yaptığından soru sorulmaz”dır (Enbiya, 21/23). Çünkü Hakk’ın fiili onları nefeslendirmek ve onlara vücûttan feyz vermektir. Bu ise zâti lütuftur. Hiç zâti lütfundan dolayı Hakk’a soru sorulur mu? Belki soru yüksek isti’dâd dururken, düşük isti’dâdı beğenip, o isti’dâd çerçevesinde var olanlara sorulur. “Ve hüm yüs’elûn” ya’nî “Onlar sorgulanır”(Enbiyâ, 21/23) onlar hakkındadır. Cenâb-ı Hak, Zeyd’i zorla saâdet tarafına ve Amr’ı da zorla şekâvete sevk etmekten münezzehtir. Hakk’ın irâdesi ancak isti’dâd ve kābiliyyete dair olur. Çünkü Hak Teâlâ ilminde mevcût olan şeyi murâd eder ve murâd ettiği şeyi işler.
Sekizinci Kısım Dördüncü Ek: İLİM MA’LÛMA TÂBİ’DİR
Bilinsin ki, ilâhî ilimde iki i’tibâr vardır: Birisi; vahdet mertebesinde ve ilk taayyünde ulûhiyyet zâtının sıfatlarının ve isimlerinin hepsine öz olarak olan ilmidir. Bu ilim kendi zâtına olan ilimden ibâret olduğundan, bu mertebede “ilim”, “âlim”, “ma’lûm” arasında aslâ farklılık yoktur; hepsi vâhid şey’dir. Ve bu ilim, ma’lûma tâbi’ olan türden değildir. Çünkü öncesiz zat ile berâber öncesizdir. İkincisi; vâhidiyyet mertebesine ve ikinci taayyüne tenezzülünden sonra, kendisinde mevcût olan bütün sıfatların ve isimlerinin sûretleri, bir diğerinden farklı olarak ilâhî ilimde meydana geldiklerinde, her birinin zâtî gereklilikleri olan kābiliyyet ve isti’dâdları ne ise açığa çıkar. Ve bu kābiliyyet ve isti’dâdlar açığa çıktıktan sonra, Hakk’ın ayrıntılı olarak ma’lûmu olurlar. İşte Hakk’ın bunlara ait olan ilmi, onların ma’lûm oluşlarından sonra olduğundan “ilim ma’lûma tâbi’dir” denildiğinde “sıfatlara ve isimlere ait ilim” anlaşılmalıdır. İlmin ma’lûma tâbi oluşu hakkındaki Kur’an’daki delîl: “Ve leneblüven-neküm hatta na'lemel mücahidiyne minküm”(Muhammed, 47/31) ya’nî: “Biz sizi imtihan ederiz, tâ ki sizden mücâhit olanları bilelim” âyet-i kerîmesidir. Hakk’ın: “Tâ ki biz bilelim” sözü aslâ te’vîl edilemez. Bunu ancak kelam âlimleri gibi vehmî tenzih sâhipleri te’vîl ederler. Ve onlar eşyânın vücûdunu vâhid vücûd’un ayrı olarak gördüklerinden, Hakk’ın ilmi ma’lûma tâbi’ olsa, Hakk’ın ilmini başkasından alması gerekir; ki bu da câhillik ve âcizlik olduğundan Hakk’a lâyık olmaz zannederler. Oysa vücût birdir: bu çokluklar O’nun isimlerine ait sûretlerinin gölgeleridir ve aynaya yansıyan gölgeler, aynanın karşısındaki şahsın sûretinden başkası değildir. Bundan dolayı, aynanın karşısındaki şahıs aynaya baktığı zaman, gördüğü sûretten kendisinde bir ilim meydana geldiğinde, o bu ilmi başkasından almış olmaz. Bundan dolayı kelam âlimlerinin zannettikleri ayrı oluş yoktur ki, Hakk’a câhillik ve âcizlik yüklenmiş olsun. Bu aynı oluş ve ayrı oluş meselesi, şehâdet mertebesi kısmında îzâh edilecektir.
Sekizinci Kısım Beşinci Ek: KAZÂ VE KADER
A’yân-ı sâbite, zâtî gereklilikleri olan isti’dâd ve kābiliyyetleri çerçevesinde Hak’tan açığa çıkmayı talep ederler. Bu talep söz ile değil, hâl iledir. Mesnevi: Tercüme;
“Biz yok idik; ve bizim serzenişimiz dahi yok idi.
Senin lûtfun bizim söylenmemiş sözümüzü işitir idi.”
Bu talep, yaşamak için balığın vücûdunun suyu ve insânın vücûdunun temiz havayı talep etmesi gibidir. Çünkü onların vücûtlarına ait isti’dâd ve kābiliyyetleri böyledir. İşte her ayn, ulûhiyyet zâtından böyle zâtî gerekliliklerine göre tecellî talebinde bulundu. Onların isti’dâd ve kābiliyyetleri ilâhî ma’lûm olduktan sonra taleplerini kabûl ederek, Hak malûm oluşları çerçevesinde var edilmelerini irâde etti. Bundan dolayı Hakk’ın irâdesi ilmine ve ilmi de ma’lûm olan a’yân-ı sâbiteye tâbi’ oldu.
Şimdi onların mertebelerinin tümünde isti’dâd ve kābiliyyetleri üzere açığa çıkmalarına Hakk’ın hükmetmesi ilâhî kazâdır ve bu kazâ öz ve bütünsel hükümdür. Zâtî isti’dâdları üzerine Zeyd’in ilmine ve saâdetine ve Amr’ın câhilliğine ve şekâvetine hüküm gibi. Fakat bu hükümde zorlama yoktur. Çünkü bu hükmü, a’yân-ı sâbite kendileri üzerine vermişlerdir ve Hak ilk olarak üzerine hüküm verilendir. Ya’nî her bir ayn-ı sâbite kendi zatına ait kābiliyyetini gösterip Hakk’a demiştir ki: “Ey lütuf sahibi, benim hakkımda saadet hükmünü ver ve beni bu hüküm çerçevesinde açığa çıkar!” Bu ise o ayn-ı sâbite tarafından Hak üzerine bir hükümdür. Bundan dolayı o ayn-ı sâbite hüküm veren ve lütuf sâhibi olan Hakk’ın vücûdu ise üzerine hüküm verilendir. Daha sonra Hak hüküm veren ve a’yân-ı sâbite üzerine hüküm verilen olmuştur. Bundan dolayı zorlama her “ayn”ın isti’dâd ve kabiliyetlerinden kendi üzerlerine olmuştur. Ve isti’dâd ve kābiliyyetin yapılmış olmadığı daha önce îzâh edildi.
Şimdi zata ait isti’dâdlar aslâ değişmediği gibi, iki zıttı da birleştirmez. Örneğin ilâhî ilimde saâdetle ma’lûm olan bir a’yân-ı sâbite, değişerek şekavetle ma’lûm olmadığı gibi, bir a’yân-ı sâbite aynı anda hem saâdet ve hem de şekâveti taşımaz. Çünkü bunlar, bir dîğerinin zıttıdır. Nitekim bir şey aynı an içinde hem beyaz ve hem siyâh olmaz.
İlâhî kazâ biri zorunlu, diğeri muallâk olmak üzere iki çeşittir:
“Zorunlu Kazâ” kayıtsız şartsız yerine getirilmesi gerekli olan kazâlardır. Bu kazâ ne sözlü duâ ile ve ne de fiili duâ ile ya’nî tedbirler ile önlenemez. Zorunlu kazâda iki i’tibâr vardır. Birisi Allah indinde “muallâk kazâ” ve melekler ve kâmilin indinde “zorunlu kazâ” görünen ilâhî kazâdır. Bu kazâ duâ ve tedbîr ile önlenir.
“Muallak kazâ” kayıt ve şarta bağlı olarak yerine getirilmesi gereken kazâdır. Bu kazâ önleme şartının gerçekleşmesi hâlinde te’sîrli olmaz. Şart dahî kazâdır. “Kazâ kazâ ile geri döndürülür” hadîs-i şerîfinde bu hakîkate işâret buyrulmuştur.
Zorunlu kazâya örnek: Tavla oyununu oynayan kimse, oyununu iyi oynadığı ve pullarını da önüne biriktirip arkadaşından evvel toplamaya başladığı halde, öyle bir zar atar ki, açık vermeğe mecbur kalır. Çünkü başka türlü oynamak mümkün değildir. Burada tedbîr ve mahâretin te’sîri yoktur. İşte bu zorunlu kazâdır.
Muallâk kazâya örnek: Bilindiği gibi, tavla oyununda oyuncular zarın hükmüne tâbi’dir. Oyuncu oyununu kazanmak için uygun gördüğü zarın gelmesini ister. Fakat zarı atınca, zarlar genellikle istediğinden farklı olarak gelir. Oyuncu bunda mecbûrdur; mutlaka onu oynayacaktır. Velâkin gelen zar üzerine birkaç türlü oyun mevcût olduğu takdirde, onların en iyisini oynamakta serbesttir. Bu husûsta mecbûr değildir. Eğer her gelen zarda oyununun en iyisini oynarsa, oyunu kazanabilir. Şimdi istediğinden farklı gelen zara tâbi olma mecbûriyyeti bir kazâdır. Ve kazanmak için oyunun iyisini oynamak dahi bir kazâdır. İstediğinden farklı gelen zar ile oyunu kaybedebilirken iyi oynadığı için kaybetmedi. Bundan dolayı kazâyı, kazâ ile geri döndürdü. Ve bu kazâ muallâk kazâ oldu. Mesnevi:
Tercüme:
“Allah Teâlâ tarafından evliyânın öyle bir kudreti vardır ki, atılmış oku yolundan geri çevirirler” beyt-i şerîfi zorunlu kazâ hakkında değil, muallâk kazâ hakkındadır.
Abdülkadir Geylânî Hazretlerinin (k.a.s.): “Ben zorunlu kazayı da önlerim” buyurmaları Allah indine muallâk kazâ ve melekler indinde zorunlu kazâ görünen ilâhî kazâ hakkındadır. Yoksa zorunlu kazâ hiçbir yön ile önlenemez.
“Kader” kazânın ayrıntılanmasıdır. “Kazâ” bir vakit ile kayıtlanmış olmadığı halde, “kader” vakitlerden bir vakitte her bir ayn-ı sâbitenin özel sebepler altında mertebelerinin tümünde açığa çıkacak hallerini değerlendirmekten ibârettir. Örneğin “Zeyd saadet ehlidir” diye hakkında bütünsel hükmünün ulaşmasından sonra Zeyd’in falân vakit şehâdet âleminde açığa çıkması ve kendisinden falân vakitlerde şu ve şu sâlih amellerin meydana gelmesi ve şu kadar sene ömür sürdükten sonra mü’min olarak berzaha nakledilmesi ve berzahta dahi şu ve şu nimetlere nâil olması vb. gibi haller bu kazânın ayrıntısı olduğundan bunlara “kader” denir.
Şimdi kazâ a’yân-ı sâbitenin yapılmamış isti’dâdına bağlı olduğu gibi, kader de her bir “ayn”ın mertebelerinin tümünde açığa çıkacak yapılmış isti’dâdına bağlı olur. Bundan dolayı kader sırrı a’yân-ı sâbiteden her bir aynın vücûtta zâti ve sıfâti ve fiili olarak ancak aslî kābiliyyetinin ve zâtî isti’dâdının özelliği kadar açığa çıkması esasından ibârettir.
Kader sırrının sırrı dahi budur ki, a’yân-ı sâbitede ulûhiyyet zâtından ayrı olarak hâriçte açığa çıkan işlerden değildirler. Belki Hak Teâlâ Hazretleri’nin zâtî bağıntı ve işlerinin sûretleridirler. Ve Hak Teâlâ’nın zâtî bağıntı ve işleri ise ezelen ve ebeden değişim ve başkalaşmaktan münezzehdir. Bundan dolayı a’yân-ı sâbite de değişmesi imkânsızdır. Nitekim daha önce îzâh edildi. Kısacası kader kazânın ayrıntılanması olup zaman içinde açığa çıkar ve açığa çıktıkça ma’lûm ve ma’lûm oldukça takdir edilmiş olunurlar.
Örnek: Hayvan türünün açlığı kazâdır. Bu bir bütünsel öz hükümdür. Bu açlık hayvan türünün zâtî gereğidir. Bu tür bu zâtî istidadı ile kendi üzerine açlık ile hükmetti. Vücûdunun zâtî gerekliliği olarak “Ve in min şey'in illâ indenâ hazâinuh ve mâ nünezziluhû illâ bi kaderin ma'lum” ya’nî “Hiçbir şey yoktur ki onun hazîneleri bizim indimizde olmasın. Biz onu ancak ma’lum bir ölçüyle indiririz” (Hicr, 15/21) âyet-i kerîmesi hükmünce gayb hazînesinden an-be-an hayvâni birimlerin açığa çıkması ve birimlerden her birinin yaşadığı müddetçe çeşitli zamanlardaki açlığı kaderdir. Aynı şekilde onların tokluğu da böylece kazâ ve kaderdir.
Şimdi açlık bütünsel hükmü, tokluk bütünsel öz hükmüne karşılık olduğu yön ile, kazâ kazâ ile geri döndürülür; ve her hayvanın ayrı ayrı çeşitli zamanlardaki açlıklarına, çeşitli zamanlardaki toklukları karşılık geldiğinden, kader kader ile geri döndürülür ve bunun gibi soğuk sıcak ile ve sıcak soğuk ile ve hile hile ile geri döndürülür. Diğer işler bunlara kıyâs edilsin.
Dokuzuncu kısım: RUHLAR MERTEBESİ
Vücût, ikinci taayyün ve vâhidiyyet mertebesinden sonra, ilmi sûretler sebebiyle ruhlar mertebesine tenezzül eder. Ve bu mertebede ilmi sûretlerden her biri birer bâsît cevher olarak açığa çıkarlar. Bu bâsît cevherlerden her birinin şekli ve rengi olmadığı gibi, zaman ve mekân ile de vasıflanmış değildirler. Çünkü zaman ile mekân cisme lazım olan i’tibârlardandır. Bunlar ise cisim değildirler. Ve cisim olmadıklarından yırtılma ve yapışma dahi kabûl etmezler. Ve duyuya ait işâret, cisimler âleminin gereklerinden olduğundan bu âleme bilinen insâni duyular ile işâret etmek mümkün değildir. Bu mertebede her bir rûh kendini ve kendi benzerini ve kendi kaynağı olan Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretlerini idrak etmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de: “Elestü birabbiküm kalû belâ” ya’nî “Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Dediler ki “Evet” (A’râf, 7/172) ve hadîs-i şerîfte “Ruhlar sıralanmış asker toplulukları gibidirler; onlardan tanışıp anlaşanlar uyuşurlar, anlaşamayanlar ise uyuşamazlar” buyrulur.
Hz. Mevlânâ (r.a.) da buyururlar:
Tercüme: “Elbise tenden, can da tenden haberli değildir; onun dimâğında Allah gamından başkası yoktur.”
Şimdi bu mertebe, ayrılık ve gayrı oluştan bir çeşit üzerine zât’ın hariçte açığa çıkmasından ibârettir. Ve rûh kendi zâtı ile mevcût olup, daimi olma husûsunda bedene muhtâç değildir. Soyutluk yönünden bedenden başkadır. Fakat idare etme ve kullanma yönünden bedene münasebeti vardır. Ve beden şehâdet âleminde rûhun sûreti ve kemâlinin görünme yeridir. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: “kul küllün ya’melû alâ şâkiletihi” ya’nî “De ki: Herkes kendi şâkilesi üzerine amel eder”(İsrâ, 17/84). Bundan dolayı rûh bedenden ayrı olmayıp, kemâlini göstermek için bedene muhtaçtır ve bedenin parçalarına sirâyet etmiştir. Onun sirâyet etmesi bedene dâhil olma ve beden ile birleşmek sûretiyle değildir; belki onun bedene sirâyet etmesi, Hakk’ın mutlak vücûdunun mevcûtların tümüne sirâyet etmesi gibidir. Ve bu i’tibâra göre, rûh ile cisim arasında bütünsellik yönünden başkalık yoktur. Nasıl ki Hak, bir yönden eşyânın aynı ve bir yönden gayrı ise, rûh da bir yönden bedenin aynı ve bir yönden bedenin gayrıdır.
Misbâhu’l-Hidâye sâhibi buyururlar ki:
“Rûhun marifeti ve onun idrâk zirvesi son derece yüksek ve erişilmezdir. Akılların kemendi ile ona ulaşmak kolay değildir. Keşf sahipleri onun keşfini kıskanıp ancak işâret diliyle beyânlarda bulunmuşlardır. Hz. İzzet indinde en mübârek bir mevcût ve en yakın bir görünen “Rûh-ı A’zam”dır. Çünkü Hak Teâlâ onu “min rûhîy” ya’nî “rûhumdan” (Hicr, 15/29) ve “min rûhinâ” ya’nî “rûhumuzdan” (Enbiyâ, 21/91) yüce beyânı ile kendisine bağladı. “Büyük Âdem”, “ilk halîfe”, “ilâhî tercümân”, “vücût anahtarı”, “îcâd kalemi”, “cünd-i ervâh” onun vasıflarındandır. Vücût ağına düşen ilk av o idi. Öncesiz irâde onu halk edilmişler âleminde kendi halifeliğine tayin etti. Vücût sırları hazînelerinin anahtarlarını ona bıraktı ve onu onda tasarrufa izinli kıldı. Ve onun üzerine hayât denizinden büyük bir nehir açtı, tâ ki hayât feyzi dâimâ ondan yardım alsın ve var olmuş olan parçalar üzerine feyz versin. Ve ilâhî kelimelerin sûretlerini birleştirme karargâhından, ya’nî mukaddes zâttan farklılıklar mahalline, ya’nî halk edilmişler âlemine eriştirsin ve ayrıntıların ayn’larında icmâl ayn’dan keşfedilmiş olsun.
Ve Cenâb-ı ilâhî kereminden ona iki i’tibâr bahşetti:
Birisi ezelî celâl kudretinin müşâhedesi için; ikincisi ezelî cemâl hikmetinin tefekkür edilmesi için. Birinci i’tibâr “fıtrî akıl”dan ibârettir ki mübârektir ve onun netîcesi, Cenâb-ı ilâhînin muhabbetidir. İkinci i’tibâr “halk edilmişlere ait ve düşük akıl”dan ibârettir ve onun netîcesi “küllî nefs”dir. Hak Teâlâ’ya bağlı rûh’un birleştirme ayn’ından yardımla aldığı her bir feyzi, küllî nefs kabûl eder ve onun ayrıntı mahalli olur. Bağlı rûh ile küllî nefs arasında fiil ve fiili kabûl ediş, ve kuvvet ve zayıflık sebebiyle erkeklik ve dişilik açığa çıktı. Ve onların kaynaşıp bağlanma ve izdivâcı vâsıtasıyla varlıklar doğarak mevcût oldular. Bundan dolayı halk edilmişlerin hepsi rûh ile nefsin netîcesi ve nefis rûhun netîcesi ve rûh “emr”in netîcesi oldu. Çünkü Hak Teâlâ rûhu hiçbir sebeple değil, ancak zâtının zâtiliği ile açığa çıkardı. “Emr” ile işâret olunması o sebepledir. Diğerlerini de rûh vâsıtasıyla açığa çıkardı ki, “halk edilmişler” ondan ibârettir.
Ve şehâdet âleminde Âdem’in vücûdu rûh’un görünme yeri oldu; ve Havvâ’nın vücûdu nefs sûretinin görünme yeri oldu. Ve Âdem’in çocuklarının erkek sûretlerinin doğumu, küllî rûh sûretinden meydana çıkarılmıştır; velâkin nefs sıfâtı ile karışıktır ve dişilerin doğumu, rûh sıfâtının karışması ile nefs-i küllî sûretinden meydana geldi. Ve bu yönden hiçbir nebî, dişi sûretinde gönderilmedi. Çünkü nübüvvet Âdemoğlu nefislerinde tasarruf ve halk edilmişler âleminde te’sîr husûsunda erkeklik bağıntısını taşımaktadır.”
Kısacası tek bir ayn olan vâhidiyyet vücûdu, yine tek bir ayn olarak ruhlar mertebesine tenezzül etmiş ve vâhidiyyet mertebesinde nasıl ki bütün isimlerin ilmi sûretleri bir dîğerinden farklı olmuş ise, ruhlar mertebesinde de onların gölgeleri olan ruhlar da öylece bir dîğerinden farklı olmuştur. Bundan dolayı bu mertebe de zâtı i’tibârıyla bir ve bağıntıları i’tibârıyla çoktur. Ve her bir rûh, bir olan aynın bağıntısından biridir.
Dokuzuncu Kısım Birinci Ek: MELÂİKE-İ KİRÂM’IN HAKÎKATİ
Bilinsin ki, vücûdun, daha önce izah edilen ilmi sûretler, ya’nî insâni hakîkat mertebesinden tenezzülü, yine o mertebede mevcût olan kudret sıfatının görünme yeri ile, ya’nî kuvvetler ile olur. Çünkü vücûtta kudret ve kuvvet olmayınca irâde ettiği şeyin var edilmesi mümkün olmaz. Allah Teâlâ Hazretleri “metin kuvvet sahibidir”. Ve kudret, diğer sıfatlar gibi hakîkî vücûdun işlerinden bir iş olduğu yönle zât’ının dışında bir şey değildir. Böyle olduğu halde, maddeciler onu bağımsız bir şey zannedip, var etmenin kaynağını iki bağımsız vücûda dayandırdıktan sonra, birine “madde”, diğerine “kuvvet” demişlerdir. Şüphe yok ki bu hüküm onların vehme dayanan bir zanlarından ibârettir. “Zâlike mebleğûhüm minel ilm” ya’nî “Onların ilimden ulaşabildikleri budur” (Necm, 53/30) ve “innezzanne lâ yûğnî minel hakkı şey’a” ya’nî “Şüphesiz zan haktan bir şey kazandırmaz” (Yûnus, 10/36).
Şimdi, fiiller kuvvet ile açığa çıkacağından, ilâhi fiiller de melâike-i kirâm ile açığa çıkar. İlâhi kuvvetlerin ismi nebîler (aleyhimü’s-selâm) dilinde “melâike”dir. Çünkü “melek” “kuvvet ve şiddet” ma’nâsındadır.
Melekler iki kısımdır: Birisi tabîî, diğeri unsurîdir.
Melâike-i tabîiyyûn, anâsırın bulunmadığı fezâda tabii sûretlerden var olmuş olan ulvi ruhlardır. Bunlar fezâda mevcût bulunmuş oldukları ve anâsırdan bir araya getirilmiş olan maddi cisimler ile münâsebete sahip olmadıkları yönle, Âdem’e secde ve itaat ile emrolunmadılar.
İkincisi, melâike-i unsuriyyûndur ki, bunlar anâsıra mensûp olan ruhlardır; ve Âdem’e secde ve itâat ile mükelleftirler. Melâike-i kirâm, seçim sâhibi olmayıp, o kuvvetin sâhibi olan ulûhiyyet zâtının irâdesine tâbi olduklarından haklarında “lâ ya’sûnellâhe mâ emerahüm ve yefalune mâ yu’merune” ya’nî “Allah'ın onlara emrettiği şeyde, Allah'a âsi olmazlar ve emrolundukları şeyi yaparlar.” (Tahrîm, 66/6) buyurulmuştur. Nitekim insan vücûdundaki kuvvetler dahi insânın irâdesine tâbi’dir. İnsan irâdesini bir şeye yöneltince o kuvvet o şeye sarfolunmuş olur ve aslâ uymamazlık etmez.
Melâike-i unsuriyyûn, sonsuz kesîf âlemlerin idaresine memûrdurlar. Bunların adetleri bir araya toplanıp sayılmaya gelmez. Melekler duyu ve şehâdet âleminde kesîf şahıslar gibi görünmezler, çünkü rûhturlar. Hayâl âleminde çeşitli sûretlerle sûretlenerek müşâhede edilebilir olurlar.Bu suretlenme görenin halleri ve inançları ile bağlantılıdır. Hz. Cibrîl’in cenâb-ı Meryem’e ve diğer melâike-i kirâmın Lût (a.s.) vesâir nebîlere (aleyhimü’s-selâm) ve evliyaya ve sâlihlere sûretlenmeleri gibi. Onların bu sûretlenmeleri esnâsında görenin yanında hâzır olanlar, bu melekleri müşâhede edemezler. Çünkü hayâl âlemine dâhil olan ancak görendir. Şu kadar ki yanındakilerden de hayâl âlemine dâhil olanlar bulunsun. Bu sûretlenmeyi bunlar da görebilir. Meleklerin tasarruf yönleri “kanatlar”a benzetilmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur: “Elhamdu lillâhi fâtırıs semâvâti vel ardı câilil melâiketi rusulen ulî ecnihatin mesnâ ve sulâse ve rubâa, yezîdu fîl halkı mâ yeşâu” ya’nî “Hamd göklerin ve yerin Fâtır’ı, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı rasuller olarak kılan Allah içindir. Hálk edilişte dilediğini arttırır” (Fâtır, 35/1).
Bundan dolayı bu kuvvetlerin göklerde ve yeryüzünde çok çeşitli te’sîrleri vardır. Mutlak vücûdun mertebeler ve çeşitli durumlardaki idaresi bu kuvvetler vâsıtasıyladır. Bunlar ulûhiyyet tarafından her bir mertebeye ve her bir duruma gönderilirler. Ya’nî bazıları nebîlere vahiy ile ve bazıları evliyâya ilhâm ile ve diğer insânlardan her birine ve hayvânlara ve bitkilere ve madenlere kısacası bütün eşyâya çok çeşitli işlerin tasarruf ve idaresi için gönderilirler. Herhangi bir meleğin kendisinden te’sîr alan şeye bir te’sîr ile bağlanması onun “kanad”ıdır. Bundan dolayı her bir te’sîr yönü, bir “kanat” olmuş olur. Meleklerin kanatları, ya’nî te’sîrlerinin yönleri adetle sınırlı değildir; belki onların te’sîrlerinin çok çeşitli olması sebebiyle kanatlarının sayılması mümkün değildir. Onun için (s.a.v.) Efendimiz mirac gecesinde Cebrâil (a.s.)’ı altı yüz kanatlı olarak müşâhede ettiklerini hikâye buyurmuşlardır. Yüksek maksatları: “yezîdu fîl halkı mâ yeşâu” ya’nî “hálk edilişte dilediğini arttırır” (Fâtır, 35/1) âyet-i kerîmesi gereğince te’sîrlerinin yönlerinin çokluğuna işâret buyurmaktır.
Şimdi ulûhiyyetin anâsır âlemine kapsam olan dört bütünsel kuvveti vardır ki, onlara şerîat dilinde, Cebrâîl, Mîkâîl, İsrâfîl ve Azrâîl (a.s.) ismi verilir. Bunlara tâbi’ olan meleklerin haddi ve hesâbı yoktur.
Dostları ilə paylaş: |