Hipnotik santraç


Inter pedis puelarum Es yukundum puerorum. (Kızın bacakları arasında



Yüklə 0,54 Mb.
səhifə3/12
tarix24.10.2017
ölçüsü0,54 Mb.
#12076
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   12

Inter pedis puelarum

Es yukundum puerorum.



(Kızın bacakları arasında

Erkeğin beğendiği vardır)

Hocası bunu görür ve gülerek “es”i satır sonuna alarak şiiri düzeltir. Bu işten keyif alan Nimetullah bir başka şiir daha yazar:


Diçe te veram pulchram

Se dicisti nullii e am

Puer puellam amoristi

Lupus kanem kuam


(Ben sana doğruyu söylüyorum

Söylediklerim boştur

Bir erkek bir kızı sevmiş

Kurt köpeği sevmiş gibi)

Farmakoloji hocaları olan Radomski tam bir morfinmandır. Farmokoloji mi Radomski’yi morfinman yaptı, yoksa o zaten morfinmandı da bu yüzden mi eczacılığı seçti bilemiyoruz. Adam kenarda şırıngasını hazırlar ve pantolonunu bile çıkarmadan, kumaşın üstünden “cart” diye iğnesini yapar. Farmakoloji en zor derslerden birisidir. Sonsuza giden Latince adlar listeleriyle dolu. Fakat Nimetullah’ın beyni bunları tek tek ve çalışarak değil, bir anda, toptan ezberler. Eczacılık günümüzdeki gibi bir tür bakkallık değildir o zamanlar. Her ilaç imal edilir. Bir eczaneye gittin mi reçeteni alırlar ve “iki saat sonra gel, ilacını al” derler. İki saat sonra ilacını “taze taze” alırsın. Aradan geçen yetmiş küsur yıla rağmen babamın bütün elementleri, işlevlerini ve kombinasyonlarını, Latince adlarıyla hâlâ sıralayabildiğini görmek çok şaşırtıcı!
Savaş zamanı! Tıp eğitiminde askeri dersler de vardır. Orta yaşlı bir Rus süvarisi derste, birinci saatte “maksim” adındaki, tekerlekli bir ağır makineli tüfeğinin yapısını tahtaya çizer, anlatır ve dersteki çabasına hiç ilgi göstermeyen, yaramaz Nimetullah’ı ikinci saatte tahtaya kaldırır, “anlat bakalım” der kızgın kızgın. Nimetullah da aynı yapıyı eksiksiz ve daha güzel bir şekilde çizer ve tek tümce atlamadan anlatılanları tekrar eder. Hoca son derece şaşkındır:
“Ya, sen, derste yanındaki kızla dalga geçiyordun. Bu konuları da bir kitapta bulamazsın. Nereden öğrendin bunları?”

“Bir yerden öğrenmedim, ben aslında dersi de dinliyordum.” Hoca heyecanlanır:

“İşte, benim gibi, tam bir süvari. Uzun kaslı, parlak zekalı”, falan filan; diye bir söylev çeker.
Patolojisi hocası psikoloji tarihinden tanıdığımız ünlü Ivan Pavlov’dur. Ünlü, karizmatik ve etkileyici birisidir. Sağlam bir görünüşü vardır. Duyulur düzeyde yavaş ve keskin konuşur, gereğinden fazla hiç bir şey de söylemez, az konuşur, ders konularını çok açık ve net serimler. Onun dersinde öğrenciler de konuya kolayca egemen olmaya başladıklarını duyumsarlar. Böyle bir duyumsayışı ancak çok yetkin bir hoca verebilir.

XI. Gümüş Baston

Sıradan bir Mahaçkala akşamı. Nimetullah gene çok özenli bir şıklık içinde; çarliston pantolon, takım elbise ve palto. Her adımında ayakkabıları gıcırdıyor. Bu ayakkabılar siparişle yapılıyor; istersen, fazladan, ayakkabını gıcırdayan cinsten yaptırabiliyorsun. Yolda yürürken kibar beyimize, üzeri yılan işlemeli, şık bir gümüş baston eşlik etmektedir. Bastonunu sallaya sallaya Hazar kıyısındaki alıştığı içkili lokantanın yolunu tutar. Lokantada boş buldukça sürekli oturduğu masasına oturur. Bastonunu masaya koyar. Her zamanki gibi iki tane etli börek, kişnişli salata ve yarım şişe kırmızı şarap söyler. Sakin sakin yemeğini yiyip içkisini içmektedir.


Fakat bir süre sonra sakinliği kaybolmaya tepesi atmaya başlar. İlerideki masalardan adamın biri dikmiş gözünü kendisine bakmaktadır. Sonunda kıyameti koparmaya karar verir ve adama önce sert bir bakış fırlatır. Buna karşın adam çekineceğine yerinden kalkar ve yanına gelir:
“Özür dilerim, sanırım kabalık ettim. Fakat ben size değil bastonunuza bakıyordum. Ben Moskovalıyım. Lütfen masama buyurun, konuşmaya devam edelim.”
Bu cevap üzerine Nimetullah adamı kendi masasına davet eder, oturtur. Koyu ve neşeli bir sohbete dalarlar. Adam gece boyunca masada pek çok şey ısmarlayınca ve dost olunca, Nimetullah da kendi görgüsüne uygun olarak beğendiği bastonunu adama hediye eder. Adam, “bu çok değerli, alamam” diye ayak diretse de, sonunda ısrarlara dayanamayıp, “ayıp olur” diye alır. Bir süre sonra adam sarhoş olur. Nimetullah da, dışarı çıkar, bir ıslıkla, kenarda bekleyen faytonu çağırır.
O zamanlar taksi yok, yerine fayton var. Aslında fayton, çok daha keyiflidir. Giderken çıngırakları sallanır, açık, temiz hava alırsın. Üşümemek için içi deri, üstü yün bir örtüyü dizlerine çekersin. Faytoncuların tek tip kıyafetleri vardır. Uzun, beyaz tüylü kalpak takarlar, tüylerin arasından bakarlar. Koyu kahverengi, gene içi deri, dışı yün kumaştan, uzun, bol, önü iki tarafına sarınarak kapanan, beli kuşaklı bir kıyafetleri vardır. Kuşakları kenardan sarkar, elleri kavuşturulmuş ihtişamlı bir heykel gibi müşteri beklerler. O gür sesleriyle gırtlaktan bir “hoov!” deyince at hareket eder.
Nimetullah adamı faytonla oteline kadar götürür, odasına çıkartır. Odaya varınca adam hemen canlanıverir, “seni getirmek için bu numarayı yaptım, yoksa odama gelmezdin. Ben de sana bir şey vermek istiyorum.” der. Adam valizlerinden birini açar. Valiz destelerce para ile doludur. Başlar desteleri ayırmaya. Nimetullah sorar:
“Ne yapıyorsun”

“Gördüğün gibi ben de çok fazla para var, bu kadarı lazım değil, sen al.”


Nimetullah şaşkındır ve paraları almaya niyeti yoktur. Fakat bu kadar planlı, kararlı ısrarlar sonucu paraları sevinerek alır. Adam onu ertesi gün için gezmeye çağırır, o da “olur” der. Fakat ertesi gün, ayık kafayla düşündüğünde aklına gazete haberleri takılır. O günlerde devletin fabrikalarını soyup kaçan yöneticilerin sayısı çoktur. Bu yüzden bir suçluya eşlik etmekten çekinir ve gitmez. Elinde büyük miktarda bir para kalmıştır. Nimetullah da kağıt üzerinde gösterdiği ressamlık yeteneğini kendi üzerinde de göstermeye karar verir, tasarladığı gibi yeni elbiseler, ayakkabılar yaptırır, bol masraf yapar.

XII. Eva

Tıp okulunun çevresinde yoğun bir öğrenci hareketliliği sürer. Öğrenciler sadece derslikler, kütüphane ve yatakhane arasında mekik dokuyan bir çalışma makinesi değildir. Spor da bir yana, öğrencilerin alttan alta kesintisiz işleyen bir dolu arkadaşlık ve eğlence etkinlikleri vardır. Dağıstan’ın “payitahtı”(başkenti), Mahaçkala’da, olsalar da öğrencilerin önemli bir kısmı Rus’tur. Dağıstanlı kızlara erkeklerle arkadaşlık hiç yasak değildir ama yakın arkadaşlık düşünülmez bile.


Nimetullah Dağıstanlı bir kızla yan yana oturmaktadır. Bir süre sonra kız Nimetullah’a gönül düşürüverir. Fakat bizimkisi Rus kızlarıyla oynaşmaktadır. Bir okul dönüşü çok geç olmuş ve kız ondan karanlıkta kendisine eve kadar eşlik etmesini istemiştir. O da kabul eder. Yolda kız onun koluna girer ve bir süre bu şekilde yürüdükten sonra kendisinin onu sevdiğini itiraf eder. Nimetullah’ın cevabı ne olabilir diye ne kadar düşünürsek düşünelim biz bugünkü aklımızla onu tahmin bile edemeyiz: Nimetullah zavallı kızın ağzına bir tokat patlatır ve ardından şu tarihi sözlerini (!) söyler:
“Bizde [Dağıstanlılar arasında] böyle şeyler olmaz. Sen beni sevemezsin. Ben, seni severim. O zamanda sana değil anne-babama söylerim, onlar da gider anne-babana söyler seni bana isterler!”
Ohhh! Bu sözlerin ardına bir dolu kuru kafa dizmeli tepki olarak. Fakat kapalı bir toplum için aile dışı ilişkilerin olmaması o toplumun güvencesidir. Genç kızlar ve erkekler arasında özgür arkadaşlık ilişkilerinin olmasının olanağı, Kafkas kültürlerinde, onların ilişkilerini akıllarında bile asla cinselliğe dökmemelerinden kaynaklanmaktadır. Bu olanaklı mıdır? Çok farklı biçimlerde de olsa cinsler arası cinsel saygı ve uyumlu rol paylaşımı Kafkas topluluklarının yerleşik gelenekleri içinde kadına da erkeğe de hazır ve rahat edecekleri bir yer kazandırır ve bu çok eski, önemli bir erdemdir. Türkiye’yi görece etkisi altına alan gerici Arap geleneğindeki, erkeği seks manyağı, kadını utanç kaynağı olarak görme, kadın ve erkeği birbirinden gizleme düşüncesi ile taban tabana zıt bir anlayış!

Rus insanı ise daha bireyselci bir kültüre büründüğü için kişilerin kime ne kadar yakınlaşacağı bir topluluğa değil, bireylerin kendi akıl ve iradelerine kalmıştır. Neşeli ve gözde bir öğrenci olan Nimetullah’ın bu yoğun arkadaşlık hareketliliği içinde, Rus kız öğrencileri tarafından nasıl sıkı bir çapraz takibe alındığını öngörebilmek pek zor değil. Kızlar onu ya seviyor ya nefret ediyor ya da kıskanıyorlardır. Bütün bunlara rağmen onun aşk ilişkileri hep bir delikanlı masumiyetini, teatral bir romantizmi aşmaz; genellikle. Ta ki, ona rastlayana kadar. O? Eva! Tıp okulunun efsanevi güzeli. Uzun boylu, dişil kıvrımlarıyla dimdik durur, altın sarısı saçları ve pembe bebeksi teninin şeffaflığı ardından, sabah serinliğinde durgun deniz gibi bakan buz mavisi gözleri ile gerçek dışı, göksel bir mucize izlenimi verir. Bakan bir daha bakamaz; karşısındakinin, dönüp kendini tanımlayamayacağı bu mutlaklık karşısında benliği parçalanır, şaşkına döner ve bir daha bakma cesareti bulamaz. Altmış beş yıllık hüznün aralığından babamın gözlerinde onu gördüm.


“O kadar güzeldi ki bakmaya kıyamazdın.”
Kadında da erkekte de güzellik idesinin masum yüce parıltısı çirkin insanlarda şeytanca bir karşı hamle doğurur. Oysa bilmezler, görmezler ki güzellik bir mülk, et değildir; güzellik bir idedir, düşüncedir. Bilinç tarzı, bilincinde yaşadığı kendi dünya tasarımı güzellikle biçimlenen insanda güzellik idesi parlar ve ona bakanlar onun yüzünde, çehresinde, çevresinde güzelliğin somut varlığını açıkça görebilirler. İşte bunu göremeyenlerin gözleri çirkindir, ruhları çirkindir, aynı güzelliğe kendileri kadar yakındırlar oysa. Oysa! Oysa aşağılık kompleksi gözleri kör eder, karşısındaki üzerinden kendini göremeyince, diyalektiği tamamlamak, benliği tatmin etmek için bilincin doğal yönelimini tersine çevirir, kendileri üzerinden karşısındakini görecek, tanımlayacak karşı hamleyi yaparlar, nesneleştirmek, mal gibi göstermek, karşısındakinin görünüşünü paralamak isterler, doğrudan saldırırlar kötüler, arkadan iftira, dedikodu batağına iter, cadı kazanlarını kaynatırlar, ta ki karşısındakinin onuru kırılıp gözyaşlarıyla önlerinde dizleri üstüne çökene kadar. Hatta kesinlikle o da yetmez, öldürene kadar uğraşır, öldükten sonra anısını da karalamak ve yok etmek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Çirkin insanlar! Aslında karşısındakinde gördükleri kendilerini öldürmek, karşısındakinin gözünde gördükleri kendi yansımasını öldürmek isterler. Oysa! Oysa karşısındaki masum güzelliğin bütün bunlardan hiç haberi yoktur, o sevgi ile ve ancak kırılmışlık ile bakabilir. Diğerinin ise çirkin gözleri, karşısındakinin gözündeki kendisini değil, aslında, karşısındakinin gözünde kendisinin gözündeki kendisini, yani tek başına göremediği asıl gerçekliğini, hakikatini görür. Karşısındakinin, güzelliğinin içtenliği kendiliğinden masum bir aynadır aslında. Dileyen karşısındaki içtenliğe bakıp saçlarını tarar, dileyen karşısındakinin saçlarını paralar. Aşağılık kompleksinin mirası olan çirkinliği aştıracak panzehir ise sevgidir. Her şey sevgi ile başlar, sevgi iyiliği, iyilik güzelliği doğurur.
Elbette üççeyrek yüzyıl öncesinin Dağıstan’ında insanlar kendilerine bugünkü dünyamızdaki gibi yabancılaşmamışlardı. Ve otantikliğin getirdiği içtenlik, toplumsal ilişkilerde daha hakiki bir iletişim sağlıyordu. Nadiren hem Eva’nın hem Nimetullah’ın arkadaşlarının kıskançlık damarları çatlasa da, bu olaylar ciddi planlı hamlelere dönüşmüyordu. Zaten ne Eva yanına bir erkeği yaklaştırıyor, ne de hiçbir erkek ona yaklaşmaya cesaret edebiliyordu. Peki, bu iki kendine özgü insan nasıl bir araya gelecekti, burnundan ilk kılı kim aldıracaktı?
Bir gün bir kız Nimetullah’a gelip Eva’nın kendisiyle buluşmak istediğini söyleyen bir mektup verir ve kaçar, buna Nimetullah bile şaşırır. Onu seçmiştir! Ertesi akşam öğrenciler bir parti veriyorlardır. Ona kavalyelik yapacaktır. Elbet kabul ederse. Kabul etmek ne kelime. Heyecandan o gece doğru dürüst uyuyamaz bile. Ertesi gün heyecanını yatıştırmak için parti salonundan önce bir şarap mahzenine gider. Şarap mahzenleri hemen her merkezi binanın zemininde vardır. Şarap, kentlere yerleşen bir Rus alışkanlığıdır. Mahzenlerde kamyon büyüklüğünde koca fıçılar. Fıçıların üzerlerinde şarap türünü, yılını gösteren etiketler. Nimetullah bir maşrapa şarap ister. Şarabın yanında meze olarak ciğer içli nohut köftesi herkese bedava. Bir maşrapadan bir şey anlamaz, gider başka bir mahzende bir maşrapa daha içer. Ne fayda, hiçbir şekilde gevşememiş, beyni uyuşmamıştır. Oradan çıkar, kiosk, yani köşk veya bakkallardan birine yanaşır, kendine bir ufak şişe votka doldurtur ve onu orada kafaya diker. Eh, artık olsun bari, sarhoş olmuş, fakat bu sefer de feci sarhoş olmuştur. O halde partiye gider. Ayakta zor durmaktadır. Bir süre sonra aynı kız Eva’nın kendisiyle kapıda buluşacağını söyler. Nimetullah kapıya çıktığında karşısında tüm ciddiyetiyle Eva’yı kendini bekler bulur:
“Utanmıyor musun, nasıl bu halde benimle buluşmaya gelirsin? Üstelik bu ilk buluşmamız.”
Nimetullah’ın utançtan söyleyecek sözü yoktur. Zaten ayakta zor durmakta, midesi bulanmaktadır. Sinemaya giderler. Bir ara Nimetullah sigara almak bahanesiyle dışarı çıkar ve doğruca tuvalete koşar, biraz rahatlar. Tekrar o yüksek gururunu çiğnetmeye niyeti yoktur, geri dönmez burnu havada beyimiz, Eva’yı salonda bekler halde bırakır, kaçar. Sokaklarda sallana sallana gezer. Sahile iner, kumsalın kenarındaki yüksek duvara çıkar, “kendimi rezil ettim, bir çuval inciri berbat ettim” diye üzülürken berbat bir çuval gibi üç metre yüksekten yüzükoyun kumların üstüne düşer, yüzünün bir yanı tamamen çizilir, kanar. O gece evin yolunu bulamaz, karakolda sabahlar Nimetullah. Ertesi günlerde de Eva’ya görünmez.
Bir hafta kadar sonra Eva onu okulun bahçesinde yakalar, kendisinin “sinemada bir aptal gibi, yalnız başına” bekletilmesine çok içerlemiştir ve “neden” diye sorar, “neden benden kaçıyorsun?” Nimetullah da “bak işte bundan” diye yüzünün yaralı diğer tarafını gösterir. Karşılıklı gülüşürler ve böylece ilişkileri başlar. Zaman içinde ilişkileri derinleşir ve ayrılmamacasına birbirlerine bağlanırlar. Artık yaşamı birlikte götürmektedirler, acısıyla, tatlısıyla. Aslında pek acıları yoktur. İkisi de cennetin ortasına düşmüş, yaşamlarını şölene çevirmişlerdir.

XIII. Bakü Macerası

Ressamlık yeteneğinden dolayı Tıp okulunun bayram pankartlarını hep Nimetullah’a yazdırmaktadırlar. Pankartlar kırmızı zemin üzerine beyaz yazılardan oluşur. Örneğin 1 Mayıs bayramında;


“Yaşasın 1 Mayıs ve Enternasyonel Proletaryanın Harp Kuvvetlerinin Askeri Görüşü”. Ekim bayramında da

“Biz Dünya İçin Buradayız ve Bu Dünyanın İşlerini Savunuyoruz. Fakat Biz Dış Mihrakların Tehditlerine Aldırmayız ve Savaş İsteyenlerin Bir Vuruşuna İki Vuruşla Karşılık Vermeye Hazırız.”


Her ekim bayramında üç gün tatil olurmuş. O yıl ise tatil iki gün olmuştur. Ve Nimetullah’ın bundan haberi yoktur, bu yüzden de üçüncü gün okula dönmez. Üçüncü gün en yaygın ihanet nedeniyle sırtından vurulur. Yeni sevgilisi Eva’yı kıskanan eski sevgilisi, okul müdürüne gider ve Nimetullah’ın dönmediğini, bir serseri gibi gezdiğini söyler. Müdür, Nimetullah dönünce onu odasına çağırtır ve
“Gelmediğin için okuldan çıkartıldın. Hem okulunu ciddiye almıyorsun hem de arkadaşlarının ciddiyetini bozuyorsun” der.
Tatilin iki gün olmasına şaşıran ve okuldan çıkarılmasına aldırmayan Nimetullah yeni arkadaşı Eva’yla vedalaşır, kaçaklık haritasının birinci durağındaki Bakü’deki ablasının yanına gider. “Ah, vah” etmenin, kaybettiğine yapışmanın bir anlamı yoktur, yaşam her kanaldan sonsuz olasılıklarla sürüp gitmektedir. Önemli olan insanın kendi serüvenini izlemesidir.
Ablası Fatma’nın eşi bakanlık nüfusunu kullanarak, bir mektupla Nimetullah’ı bir çiftçi kooperatifine gönderir. Orada beş ay çalışır. Görevi koyun yünü toplamak ve onları bazen “krom” denen işlenmiş yumuşak derilerle bazen de ipek kumaşlarla takas etmektir. Kromdan ideal Kafkas çizmesi yapılmaktadır. Beş ay sonunda kendine merinos yününden kalınca bir yatak yaptırmış ve bir çanta dolusu krom ve ipek biriktirmiştir. Beş ay sonra yüklerini kooperatifin kamyonuna yükler ve Bakü’ye yola çıkar. Yolda otostop yapan bir Rus subayını da kamyonun arkasına alırlar. Bir subaydan hiç beklenmez ama, subay yolda ipek dolu çantayı alıp gizlice kamyondan atlamıştır. Bakü’ye vardıklarında hazinesinin bir kısmının çalındığını gördüğünde şaşırır ama aldırmaz.
Bir ara içgüdüsel olarak okul müdürünü araması gerektiğini düşünür. Ve müdüre telefon eder. Bu romanda gerçek olmayan hiçbir olay, kişi veya en küçük bir detay olmadığı gibi ilginç olmayan hiçbir karakter de yoktur. Okul müdürü Sagidov da romanın bu genel niteliklerinden ayrı değildir. Sagidov, Çar Nikola’ya karşı savaşmış komünist çetecilerden biridir. Bu yüzden şimdi koca bir tıp okulunun müdürüdür. Bu savaşlarda bir elinin iki parmağını kaybetmiştir. Etrafındakilere ellerini sallaya sallaya söylev çekerken bu eksikli el de dikkat çeker. Sagidov bir halk adamı ve tam bir fırlamadır. Telefonda Nimetullah’ın sesini duyunca:
“Lan, ananı s… evladı, neredesin sen? Çabuk gel!”

“Siz git dediniz, gittim.”

“Çabuk gel! Hemen derslerine gir, çok zaman kaybettin!”
Müdüre bak öğrencisini al. Serseri, gider, olaya konu olan sevgilisi Eva’nın elinden tutup Sagidov’un karşısına çıkar. Müdür bunları karşısında görünce sıçrar yerinden. Hem öfkeli hem gülerek gelip Nimetullah’ın yanaklarında öper.
“Yahu, ne biçim adamsın sen? Git diyince öyle hemen gidilir mi? Ben büyüğüm, gelip özür dileyecektin, o kadar. Ben hiç sana yapar mıyım bunu!”
Nimetullah derslerine ve Eva’ya geri döner. Bu beş ayın konularını yakalamak onun için hiç sorun olmaz bile. Üstelik beş aylık Nimetullahca yaşanan bir serüvende cebine kalır. Zaten o böyle akıldışı yollardan zekasını kullanır olmasaydı ne hayatta kalabilirdi ne de romanı yazılacak bir karakter olurdu.
İşte bu müdürün, sadece Nimetullah’a özel verdiği bir ayrıcalıktı tıp ve dişçilik bölümlerini beraber okumak. İki dalı da sene uzatmadan, başarıyla tamamlar ve mezun olur. O zaman diploma demek aynı zamanda ordu, görev, emir kağıdı demektir. Çok acilen cepheye çağırılmaktadır Nimetullah. Daha dişçilik diploması bile hazırlanmadan tıp diplomasını eline tutuşturur, cepheye gönderirler. Bir diploma göreve alınması için yeterlidir. Olasılıkla dönemeyeceği bir savaşta ikinci bir diplomayı ne yapsın, kayıp mezarına süs mü? Fakat ne gariptir ki o hayatta kalacak, yarım asır sonra mektupla ikinci diplomasını da isteyecektir okulundan. Diploması gelir! Dişçilik diplomasını yaşlılığında, Türkiye’nin kendine sunduklarına karşı bir zafer gibi saklar.

XIV. Sivastopol Cephesi

1941 yılında cepheye gitmeden önce Nimetullah Hasayurt’a ailesini görmeye gider. Büyük ağabeyi Asadullah da uçak pilotu olarak askere alınmıştır, onu göremez. Ablası Fatıma Bakü’dedir. Zuhra hanım ve Abas beyler, küçüğü Resul ve Mina hatun Mahaçkala’ya kadar gelir. Nimetullah’ı askeri kıtasına teslim ederler. Eva Nimetullah’ı ayrıca gözyaşları ile uğurlarken hamiledir. “Nimetullah muhakkak geri dönecektir! Dönmelidir!” Sıhhiye teğmeni olarak orada ilk üniformasını giyer. Deniz kıyısında on beş gün genel bir eğitim, ardından bir aylık dağ eğitimi, doğrudan cepheye: Novirasiski Limanı ve oradan da “tralşik” denilen hücum botlarıyla Sivastopol’a askeri çıkartma harekatı. XI’inci Alman ordusu, 22 Haziran 1941’de, General Erich Von Manstein komutasında Sivastopol’u havadan, karadan bombalamaya ve kente yerleşmeye başlamışlar. Nimetullah’ın katıldığı Rus birlikleri de 1941’in sonbaharında, yağmur, çamur, soğuk, Almanları kıyıdan Mikenza dağlarına kadar beş, altı kilometre kovalar, Sivastopol’u alırlar.


Sivastopol kıyıdan dağlara kadar alttan örülmüş bir tüneller kentidir. Sivastopol’un yarısı toprak altındadır. Deniz uçakları havadan kıyıya iner, tünellere girerler. Bu tünellerden birinin üstünde, geniş bir arazide mezarlıklar vardır, İngiliz, Alman, Türk mezarlıkları. Mezarlıkların ortasında bir de askeri bir kule var. Bir İngiliz ressam, savaşı kuleden izlemiş ve izlenimlerini kulenin duvarlarına kanlı-canlı resmetmiş. Tünellerin içi ayrı bir kent, kilometrelerce uzanan şampanya tünelleri. Derler ki, “tüm Rusya içse bir yılda bitiremez.” Hastaneler, fabrikalar, silah depoları, sokakları, meydanları ile ayrı bir kent. Bodrumsuz evleri olan bir kentten, bir bordum kentine geçmiştir Nimetullah. Ordu tünellere yerleşir ve oradan bir buçuk yıl Almanlara karşı savaşırlar. Püskürttükleri Alman ordusu çok daha büyük olarak yeniden saldırmıştır. “Kırım’ın Azak koyu, Fiyadoska sahillerine bizimkiler 1942 Martında çıkartma yaptılar.” Bunun üzerine, ne kadar Alman uçağı varsa hepsini toplamışlar, üzerlerine –denir ki – kırk sekiz vagon dolusu, elli bin ton bomba atmışlar. Orada ne kadar Rus askeri varsa hepsi ölmüş. Çoğu Messerschmitt, Alman uçakları Sivastopol’a da gelir. Gündüz uçaklar bombalıyor, gece top atışları kenti dövüyor. Herkes tünellerde güvende, fakat kent sallanıyor.
Alman teknolojisi ve kuramsal düşünce ile Rus disiplini ve pratik düşünce karşı karşıya. Almanların tam bir teknolojik üstünlüğü var. Günümüzdeki teknolojik gelişmelerin önemli bir kısmı bu savaştaki bilimsel araştırmalara dayanır. Zaten üç yüz yıllık modern Batı bilimi savaş teknolojisinin bir uzantısıdır. Örneğin ilk jet uçağını sanırım Almanlar yapmışlar. Londra Savaş Müzesi’nde gördüm; tek pilotluk, oyuncak gibi minik bir jet uçağı. Sonra ünlü “Tohr”, tank büyüklüğünde bir havan topu. Tohr, Sivastopol’un kalın beton duvarlardan yapılma yeraltı kentini kırmayı başarmıştır. Nimetullah bina büyüklüğünde betonların kağıt gibi göğe uçtuğunu gözlerine inanamayarak seyretmiş. Orada açığa çıkartılan gücü varın, siz düşünün.
Böylesi bir bombardıman altında tünellerde sarsılmadan yaralı bakan Nimetullah’a yüreğini sarsacak bir mektup gelir. Eva’dan! II. Dünya savaşının en korkunç cephelerinden birinde, ateş altında cennetten, lavanta kokulu bir mektup.

28 Mayıs 1942

“Sevgilim,

Gönderdiğin mektubu aldım, iyi olduğunu bilmek ne güzel. Ben ve oğlumuz savaşın bitmesini ve geri dönmeni özlemle bekliyoruz. Evet bir oğlumuz oldu. Senin de uygun bulacağını düşünerek adını Murat koydum. Fakat beğenmediysen söyle, adını değiştireyim.

İyi dileklerimle

Eva”
Nimetullah’ın votka, barut ve kan kokan üstüne karşın burnunda aşk, bebek ve süt kokusu, gözünde iki damla yaş, elinde mektup kalakalır. O, aşkla hayatı yeniden var eden bir erkek midir, milyonlarca can alan savaş makinesinin katil dişlilerinden biri mi? Babam duygularını göstermediği için bu konuda daha başka neler duyumsadığının ayrıntılarını bilmiyorum ama ben duygularımı gizleyemeyeceğim: Şok! Bir kardeşim daha olduğunu öğreniyorum bu satırların notlarını alırken. Nasıl biri, neye benzer, ağabeyim Şamil gibi sarışın mı, bakışları benim gibi mi? Kardeşim Bahri gibi esmer, derin bakışlı mı? Büyük bir olasılıkla yüksek IQ’ su olan biri, iyi eğitim almış olmalı, mesleği ne oldu, evlenmiştir, yeğenlerim vardır.


Fakat bilinmeyen bir kardeşim olduğunu öğrenmemin ardından kardeşlik duygularımı bu bilinmeyene yüklemem ne kadar gerçekçi? Ben bildiğim kardeşlerime yeterince yararlı bir kardeş olamamanın eksikliğini yaşarken, bu yeni bir kardeş duygusunda ne kadar samimi olabilirim? Aslında tamamen samimiyim, çünkü kardeşlik ve elbette kardeşlik duygusu bizim yoktan keşfetmemiz değil, olan gerçekliğin içinden anımsamamız ve güncelleştirmemiz gereken bir hakikat. Geçmiş, şimdiki ve gelecekteki bütün insanlar birbirimizin kardeşiyiz, bilmediğimiz değil, unuttuğumuz kardeşlerimiz. Hepimizin göbeğinde tek bir ağacın meyveleri olduğumuzu gösteren göbek çukurlarımız var. Yan yana getirip bakın, aynı ağacın dallarından koptuğumuzu göreceksiniz. İşte, bilmediğim kardeşim Murat’a yüklediğim bu duygular da uydurduğum değil uyandırdığım kardeşlik duygularım oldu. Evet biz insan oğulları-kızları başından beri kardeşiz ve ne yazık ki evcilleşmiş hayvanlar olarak, düşmanlık kültürüyle birbirimizin kardeşlik duygularını öldürüyoruz; ister karşı siperlerde, ister aynı işyerleri ve hatta aynı evlerde. İnsan olduğumuzu anımsayacaksak, başlangıç noktamız kardeşlik sevgisi olmalı.
Ne yazık ki, cephede, yakın arkadaşının öldüğünü gören asker akli dengesini yitirir, cevap veremediği “niye” sorusunun acısından kurtulabilmek ve adaleti sağlamak için öldürmek ister. Fakat o andan itibaren ne o kendisidir ne de öldürdükleri insandır ne de bu yaşadıkları gerçektir. Acıklı darbelerle kendine ve emeğine yaptıklarına yabancılaşan insan için hayat artık bir oyundan veya oyunlar toplamından ibarettir. Hele bu pis oyunun içine kendi iradesi dışında, silah tehdidi altında zorla atılmışsa, savaşan bir asker savaşa başlarken masumdur fakat savaş süresinde saf masumiyetini yitirir ve delirmiş veya sağduyusunu yitirmiş masum olarak savaşa devam eder. Masumiyetini ancak kuraldışı yolla düşmana zarar vermekle yitirir, mecbur olmadığı halde yaraladığı veya öldürdüğü zaman.
Nimetullah zaman zaman geceleri tünellerden çıkar, sürünerek kenti gezer. Kent içinde yer yer çarpışmalar sürmektedir. Fakat Almanlar egemenliği ele almışlardır. Bir ara bombalanmış bir evin penceresinden, üç kaynaktan çıkan fosforlu makineli tüfek mermilerinin ışığını görür. Almanlar artık fosforlu mermilerle kendileriyle alay etmektedir. Nimetullah “gösteririm ben size alay nasıl olurmuş” diye binanın dibine gelir, üzerindeki dört el bombasından üçünü sırayla pencerelerden içeri atar. Patlamaların şiddetiyle üçünün cesedi de dışarı fırlar.
Rusya’da, çocukluğunda babamın da kapısına kadar gittiği kimsesiz çocukları, katı vatansever duygularla yetiştiren subay okulları vardır. Oradan çıkan subaylara “zagaratatred” denir. Babam gündüz vakti koruması Televnoy ile kentte gezerken iki zagaratatred subayın iki Kazak askerle karşılaşmalarına tanık olurlar. Cepheye beş yüz Kazak asker gönderilmiş ve hemen bitmişlerdi. Bu iki Kazak da ellerinde tüfek yerine çaydanlıklarıyla kirişi kırma çabasındadırlar. Subaylardan biri sorar:
“Asker! Tüfeğin nerede?”

“Şay (çay) lazım, biz şaysız olmaz…” (Rusça bilmezler)

“Tüfeğin nerede, tüfeğin?”

“Orada bıraktık, biz şay lazım…”


Bu subayların ulusçu duygulardan başka duyguları yoktur. Tepeleri atar ve iki kazak askerini tararlar. Bu manzaraya dayanamayan Televnoy da bunları tarar. Savaş delirmenin bayramıdır. Nimetullah şaşırmış bir halde “Ya, ne yaptın?” diye sorar. Konuşacak olsa korumasını kurşuna dizerler. Televnoy’un gözlerinde kendini de tehdit eden delirme hallerini görünce de “Tamam, tamam. İyi yaptın.” der, geçer giderler.
Sovyet ordusu Sivastopol tünellerinin vadi ucunda savaşmaya devam etmektedir. Tünelden çıkan raylar üzerinde vadiye taşınan zırhlı topçu treni Alman piyadelerini ve Alman uçaklarını vurmakta ve yeniden yüklenmek için tünele girmektedir. Bu arada Alman uçakları tüneli bombalamaktadırlar. Parçalanan raylar bombardıman altında hızla yenilenmekte ve zırhlı tren yeniden tünelden çıkıp bombalamaktadır.
Böylece Alman bombardıman uçakları ile Rus topçusu arasında mekanik bir öldürme yarışı sürer karşılıklı. Aslında ne o Alman pilotu, Hitler ve Nazizmin nedeni ne de Rus topçusu, Stalin ve komünizmin yaratıcısıydılar. Bunların çoğu masum aile çocuklarıydılar. Öldürürken de masum olarak ölüyorlardı hemen her asker gibi. Tarih yazmak, tarihe geçmek, namını ölümsüzleştirmek gibi sapık bir hırsı olmayan ve olayları “engelleyemeyecek”, kendi isteği sorulamadan cepheye sürülmüş her ordu üyesi masumdur. Bu kişi ne kendi eylemini ne de düşmanının kim olduğunu seçmiştir.

Bhagavat Gita’nın başlangıcında, iki akraba ordunun arasında kendini çaresiz hisseden Vişnu’ya Krişna’nın anlattığı, bir açıdan da budur. İkisi de tanrıdırlar ve bunlara düşen sadece, Brahman’a ve ruhun ölümsüzlüğüne teslim olup kadere karşı çırpınmamaktır, sadece savaşmaktır.


Nimetullah’ın yaptığı iş ise çok daha masum olan doktorluk! 1163’üncü Zırhlı Topçu Tümeni, Sıhhiye Bölüğü Komutanıdır. Bölükte kırk dört kişi görev yapmaktadır. Tünel ağzındaki ölüm koşturmacasının arkasında hizmet vermektedir. Nimetullah üç kademeli bir tedavi sistemi kurmuştur. Birinci kademe cephede doğrudan ayakta tedavidir. İkinci kademe tünel içinde ki tedavi odası, üçüncü kademe durumu ağır ve kurtarılabilir yaralıların İnkerman’daki büyük tünel hastanesine nakil bölümüdür. Asıl koşturmaca birinci kademeden ikinci kademeye doğrudur. Tünel içindeki tedavi odasının bir küçük sedye girişi vardır. Oda kan ve votka kokmaktadır. O kadar hastaya morfin yetişmez. Yaralılara hem lokal hem de ağızdan votka verilerek acısı azaltılmaya çalışılmaktadır.
Bu telaş içinde bir yandan da ordu disiplin ve geleneği eksiksiz sürmektedir. Sıhhiye bölümünün hizmet kalitesini yüksek bulan rütbeli bir “Rus subayı” olan baş cerrah kahramanca hizmetlerinden dolayı Nimetullah’a ödül verilmesini teklif eder ve sonra rütbesini de teğmenlikten üst teğmenliğe yükselterek, kendisi övgü dolu bir nutukla Nimetullah’a Komünist Parti üyeliğini sunar.
Nimetullah tünelde görece güvenli bir alanda hizmet vermektedir. Bölgede tehlike artınca, keşif kolunda karşılaştığı onbaşı Sait, Nimetullah’a gelir ve kendisini yanına almasını ister. Nimetullah onu Buynakski’den jandarma eri olarak anımsamaktadır. Sait’i korumak için hasta bakıcı olarak yanına alır. Bir anlamda Sait’in hayatını kurtarmıştır. Sait bunu unutmayacaktır.
Bir ara Nimetullah’a Sovyetlerin Japonya sınırındaki Usuriya’dan bir mektup gelir. Mektup ağabeyi Asadullah’tan gelmektedir. Asadullah pervaneli zırhlı Rus savaş uçağı Mig’lerin pilotudur. Bu amcam ileride pilot olarak pek çok madalya alacak ve sonrada generalini eşek sudan gelene kadar dövdüğü için ordudan emekli edilecek, baba yiğit, güreşçi bir adamdır.
“Kardeşim Nimetullah,

Ussurijsk hava üssündeyiz. Büyük bir MİG filomuz var. Son bakımlar yapıldı, yakında size destek vermek için uçacağız. Orada sağlığına dikkat et. Görüşmek üzere.

Asadullah”
Adres:


Yüklə 0,54 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   12




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin