2- TASAVVUF VE MELAMÎLİK
(İnternet )
Melamiler, Tasavvufu, İslâm'ın "Bâtınî (iç)" kısmı ve derinliği olarak kabul ederler. Dinin "Zahiri (dış)" emir ve yasaklarını "eksiksiz" ve "fazlasız" (ifrat/ tefrit) dosdoğru yerine getirmekle birlikte "Kâmil" insan olmak için her zaman ve her yerde Allah'ı zikretmek ve özellikle Allah'ın varlığı ve birliği ile ilgili itikadi konularda derin bilgi sahibi olmak gerektiğine inanırlar. Onlara göre bu bilgi Kur'an'da Ledün olarak anılır ve "Muteşabih (teşbihli)" ayetlerin tevilinin, kitabın aslı olan "Muhkem" sınırları içinde yapılması gerektiğini savunurlar. Onlara göre tasavvuf, bu açıdan İslam tarihinin sonraki yüzyıllarında ortaya çıkmış bir felsefi ekol değil, İslam'ın özünde keşfedilmeyi bekleyen "Gizli bir Hazine"dir. Melâmîlik, kurucusu bilinen tarikat ve cemaatlerden farklı olarak belli bir kişinin kurduğu ve o kişinin adıyla anılan bir grup değildir; ancak yaratılış amacının zirvesi kabul ettikleri kulluğun ne olduğunu anlama ve böylece kâmil insan olma arayışıdır.
Tasavvuf derslerini aldıkları öğretmenlerine Mürşid derler. Mürşid'lerinden keramet veya doğaüstü güçlere sahip olmasını beklemezler. Onlara göre Mürşid sadece kapıyı gösterir, geri kalan sorumluluk öğrenciye (mürid) aittir. Allah'ın her kişiye yakın olduğunu ve kişiyle Allah arasına Mürşid de dahil kimsenin giremeyeceğini savunmuşlardır. Mürşid ne kadar bilgin ve erdemli olursa olsun, o da diğer insanlar gibi kuldur ve kula ait niteliklerle anılması gerekir. Mürşid'lerinden ders ve sohbet şeklinde tahsil ettikleri ilim ve tavsiyelerinin ötesinde bir beklentiye sahip olmadan; Hidayet, Şefaat, Himmet, Tevbe gibi isteklerin yalnız Allah'a arz edilmesi gerektiğini savunurlar. Bu ilmin öğretmenleri de öğrencilerinden asla maddi bir karşılık talep etmemişlerdir. İlm-i Tevhid (Tevhid ilmi) olarak anılan bu derslerin neticesinde "Fenafillah" (Allah'da yok olmak) ve "Bekâbillah" (Allah'la var olmak) mertebelerine ermeyi amaçlarlar.
Melamîlere göre, ilm-î tehvid veya ilm-î ledün, ilk insandan (Adem) son Allah dostuna (Hatem'ul Evliya) kadar taşınacak en yüce emanettir. Bu yüzden bu ilmi talep edenlere karşı çok seçici davranırlar. Sayılarının artmasını değil, emaneti taşıyabilecek nitelikli insana ulaşmayı hedeflerler.
Gizlilikleri :
Her kesim insanın aralarında yer aldığı melâmîler, halkın arasında kendilerini gizlemeyi tercih ederler. Öyle ki, onlara çok yakın olanlar bile belki onların melâmî olduklarını bilmezler. Bu kimliklerini sadece kendilerine mânen yakın gördükleri insanlara uygun gördükleri zamanda açarlar. Unutulmaması gerekir ki modern dönemden önce sûfiler toplumda saygın bir yere sahip kişiler kabul edilir ve sûfi görünüm ve tavırlı kişilere halk ve yönetimin ileri gelenleri hürmet gösterirlerdi. İşte bu koşullar altında Melamîler kendileriyle Allah arasındaki ihlâsı (samimîyet) kaybetmemek ve şöhret gibi tasavvuf yolundaki sâlikîn (Tasavvuf literatüründe mânevî yolda olan) önüne çıkabilecek bir engeli bertaraf etmek için kılık, kıyafet ve hatta belirli bir toplantı mekȃnı (dergah, tekke) ve topluluğu gibi dönemin tarikâtlarının alâmetlerini göstermemeye çalışmışlar, halk içerisinde kendilerini gizlemiş, hȃllerini sadece kendileri gibi olanlarla paylaşmışlardır.
Zikir ve Toplantıları :
Melâmîler, zikir ve sohbet toplantıları için özel bir yer ve zaman aramazlar. Onlar için Allah, "mevcudiyeti" ile her yeri kuşatmış olduğu için her yerde ve her zamanda Allah'ı zikrederler ve birbirleriyle her fırsatta Allah sohbeti ederler. Zikir de namaz kılmak, oruç tutmak vb. emirler gibi Allah'ın bir emridir. Bu açıdan Melâmîler, diğer tüm güzel isimleri (Esma'ul Husna) kendinde topladığı inancıyla Allah'ı "Allah" ismiyle zikrederler. Zikir, bir anlamda alınan her nefes için Allah'a teşekkür etmektir. (Siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim. Şükredin, nankörlerden olmayın... Bakara/152) Bu açıdan nefes alınan her anda sürekli Allah'ı zikretmeyi (anmayı/hatırlamayı) hedeflerler. Diğer yandan, sınırlandırılmış belli sayılarla (5 bin, 10 bin vb.), Allah'ın sadece bir niteliğini ifade eden güzel isimlerini anmayı zikir değil "tesbih/ isimlerini yüceltme" olarak değerlendirirler. Çünkü Zikir her an ve bütünü ifade eden "Allah" ismiyle yapılmaktadır. Zikirde amaç, sadece kalbi mânevî kir ve hastalıklardan arındırmak değil; bununla birlikte Allah'ın tecellilerine (ortaya çıkış/görünme) karşı gafletten (dalgınlık/uyku/farkedemezlik) uyanmaktır. Zikir sayesinde elde edilen uyanış onlar için bir alt amaçtır; en büyük başarı ise yokluğun idraki ve mutlak varlığın yani Allah'ın varlığının keşfidir.
Tarikât ve Melâmîlik :
Melâmîlik çok detaya inmeden aşağıdaki başlıklar altında tarikâtlerden farklıdır:
-
Melâmîlik, belli bir isimden bağımsız olarak Kur'an merkezli bir İslâmi tasavvuf anlayışını ifade eder. Tarikatler ise Nakşibendi, Kadiri, Rufai vb. gibi belli bir şahsın önderliğindeki ekolü ifade eder;
-
Melâmîlikte tüm mânevî bağlar (zikir ve müşahede) doğrudan Allah ile kurulur; Birçok tarikatte ise bu manevi bağlar dolaylı yoldan Rabıta denilen ve sırasıyla Şeyh, Pir, Müceddid, Peygamber gibi aktarmalardan geçerek kurulmaya çalışılır;
-
Melâmîler için Şeyh, sadece manevi rehber veya öğretmen demektir. Şeyhin görevi, doğru kişiye doğru bilgiyi vermek, öğrencinin görevi ise bu bilgi ışığında Allah'a daha yakın olmaya gayret etmektir;
-
Zikir, Melâmîlerde her zaman ve her yerde yapılması gereken açık bir Kur'an emridir. Tarikatlerde ise belli zamanlarda, belli mekȃnlarda, hatta belli kıyafetler içinde yapılmaktadır. Melâmîler Allah'ı Allah ismiyle ve her zaman zikrederken tarikatler Esma'ul husna'dan seçtiklerini belli bir sayıda tekrar ederek söylerler;
-
Melâmîler sadece Allah'ı anmak ve onun varlığını daha yakından tanımak amacıyla toplanır ve sohbet ederler;
-
Melâmîler dini duyguların her türlü istismarına karşıdır. Üyelerinden finansal destek ve para yardımı talebinde bulunan cemaatlere karşı hiçbir peygamberin görevini yaparken ümmetinden ücret talep etmediğini hatırlatıp; bunlara, "Sizden herhangi bir ücret istemeyenlere uyun. Onlardır doğruyu ve güzeli bulanlar." (Yasin: 21) ayetini okurlar ve onları kınarlar.
***
3- MELȂMETİLİK TARİHÇESİ
(İnternet)
(İSLÂM'DA MELÂMİLİĞİN TARİHİ GELİŞİMİ.
Yusuf Ziya İNAN / 1976 )
BİRİNCİ DEVRE MELAMİLER
(Melamiyye-i Kassariye)
İslam tarihinde ilk Melȃmetiler Hamdun Kassar ile görülür. Bu, ilk melami Hamdun Kassar demek değildir. Çünkü Melȃmet bir neş'e, bir tavır, velilere mahsus bir mazhar, bir sıfattır. Bu bakımdan ilk melami şüphe yok ki Nebii Mükerrem Hazreti Muhammed Mustafa Sallallahü Aleyhi Ve Sellem'dir; O'nun sahabesidir, ondan feyz alan ve onun haline bürünen tüm yüce kişilerdir. Hamdun Kassar ile başladığı öne sürülen ilk devre melamiliği aslında bir devrin özelliğini yansıtır. Yoksa Melamilik Hamdun Kassarla başladı demek olamaz. Kaldı ki ilk defa melami tabirini kullanan kişi, Hamdun Kassar da değildir. Bu tabire ilk defa Muhiddin-i Arabi'de rastlanıyor. Esasen önemli olan melami kelimesi değil, melami ve melȃmetin anlamıdır. Bu melami dediğimiz kişiler nedir, ne yapmışlardır, ne getirmişlerdir; onlara özelliğini kazandıran nedir?
Melȃmetileri tetkik ederken görürüz ki bu kişiler nefisleriyle mücadeleyi kendilerine şiar edinmişlerdir. Gösterişten kaçar, kendilerinin methinden hoşlanmaz, kimseyi hor görmez, hiç kimsenin etine buduna karışmaz, kimseyi kınamaz, kimseye husumet beslemezler. Son derece mütevazı ve son derece ilme düşkündürler. Tek istedikleri Allah rızası ve Muhammed aleyhisselamın sünneti ile amel etmektir. Bu bakımdan nefislerine hoş gelen her şeyden çekinir, her şeye şüphe ile bakarlardı ve bundan kurtulmak için de kendilerini levm ettirmeyi tabiat haline getirmişlerdi. İşte bu halleridir ki onları toplum ve tarih içinde bir özellikle tescil etti. Böylece belirli tavır ve inanışa bürünüp o hȃlde yaşayanlara melami dendi. Hamdun Kassarla başlatılan ilk devre melamiliği de bu tavrı tarif ve asrın şartları içinde ve tarihi seyrine göre açıklama imkȃnını sağlayan bir tesbitten ibarettir.
Bu tarihi tarif ve ayırıma göre birinci devre melami'lere melȃmeti tabir edilmekte ve bu devre melȃmeti'ler Hamdun Kassar ile başlayıp, Mevlana Celaleddin-İ Rumi ile son bulmaktadır.
Hamdun Kassar'dan sonra görülen ve tarih kitaplarına adları geçen Melamiler arasında: Ebu Ali Muhammed es-SAKAFİ, Ebu Muhammed Abdullah bin Münazzil, Ebu Ali el-Fudayl bin İYAZ, Ebu Havs Ömer bin Salim el-Haddad, Ebu Osman Hıyri, Abdullah bin Muhammed el-MURTAİŞ, Şah Şucai KİRMANİ, Şeyh Abdullah ibni Cella, Zunnun'u MISRİ, Şeyh Yusuf bin Huseyn, Bayezid-i BİSTAMİ, Ebu İshak İbrahim ibni Yusuf ibni Muhammed-üz Züccaci, Cüneyd-i BAĞDADİ, Necmeddin-i KÜBRA, Şeyh Osman Hayri, Şems-i TEBRİZİ, Mevlana Celaleddin-i RUMİ önemle zikredilir.
Dikkat edilirse bu yüksek kişilerin meşreb ve tarikatları ayrıdır. Ancak hepsi tevhid meratibini bitirdikten sonra yeni bir idrake varmış ve kendilerine yeni bir yaşam çizmişlerdir. Bu yaşamda fazileti, insan sevgisini ve hoşgörüyü en büyük kural haline getirmekle kalmamış, vahdeti gerçekten ve içtenlikle yaşamışlar, fikirlerini ve inançlarını hayatlarında fiilen gerçekleştirmişler, iç ve dışları eşit ihlaslı insanlar olarak yerlerini almışlardır.
Hamdun Kassar (ks)
Nişabur Sofileri arasında bulunan Kassar'ın ne zaman doğduğu kesin olarak bilinmiyor. Ancak Nişabur'da doğduğu ve 884/885 yıllarında yine bu beldede öldüğü bilinmektedir. Hayatı boyunca nefsiyle mücadele eden ve insanlara hizmeti kendine şiar edinen Hamdun Kassar, Ahzab suresinde geçen şu ayeti kerimeye, içtenlikle bağlıdır:
"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ve teklif ettik. Onlar yüklenmekten çekindiler. Endişeye düştüler. İnsan ise yüklendi. O, pek zalim, pek cahildir." Allah emanetini yüklenen kişinin nefsine zalim, masivaya cahil olması en tabii şeydir. Onun için Hamdun Kassar nefsine zalimdi ve masivaya cahil olmayı yeğ tutuyordu.
"-Ne zaman yolda bir sarhoş görürsün, iki tarafa sallanır, sen de sallan. Ta ki nefsine kibir ve ucub gelmesin. Ve O'na küfretme, onu tenkit etme. Sen de O'nun o müptela olduğuna uğramayasın." diyebilen yüce Hamdun etrafında fazileti telkin eder ve melametin sorumluluktan kaçınma olmadığını, bilakis tamamen sorumluluk olduğunu anlatır. Çevresine şöyle nasihat ederdi: "-Bir hȃl ki sende var ve bunun halk arasında faş olmasını istemezsin, yayılmasından dolayı rahatsız olursun, başkalarının da sırları böyledir. Başkalarına ait kulağına gelen her hangi bir sırrı sen de sakla, hiç kimseye söyleme. Söylediğin takdirde elbet o da senin gibi incinir ve rahatsız olur." Ne zaman kişiye, halk'a vaaz ve nasihat etmek gerektiği sualine şu cevabı verdi:
"-Tanrının farzlarından bir farzın yerine getirilmesi ilminde taayyün ettiği veya bir insanın, yüce Tanrının kendisini bidatten kurtaracağını umduğu halde, bidat içinde öleceğinden korktuğu vakit, caiz olur."
Hamdun Kassar adaletin örneği idi. Bir arkadaşına ölümüne kadar yardım için koşmuş, başında durmuş, hizmet etmişti. Adam ölünce hemen başucunda yanan kandili söndürdü. Orada bulunanlar itiraz ederek: "Böyle ölüm anlarında kandil sömndürülür mü? Asıl şimdi yanması lazım. Onun için yağı arttırılır, söndürülmez" dediler. Hamdun Kassar, onlara şu cevabı verdi:
"-O sağ olduğu sürece yağ onundu. Şu andan itibaren yağ varislerinin oldu."
Nefislerine hiç önem vermeyen melȃmetiler faziletin Allah'a ait olduğunu kabul eder ve iyiliklerini gizlemeye azami dikkati gösterirlerdi. Zira iyilik ve faziletleri anlaşılırsa itibar görecekleri, bunun ise nefislerine hoş geleceğini düşünürlerdi.
İKİNCİ DEVRE MELAMİLER
İlk devre melȃmetiler Mevlana ile tarihe gömülür. Menkıbeleri dilden dile gezer, yaşantıları örnek alınır amma artık müstakilen melȃmetilere raslanmaz. Çünkü her tarik melȃmete yönelmiştir. Melȃmet tarikatlar içinde esasen bir yol ve hedef olduğundan ayrıca bir özel gurup olarak ortada görünmesine belki de gerek yok. Ancak bilinen bir gerçektir ki Mevlevilik tarikatını tesis eden Sultan Veled beraber olduğu arkadaşlarıyle herhalde melȃmetten ayrı değildir. Fütüvvet ehli diye isimlendirilen gurup, ahiler tam birer melamidir. İsim ne olursa olsun melȃmet devam eder ve mevleviler içinde bu neşe yine de özelliğini korumaya devam eder.
Ondördüncü asır sonlarında Orta Anadolu'da Hacı Bayramı Veli bir ışık olarak çevresini aydınlatmaya başlar ve O'nunla birlikte bâtında olan melȃmet zuhura gelmeye başlar. Bu nedenle ikinci devre melamilere Bayramiler diyoruz.
Büyük Selçukluların yerini alan ve Türklere devlet halinde yaşama gücünü veren Anadolu Selçukluları yerlerini yavaş yavaş Osmanlılara terkederken maneviyat ȃleminde de bir takım değişmeler ve yenilikler olacaktır. Siyasi ve sosyal çalkantılar elbette ki kültür ve irfan dünyasında da yansır. Hele Anadolu'da tesislerini bırakıp çekilen Moğol akınları ve Moğol istilasından sonra şüphesiz ki inanç ve düşünce ufkunda da bazı değişmeler olacaktır. Ve bu değişmeler olmuştur da.
Acaba ikinci devre melamilerin doğuş sebebi nedir diye sorarsak cevabını askeri, içtimai ve dini olaylarda bulabiliriz ancak. Çünkü İslamiyet ilk heyecanından yavaş yavaş uzaklaşmış, Arap ve yabancı etkiler Anadolu Türk'ünün inanç sisteminde alışmadığı bir kayıt ve taassuba yer verir gelişmelere raslanmıştır. Oysa ki Türkler hür düşünceli, hoş görü sahibi, ilme ve insanlığa çok saygılı ihlaslı insanlardır. Selçuklu idaresinde Arapların devlete müdahalesi olamazdı amma komşuluktan doğan bir yakınlaşma İslam - Türk düşüncesini de etkilemeye ve şeriat hükümlerinin uygulanmasında katılığa yönelen bir gelişmeye sebep oldu. Böylece ehli şeriat, daha da kesin ve katı bir tutuma girerken gönül ehline karşı tepkiler artmaya başladı. Mevlana'nın hocası Şemsi Tebriziye karşı Konyalıların takındığı tavır bu haleti ruhiyeye ait tipik bir örnektir. Kaldı ki iki asır daha geçmiş, heyecan biraz daha azalırken şekli unsurların sistemli şekilde inanç dünyalarımıza hȃkimiyeti o nisbette bir artış göstermiştir. Bu katılığa karşı Türk'ün hür ve serazat hüviyetinde bir isyan dalgalanmasına şahit oluyoruz. Bektaşilik, Melamilik gibi dini cereyan ve akımlar bu ruh halinin en müsbet zuhur ve belirtileri olarak pekȃla düşünülebilir.
Ancak melamiliğin ikinci devre zuhuruna âmil olan faktörlerden en önemlisi şüphesiz ki Timurlenk'in Anadolu'yu istila etmesi olayıdır. Çünkü:
1 - Timurlenk Anadolu'yu istila ederken zalimane davrandı, savaşın bezginliği ve acılıkları halkı bir daha Hakk'a yöneltmiş oluyordu. Herkes manevi bir boşluk içinde kalmış, maddi varlık ve ikbalin geçici olduğunu gören halk, insanın maddi olanaklarının değersizliği kanısına varmıştı.
2 - Timurlenk Ehli Beyt ȃşıklarıyla Anadolu'ya gelmişti. Bunlar daha saf ve daha yalın bir inanç ve heyecan içinde bulunuyorlardı. Bu ise Türklerin iç duygularına daha uygundu. Türkler, islamiyetin doğuşundan bu yana, Ehli Beyt sevgisinde daima önde ve daima bu sevgide sabit kalmışlardır.
3 - Timur'un istilası ile Anadolu Hacegan yurdunun ulularına ait maneviyat ilimlerini de Anadolu'ya getirmişlerdi. Horasan erleri, Nişabur velileri, Rey büyükleri Anadolu Türk'ü için yabancı değildirler, onlar birer ulu sevgili idi. Timur'un yanında Anadolu'ya gelen bilginler işte bu Türk inancının yüce temsilcilerini anlatırken farkına varmadan Anadolu insanına etki yapmışlardı. Yani bu istilalar Türk ruhundaki serazatlığı bir daha su yüzüne çıkarmış ve melȃmet neşesinin lemaları gönülleri tutuşturmaya başlamıştı.
Buna ilave olarak Arap etkisinden hoşnutsuzluk ve kendine ait olma özlemi ve benzeri nedenler de yeni akımların doğuşunda etken olmuştur.
Esasen Anadolu insanı Muhiddin-i Arabi'nin vahdeti vücud felsefesiyle dolmuş, Mevlana'nın fikir ve düşünce dünyasında aydınlanmıştı. Bu yeni dış etkilerle eski özlemleri depreşiyordu. Sosyal hadiseler de bu iç çalkantıyı su yüzüne vurmakla ondördüncü asır Anadolu insanı için yeni bir inancın, aşk ve cezbe heyecanının tekrar sistemleşmesini zorunlu hale getirdi.
İslamiyet insan sevgisi idi, aşktı, ilimdi, hürriyetti, insanı mutlu kılmaktı, akıl ve gönül zenginliği içinde insanı yaşamaktı. Öyleyse bu huzursuzluk neydi? Neden bu bölünme vardı? Savaş ve kin de ne oluyordu? Bu dünya değersiz bir nesne idi amma insanlar bu değersiz şey için her şeyi yakıp yıkıyordu. O halde insanı gafletten uyandırmak, O'nu gerçeğe çevirmek, yüzünü dalalden döndürüp hidayet ışığı ile aydınlatmak lazımdı.
İdrak kapısını aralayan, benlik küpünden çıkar. Ben şalını atanlar, varlık sırrına erer. Bu yol Allah yoludur ve bu yolda ilerleyen kişi, kendi benliğini terk ile Hak benliğine bürünür. İşte melȃmet bu yiğitlerin bulunduğu ortamda tekrar doğar ve doğmuştur.
İkinci devre melamilerin doğuş nedeni gibi yaşantıları da değişik özellikler gösterir. Bunlar ilk devre melamilerden farklıdırlar. İlk devre melamilerin riyazat, çile, murakabe, mükaşefe, mücadehe konularında ki tutumları çok sert ve kesindi. İkinci devre melamilerinin de aynı yoldan gittikleri bir vakıa ise de mutlak bir özellik olarak görünmüyor.
İlk devre melamileri şekil unsurlarına bağlayan hürriyeti, kendi istekleri ve inançlarıydı. İkinci devre melamiler şeklin ve baskının etkisini tatmışlardı. Bu bakımdan şekle ve kayda karşı daha hassas, yaşantılarında daha serbest ve serazat olma temayülündedirler. Bu bakımdan ikinci devre melamileri zaman zaman şeyhül islam fetvalarına muhatap olmuş, kanuni takibe uğramış ve çok sefer de ağır maddi ve cezai müeyyidelerle tecziye edilmişlerdi.
İkinci devre melamileri kayıttan tamamen azade olmak, taassub ve etkilerden uzak kalmak için mücadele etmişlerdir. Bu bakımdan onların davranışları çevrede yadırganmış, adeta şeriate karşı imişler gibi telakki edilmişlerdir ki, bu zan yanlıştır amma melamiler, halk'a menfur olmayı, Hakk'a makbul olmak için adeta bir düstur kabul etmişler ve son asırlarda beliren taassub ve kayıtçılığa karşı bir nevi isyan bayrağı çekmişlerdi. Bu bakımdan ikinci devre melamileri ilk ve son devre melamilerinden hayli farklı özellikler göstermektedir. Ne var ki ikinci devre melamiler gerçekten dini heyecanı yenilemekte çok başarı göstermiş, ihlaslı yaşamakta örnek olmuş ve cesaretleri ile müminlik işaretlerini insanlığa göstermiş ve tarihe tescil ettirmişlerdir. Hamza ve Beşir Ağa'nın katli olayında ihvanın da ortaya çıkıp kendilerinin de melami olduklarını haykırması ve ölüme seve seve gitmeleri ikinci devre melamilerin yiğitliğine ve ihlasına en büyük hüccettir.
HACIBAYRAM'ın ŞAHSİYETİ VE FİKİRLERİ :
Kendisi Şeyhi Hamideddinden sonra riyazat ve itikafa çekilmiş, şeyhinin Halveti tarikatına yeni bir anlam getirmiş, adeta yeni bir tarikat kurmuştur ki, bu tarikat BAYRAMİYE diye anılır.
Hacı Bayram'ın melȃmet neşesinde olduğu ve melâmilerin anladığı gibi bir vahdeti vücudçu olduğu bilinmektedir. Nitekim kendisinde alevi neşesi agır basmakla O, tevhid yoluna bir yenilik getirmiştir. Çünkü silsile itibarıyle hem Sıddıkî, hem de alevi olduğu kadar neşe itibarıyle de hem NAKŞÎ, hem de ALEVÎ meşrebindendir. Esasen melamiler de aynı neşe ve aynı tavırdadır. Bu bakımdan Hacı Bayramı Veli, ilk devre melamilerinden farklı bir melȃmet neşesinde olup tedrisinde vahdeti vücudçudur. Melamilik tarafının ağır basması ve melamiliğin kurucusu olarak ismini tescil ettirmesi şundandır; Tarikatlarda vahdeti vücud salike en son öğretilir ve şuhudi olarak zevk ettirilir. Halbuki Hacı Bayramı Veli, vahdeti vücudu bir felsefe değil bir inanç sistemi olarak ele alır ve akidesine inanan, O'na intisap eden salike, ilk dersinden itibaren vahdet akidesine inanma telkin edilir ve bu inanış sülukün temelini teşkil eder.
O kadar ki Bayramilik, yoluna girene vahdet inanışı hâl halinde yaşatılır, ona vahdetin tahakkuku gösterilmek istenir. Bunun içinde, vahdeti vücudun üç mertebesi Bayrami saliklerine öğretilirdi. Tevhidi efal, Tevhidi sıfat ve Tevhidi Zât diye tanımlanan bu üç mertebeye (meratibi selase-i tevhid) denir ki üçüncü devre melamilerinde de vardır.
Hacı Bayramı Veli, bu mertebelerle salikin yüceleceğine ve vahdet fikrinin hale inkılȃp edeceğine kaildir ve bu üç mertebe ile insan ilmel yakîn, aynel yakîn, Hakkel yakîn olur. Yani bilgi, şuhud ve tahakkuk derecelerine erişir ki “mutu kable ente mutu” sırrına varışın izahı olan bu tavrı Hazret, (Bilmek, Bulmak ve Olmak) diye tanımlıyor.
Hacı Bayram'ın ruh ve fikir dünyasında insan sevgisi ve insanlık hayatının temel unsuru olan çalışmak ve insanlığın gereği olarak kabul edilen insana hizmet başlıca sorun ve tek gayedir. Bu gayeye erişmek için herşeyden önce varlığı sevdirmek ve varlık tutkusundan insanı uzak tutmak lazımdır. Çelişkili gibi görünen bu büyük hakikat aslında hümanizm'in kanunu ve temel unsurudur. Çünkü: Varolana sevgi ve saygı duyulmadıkça ona hizmet edilemez, ona yaklaşamaz ve yararlı olamaz insanoğlu. Fakat onu severken diğerkȃm olmak, insanı düşünürken onun kişiliğine ve haklarına saygı duymak ve bir iş işlerken nefsin baskısından ve ihtiraslardan kurtulmak için dünyanın değersizliği ve hiçliği hakkında kesin bir inanca ve kati bir düşünceye yani prensiplere sahip olmak zorunludur. Bu bakımdan kişinin herşeyden evvel insanları sevmesi ve yaratılmış olan herşeye yaradan’dan ötürü saygı duyması gerekir. Ondan sonra da yaratılmış olan her şeyin yok olacağını ve her şeyin fani olduğunu bilmesi, bu idrake erişmesi mutlaka lazımdır. O zaman insan sevgisine insana hizmet duygusu eklenir ve beşeri hayatta humanizm yarışı başlar. İnsanları bu yüksek idrake, bu üstün seviyeye eriştirecek tek yol vardır. Bu yol: VAHDETİ VÜCUD'dur.
Hacı Bayram, burcu burcu sevgi kokar; O ve çevresi gönüllerinde yanan insanlık muhabbeti ile tüm aleme ışık saçmakta ve kararmış gönülleri aydınlatmaktadırlar. Böyle yüce bir hale varmanın tek yolu gönüller ve akıllar arasındaki bütün bentleri yıkarak Akıl - gönül Birliği sağlamaktır. Akıl ve gönül birliği bilginin cezbe ve aşkla meczedilmesini icabettirir. Öyleyse gerçek insanı bulmak için:
a: Aşka ve cezbeye inanmak,
b: Vahdeti vücud görüş ve inancına sahip olmak lazımdır.
Kuru bilgi insanı insan yapmaz, belki de bilgi kişiyi daha çok egoist ve bencil kılar. Ki bunun tipik örneği İblis'tir. İblis, meleklerin en bilgini idi, bilgisine mağrur olduğundan, daha açıkça söylemek gerekirse, bilgisini hal edemediğinden Âdem'e secde etmedi, bigisine mağrur oldu ve bu yüzden boynuna lânet halkası takıldı. Din kitaplarında bu öykünün uzun hikayesi anlatılır ve şeytanın ebediyen insanları yanıltmaya, cezalandırmaya vesile olacak günahlara sokmaya çalıştığı hatırlatılarak doğru yol tavsiye edilir. Bize denmek istenir ki, ey ȃdemoğlu bilgine mağrur olma, nefsine düşme, benlik davasında olma, egoizmi terket, kötülük etme de salih kullardan ol, insan ol. İşte bu gerçek Allah öğüdünü gönüllere sokmak, bu öğüdü hayatın kanunu yapmak ve beşeri hayatı bir cennet hayatı gibi süslemek için veliler bir yol bulmuşlardır. Bu yol: Tevhid yoludur, melȃmet yoludur, vahdet yoludur.
MELAMİYE-İ BAYRAMİYE VE
Dostları ilə paylaş: |