Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə10/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   90

Örnek: Kendisinde ressamlık sıfâtı bulunan bir kimse, bir tablo yapacağı zaman, ilk önce ilminde o tablonun şeklini ve taslağını hazırlar. Ondan sonra ilmindeki sûretleri tabloya renkler ile boyamaya başlar. Ve her istediği vakit, bu levhanın yüz benzerinin resmini yapar. Bu tablo bozulsa, yine onların benzerini vücûda getirir. Onun ilminde olan resmin sûreti ise dâima mevcût olup aslâ ressâmın ilminden ayrılmış olmaz. Ve o ilmi sûret aslâ harici vücût kokusunu koklamaz. Ve ressâmın ilminde tablonun sûreti resmedilmedikçe ressâmdan resim yapma fiili açığa çıkmaz.

Onbirinci Kısım Üçüncü Ek: YAPILMIŞ İSTİ’DÂD

İsti’dâd iki çeşittir:

Birincisi yapılmamış isti’dâd ki, daha önce îzâh edildiği üzere, bu isti’dâd her bir ayn-ı sâbitenin zâtî gereğinden ibâret olup “Kün(Ol)!” emriyle, ilim mertebesinde vücûda gelirler. “Ve mâ emrunâ illâ vâhidetun ke lemhın bil basar” ya’nî “Emrimiz tek bir emirdir, göz kırpması gibidir” (Kamer, 54/50) âyet-i kerîmesi bu mertebeye işârettir.

Dîğeri yapılmış isti’dâddır. Bu isti’dâd da şehâdet mertebesinde her bir ayn-ı sâbitenin aynası ve görünme yeri olmak üzere vücûda gelen her bir kesîf sûretin değişimlerden sonra kemâle ulaşmasıdır. Çünkü tabîatta vücûda gelmiş olan her bir sûret kemâl bulma kaidesine tâbi’dir. “et teenni miner Rahmân” ya’nî “teenni Rahmân’dandır” ile bu hakîkate işâret olunmuştur.

Örnek: İnsanda konuşma isti’dâd ve kābiliyyeti onun zâtî gereği olduğundan yapılmamıştır. Fakat doğar doğmaz hemen konuşamaz; çünkü bünyesi müsâit değildir. Zamanın geçmesiyle, bünyesine isti’dâd ve kābiliyyet geldikten sonra konuşabilir. Bu isti’dâd ve kābiliyyet ise zaman içinde gerçekleşen kemâl bulma netîcesinde oluşur; bu da yapılmıştır. Bundan anlaşılıyor ki, yapılmamış isti’dâdın açığa çıkması, yapılmış isti’dâdın âşikâr olmasına bağlıdır. Diğer bir ifade ile denilebilir ki, rûhun kemâllerinin açığa çıkması cismin kemâline bağlıdır. Aksi halde rûhun kemâlleri bâtında kalır. Şimdi zahire ait sebepler zâta ait isti’dâdlardan olan işlerdir. Bundan dolayı sebepleri doğuran zâta ait isti’dâdlar ve kābiliyyetlerdir. Mumun yanma sebebi onun kābiliyyet ve isti’dâdıdır. Taş olsa yanmazdı; çünkü taşta bu isti’dâd ve kābiliyyet yoktur.

Onbirinci Kısım Dördüncü Ek: TABÎAT

Bilinsin ki, uzayda üflenmiş olan nefes-i rahmânî ulûhiyyetin zâhiri olan “tabîat” üzerine olur. Tabîat tezgâhı bu nefesi dokuyarak çeşitli sûretlere sokar. Bundan dolayı uzayda “boşluk” yoktur. Belki tabîiye kuvvetleri ile doludur ki, bu kuvvetlere “tabîiyyûn ve âliyyîn melekleri”derler. Bunların Âdem’e secde ve itaat ile emrolunmadıkları daha önce anlatıldı.

Şimdi “tabîat”ın zâtı, bir diğerinin zıttı olan dört esâsın tamamından ibârettir ki, onlar da “sıcaklık”, “soğukluk”, “kuruluk” ve “ıslaklık” tır. Gerçi kuruluk sıcaklıktan ve ıslaklık da soğukluktan oluşursa da, kuruluk sıcaklığın ve ıslaklık soğukluğun aynı değildir. Her birinin kendi mertebelerindeki gerekimleri ve hükümleri başka başkadır.

Tabîat ulûhiyyet mertebesinin zâhiri olup, maddesel sûretlerin dokunulduğu bir tezgâh olup, onların bâtınıdır. Tabiatın rükûnları algılanabilir ise de, gözle görülür değildir. Yalnız madde sûretine münasebetinin eserleriyle görülebilir. Suyun donduğunu gördüğümüz yerde soğukluğun ve buzun eridiğini gördüğümüz yerde de sıcaklığın olduğuna hükmederiz. Ve bunları gözlerimiz görmediği halde, vücûdumuz hisseder.

Şimdi tabîat, ulûhiyyetin zâhiri olmakla berâber, tek bir hakîkatten ibârettir. Ve bir dîğerine zıt birtakım esaslara sahip olan tabîata ait cisimler o tek bir hakîkatten açığa çıkıp türlü türlü şekillerde açığa çıkar. Bundan dolayı tabîat ve tabîattan açığa çıkan tabîata ait cisimlerin tamamı, hakîkat yönünden tek bir ayn’dır ve taayyün ve şekiller yönünden de, çok olan ayn’lardır.

Ve bu tabîata ait sûretler, tek bir ayn’ın muhtelif taayyünleri olduğu için, taayyünler sahasında mevcût olmayan bir şey, tabîattan açığa çıktığında veyâhut mevcût cisimlerden bir kısmı bozulup ortadan kalktığında, o tabîat ne eksilir, ne de fazlalaşır. Belki bu hal, latîf oluştan kesîf oluşa ve kesîf oluştan latîf oluşa nakildir. Bundan dolayı açığa çıkan sûretler, mutlak yokluktan gelmez. Ve ortadan kalkan sûretler dahi mutlak yokluğa gitmez. Onların varlık ve yoklukları izâfîdir.

Hikmet ve kimyâ ilmine vâkıf olanlara göre bu hakîkat çok açıktır. Meselâ bir mum bitinceye kadar yakıldığında, gerçi mumun şekli kaybolur; velâkin onun kesîf olan sûreti gaza dönüşür. Ve farzedelim altmış gram ağırlığında bir mum yandığı zaman, yine altmış gram ağırlığında başka maddelere dönüşmüş olur. Mumun vücûdu tabîatta var olduğu zaman, o tabîat fazlalaşmadığı gibi, kaybolduğu zaman da eksilmemiş olur. Tabîattan açığa çıkan şey, tabîatın gayrı değildir. Çünkü tabîattan açığa çıkan tabîata ait cisimlerin tamamı, hakîkat yönünden tek bir ayn’dır.

Ve tabîat kendisinde açığa çıkan şeyin de aynı değildir. Çünkü farzedelim tabîattan açığa çıkan bir ateş parçasını aldığımız vakit, bu sıcak ve kurudur ve bir buz parçasını aldığımızda da bu soğuk ve kurudur, diye hükmederiz. Şimdi ateş, buzun aynı olmadığı halde, tabîat bu iki muhtelif şey arasında kuruluğu birleştirmiş, fakat sıcaklık ile soğukluğu ayırmıştır. Böyle olunca elbette tabîat onların aynı olamaz. Çünkü tabîat, bir dîğerine zıt olan dört rükûnu toplamıştır.

Tabîat, ilâhî ilim mertebesinde mevcût olan isimlere ait sûretlerin görünmesine müsâit bir aynadan başka bir şey değildir. Ve o aynanın vücûdu da, Hakk’ın latîf olan zâtının kesîf oluşu ile mevcût olduğu için zâhiridir.

Onbirinci Kısım Beşinci Ek: TE’SİR EDEN VE TE’SİRİ KABÛL EDEN

Bilinsin ki, vücût husûsu biri “te’sîr eden” ve diğeri “te’sîri kabûl eden” olmak üzere iki kısımdır. Tesir eden fiile ait mertebeden ve te’sîri kabûl eden fiilin te’sîr ettiği mahalle ait mertebeden ibârettir. Diğer ifâde ile vücûdun bâtını ve zâhiri vardır; bâtını te’sîr eden ve zâhiri te’sîri kabûl edendir.

Âlemin vücûdu Hakk’ın Zâhiri ve Hak âlem vücûdunun bâtını ve hüviyyetidir. Ve her ikisi de vâhidü’l-ayn olan uluhiyyet mertebesinin iki i’tibârıdır.

Şimdi tabîatın vücûda gelmesi ulûhiyyet’in bâtınından olduğu gibi, cisimlerin sûretlerinin vücûda gelmesi de tabîattandır. Bundan dolayı hakîkatte her yön ile te’sîr edici olan ancak Allah Teâlâdır.



Örnek: İnsan vücûdunun zâhiri ve bâtını vardır. İnsanı “konuşma sâhibi olan bir hayvandır” diye târif ettiğimiz zaman, onun bâtını ile zâhirini almış oluruz. “Konuşma” onun bâtını ve “hayvan” onun cismi ve zâhiridir. İnsanın konuşan varlığı görünmediği halde, zâhiri olan cisminde te’sîr edicidir; ve zâhiri olan cismi te’sîri kabûl edendir. İnsanın bâtınında bir yere gitmek için bir istek meydana gelir. Bâtınındaki bu istek ve yönelim, onun “Kün(Ol)” emrinden ibârettir. Cisim, bu istek ve emirden te’sîr almış olarak harekete gelip o mahalle gider.

Şimdi, insanın vücûdu bir olan ayn olduğu halde onda biri te’sîr eden ve diğeri te’sîri kabûl eden olmak üzere iki i’tibâr olmuş olur.

Onbirinci Kısım Altıncı Ek: HÂLK EDİLİŞİN BAŞLANGICI

Senetler yönünden zayıf ve keşif yönünden şüphesiz olan “Ben gizli bir hazîne idim; bilinmeğe muhabbet ettim; hálk edilmişleri bilinmem için hálkettim” kudsi hadisi gereğince, vücût vahdet mertebesine, ya’nî hakîkat-ı muhammediyye mertebesine tenezzülünden sonra, kendi zâtına ve sıfâtına şuûru sebebiyle zâtında mevcût olan kemâlâtı açığa çıkarmaya muhabbet etti. Bu açığa çıkma ve çıkarma, ancak kendi zâtından, yine kendi zâtınadır. Ve gizlilik dahi yine kendi zâtına göredir. Vücûdda kendinden başka bir şey yoktur ki, ondan gizli olsun. Bundan dolayı bu hadîs-i şerîf, açığa çıkmadan önce kendi kemâlâtının yine kendisine gizli olduğunu beyândan ibârettir. Ya’nî “açığa çıkmadan önce kendimden gizli olan kemâlâtımı müşâhede etme zevki ile bilinmem için hálkettim” demektir. Bunun ne gibi bir şey olduğunu aşağıdaki örnek açıklar:



Örnek: Kendisinde hattâtlık, ressâmlık ve mimârlık vb. gibi birtakım sıfatlar bulunan bir kimse, açığa çıkaracağı tablolar ile binâların gizli hazînesidir. Kendi kemâlâtını müşâhede zevki ile bilmek istediği zaman, kendinde olduğunu bildiği ve fakat görmediği bu tabloları yazıp, resim yapıp ve bu binâları inşâ edip açığa çıkardıktan sonra “Ben gizli bir hazîne idim, bu yapılmış olanları müşâhede zevki ile bilmek istedim ve bunları yaptım” der. Ve onları seyredip sanatının kemâlâtını gördüğünde kendi kendini över.

İşte mahlûkatın en şereflisi olan insânı şehâdet âleminde açığa çıkardıktan sonra, Hak Teâlâ Hazretleri’nin “fe tebârakellâhu ahsenül halikıyn”ya’nî “hálk edicilerin en güzeli Allah mübârektir”(Mü’minûn, 23/14) buyurması bu mevzudandır.

Şimdi, gizli olan şey, yok değildir; belki mevcût olmakla berâber bilinmeyendir. Nitekim, bir çekirdekte sonsuz ağaçlar vardır, fakat gizlidir. Açığa çıkmadan önce, ağaçın dallarının şekli, ölçüleri ve detayları ve meyvelerinin azlığı ve çokluğu bilinmeyendir; açığa çıktıktan sonra bilinen olur. Çünkü, ilim ma’lûma(bilinene) tâbi’dir. Velâkin, çekirdekte ağaç olduğu ve onun dalları ve yaprakları ve meyveleri bulunduğu öz olarak bilinir. Ayrıntıları açığa çıktıkça müşâhede ile bilinen olur.

İşte latîfin latîfi olan ulûhiyyet zâtı kemâlâtını müşâhede etme zevki ile bilmeğe ve izâfî gayrı oluş yüzünden bilmeğe muhabbet ettiğinde, ihâta etmiş olduğu sonsuz uzayda açığa çıkma muhabbetinin harâreti ile nefes-i rahmânîsini nefeslendirdi ve gönderdi. Bu nefeslendirme netîcesinde sonsuz uzayda, ya’nî kendi latîf vücûdunda kümeler halinde yayılan nefes-i rahmânî, sonsuz âlemlerin “heyûlâ”sıdır. Ve gönderilen nefesin şiddetinden hareket oluştu. Astronomi ehli indinde bu ilk maddeye “parlak bulut” ifâdesini kullanırlar. Gerçi, bunlar tarafından kâinâtın başlangıcı hakkında muhtelif teoriler açıklanmış ve beyân olunmuş ise de, kâinât heyûlasının parlak bulut hâlinde olduğunda hepsi birleşmiştir. Onlar, keşf ehline güvenmediklerinden, gök cisimlerinin varlığı ve düzeni hakkında türlü türlü teoriler ortaya koydular. Burada bunların ayrıntılanması gereksizdir. Yalnız, şu kadar diyelim ki, insanın vücûdu kâinâtın özü olduğundan, her sırrın anahtarıdır. Parlak bulut’a karşılık gelen beşer sûretinde olmayan nutfe, tabîata karşılık gelen annesinin rahminde ne esas ile sûret kazanmakta ise, “büyük insan” olarak isimlendirilen güneş sistemimizin de buluttan meydana geliş tarzının ve sûret kazanmasının bu esaslar çerçevesinden olması gerekir. Çünkü büyük insanın derece derece kemâl bulması milyonlarca seneler zarfında olduğu halde, küçük insanın kemâl bulması annesinin rahminde dokuz ay gibi kısa bir zama’nâ sığar. Onun için Hak Teâlâ Hazretleri “hûlikal insânü min acel” (Enbiyâ,21/37) ya’nî “İnsân aceleden hálk olundu” buyurdu.

Şimdi nefes-i rahmânî, sonsuz uzayı ihâta etmiş olan latîfin latîfi zât’ın dışına gönderilmedi. Çünkü onun dışı diye bir şey tasavvur edilemez. Bu nefeslendirme, zâtın kendi zâtında, yine kendi zâtına, kendi zâtı ile olan bir tecellîsidir. Ve nefes-i rahmânî zâtın aynıdır. Bu, ancak, ulûhiyyet zâtının zâtını ve nefesini [veyâ nefsini] kesîfleştirmesinden ibârettir. Nitekim Ebu’l-Hasen Gûrî hazretleri buyurur:

“Tenzîh ederim şu en celil ve a’lâ zatı ki, nefesini [nefsini] latîf kılıp ona Hak dedi ve nefesini [nefsini] kesîf kılıp ona da hálk edilmişler dedi.”

Bu nefes-i rahmânî âlî iken, ya’nî latîf zâtın nefeslendirmesini takiben latîf oluşunun kemâlinden sûretsiz iken, aşağı doğru indikçe soğuma ve sertleşme ile şekiller ve sûretler kazanır. Nitekim insanın nefesi çok soğukta bir cam üzerine gönderildiğinde, çıkış anında sıcaklıkla latîf ve sûretsiz iken, aşağıya doğru indikçe soğuyup ve sertleşerek cam üzerinde çiçekli buzlar oluşturur ve o buzlardaki şekiller nefesin ayn’ıdır. Nefes-i rahmânî de nefeslendirme anında böylece latîf olup, derece derece parlak bulut hâline gelir ve âlemlerin aslî maddesi olur.

Nitekim Şeyh-i Ekber (r.a.) Îsâ Fassında bu hakîkate işâret olarak keşf yoluyla aldıkları haber üzerine buyururlar: Şiir:

Tercüme: “Nefes-i rahmânîde olan eşyânın hepsi, gecenin sonundaki ışık gibidir.”

Uzayda bu küme küme kesîfleşen ve soğuyan parlak bulutlar, ilk devrelerinde dumandan başka bir şey değildirler. Nitekim âyet-i kerîme’de “Sümmestevâ ilessemâi ve hiye duhanün” ya’nî “Sonra duman halindeki semâya istivâ etti”(Fussılet, 41/11) buyrulur. Bu bulutlar ince bulutlardır. Ve Arap dilinde böyle ince bulutlara “amâ” ismi verilir. Ashâb-ı kirâmdan Ebû Rezîn el-Ukaylî (r.a.) (S.a.v.) Efendimizden:“Mahlûkatın hálkedilmesinden önce Rabb’imiz nerede idi?” diye sordu. Onlar da cevâben: “Üstünde ve altında hava olmayan “amâ” da idi” buyurdular. Hazret-i Ebû Rezîn el-Ukaylî, bizim güneş sistemimize bağlı bir ilâhî mahlûk olduğu ve rabb oluşunu, kendi emsâlini teşrîken, nefsine bağladığı halde, nebîlerin en arifi (S.a.v.) Efendimizin sonsuz âlemlerin hálk edilişinin başlangıcını da içine alacak şekilde: “Rabb’imiz eşyâ sûretlerinin açığa çıkmasından önce, sûretsiz olan “amâ” da idi ki, onun üstü ve altı “boşluk” olup, oralarda elementlerden oluşmuş havâ yoktur” buyurdular. Bu yüksek cevâplarıyla, amâ mertebesine tenezzülünden önce mutlak vücûdun rubûbiyyet’le vasıflanmış olmadığına ve rubûbiyyetin(rablığın), vücûdun ilk taayyünü olan amâ mertebesinde başladığına işâret buyrulur. Çünkü rabbı olan olmadıkça rubûbiyyet ile vasıflanmak mümkün olmaz ve “amâ” terbiye edilmedikçe değişimlerden ve muhtelif hallerden geçip, yüklenmiş olduğu çeşit çeşit sûretleri ve taayyünleri açığa çıkaramaz.

Onbirinci Kısım Yedinci Ek: HALK EDİLİŞ AŞAMALARI

(S.a.v.) Efendimiz buyururlar ki: “Allah Teâlâ bir büyük beyaz inci hálketti; celâl ve heybeti ile nazar etti; hayâdan eridi. Onun yarısı su ve yarısı ateş oldu. Ondan bir duman husule geldi. Gökleri dumandan ve yeryüzünü onun köpüğünden hálketti. Şimdi onun arşı su üzerinde vâki’ oldu.”

“Allah Teâlâ”dan amaç, mutlak vücûdun “vahdet mertebesi”dir. “Halk”ın ma’nâsı açığa çıkma ve açığa çıkarmadır. “Büyük bir beyaz inci”den kasıt “insâniyye hakîkati” mertebesi olan “ilk akıl”dır ki, buna “vâhidiyyet mertebesi” de derler. İlk akıla “celâl ve heybeti ile nazar” etmesinden kasıt, ilk aklın gayriyyetin başlangıcı olan “rûh mertebesi”ne tenezzülüdür. Ve bu tenezzülden husule gelen gayriyyet perdesi ile mutlak vücûdun örtünmesidir. Çünkü, “cemâl nazarı”, Hakk vechinin kendi nûru ile tecellîsidir ki, bunda örtü yoktur. “Celâl nazarı”, Hakk vechinin gayriyyet elbisesi ile örtünmesi olduğundan, tabiki bunda örtü vardır. “Gayriyyet”ten kasıt, mutlak oluştan kayıtlı oluşa tenezzül ve mutlakın kayıtlı olanda gizlenmesidir. “Büyük beyaz inci”nin erimesi, vâhidiyyet vücûdunun ikilik ile kayıtlanarak, akl-ı küllün kendi nefsinde mahvolduğu anda, ona nefes-i rahmânî ile hârici vücût bahşetmesi ve bu nefes-i rahmânî ile ona uzayda hârici vücût bahşedilmesini takiben merkezin “ateş” ve çevresinin soğuma ile “su” olmasına işârettir. Ve “yedi kat gökler” tabîr ettiğimiz yedi gezegenimizin, bu duman hâlindeki parlak buluttan ve dünyanın da onun yoğunlaşmasından mahlûk olduğuna; ve “arş” dünyâ mülkü ma’nâsına olup, şehâdet âlemlerinin ilâhi mülklerden bulunduğuna ve parlak bulutun arşın temeli olması yönüyle, ilâhî arşın su üzerinde oluştuğuna işâret olunur.

Astronomi âlimleri derler ki: “Yıldızlar ve gezegenler, hallerinin başlangıcında bir bulut hâlinde olup, derece derece küreler şeklinde yoğunlaşmışlardır. Bu gaz halindeki bulut, bu kapsam olan âlem küresi başlangıçta aynı cins ve hidrojenden bile hafîf bir gazdan oluşmuştur. Merkeze doğru bütün ferdi olan parçaların çekilmesi ve bundan meydana gelen gittikçe artan yoğunlaşma ve merkeze doğru olan hareketin ısıya dönüşmesi ve oluşan ısının sebep olduğu ilk kimyevi karışımlar ve elektriğin te’sîri ve türü bir diğerinden türeyen tabîata ait kuvvetlerin muhtelif fiilleri ve te’sîrleri, hidrojen, oksijen, karbon, azot, sodyum, kalsiyum, demir, magnezyum vb. gibi ilk elementlerin oluşumununa sebep olup maden türleri, bir dîğerinden ayrı ve farklı olurlar. Isının meydana gelmesi ferdi olan parçaların hareketindendir. Çünkü hareket ısıya dönüşür. Ve ısı da bir çeşit hareketten başka bir şey değildir. Şimdi bulut halindeki yıldızın birleşimine dâhil olan yukarıdaki elementler bugün güneşte yanmakta olduğu gibi, şiddetli ateş hâlinde bulunur. Ve bu ateş küresi soğumaya başlayınca ateş suya dönmüş olur. Bu iki akışkan, fiziken zıtlar ise de, kimyâca ayn-ı unsurların bileşkeleridir. Ve nitekim günümüzde, küremizin etrâfında dalgalanan denizler hidrojen, oksiyen ve sodyumdan oluşmuştur. Isı tenezzül ettiği ve havaya ait buharlar yoğunlaştığı zaman, durmadan yer değiştiren yüzeyinin volkanik patlamaları içinde henüz soğumayan sular içinde yarı akıcı, yarı katı, hamur gibi, esnek ve birbirinden farklı olan karbon birleşiklerinden, ya’nî yapışkan balçıktan ilk bitkiler ve hayvanlar husule gelmeye başlar.”

Şimdi bu hadîs-i şerîf: “E ve lem yerellezîne keferû ennes semâvâti vel arda kânetâ retkan fe fetaknâhüma, ve cealnâ minel mâi külle şey’in hayyin, e fe lâ yu’minûn” ya’nî “İnkâr edenler semâvat ve arzın bitişik olduğunu görmediler mi? Sonra Biz o ikisini ayırdık. Ve her canlı şeyi sudan yaptık. Hâlâ iman etmezler mi?” (Enbiyâ, 21/30) âyet-i kerîmesinin îzâh ve tefsîridir. Ve bundan anlaşılır ki, gökler ve yeryüzü hálk edilişin başlangıcında bir madde hâlinde olarak bitişik idi. Daha sonra birbirinden ayrıldılar. Ve cisimlerin meydana gelmesi de sudandır. Çünkü ilâhî arş su üzerindedir.

Bilinsin ki, şehâdet âlemlerinin sonsuz uzaydaki miktarının sayılması mümkün değildir. Bir taraftan vücûda gelmekte ve bir taraftan da ortadan kalkmaktadır. Çünkü, imkân dâhilindeki vücûdun ne öncesi ne de sonrası vardır, çünkü sonsuzdur. Ve “hálkediş” ezelî ve ebedidir ve bunlar mutlak vücûtta meydana gelir ve ortadan kalkar. Bunların mekânı mutlak vücûttur. Nitekim, Hz. Gavs-i A’zam Abdü’l-Kadir Gîlânî (r.a.) buyururlar ki:

Yâ Rab! Senin için mekân var mıdır?” Dedim.

Buyurdu ki,

yâ Gavs-i A’zam! Ben mekânın mekânıyım; benim için mekân yoktur. Ve ben insanın sırrıyım”*.

* Yukarıdaki ibare Risale-i Gavsiyye’de mevcûttur. Basılmış olan nüshada cenab-ı Abdü’l Kâdir’e bağlanır. Fakat Abdullah Bosnevi hazretleri Fusus şerhi’nde cenab-ı Şeyh Ekber’e ait olduğunu beyân buyurur (A. A. Konuk)

Onbirinci Kısım Sekizinci Ek: SEMÂVÂT VE ARZ’IN HALK EDİLİŞİ

Bilinsin ki, uzayda nefes-i rahmânînin yayılmasından husule gelen parlak bulutlarda tabiî olarak hareket açığa çıkar; ve nefeslendirme açığa çıkma muhabbetine dayanmış olduğundan, ısıyı meydana getirendir. Isının şiddeti devâm ettiği sürece, nefes-i rahmânî lâtiflik ve üst mertebesindendir. Yayıldıkça fen ehlinin “bulut” ve hakîkat ehlinin “amâ” tabîr ettikleri âlemlerin aslı hâlini kazanarak soğuyarak ve rutubetlenerek kesîflik mertebesine tenezzül etmekle aşağıya inici olur. Zerrelerinin tamamının titreşiminden bunlar kendi merkezleri etrâfında devre başlarlar. Bu devirlerden meydana gelen merkezkaç kuvveti sebebiyle, bunlardan küre şeklinde parçalar kopup ayrılarak milyonlarca günlük yol mesâfesine fırlayarak bu bulutun merkezi etrâfındaki yörüngeleri üzerinde devre başlarlar. Her bir bulut kendi kābiliyyet ve isti’dâdı kadar yıldız ve gezegen vücûda getirir. Ve bu oluşumlar için bizim senelerimizle milyarlarca senenin geçmesi lâzımdır. Çünkü, kemâl bulma derece derecedir, bir defada değildir. Ve çünkü âlemlerin tamamı Rahmân’ın görünme yeridir. “etteenni miner Rahmân” ya’nî “teenni Rahmân’dandır” gereğince rahmâniyye tecellîlerinde acele yoktur.Ve Rahmân “Er rahmânu alel arşistevâ ya’nî “Rahmân arş’a istiva etti” (Tâhâ,20/5) gereğince izâfi vücûtlar arşına istiva ettiğinden, eşyâda daimi yakınlık ve beraberlik ile vasıflanmıştır. Rahmân’ın yakınlığı ve beraberliği bazı eşyâya daha az ve bazı eşyâya daha çok değildir. Bu yakınlık ve beraberlikte aslâ uyumsuzluk yoktur. “Mâ terâ fî hálkır rahmâni min tefâvut” ya’nî “Rahmân’ın hálk edişinde hiçbir uyumsuzluk göremezsin” (Mülk, 67/3)

Acele ise uzaklık bağıntısı mevcût oldukça olur. Onun için “acele şeytandandır” buyrulmuştur. Çünkü şeytan “şatane ve şutûnen”den türemiş olup “uzaklık“ ma’nâsınadır. Görülmez mi ki insan, kendisine uzak gördüğü maddî ve manevî isteklere ulaşmak için acele eder. Ne zaman ki istediği şeyi elde eder, artık faydalanmak için acele etmez. Çünkü uzaklık bağıntısı yok oldu ve yakınlık bağıntısı meydana geldi.

Şimdi “yedi kat gökler”den maksat güneşten kopup ayrılan Neptün, Uranüs, Satürn, Jüpiter, Mars, Venüs ve Merkür’dür. Dünya, Mars ile Venüs arasındadır. Dünyadan önce meydana gelen ve kopup ayrılanlara “ulvi gezegenler” ve ondan sonra meydana gelen ve kopup ayrılanlara “süfli gezegenler” derler. Bu mevzudaki ayrıntılar astronomi kitaplarında mevcût bulunduğundan burada bilgi verilmesiyle yetinilir. Şöyle ki:

Güneş, kendi sisteminin kalbi ve Muhyî isminin görünme yeri olduğundan kendi azâsı mesafesinde olan tabilerine ısısı ile hayat bağışlar. Ve etrâfında dönen gezegenlerin hepsini idâre eder. Güneş onları yoldan geçerken tesâdüfen bulup idaresine almamıştır. Belki kendisi ile berâber aynı menşee sahip olup, ona tâbi’ ve itaatkâr olurlar. Bir masa üzerinde merkezde bulunan bir güllenin etrâfında dönen küreler gibi, gezegenler güneş ile berâber aynı yüzeyde dönerler. Ve bunların hepsinin bir maddeden var olduğuna, daha önce bahsedilen “Evelem yeralleziyne keferu ennes semâvati vel arda kâneta retkan fe fetaknahüma” ya’nî “İnkâr edenler semâvat ve arzın bitişik olduğunu görmediler mi? Sonra Biz o ikisini ayırdık.”(Enbiyâ, 21/30) âyet-i kerîmesi delildir.

Güneşe en yakın bir gezegen olan Merkür, güneşten 57.85 milyon km, Venüs 108.10 milyon km, Dünya 149.50 milyon km, Mars 227.72 milyon km, Jüpiter 777.6 milyon km, Satürn 1425.6 milyon km, Uranüs 2868.1 milyon km ve gezegenlerin en uzak olanı Neptün ise 4494.1 milyon km uzakta dönerler. Dünyanın çapı (12.742 km.) olduğu halde, güneşin çapı (1.382.000 km.)’dir. Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün, büyük gezegenlerden olup, Dünya ve Venüs ve Mars bunlardan küçüktür. En küçük gezegen ise Merkür’dür. En uçtaki Neptün gezegeninin güneşten aldığı ışık dünyanın aldığı ışığın binde biri kadardır. Ve Venüs’ün yüzeyindeki temiz havanın yoğunluğunun, dünyamızdaki temiz havanın dörtte birine denk geldiği hesap edilmiştir. Mars ile Jüpiter arasında, yine güneş etrâfında dönen asteroidlerin olduğu bir sahâda, bu asteroidlerin 200 den fazlası keşfedilmiş ise de, astronomi ehli indinde tam olarak bilinmemektedir. En büyüğünün çapı 228 mil kadar tahmin edilmektedir. Bunların güneşe olan mesâfeleri 400 milyon km.dir. Bunlara benzer diğer asteroidler küçük olduklarından önemleri yoktur.

Onbirinci Kısım DOkuzuncu Ek: SEMÂVÂT VE ARZIN HALKEDİLİŞ AŞAMALARI

Kul e inneküm le tekfürune billeziy halekal arda fiy yevmeyni” ya’nî “de ki: “gerçekten siz yeryüzünü iki “yevm” de hálk edeni mi inkâr ediyorsunuz” (Fussılet, 41/9) ;
Ve ceale fîhâ revâsiye min fevkıhâ ve bâreke fîhâ ve kaddere fîhâ akvâtehâ fî erbeati eyyâm” ya’nî “ve orada üzerinde sâbit dağlar oluşturdu ve orayı bereketli kıldı ve onların rızıklarını dört “yevm”de takdir etti” (Fussılet, 41/10);
Fe kadâhünne seb'a semâvâtin fî yevmeyni” ya’nî “Böylece onları iki “yevm”de yedi kat gök olarak tamamladı” (Fussılet, 41/12) ;
Allahullezî halakas semâvâti vel arda ve mâ beynehüma fî sitteti eyyâmin sümmestevâ alel arş” ya’nî “O Allah’ki gökleri ve yeri ve ikisinin arasındakileri altı “yevm”de hálk etti, sonra Arş’a istiva etti” (Secde, 32/4) ,
âyet-i kerîmelerinde gerek yeryüzünün ve gerek yedi kat göklerin altı günde hálkedildiği beyân buyrulur. “Yevm” kelimesine “küllî devre” ma’nâsı verilmesi uygun olur. Çünkü “cüz’i devir”ler bir günün kısımları cinsinden olduğundan, bunlar dikkate alınmamıştır. Şu halde, yeryüzü ve gökler iki küllî devrede hálk edilmiştir.

Birinci küllî devre: “E ve lem yerellezîne keferu ennes semâvâti vel arda kânetâ retkan fe fetaknâhüma” ya’nî “İnkâr edenler semâvât ve arzın bitişik olduğunu görmediler mi? Sonra Biz o ikisini ayırdık.”(Enbiyâ, 21/30) âyet-i kerîmesinde işâret edildiği üzere “bitişik devre”dir ki, bu devir amâ’ âlemi, ya’nî güneş sisteminin ilk maddesi olan nefes-i rahmânî’nin parlak bulut hâlinde yoğunlaşmasıdır. Bu devrede gökler ve yeryüzü bitişiktir.


Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin